15 Nisan 2014 Salı

Venezuela Dersleri














Venezuela  Dersleri:

ABD "Arka Bahçesi"nde Gül İstemez

Yusuf KÖSE
I
Sınıfları ortaya çıkaran üretim ilişkileri değişmedikçe, sınıflar arasındaki temel mücadele biçimide değişmez. Bu, Venezuela örneğinde de olsa, Türkiye’de Gezi’de de olsa, ya da Tekel işçilerinin Ankara’daki direnişinden İstanbul Greif işçilerinin direnişine uzanan mücadelelerdeki gibi de olsa, sınıflar arasındaki mücadele, biçim değiştirsede nitelik değiştirmez. Burjuvazi ile proletarya var olduğu sürece ya da bir başka söylemle kapitalizm varolduğu sürece, sınıflar arasındaki mücadele yer yer şidetlenerek yer yer “barışçıl” gösteriler şeklinde de olsa, ama esas olarak keskin çatışmalarla durmadan ve kendi kendini yok edene kadar, yani, sınıfları vareden üretim biçimini ortadan kaldırana kadar sürecektir. Bu çatışma; işçilerin sınıf bilinçli mücadelesinin yükselmesiyle eski sistemin parçalanarak yerine yenisinin geçirilmesiyle bir başka ileri toplumsal biçime evrilecektir. 

Marksizmin “bir doğma değil eylem kılavuzu” olması, Marksizmin temel öğretilerinin değiştiği anlamına gelmez. Çünkü o her şeyden önce sınıflı toplumlardan sınıfsız toplumlara geçişin bilimidir. Bu nedenle de öncelikle sınıflı toplumların iç çelişmelerinin ortaya çıkarılması ve bunun çözümlemesini ortaya koyar.

Marksizmi sınıflar arası mücadeleden ayrı ele almak ya da ondan soyutlamak ve özellikle de proletaryanın burjuvaziye karşı uzlaşmaz sınıf mücadelesi içeriğiden koparmak, daha baştan proletaryayı siyasal iktidar mücadelesinde silahsızlandırmak demektir. Çünkü proletaryanın burjuva iktidarını yıkıp kendi iktidarını kurmak için en önemli silahı Marksist-Leninist-Maoist sınıf bilinciyle donanması ve örgütlenmesidir. Bu silah proletaryanın elinden alındığında ya da onun içeriği boşaltıldığında, geriye silahlı burjuvazi karşısında silahsız, örgütsüz ve müttefiksiz bir  işçi sınıfı kalır.

II

Burada, Marksizmin temel öğretilerini ele almayacağız elbette. Venezülla’daki gelişmeler ışığında, burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımın görüngülerini bir kere daha kısaca da olsa tekrarlamaya çalışacağız.

Başlı başına bir Latin Amerika gerçeği vardır. Bunun anlamı, Kristof Kolom’dan bu yana İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğine karşı bir  mücadele ve sonra ise ABD’ye karşı bir bağımsızlık mücadelesi söz konusudur. Birincisine karşı sömürgecilik mücadelesi öne çıkarken, ABD’ye karşı ise halkların özgürlük mücadelesi öne çıkmıştır. ABD, Latin Amerika hükümetlerini (burjuvazisini) satın alsada ezilen halklarını satın alamamıştır. ABD emperyalizmine karşı en fazla tepkinin ve mücadelenin olduğu kıta hiç kuşkusuz Latin Amerika’dır. Ancak, burası ABD emperyalizmi içinde önemli bir egemenlik alanıdır.

