27 Şubat 2025 Perşembe

"Barışı, Biz Böyle Bilmiyorduk"

 





21.03.2013 Diyarbakır



'Barışı, Biz Böyle Bilmiyorduk'


Yusuf KÖSE

Öcalan’ın meşhur „Nevruz mektubu“ okunduğunda, bazıları hayal kırıklığına uğradı. Çünkü, onlar PKK’dan, Kürt işçi ve köylüleri lehine bir devrim bekliyorlardı. „Mektup“, devletin ağızıyla yazıldığını[1] (iki karşıt görüş bunu açıktan belirtiyor, Dip Not’a bkz.)  görünce, „bu kadarı da olmaz ki“ diyebildiler. Oysa, Öcalan, 1999 Şubat’ında bunları fazlasıyla söylemişti. PKK, şimdi bunları kabul etmeye hazır gibi gözüküyor. PKK’nın paradigmasını daha önce 4 bölüm halinde yayınlanan bir yazımda açıkladığımdan, yeniden oraya dönmeyeceğim.

Ağır bedeller ödeyenlere, savaşın en acımasız yüzünü gören ve yaşayanlara, oğullarını ve kızlarını dağlarda toprağa verenlere sorulduğunda, cevapları: „Barışı biz böyle bilmiyorduk[2] oluyor. Çünkü, zulüm gören halk! Savaşan ve ölen halk! Acıların en acısını yaşayan yine yoksullar! Devleti onlardan başka kimse iyi bilemez. Bu nedenle de, devlet tarafından yazılıp Öcalan‘ın ağzından „21 Mart Nevruz mektubu“ (Kürt Newrozu değil) diye Kürt kitlelerine sunulan devlet "barışı"ndan, halk, haklı olarak şüphelendi: „Bu mektup bizim barış mektubu olamaz“ diye... Newroz Meydanı‘nda çoşkulu bir şekilde alkışladıkları ise kendi hayallerinde yarattıkları bir direniş sembolüydü ya da öyle görmek istediklerini alkışlamışlardı. Alkışladıkları; devlete inat, kendi mücadelelerinin geldiği zirve,  Diyarbakır meydanlarında açıktan kutlamaları ve direnişlerinin, ırkçılığa, asimilasyona, jenoside, katliamlara, yasaklamalara ve inkara karşı galip gelmesiydi.  Newroz Meydanı’nda alkışlanan: Türk devletinin, yeni Osmanlıcılığı güçlendirme, bölge halklarına korku salma, çeşitli milliyetlerden Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarına daha fazla baskı uygulama yanında, sömürü ve egemenlik ağını genişletme konseptli „Mektup“ hiç değildi.

Öcalan Kenaya’da yakalanıp Türkiye getirilirken, uçakta: „benim anam da Türk, fırsat verilsin devlete hizmet etmeye hazırım“ dediğinde de, Kürt halkı içine sindirememişti. Sonra, ortaya manipülasyon araçları girdi ve  „başkanın bir bildiği vardır“ diyerek, bu durumu da "mazur" gösterir oldular. Aynı, „nevruz mektubu“ gibi. “İmralı zabıtları“ basında yayınlanmasının arkasından „Apo padişah değilya“ diyenler, dediklerini unutarak, yeni sürece methiyeler düzmeye, „teorik“ derinliklerini kitlelere anlatmaya koyulmuşlar. „yeni süreç“te ise, işçi ve emekçilerin payına, bugüne kadar ne düşmüşse o öngörülmüştür. 

BBC Türkçe İnternet sitesinde, 26. 03. 2013 tarihinde Kumru Başer‘in Diyarbakır’da Kürtlerle yaptığı röportajı yayınladı. 

"Barışı biz böyle bilmiyorduk. Hep onlar (gerilla Y.K.) gelince barış olacak diyorduk şimdi gidiyorlar" diyenler oldu. "Ölülerimize ne söyleyeceğiz" diyenler de.
Dağa çıkan abisini kaybetmiş bir genç kadının gözleri konuştukça doluyor: "Çok zoruma gitti. Karnıma bir yumruk yemiş gibi oldum. Kendim dağda değilim, ama elimden silahım alınmış gibi hissetim. Demek ki hep dağdakileri bir güvence olarak hissediyormuşum" (Kumru Başer‘in Röportajı‘ndan)

Kürt halkı Türk devletinin sözüne inanmaz. İnanması için de hiç bir nedeni yoktur. Bunu yaşayarak öğrendi. Katledilerek, sürülerek, horlanarak ve mapus damlarında yatarak... Jandarma dipçikleriyle, sokak ortalarında sorgusuz sualsiz kurşunlanarak, diri diri çukurlara gömülerek, dışkı yedirilerek; Diyarbakır zindanlarındaki zulümle ve evlerinin-yurtlarının yakılmasıyla... Kürt halkı, Türk devletinin öpücüğünün zehirli olduğunu iyi bilir. Bu nedenle de, Türk devletinin hiç bir sözüne güvenmez. Orta da hala Türk devletinin Kürtlere verdiği herhangi bir söz de yok. Tek söylediği: “silahları bırakın!” Öcalan ise, Türk devletine, bütün Kürdistan’ı işaret ederek, böylesi bir “misak-i milli etrafında  helalleşelim” diyor.

Öcalan’ın meşhur “Mektubu”ndan sonra, bir kişi ise, ropartajı yapan gazeteciye şunları söylüyor:
“Kürdün midesine yumruk atmışlar, 'ah belim' demiş. 'Yahu, midene vurduk, belim diyorsun' demişler. 'Eh, benim arkamda güçlü biri olaydı sen bana vurabilirdin?' demiş."

İşte, halkın, Öcalan’ı yorumlaması ve bir başkası ise;
"Kürt isyanlarının çoğu, liderlerinin iktidar pastasından pay almasıyla bitmiş. İsyanın acısını çekenler, çektikleriyle kalmış"

Bunu, isyana önderlik edenlerin sınıfsal niteliğiyle birleştirmek gerekiyor. İsyana ulusal burjuvazi önderlik ediyorsa, bu olasılık her zaman var. Kürt ulusal burjuvazisi, bu savaşta esas bedel ödeyelerin (Kürt işçi ve köylülerinin) çıkarını değil, kendi sınıfsal çıkarını düşünür ve ona göre „barış“ yapar. 

Bu röpartaj, yıllardır mücadele içinde olan kitlelerin koyun sürüsü olmadığını, tersine, mektubun dilinin ve içeriğinin rahatlıkla analayabilecek düzeyde olduğunu ortaya koymaktadır. Mektup Kürtçe’de okundu, ama içeriği ne Kürt halkının ne de Kürt ulusunun istemleriyle birebir örtüşüyordu. Esas olarak „beyaz Türkler“in, yani, Türk burjuvazisinin arzularını, yayılmacı emellerini kitlelere dikte ettiriyordu. Öcalan, „helalleşme“ adına, Kürtlere ikinci bir „Hamidiye Alayları“ kurdurarak Türk burjuvazisinin hizmetine vermeyi vaadediyor.[3]

, Öcalan‘ın  „meşhur buluşu“ ve dünya tarihi literatürüne geçecek (!) olan „Sümer Rahip“lerini, ropartaja katılanlardan hiçbiri söz etmemiş. Hele hele „Türk-islam Sentezi“ni, „Türk-Kürt İslam Sentezi“ne dönüştürme çabaları ( her dönemin –yani burjuva devletin- has adamı Cengiz Çandar, bunu çok önceden yazmıştı) ve „Ortadoğu Konfedaralizmi“ni  formülasyonunu ise, bedel ödeyenler ve ödemeye devam eden işçiler ve emekçiler, zorlu yaşamların kendilerine kattığı deneyimlerinden dolayı kale almamışa benziyor.

Öcalan, „barış“ yerine, adeta, Türk egemen sınıfların kirli savaşını, bütün Kürdistan sathına yayamayı önerdi. Bunun adı „barış mektubu“ değil, olsa olsa, Türk egemen sınıflarına yeni egemenlik alanları açama mektubu olabilir. Öcalan’ın bırakılması ve Kürtçe’nin serbestliği karşısında, Türk egemen sınıflarına bütün Kürdistan’ı sunmanın adı „barış“ olamaz. 
 
Kürtlerin barış yapması, daha doğrusu, Kürtlerin kendi kaderlerini özgürce tayin etmesi, kendi istekleri doğrultusunda kaderlerini belirlemelerine karşı çıkılamaz. Bu sorunda, elbette, sorunun nirengi noktası da burada saklıdır. Öte yandan, Türk ve Kürt savaşının olmaması,  Türk ve Kürt halklarının kardeşçe birarada yaşaması, işçi ve emekçilerin lehinedir. Bu anlamda, “barış” ama eşitlik temelinde bir barış her zaman iyidir. Ancak, buraya ne Türk devleti yanaşmış ne de Öcalan’ın “mektup”unda böyle bir şeyden söz ediliyor... 