Son yıllarda Latin Amerika’da reformist rüzgarların esmesinin ekonomik ve siyasal koşulları fazlasıyla olmasına karşın, bazı ülkeler de “sol” görünümlü liberal brujuva hükümetleri iş başına gelirken, Venezuela, Ekvator ve Uruguay’da da reformist sol hükümetler iktidara geldi. Elbette, burada öne çıkan her açıdan Hugo Chavez’le bütünleşen Venezuela olmuştur. Hugo Chavez’in 1999 yılında iktidara gelmesi, diğer Latin Amerika ülkelerinin bir çoğunda siyasal reformizmin hükümete gelmesinin önünü açtığı gibi,  Berzilya, Arjantin vb. yerlerde olduğu gibi “sol” görünümlü liberal partilerin hükümete gelmesinin yollarını kolaylaştırmıştır. Ya da burjuvazi, neoliberal politikaların bütünüyle önünün tıkanmaması için, “sol” liberal gözükmeyi yeğlemiştir. Sonuncular bu gerçekliğin içindedirler.

Ancak, Venezuela’nın önemi, diğerlerinden daha farklıdır. ABD açısından ekonomik (petrol rezvleri vb.) ve jeopolitik önemi oldukça yüksektir. Bu nedenle Venezuela’da reformist hükümetin yıkılması için yoğun çaba harcamaktadır. Ayrıca, Venezuela’daki hükümet diğer ülkelerdeki reformist hükümetlerden daha radikal uygulamaları gündeme sokmuşlardır. Bu da burjuvaziyi ürkütmektedir. Latin Amerika devrimci dinamizmi şu anda Venezuela da yattığından, ABD burayı çökertmek istiyor. Buradaki son gelişmeleri bu açıdanda okumak gerekiyor. Venezuela’da işçi hareketinin gelişmesi, diğer Latin Amerika ülkelerindeki kitlelerin devrimcileşmesini ve anti-ABD’ci rüzgarı dahada güçlendirici bir rol oynayacaktır. Özellikle Kolombiya’daki 50 yıldır süren silahlı devrimci hareketin etkisini de artırıcı bir rol oynayacaktır.

Venezuela refromizmi gerçeği, dünya’da ilk yaşanan bir örnek değil. Özelikle Latin Amerika ülkelerinde yer yer görülen olaylardan biridir. Daha önce Şili’de yaşanmıştı. Salvador Allende önderliğindeki reformist hükümet, kapitalizmi reforme etmek, halkın lehine iyileştirmek istedi ve kanlı bir şekilde iktidarına (11 Eylül 1973) son verildi. Burjuvazi, reformist hükümetlere dahi tahammül edemedi. Üstelik bu hükümet seçimle işbaşına gelmişti. Ancak, başta ABD emperyalist tekelleri olmak üzere şilili yerli işbirlikçi tekelci burjuvazinin sermaye birikimi önünde engel olmuştu.

Venezuela’da da aynı mücadele devam etmektedir. Hugu Chavez önderliğinde birleşen ilerici ve sosyalist güçler, Venezuela burjuvazisine karşı seçimle iş başına geldiler. Yani hükümet oldular. 

Chavez’in “21. Yüzyıl Sosyalizmi” dediği, halkın lehine reformlar uygulansa da, tekelci burjuvazinin temel çıkarlarına dokunulmamasına karşın, büyük sermaye birikiminin yollarını tıkayıcı önlemler uygulamaya sokulmuştur. Başta petrol olmak üzere bir çok maden şirketlerinin devletleştirilmesi, yoksul kitlelerin lehine sosyal reformların uygulanması vb. ABD ve tüm yerli işbirlikçi burjuvazinin sert tepkisini çekmiştir. Neoliberal emperyalist politikaların Venezuela’da uygulanmasının yollarının kısmen tıkanmasına, emperyalizmin tepkisi büyük olmuştur. Reformist Bolivarcı hükümetin işçi ve emekçiler lehine iyileştirmelere gitmesi, her seferinde kanlı çatışmaları da beraberinde getirmiştir. Yani, Venezuela burjuvazisi, kitlelerin yaşam seviyesini yükseltmeyi amaçlayan tüm sosyal reformların karşısında yerini almıştır.

Oysa, ABD ve Batı emperyalist burjuvazi, “seçimleri” demokrasi ve kendilerinin temel prensibi olduklarını söylerler. Ancak, seçimle iş başına gelen Hugo Chavez’i defalarca askeri darbelerle yıkmaya çalıştılar. Başaramadılar. Şimdi ise yine Chavez’in ölümünden sonra seçimle iş başına gelen Nicolas Maduro (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi –PSUV- ) başkanlığındaki hükümetini yıkmaya çalışıyorlar ve sokak gösterilerini başlattılar. Sokak gösterileri, yoksulların katıldığı bir olay değil, tamamen yarı-lümpen ve de orta ve zengin kesimlerin katıldığı yönlendirmeli bir olgu olduğu uluslararası bütün dürüst gözlemci ve yazarlar tarafından belirtilen bir gerçektir.

Bu da gösteriyor ki, ABD ve Batılı emperyalistler için, “seçimler” demokrat olmanın prensibi değil, kendi sınıf çıkarlarının bir prensibidir. Yani, seçimle iş başına gelen eğer emperyalist ve yerli burjuvazinin çıkarlarına hizmet ediyorsa, “demokrat”, ama, halkın çıkarlarına hizmet ediyorsa, “diktatörlik”, “anti-demokrat.” İşte, emperyalist burjuvazinin “demokrat”lığı ve riyakarlığı. O, “haklı” olarak soruna kendi sınıfsal çıkarları açısından yaklaşıyor. Onun prensiplerini belirleyen sermayenin kar oranıdır. Sermayenin en küçük kılcal damarlarını tıkayan ya da böyle bir eğilim taşıyan “demokrat” olamaz. Bu halkın ezici çoğunluğu tarafından seçimle iş başına gelmiş bir hükümet olsa da.

Şu anda Venezuela’daki olayların arkasında ABD emepryalist burjuvazisi olduğu açıktır. O, Bolivarcı reformist hükümeti yıkmak için her yolu deneyecektir. Askeri darbeyi bir çok kez denedi ve başaramadı. Şili’de Allende’ye karşı başarmıştı. Anlaşılan Venezuela ordusunun yönetimi hükümetin kontrolü altında. Ancak, hükümetin kontrolü dışında epey bir güç var. Son genel seçimleri sosyalist olduğunu söyleyen ve bir çok sosyalist ve ilerici güçlerin birliğinden oluşan PSUV ile ABD yanlısı sermaye güçlerinin (Demokratik Birlik Masası –MUD-) arasında % 7 gibi bir fark vardı ve bu fark oldukça azdır. Her seçimde bu açının reformist hükümet aleyhine daraldığı görülüyor.

ABD "arka bahçesi"nde gül istemiyor. Bu bir reformist hükümette olsa. Çünkü ABD’nin çıkarlarına ters. Aynı zamanda yerli Venezuela’lı burjuvazinin çıkarlarına da ters. Bu nedenle de sosyalist-reformist hükümeti yıkmak için yoğun çaba harcayacakları ve her yolu deneyecekleri bir gerçektir. Askeri darbeyle yıkamadıklarını karşı-devrimci kitle hareketleriyle yıkmayı ya da reformist hükümeti zayıflatarak erken genel seçime zorlamayı deniyorlar.

ABD emperyalizmi, Küba’daki yönetimi yıkmak için çok yoğun çabalar harcadı ve her yolu denedi. Ancak başaramadı ve son yıllarda bundan biraz vazgeçmişe benziyor. Kastro kardeşlerin ölümünü beklediği bir gerçek.

Ancak, Latin Amerika’da başka bir gül istemiyor. Çünkü bu güller, burjuvazi için diken anlamına geliyor. Şu anda Venezuela hükümeti onun için en büyük düşman. Yıkana kadar mücadelesini sürdürecektir. Orada binlerce ölü  çıkması bir şeyi değiştirmez. 