Kürtler, yakın tarihleri boyunca savaş istemedi. Türk devleti Kürtleri zorla egemenliği altına aldı ve tüm ulusal haklarını gasp etti. Kürtleri savaşa zorlayan Türk egemen sınıflarıdır. Bu nedenle de, Kürtlerle barışması gereken Türk devletidir. Kürdistan’dan çekilmesi gereken PKK gerillaları değil, Türk ordusu ve Türk devletinin tüm resmi kurumlarıdır. “Demokratik Çözüm” budur. Ve gerçek barış, “onurlu barış” ve  halklar arası kardeşlikde ancak böyle pekişir. Diğerleri ise, kitleleri Türk egemen sınıflarına yamama manevralarıdır. Öcalan’da bunu yapmaya çalışıyor.

PKK harketi, hala demokratik yönünü korumaktadır. Bu yönünü koruduğu sürece, sol çevrelerden destek almaya devam eder, ne zaman ki, bu çizgiden tamamen uzaklaşıp, Öcalan çizgisine, özellikle de Öcalan’ın “Nevruz mektubu”ndaki çizigye oturduğunda, demokratik içeriğini de terk etmiş olur.

PKK, süreç içinde kendine bir “peygamber” yarattı. Peygamber yaratmak kolay, ama onun etkisini kırmak, yaratmak kadar kolay değildir. PKK değil, devlet o peygamberi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışıyor. Kürtlerin Newroz bayramında okunan “mektup” bu konuda şüpheye yer bırakmamıştır.

PKK gerillalarının Kuzey Kürdistan topraklarını terk edecek olması ve terk etmesi, savaşın bittiği anlamına gelmiyor. Ancak, nereye evrileceğini de şimdiden kesin bir şekilde söylemek olası gözükmüyor. Bunu belirleyecek olan, bölgesel gelişmeler ve emperyalist güçlerin buna direk müdahale etmesinin yanında, Türk egemen sınıfların Kürt ulusuna vereceği tavizler ya da tavizsizlik ve PKK’ya önderlik eden sınıfsal güçlerin bu durumlar karşısında takınacakları tavırlar belirleyecektir. PKK, Öcalan'ın mektubundaki çizgiye kayarsa, nereye evrileceği bellidir.

PKK içinde kendine “sol” diyenlerin özgürce örgütlenme şansları yoktur. Bu da, PKK’nın kitleler lehine demokratik mevzide duran politikalardan uzaklaşmasının önüne geçecek bir güç de kendi içinde yok gibidir. Olsa da bunların şansı yoktur.

PKK’nın silahlı ya da silahsız olmasından çok, onun izlediği politika önemlidir. Silahlı olup, emperyalist ve bölgesel gerici güçler yanında yer almak var, bir de silahsız olup, ilerici bir mevzide yer almak var. Tercih elbette ikincisidir. Belirleyici olan siyasettir. Silahlara hangi siyasetin kumanda ettiğine bakmak gerekiyor. PKK, Öcalan ve kankası MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın (yani devletin) konsepti doğrultusunda hareket edecekse, silahları bırakması, o konsepti kabul etmesinden halkların lehinedir. Böyle bir mektubu genel anlamda ezilenlerin kabul etmesi olası değildir. Bu konsept, Kürt ve Türk halklarının üzerindeki zulmü artırma içeriklidir.

Kürt ulusal sorunu demokratik bir sorundur. Bu sorun var olduğu sürece, demokratik yönü de olacaktır. Bu soruna sahip çıkan ezilen ulus burjuvazisi, bu demokratik içerikten fazlaca uzaklaşamaz. İster istemez ezilenler cephesine elini uzatmak zorunda kalacaktır.  28.03.2012
***


[1] Ayrıca Bkz. Dr. Mustafa Peköz; “ Öcalan’ın Newroz mektubu ve Yansımaları”, Sendika org. 23.03.13
Hüseyin Gülerce,  “Ergenekon’dan LAW, Öcalan’dan çağrı”, Zaman, 22.03.2013
Kumru Başer,
Diyarbakır, 26 MART 2013 
[3] Milliyet gazetesi, Öcalan’ın „nevruz mektubu“ndan bir gün sonra „Misak-i milli haritası“ yayınladı. Ayrıca, TV yayınlarında, Türk burjuvazisinin yazarları ve siyasi temsilcileri, “Öcalan” derken, saygıyla söz ediyorlar. Bu tür övgüler, "yeni misak-i milli" hatırınadır. Hepsinin ağızı sulanmış durumda.