III

Yazının daha başında sınıflar arasındaki sınıf mücadelesinin bazı ilkelerini hatırlattım. Venezuela’da da aynı sınıf mücadelesi gerçekliği söz konusudur. Burada süren mücadele sınıflar arası çatışmanın ta kendisidir. Ancak, bunun görülmesi yetmiyor. Sınıflar arası mücadelenin kurallarına göre oynamak gerekiyor. Önemli olan burasıdır. Nasıl ki, burjuvazi kendi çıkarlarını korumak için, katliamlar da dahil her yolu deneyerek karşıtı sınıfı yenmeye ve onu saf dışı etmeye çalışıyorsa, burjuvazinin karşısında yer alan sınıflarda aynı şekilde kendi karşıtı burjuva sınıfını yenmek için devrimci şiddeti kullanmak zorundadır. (Hemen belirtelim; devrimci şiddetin içinde katliam yoktur, burjuvazinin bastırılması vardır) Bu şiddet, burjuvazinin karşı-devrimci şiddetine karşı işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci şiddetidir. Ve bu şiddet en meşru bir yoldur. Çünkü burjuvazi, ona başka bir seçenek bırkmıyor. Kitlelere “seçim” diyor. Ve kitleler seçimle kendi safında yer alan bir hükümeti iş başına getiriyor, ama burjuvazi bunun “anti-demokratik” olduğuna karar veriyor. Çünkü hükümet, burjuvazinin aleyhine, halkın çoğunluğunun ise lehine yasal düzenlemeler yapıyor.

Venezuele hükümetinin önünde iki seçenek var: Ya  gerçekten devrimci olacak ve devrimci bir yol izleyerek (başta işçi sınıfı olmak üzere emekçileri silahlandırarak) burjuvaziyi ezecek ya da emperyalist destekli burjuvazi tarafından ezilecek. Başka bir üçüncü yol yoktur. 

Reformizm kurtuluş değil, kitlelerin devrimci potansiyelini uzun vadede öldürmek anlamına gelir ve nitekim Venezuela hükümeti uygulamalarıyla bunu yapıyor. Bir taraftan iktidarı bırakmak istemiyor, ama öbür yandan ise burjuvazinin yaşamasına olanak veriyor. Ekonominin büyük bir kesimi, gazetelerin % 70’i burjuvazinin elinde. Burada, ne reformist bir hükümet yaşayabilir ne de “sosyalizm” gerçekleşebilir. Bu hayalciliktir.

Burjuvazi ile proletarya kardeş kardeş bir arada yaşayamaz. Bunun ne ekonomik ne de bundan kaynaklı siyasal koşulu vardır. Burjuvazi iktidarını, başta proletarya olmak üzere,  kitlelere karşı silahlı devleti vasıtasıyla ayakta tutuyor. Yani, burjuva zorunu uyguluyor. Proletarya da bunu böyle yapmak zorundadır. Eğer proletarya (ya da sosyalistler) burjuvaziye karşı iktidarını ayakta tutmak istiyorsa, burjuvaziyi bütünüyle silahsızlandırmak zorundadır. Bu başta ekonomik olarak burjuvaziyi mülksüzleştirmek ve onun devlet iktidarını yıkıp yeni bir devimci iktidar kurmakla olabilir. 

Burjuvazi ile proletarya arasındaki tarihsel mücadeleler, enternasyonal proletaryaya, bu gerçeği birçok defa göstermiştir. Proletarya, burjuvazi üzerindeki baskısını gevşettiği anda, burjuvazi gevşek baskının gözeneklerinden anında ortaya çıkıyor ve büyüyor. Kendine gelişme yolları açıyor. Çünkü, toplum hala sınıflı bir toplum ve geriye dönüşlerin koşulları mevcuttur. Sınıf uzlaşmacı revizyonistlerin iddia ettikleri gibi, sosyalizm altında burjuvaziye  daha fazla özgürlük tanınarak sosyalizm inşa olmaz. Tersine, bu anlayış, burjuvazinin gelişmesinin koşullarını olgunlaştırmak ve işçi sınıfı iktidarının her geçen gün hareket alanını daraltmak demektir.

Marksizmin devlet, sınıflar arası müacadele ve sosyalizmin inşası teorileri her yerde aynıdır. İlkelerden taviz vermek, burjuvazinin yeşermesini sağlamaktır. Bu ilkeler Venezuela içinde geçerlidir. Zor devrimlerin ebesidir. Bu gerçek burjuva deveimleri içinde geçerliydi ve proletarya önderliğinde sosyalist devrimler içinde geçerlidir. Venezuela’nın sosyalist maskeli reformist hükümeti içinde bu ilkeleri geçerlidir. Ya ezecek ya da ezilecek. 

Toplumlar tarihi birçok şeye tanık olmuştur, ama şu iki şeye tanık olmamıştır: Birincisi; proletaryanın seçimlerle burjuvaziden iktidarı aladığı ve sosyalist inşayı gerçekleştirdiği... İkincisi; burjuvazinin, seçimleri kazanan bir proletarya partisine  ya da reformist bir partiye gönüllü olarak kendi iktidarını bıraktığı...

Latin Amerika ülkeleri halkları reformist hükümetlere sıkça tanıklık etti. Ya askeri darbelerle kanlı bir şekilde devrildiler ya da devre dışı bırakıldılar ya da teslim alınarak emperyalist burjuvazinin dediklerini yaptılar. Ama asla halkın lehine uzun vadeli iktidarda kalamadılar.

Kısacası, Hugo Chavez’in; “21. Yüzyıl Sosyalizmi” ne sosyalizmin inşası ne de enternasyonal proletaryanın iktidar mücadelesi için olumlu bir örnek oluşturmaz. Buradan alınacak ders; reformlarla burjuvazinin teslim alınamayacağıdır. Proletarya sosyalizmi inşa etmek istiyorsa, öncelikle burjuva iktidarını devrimci şiddetle parçalayacak ve kendi sosyalist iktidarını kuracaktır. Burjuvazi üzerindeki baskıyı ise asla gevşetmeyecektir.

Ne Hugo Chavez ne de Nicolas Maduro, sosyalizmin inşası gerçekliğine sahipler. Chavez’in “sosyalizmi” de, Maduro’nun “sosyalizmi” de, proleter soyalizm anlayışı değildir. Reformist sosyalizm ya da 1970’lerde sıkça kullanılan “güler yüzlü sosyalizm” anlayışıdır. Yani, reformist hükümet önderliğinde işçi sınıfıyla burjuvaziyi uzlaştırma siyasetidir. İşçi ve emekçiler lehine kapitalizmin restorasyonu, ama burjuvazinin de varlığının korunmasıdır.

Latin Amerika işçi sınıfı ve emekçilerinin devrimci mücadelesi önünde refromizm ve “sol” maceracı küçük burjuva çizgileri hep engel olmuş, onun devrimci yönünü törpüleme ve burjuvaziyle uzlaştırma görevi görmüştür. Venezuela’da olanda budur. Reformizm, sınıf uzlaşmacı bir yol izlerken, “sol” maceracı küçük burjuva çizgisi ise kitlelerden kopuk bir siyaset izleyerek, ikisi de kitlelerin devrimci dinamizmini söndürme görevi görmüştür.

Bu gerçekler ışığında gerçek sosyalist ve komünistlerin yapması gereken, bu koşulları değerlendirerek işçi sınıfı içinde ciddi olarak örgütlenmeleri ve reformlarla burjuvazinin yıkılamayacağı gerçeğini kitlelere göstermeleri ve ayaklanmanın koşullarını yaratmalarıdır. Bugün, Venezuela’da yapılması gereken; işçi ve emekçilerin silahlandırılarak karşı-devrimci kesimlere karşı mücadeleye sevk edilmesidir. Bu yapılmazsa, burjuvazi aynısını yapacaktır ve yapıyor. Ve burjuvazi, reformist hükümeti yıktığı taktirde, başta komünistler olmak üzere işçi ve emekçilere saldıracak ve katliamlar yapacaktır. Venezuela’nın reformist hükümeti ise burjuvaziyle “uzlaşma” yolları arıyor. Ne yazık ki, bu anlayışla hareket edildiği sürece, işçi ve emekçiler kaybedecektir.