14 Şubat 2025 Cuma

Emperyalist Sistemin Yıkıcı Kaosu Başladı

  cibaliye

Cibaliye Kampı Gazze

 

 


Emperyalist Sistemin Büyük Kaosu Başladı


Yusuf Köse


Faşist Trump iktidara gelir gelmez, başkanlık seçimlerinde söylediğini uygulamaya soktu. Birincisi gümrük tarifelerini yükselteceğini, ikincisi, uluslararası bir çok kurumdan ve anlaşmalardan çıkacağını vaad etmişti ve gelir gelmezde uygulumaya başladı. DSÖ çıktı ve Paris anlşamasından ABD’nin imzasını geri çekti. Birinci döneminde de bunları yapmıştı. Şimdi, birinci başkanlık döneminden farklı olarak Çin dışında hemen hemen bütün emperyalist ülkelerden ithal edilen malların gümrük vergilerini yükseltti. Kanada, Meksika, Çin, AB vb. Ülkelere ve gümrük verigilerini tavizsiz bir şekilde uygulayacağını açıkladı. En büyük ithalatı da AB’den yapıyor.


Emperyalist ekonomik sistemin, üretimin uluslararsılaşmasının yaygınlaştığı ve esas hale gelmiş niteliği ile „içe kapanma“ niteliğiyle çelişir ve sistemin kendi içindeki varolan çelişmeleri keskinleştirme eğilimini içinde taşımaktadır. Bu durum, emperyalist sistemin kaosunun artacağını göstermektedir.



ABD emperyalizmi neden bu yola girdi?


ABD hala dünyanın en büyük emperyalist bir ülkesidir. Ancak, ekonomik olarak gerilemesi söz konusu ve net sermaye ve mal ithalatçısı bir ülkedir. Ülkedeki ekonominin büyük bir bölümü ithal ürünlerle döndürülmektedir. Faşist Trump bunu tersine çevirmek istiyor. „Make Amerika great again“ derken, ABD’yi 1980 öncesi ticaret fazlası verildiği dönemine götürmek istiyor. Bugün, ABD ekonomisini, esasta, borç ve iç tüketimi artırarak sağlıyor.


ABD’nin dış borcu1 36 trilyon ABD dolarının üstünde. GSYİH ise yaklaşık 30 trilyon ABD doları. Borcun GSYİH’ya oranı %123. Bu borcun içine özel şirketlerin (tekellerin) borcu dahill edilmemiştir. Yani, ABD ekonomisi borçla büyüyor ve borçla yürütülüyor. ABD emperyalizmi esas gücünü, ABD dolarının uluslararsı para olmasıdır. (ABD dolarını elinde bulunduran her kişi, sahip olduğu dolar kadar ABD ekonomisine katkıda bulunuyor.) Ancak o da giderek aşınmaktadır. Avro’nun payı %21. Ve dünya Bankası (DB) verilerine göre doların piyasadaki varlığı her geçen gün erirken, rezev işlem hacmi bugün ortalama %58,2‘ye gerilemiştir.2 Bu da ABD emperyalizmin saldırganlaştıran etmenlerden biridir.


Eurosatat’ın 2022 verilerine göre, dünya ihracatının %17,6'sını, ithalatın ise %12,7'sini Çin yaparken (toplam dünya ticaret hacminin yüzdesi %30,3), AB'nin payı ise, iharacatta %13,2, ithalattaki payı ise %14,8 (toplam %28). ABD ise, sırasıyla iharacattaki payı %10,1, (bazı kaynaklar ABD’nin dünya toplam ihracatındaki payını %8,49 olarak gösteriyor.) ithalattaki payı ise %15,8 (toplam %25,9). AB içinde ise, İharacat ve ithalatta öne çıkan ülkeler Almanya (%7,4), Hollanda (%4,0), Fransa (%2,8)'dır.3 ABD’nin ithal ürünlerinde Türkiye’nin payı %4‘dür. Dünyanın çeliğinin yarısını (%49) Çin üretiyor.


AB, ABD’ye 512 milyar dolarlık mal sataraken, ABD’den 350 milyarlık mal alıyor. Trump bu verilerden hareketle, AB ülkelerine silah harcamalarını GSYİH’nın %5‘ine çıkarmalarını istiyor. NATO’nun yükün (silah, asker ve maddi) %/76‘sını ABD karşılıyor.4 Tüccar Trump, bu nedenle „biz sizin silahlı bekçiniz ... ve enayi değiliz“ diyor.


ABD’nin ticaret açığı 1 trilyondan fazla iken, Çin’in ticaret fazlası yaklaşık 1,5 trilyon ABD doları kadardır.5 ABD, BRICS üyelerine yaklaşık 250 milyar dolar ihracat yaparken, onlardan 650 milyar dolarlık ithalat yapıyor. Trump, ABD emperyalizminin emperyalist sistem içindeki en büyük rakibi ve „stratejik düşmanı“ Çin’in bir üretim üssü olmasını elinden alarak ABD’yi dünyanın (uluslararası tekellerin) üretim üssü yaparak eski gücüne varmak istiyor ve bu nedenlede, başta Çin olmak üzere AB, Kanada, Meksika ve diğer emperyalist ülkelere (şimdilik Avusturalya hariç) yüksek gümrük vergisi uygulamaya başladı. Özellikle Çelik ve Almüniyum’da %25‘in üzerinde ek gümrük vergisi getirileceğini açıkladı.


Yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkmasıyla üretim, ucuz işgücü potansiyelinin yoğun olduğu Asya’ya kaymıştır. Özellikle 21. yüzyılın başından itibaren Başta Çin olmak üzere, Hindistan, Endenozya, Malezya, Singapur, Vietnam, Tayland, G. Kore, Tayvan, Filipinler uluslararası tekellerin üretim üsleri haline gelmiştir. Trump, bunu tersine çevirmek istiyor.



Faşizm Tehlikesi


Trump faşist yönetimi ABD ekonomisinin yeniden büyütmek ve elbette dünyaya bütünüyle hükmetmek ve rakip emperyalistleri geriletmek istiyor. Ancak bunu yaparken, işçi sınıfı ve emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerini büyüterek ve geliştirerek değil, tam tersi, onlar üzerinde baskıları ve sömürüyü artırarak yampaya çalışacaktır. Ücret artışı ile kapitalist ekonomik büyüme, sermayenin alabildiğine büyüdüğü, merkezileştiği ve emperyalist çelişmelerin, emperyalist savaşı tetiklediği ve uluslararası alanda faşist yönetim dalgasının yükseldiği ortamda olası değildir. Tersine, ABD faşist yönetimi, faşizmi, uluslararası alana yaymaya ve faşist partileri desteklemeye çalışıyor. Ve faşist partilerin gelişmesi için ülkelerin hükümetlerine açıktan baskı yapıyorlar, çeşitli yaptırımlarla tehdit ediyorlar. İngiltere ve Almanya buna örnektir. Emperyalist tekeller için göstermelik „demokrasi“ gösterileri, özellikle 2008 büyük krizden bu yana çoktan sona erdi. Çünkü uluslararası emperyalist sermayenin birikimi ve merkezileşmesinin boyutu yıkıcı bir duruma geldi.6


Faşist Trump, ABD’de faşist bir diktatörlük kurmak istiyor. Ve bu nedenlede başta işçi sınıfına saldırıyı yoğunlaştıracaktır. ABD’li tekellerin “ First Amerika“sı, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletildiği bir ortamı kaldırmaz, tersine bu tür haklar onlara çok „lüks“ gelmektedir. Ancak, son yıllarda daha fazla sendikalaşan ve mücadeleye atılan ABD işçi sınıfı, kolay kolay faşist Trump yönetimeine boyun eğmeyecektir. Dişe diş mücadele ederek kazanan taraf, hiç kuşkusuz ABD işçi sınıfı olacaktır. Krize giren ise, yine ABD emperyalist ekonomisi olacaktır.


ABD, büyük bir tüketim üssü olduğu kadar üretim üssü değildir. Bu nedenle uluslararası tekellerin ihraç pazarı alanıydı. Faşist Trump ve arkasındaki teknoloji tekelleri ve diğerleri, ABD’nin ithal değil ihracat üssü olması için, üretimi artırmak istiyorlar. Üretimin artması ve mal ihraç üssü olması için, genç ve yoğun ucuz işgücüne gereksinim var. Bu da yaşlanan ve giderek (işgücü nüfusunu üretememek, artık kapitalizmin genel bir eğilimi olmuştur) gerileyen ABD nüfusunda değil, dışardan gelen göçmen işçilere gereksinimi vardır. Faşist Trump her ne kadar ırkçı anlayışıyla göçmen düşmanlığı yapsada, göçmen işçiler çalışrıtılmadan „first america“ hayal olacaktır. Bunu ABD tekelci burjuvazisi çok iyi biliyor.7 Devletin en kontrollü alanlarında dahi bilerek ve isteyerek (ucuz işgücü ve her türlü sosyal haklardan yoksun olduğu için) „kaçak“ göçmen çalıştıran büyük sermaye grupları tekeller, göçmen düşmanlığı ve ırkçılık yaparak işçi sınıfını bölme politikası izlemektende geri durmuyorlar. Faşist Trump, bu kan emici tekeci haydutların, ırkçı ve işçi düşmanı en karakterize temsilcisi (ve Hitlerin modern faşist versiyonu) olarak leş kargalığına soyundu.


Savaşla Kurulan „Emperyalist Kurumlar“, Savaşla Yıkılır


Uluslararası alanda emperyalistler tarafından oluşturulan BM, DSÖ, DTÖ ve diğerleri, savaşlarla bozulmuşlar ve yine savaşlarla kurulmuşlardır. Günümüzün bu örgütleri 2. emperyalist paylaşım savaşından sonra kurulmuştur. 1. paylaşım savaşının arkasından o sürecin egemen emperyalistlerince kurulan milletler cemiyeti, Alman emperyalizmi tarafından tanınmayarak yıkılmıştı ve 2. dünya savaşı patlak vermişti. Bugün ise ABD emperyalizmi „kurumları“ tanımıyor. Bu da, emperyalistler arası zoraki uzlaşamanın sona erdiğini göstermektedir.