IV

Yapılması gerekenleri kısaca 4 madde halinde sıralayabiliriz:

1-      Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin silahlandırılması ve devlet yönetiminin işçi ve emekçilerin denetimine verilmesi

2-      Bütün büyük fabrika, banka ve büyük kapitalist çiftliklerin devletleştirilmesi, halk adına bunlara el konulması, yönetimin çalışanlara devredilmesi

3-      Burjuva partilerin ve her türlü burjuva örgütlenmelerinin derhal yasaklanması

4-      Emperyalist tekellere olan borçların ve devlet garantili özel işletmelerin borçlarının lağvedilemesi

Bunları yapmak elbette bir ideolojik sağlamlık, komünist kararlılık ve keskin çatışmaları göze almayı gerektiriyor. Ve her şeyden önce de işçi ve emekçileri bu doğrultuda örgütlemek ve silahlandırmayı şart koşuyor. Bunları yerine getirmeyen bir reformist hükümet burjuvaziye rağmen iktidarda kalamaz. Bunları yerine getirecek bir hükümet ya da önderlik ise reformist değil komünist olmak zorundadır.16.04.2014
***

2 Nisan 2014 Çarşamba

Yerel Seçimlerden Kaos Çıktı





Yerel Seçimlerden Kaos Çıktı

Yusuf KÖSE

Seçimleri herkes kendi sınıfsal penceresinde değerlendirmeye devam ediyor ve edecektir. Bazıları bu seçimlerden büyük anlamlar yükledikleri için, büyük beklentiler içine girdiler ve sonuçlar ortaya çıktığında hayal kırıklıkları yaşadılar. Ayrıca, seçimlerin sonuçları seçim öncesinden belliydi. AKP % 40’ın altına düşmeyecekti. Bütün veriler ve kamuoyu yoklamaları bu doğrultudaydı. AKP ve Erdoğan’da bunu bildiği için rahat davranıyordu.

Seçimlerde iki sermaye grubu çatıştı. Biri AKP’nin temsil ettiği sermaye grubu ve diğeri ise CHP ve MHP’yi öne çıkarmak isteyen TÜSİAD’ın önemli bir kısmı. Birinciler galip geldi, ikinciler ise seçimin mağlübu oldu. Ancak, her ikisinin de kazandığını söylemek doğru bir saptama olmaz. Bu seçimlerde, egemen sınıflar için bir “istikrar” tablosu değil, kaos çıktı. Sermaye grupları arasındaki çelişki giderek daha da keskinleşeceğe benziyor. Çünkü,  Hükümette olan kesim, diğer sermaye gruplarının egemenlik alanlarına müdahale ediyor, onların hareket alanlarını daraltıyor ve daraltmaya çalışıyor. Bu sermaye grupları arasındaki savaşın genel doğasıdır. Ancak bu, bazan sertleşir, silahlı çatışmaya kadar varır, bazan ise barış içinde geçer. Şu anda barışçıl yön kapanmışa benziyor.

Bu seçimde olduğu gibi önümüzdeki genel seçimde, halka iki seçenek dayatılacaktır. Egemen sınıf kliklerinden birinden birinin tercih edilmesi. Zaten, kapitalist sistemde seçimin niteliği de böyle değil midir? Halkın ezici çoğunluğu, egemen sınıflar arasındaki çelişkinin aracı haline getirilir. 30 Mart yerel seçimlerinde bu daha net olarak görüldü. Halka, “kırk katır mı kırk satır mı” politikası dayatıldı. Halk, kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda oy kullanmadı ve bunun nesnel koşulları da yoktu. Burjuva yönetimi altında demokratik bir ortamın yaratılması da söz konusu olamaz. Burjuva klikleri, geniş yığınları kendi sısnıfsal çıkarları doğrultusunda yönlendirdi.

Özellikle burjuva demokrasisinin yerleşmediği ya da pek yaşanmadığı  geri ülkelerde, seçimler egemen sınıf klikleri birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya serme olayaları sıkça yaşanır. Bu seçimin de en önemli özelliği bu oldu. Bu daha da devam edecektir. 12 yıldır iktidarda olan AKP’nin kirli çamaşırları oldukça fazla. Tek başına hükümet olması, oy oranının yüksekliği, ona pervasızca davranmayı getirmiştir. Yani, iktidarı diğerleriyle kısmen paylaşma yerine bütünüyle kendi egemenliği altına almaya çalışınca, bütün pislikleride ortaya döküldü.