Savaşla kurulan emperyalist kurumlar savaşla yıkılır. Bu emperyalist sistem içinde yazılı olmayan bir kuraldır. Çünkü „kurumlar“ın varlığı, pazar paylaşımında, belli bir anlaşmanın sağlanmasının „rıza“ göstergesidir. Bugün bunu, Trump başkanlığındaki ABD emperyalizmi bozmuştur. Her ne kadar daha „BM tanımıyorum“ demediysede, BM bağlı kurumlardan çıkıyor. Uluslararası Paris iklim anlaşmasından çıktı. DTÖ’nün koyduğu „ticarette eşitlik“ kuralına uymuyor. Oysa. Çin’i (2001 sonunda resmen üye oldu) DTÖ’ne almak için ne çaba harcamışlardı. Şimdi, DTÖ’nün en ateşli savunucusu Çin, en büyük düşmanı da ABD oldu. Emperyalistlerde kural, kendi çıkarları herzaman önceliklidir. Çıkarlarına ters geliyorsa, uyulması gerekmiyor. Gerekirse savaşla yıkılıp, yeni „paylaşım rıza“sı için yeni kurallar konur. Bu da, ancak, yeni bir emperyalist savaşla gerçekleşebilir. Gidişatta bu yöndedir. Emperyalist savaş hızla tırmanıyor. ABD emperyalizmi, daha şimdiden Kanada, Panama, Görland ve Gazze’ye göz koymuş durumda.8


ABD’nin bu saldırganlığı ve „kural“ tanımamazlığı, AB ile de arasını açacaktır. AB emperyalistleri daha şimdiden sert tavırlar almaya başladı. Bu da, yeni emperyalist kutuplaşmaları ve kamplaşmaları doğuracağı benziyor. Emperyalist sistem şimdi herzamankinden daha büyük bir kaos ve belirsizlik içindedir. Emperyalist sistem, kendi içindeki bu kaosu savaşla çözme eğlimi içindedir. Bu nedenlede, hızla savaşa hazırlanıyorlar. Emperyalist savaş ve faşizm tehlikesi eğilimi açık bir tehdit olarak dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların karşısında durmaktadır. Doğanın tahribatı ise, artık hiç bir emperyalist ülke ve tekelin umrunda ve gündeminde değildir. Dikakate bile almıyorlar.


Bütün bunlar emperyalist sistemin büyük kaosunun başladığının göstergeleridir. Buna karşı ise; uluslararası işçi sınıfının emperyalizme ve faşizme karşı direnişi ve ezilen halkların mücadelesi birleşerek yürütülmesinin koşulları ise her zamankinden daha fazladır. Kaçınılmaz olarak emperyalist savaş tehlikesine ve uluslararası faşizme karşı uluslararası direniş yaygınlaştırma perspektifiyle hareket edilmelidir. Kapitalist-emperyalist sistem yıkılıp sosyalizm kurulmadan insanlık ve doğa varlık yokluk tehditi altında olmaya devam edecektir. 15.02.2025

 

 

 

 

1https://fiscaldata.treasury.gov/americas-finance-guide/national-debt/

2ttps://www.statista.com/chart/33804/united-states-brics-trade/

3Erostat 2022

4ttps://www.tagesschau.de/investigativ/ndr-wdr/usa-nato-sicherheit-informationen-100.htm

5ttps://wits.worldbank.org/countrysnapshot/en/WLD

6Bunun ekonomik ve siyasi nedenlerini öz olarak 20 temmuz 2024 tarihli “Kapitalist Toplumsal Bir Kırılma ve Yeniden Tarihi Yeni Bir Toplumsal Süreç“ başlıklı makalemde açıklamya çalışmıştım. https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kapitalist-toplumsal-bir-kirilma-ve-yeniden-tarihi-yeni-bir-toplumsal-surec


7Bkz. Yusuf Köse, Dijitalleşme ve İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih, Nisan 2023, El Yayınları

8Halil Gündoğan yoldaşın sendika org.daki bu konudaki yazısının okunmasını öneririm. https://sendika.org/2025/02/emperyalist-sistem-kurulu-hukuki-nizamini-yitirerek-icten-cokmustur-7

9 Şubat 2025 Pazar

Birleşerek Mücadeleyi Büyütmeliyiz

 

 

 

 

 

 

 