Ne var ki, AKP seçmeni için, bunun fazlaca bir önemi olmadığı açığa çıktı. Aslında, halkın en geri kesimleri için, bunların fazlaca bir şey ifade etmediği bellidir. Bu tür yolsuzluk olayları Demirel hükümetleri döneminde de sık sık gündeme getirildi. Buna karşın Demirel yedi defa iktidara geldi ve en son ise Cumhurbaşkanlığı ile ödüllendirildi. Yani, halkımızın büyük bir kesimi için, yolsuzluk ve çalma olayları normal gözüküyor. Bu yüzyıllardır böyle olmuş. Geniş yığınlar için önemli olan, geçim sorunlarının çözülmesidir.

AKP ve Erdoğan’ın yolsuzlukları, hırsızlıklarının ortaya dökülmesi, kitlelerin önemli bir kısmını etkilemedi. Çünkü, AKP’nin seçim propagandasının ekseninde, kitlelerin alt kimliğini öne çıkarma ve biribirine karşı düşmanlığın geliştirilmesi ve derinleştitilmesi ve ekonomik gelişme ve “istikrar” vardı. 

Erdoğan, uzun zamandır bu politikayı sürdürüyor. Kitleleri birbirine düşman etme, cepheleştirme...  Geri kitleleri bir dikkatör etrafında tutmanın yoluda buradan geçiyor. Hitler, geniş yığınları, “yahudi düşmanlığı”nı üzerinde kemikleşmiş bir taban haline getirdi. Kitlelerin yahudilerden başka hiç bir “düşmanı yok” idi. Oysa, en büyük düşmanları kendilerini yönetendi. Bunu çok geç anladılar, ancak iş işten geçmişti.

Geri yığınlar için “özgürlük ve demokrasi” de fazla bir şey ifade etmiyor. İfade etseydi, seçim sonuçları biraz daha farklı olabilirdi. Önemli olan, ekonomik durumları ve alt kimliklerine “halal” gelmemesi. 

Haziran Ayaklanması, politik özgürlüklerine sahip çıkan kitlelerin eylemiydi. Ancak, bu eyleme katılanlar, Türkiye geneline oranla azınlık bir kitleydi. Büyük bir kitle ise, poltik özgürlüklerin neler olduğundan heberi bile yoktur. 

Yukarıda saydığım etmenlerin yanı sıra, bir önemli nokta ve hatta belirleyici olan ise ekonomik durumdur. AKP’nin “başarısını” ekonomik gelişmelerden ayrı ele almak doğru olmaz. Eğer kitleler oldukça yoksul ve ekonomik bir çıkmaz içinde olsalardı, seçimde tercihlerini değiştirebilirilerdi. Demek ki, ekonomik anlamda, halkımızın önemli bir kısmı için “bıçak kemiğe dayanmış” değildir. 12 yıldır aynı iktidar tarafından yönetilen kitleler, yoksullaşmaya karşın aynı partiye oy vermezler. Mutlaka farklı tercih denemelerine girişirler. Açlık ve geçim koşulları, her şeyin başında gelir. Dinsel ve diğer alt kimliklerin öne çıkarılması ve bunlar üzerinden düşman cephelere bölünmesi, bu denli uzun bir süreci kapsamaz. Bu seçimde hala aynı partiyi tercih ettiklerine göre, kitlelerin geniş bir kesminde ekonomik yoksullaşmanın olmadığını gösteriyor.

16 Mart’da Radikal Gazetesi’nde şöyle bir haber çıkmıştı;

Borç, seçmenin kamçısıdır“ başlıklı yazıda çeşitli veriler sıralanırken, şöyle deniyordu:

AK Parti'ye desteğin en önemli sebebi ekonomi. Verilere göre Anadolu'da bir 'kredili refah' dönemi yaşanıyor. Ev ve araba satışlarının, yükselen yaşam standardının kaynağı gelir artışı değil banka kredileri. Vatandaş istikrarın bozulmasından korkuyor ve seçmen tercihlerini bu endişe belirliyor.

TÜİK’in en 2012 sonunda yaptığı yaşam koşulları araştırmasına göre, 2009’da her 100 kişiden 29’u konut masraflarını karşılamakta zorlandığını söylerken, 2012 sonunda bu sayı 22’ye düştü. Yüzde 25’lik bir azalma var. Borç taksitlerini ödeyemeyenlerin oranı ise yüzde 14 azaldı. Yeni giysi alamayanların oranında yüzde 20 gibi yüksek bir düşüş söz konusu. Buna karşın bir haftalık tatil bile yapamayanların oranı yüzde 3, beklenmedik masrafları karşılayamayanların oranı sadece yüzde 1 azaldı.

Bu yorumların ve verilerin yabana atılamaz. AKP’nin yüksek sayılabilecek bir oy alması, salt, kitlelerin alt kimliklerini kışkırtmasından kaynaklı olmadığı açıktır. Düşmanlaştırma ve cepheleştirme politikası AKP’ye oy kazandırsada esas neden ekonomik nedenlerdir. Kitlelerin refah düzeyinede gerileme olduğunda, alım güçleri düştüğünde, seçim zamanı parti tercihleride değişecektir. Erdoğan’ın bu denli parlayıp gürlemesi, tüm muhalif kesimleri tehdit etmesinin bir nedeni de arakasında böylesi bir seçmen kitlesinin olmasıdır. Bu nedenle, önümüzdeki süreç, daha baskıcı bir süreç olacaktır. Ancak, AKP ve Erdoğan’nın işi hiç de kolay olmayacağı da bir geçektir.  Hem egemen sınıf klikleri arasındaki çatışma keskinleşirken, hem de demokratik hak ve özgürlüklerine sahip çıkan kitlelerin bir kısmı ise yine sokaklarda olacaktır.

Bu seçim, ABD ve Batılı emperyalistlerin beklentilerine de karşılık vermedi. Onlar’da bir şekilde Erdoğan’ın gitmesini istiyorlar. Ancak bunu şimdilik askeri darbe yoluyla değil, “demokratik  usul” dedikleri “seçim”  yoluyla gitmesini istiyorlar.

BDP ve HDP ise, her zamanki oy oranını aldı. Kürtler, kendi seçimlerini yaptılar. Diğer sol partilerin ise, böylesi bir seçim atmosferi içinde fazlaca bir şansları yoktu. Zaten, genel kitlenin durumuda sol partileri tercih etmeye koşullu değildi. Birincisi, sol partilerin kitleler içindeki zayıflığı ve ikincisi ise, sol partilere oy vermeyi oyların bölünmesi ve AKP’nin kazanması olarak gördükleri için, tercihlerini CHP’de yaptılar.

Kısacası, önümüzdeki süreç devrimci ve komünistler içinde zorlu geçecektir. Baskı ortamı daha da artacaktır. AKP, kitleleri apolitize etme ve cepheleştirme çabalarını daha da artıracaktır. Bu onun kitleleri kendi sınıfsal kimlik ve çıkarlarından uzaklaştırma politkasıdır. Ancak, buna karşın kitleler yine sokaklara çıkacak ve baskı yasalarına karşı mücadele edecektir. Gezi'nin ruhu daha uzun bir süre devam edecektir.

Komünist ve devrimci kesimler ise, AKP faşizmine karşı ortaklaşa bir mücadeleyi geliştimekle karşı karşıyadırlar. Hem geniş yığınları etkilemek ve onlara siyasal bilinç götürerek demokratik hak ve özgürlükleri elde etme mücadelesi içine çekmek için, hem de daha örgütlü ve militan bir mücadele için kitle politikalarının üretilmesi gereklidir. İşçi sınıfı ve geniş yığınlar içinde derininliğine ve genişliğine örgütlenme çabaları usanmadan sürdürülmelidir. 02.04.2014***