Birleşerek Mücadeleyi Büyütmeliyiz


Yusuf Köse

Başta ABD olmak üzere, emperyalist sistem içindeki faşistleşme giderek daha da artma eğilimi içindedir. Emperyalistler arasındaki keskin hegomonya dalaşı, faşistleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Emperyalist savaşlar faşistleşmeden yürütülemez. Pazar paylaşımlarının giderek keskinleşmesi; uzun zamandan beri faşizmle yönetilen ülkelerdeki faşist uygulamaları daha da artırıken, yeni faşistleşen ülkelerdeki faşistleşmeyi de yaygınlaştırmakta ve kitlelerin yoğun anti-faşist protestoları nedeniyle, olmayan „burjuva demokrasi“ sınırları içinde kalmak isteyen burjuva ülkelerini de (Almanya örneği) faşistleşmeye zorlamaktadır.


Emperyalist sermayenin muazzam büyüklüğü ve merkezileşmesine koşut olarak, uluslararası emperyalist tekelci burjuvazi, sermaye birikiminin siyasal diyalektiği gereği, tarihinin en gerici dönemine girmiştir.


Faşist Erdoğan yönetimi, ülke içinde baskıları en üst boyuta çıkarmaya başlamıştır. Burjuva muhalif dahil, muhalif olan her kesime saldırmaktadır. Kitlelerin, kısmi de olsa, demokratik soluk alma alanlarını, kayyım, gözaltı, tutuklama, ev hapsi vb. uygulamalarla kapatmaktadır. Ağzını her açışta, ilerici olan, demokrat olan her kesime, salyalar akıtarak saldıran, hakaret eden faşist Erdoğan’a, onun yakınlarına, siyasi çevresine, deyim yerindeyse yan bakmak „tutuklanma“ gerekçesi yapılmaktadır.


Kısacası, rejimi eleştiren, karşı çıkan, haklarını arayan işçiye, emekçiye, ulusal demokratik haklarını isteyen Kürtlere, olumsuzlukları eleştiren aydına, bilimsel açıklama yapan akademisyene, haklarını arayan kadınlara, iktidarın uygulamalarını haberleştiren gazeteciye vb. her şeye düşman. Yaşamak için filizlenen, umudu olan, kendisinden izin almadan uçan kuşa düşman bir faşist yönetimle karşı karşıyayız.


Emperyalist Türk tekelci burjuvazisi, ülke içinde hiç bir engelle, pürüzle karşılaşmadan sömürüsünü ve sermaye birikimini en üst düzeye çıkarmak istiyor. Suriye’de ve diğer ülkelerdeki emperyalist yayılmacı faaliyetleri karşısında „aykırı ses“ ya da bir direniş istemiyor. Bütün tekelci burjuvazi Erdoğan rejminin arkasında hizalanmıştır.Bu nedenle de azgınca, çalışanlara ve doğaya saldırıyorlar.


Tekelci burjuvazi, sendikalı, grevli, direnişli, kapitalistlerin istediğinden fazla ücret ve ücretine zam isteyen işçi istememektedir. Ucuz işgücü ve çalışmada her türlü esnekliği kabul edecek modern köle işçi istemektedir. İşçi başına yılda 650 bin TL (Koç Holding) gelir elde eden, yıllık karını ortalama %700, %1400 artıran tekelci bankaların -gönül rahatlığı içinde- insan derisini soymamaları elde değildir. Bu ancak, faşist bir diktatörlük altında olabilir. Ve şu anda Erdoğan rejmi de bunu uygulamaktadır. Çalışanların adeta -çığlıklar içinde- derisi soyulmaktadır.


Ne var ki, sistemin asli ve ebedi bir korkusu var: İşçi sınıfı ve emekçilerin ayağa kalkacağı korkusu. Bu, 15-16 Haziran 1970‘de ve GEZİ’de yaşandı. „Geziye“ katılan sendikacıları, demokrat aydınları, sanatçıları yargılamaları, tutuklamaları, ağır ceza vermeleri herkese korku salmak içindir.


Bu bir sınıf savaşımıdır. Burjuvazi, işçi sınıfının „GEÇİNEMİYORUZ“ çığlıklarından ve öfkelerinden korkmaktadır. Bu öfkelerin derlenip toparlanmasını, birlik olup sel olmasını istemiyor. Sınıf savaşları tarihinin sıklıkla tanıklık yaptığı gibi: Sınıf savaşımının diyalektiği gereği, mücadele tek taraflı olamaz. Burjuvazinin saldırısı varsa, er ya da geç, işçi sınıfının da karşı saldırısı mutlak bir şekilde olacaktır.


Emperyalist burjuvazinin saldırısı olsun, faşist Türk devletinin işçi sınıfı ve emekçilere saldırıları olsun, asla tek taraflı olmayacaktır. İşçi sınıfı ve emekçiler, emperyalist baskı altında olan halklar, kendi hakları için mücadele ediyor ve edeceklerdir. Çünkü burjuvazinin saldırısı, birbiriyle ölümüne rekabet olsa da, esas olarak işçi sınıfına saldırıdır. Çünkü ortada sermayenin büyütülme savaşı vardır. Sermayenin büyümesi ise, işçi sınıfının kanlı alınteriyle birikir.


Türk tekelci burjuvazisinin saldırısına karşı işçi sınıfı pek sessiz kalmıyor. Sarı sendikaların bir çok engeline rağmen, Erdoğan tarafından grevler yasaklanmasına karşı, grev ve direnişler devam etmiştir. Bugün Gaziantep’de tekstil işçilerinin direnişleri sürmektedir. Polenez işçileri, devletin faşist terörüne rağmen (tutuklama, yıldırma, güç kullanma vb.) 170 günden fazla direnerek haklarını almışlardır. Ve daha onlarca işçi direnişleri yaşanmış ve yaşanıyor. Direnenler kazanıyor.


Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı deneyimsiz değildir. Geçmişinde muazzam bir mücadele deneyimleri vardır. Bugün bu sosyalist perspektifle örgütlediğinde, birlikte mücadele daha da gelişecektir. Bu bağlamda, biz komünistler, işçi sınıfı içinde örgütlenme ve çalışmayı her açıdan esas almalıyız. Tekelci burjuvazinin faşist yönetimi karşısında tek güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfına güvenmeyen, tekelci burjuvaziye teslim olur. Tekelci burjuva devletini yıkıp yerine sosyalist sistemi kuracak olan, yalnızca ve yalnızca, üretimdeki yeri açısından işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının devrimci temeline güvenmek, mücadelenin kazanılmasının ön koşuludur.


Erdoğan, bugüne kadar olduğu gibi her seçimi „kazanacaktır.“ Bu çok açık bir gerçek. Burjuva muhalefetin „seçimle iktidar değişecek“ argümanı bir hayaldir. Ancak, işçi sınıfı ve emekçilerin yoğun mücadelesi karşısında, burjuva seçimler kısmen normal yapılabilir. Faşist Erdoğan rejimi ve onun istediği koşularda seçim, yine onun iktidarda kalmasının aracı olacaktır.


Bu bağlamda, burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmak değil, sınıfın ve tüm emekçilerin mücadelesini yükseltmeyi, direnişleri geliştirmeyi ve mücadeleyi olabildiğince birleştirmeye çalışmalı ve başarmalıyız. Mücadeleyi kitleselleştirmenin koşulları her geçen gün daha da olgunlaşmaktadır. Küçük küçük ve tek tek direniş ve grevler, politik mücadeleler, birleştiğinde, devasa bir sele dönüşme potansiyeli taşımaktadır. Bu gelişmeler görülmeli ve mücadele taktikleri buna göre geliştirilmelidir.


Koşullar, işçi sınıfı ve emekçilerin lehinedir. Burjuvazi, sermaye birikimini artırmak ve emperyalist amaçlarını gerçekleştirmek için, işçi sınıfına daha ağır sömürü koşullarını dayatıyor. Demokratik hak ve politik özgürlüklerin yok edilmesine ek olarak, muazzam bir yoksullaştırma söz konusudur. Tekelci burjuvazi, kitlelerin açlığı üzerinde sermaye biriktiriyor, açlık çıglığı üzerinde adeta tepişiyor. Suriye’deki gelişmelere rağmen, esasta bugün, Erdoğan rejimi, ekonomik ve siyasal olarak en zayıf olduğu noktadadır. Kitleler üzerinde yoğun bir faşist terör estirmesinin bir nedeni de bu zayıflığını örtme, olası büyük kitle protestolarını daha doğmadan önleme politikasıdır.


Küçük burjuva teslimiyet teorilerine değil, işçi sınıfına ve onun bilimsel dünya görüşü olan sosyalizme güvenerek, sınıf içinde, birleşik, aktif bir mücadele örmek ve örgütlemek için çabalarımızı yoğunlaştırmalıyız.


Kapitalizm son günlerini yaşamaktadır. O ölürken, doğayı ve tüm insanlığı yok etmeye çalışıyor. Bunu önleyebiliriz ve önlemeliyiz ve önleyeceğiz. Uluslararası işçi sınıfı buna muktedirdir.

Emperyalist burjuvazi ve onun sistemi kapitalizm; (Nazım Hikmet’in dediği gibi) „bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.“ Gelecek sosyalizmindir!08.02.2025 ***