Var
Olan Duruma Saldırmak...
Yusuf Köse
Komünistler, nesnel durumu kabullenerek, teslim olmak
değil, tersine, onun çelişmelerini doğru bir şekilde analiz edip, koşulları devrimci bir tarzda değiştirme mücadelesinin
prensibine sahiptirler.
AKP önderliğindeki Türk devleti, kitlelere cepheden savaş
açımıştır. Son olarak, Kobane’deki Kürt direnişinin desteklenmesi ve Türk
devleti destekli İŞİD saldırılarının protesto edilmesi için 7-9 Ekim arasında
ayağa kalkan kitle gösterilerine karşı vahşice saldırılması ve 50’e yakın
insanın katledilmesi, Türk devletinin bundan sonra ne yapabileceğini de net
olarak ortaya koymuştur.
Faşist Türk devleti, bunu ilk kez yapmıyor. Gezi olayları
sırasında da aynı yöntemi kullandı. Ve yeni çıkaracakları yasalarla polisin
silah kullanmasını meşrulaştırması ve tutuklamaların polisin kefiyetine
bırakılması, devletin, devrimci ve ilerici güçler başta olmak üzere, haksızlıklara karşı çıkanlara, “düşman” mumalesi yapacağıda belli olmuştur. Eli kanlı diktatör Erdoğan, uzun zamandır, AKP’ye ve onun uygulamalarına karşı
çıkan herkesi “vatan haini” ilan etmekten geri durmaması, kitleler üzerinde korku ekme propagandasıdır.
AKP ve arkasındaki
sermaye güçlerinin Türk devletini ele geçirmeleri ve diğer egemen kesimi
sindirmeleri, baskı yoluyla olduğu için, bundan sonrada baskıları her geçen gün
artırarak ve yaygınlaştırarak iktidarını
korumaya stratejisini elden bırakmayacaktır.
AKP, seçimle iktidara gelmesine karşın, onu seçimle geri vermeyi düşünmüyor. AKP, bundan sonra seçimi kaybetmeyecek şekilde koşullarını
oluşturmaya çalışıyor. Devleti ve onun kurumlarını bütünüyle ele geçirmesi ve kendi çıkarlarına uzgun yasalar çıkarmasının bir nedeni de budur. Bunun birinci yolu devlet terörünün yagınlaştırılmasıdır.
Baskıları artırması tam bir polis devleti olması ve hatta 12 Eylül 1980 Askeri
Faşist Cunta’nın uygulamalarından daha baskıcı olması, bundan sonra iktidarı
seçim yoluyla vermeyeceğinin işaretini verdiği gibi, bunun kendince “yasal”
zeminlerini de oluşturmaktadır.
Faşist AKP ve onun devleti, iktidarı kaybetmemek için,
dinsel görünümlü “iç savaş” çıkarma kozunuda elinde tutmaktadır. Bunu söylem
üzerinden yaparken, kitlesel alt yapısını da oluşturmaya çalışıyor ve kendisine
karşı çıkan (ilerici ve burjuva) muhalif kesimlere karşı bir tehdit olarak
elinde bulundurmaktadır. Bunun gerçekleşip gerçekleşmemesi, komünist ve
devrimcilerin kitleler üzerindeki etkisiyle de yakından ilgilidir. Böylesi bir
durum, AKP’nin sonunu getirmesi bir yana, kitleler içinde dinsel farklılıkların
düşmanlığa vardırılması, sınıf mücadelesinin gelişmesinin oldukça gerilere
ötelenmesi anlamına geliyor.
AKP, Mısır’ın Mübarek’ini, Tunus’un Bin Ali’sini ve daha
bir çok faşist diktatörü ve onların uygulamalarını kendisine örnek almaktadır.
Onlar 30 yıl iktidarda nasıl kaldılarsa, AKP’de, aynı yöntemle iktidarda
kalmayı düşünmektedir. Hazırlıklarını ve “yasal” ortamı buna göre
oluşturmaktadır. Var olan durum kabullenildiğinde, kitleler sindirilip
susturulduğunda, olacağı da bu olacaktır.
Türk devletinin faşist uygulamalarına karşı, Avrupa ve
ABD’den “demokrasi” destekleri bekleyenler boşuna bekleyecektir. AKP, ABD’nin
sözünden çıkmayacaktır. İçerde “kükreyip”, dışarda ise süt dökmüş kedi rolüne
devam edecketir. İktidarda kalması için başka şansı da yoktur. Bu nedenle de
içerideki faşist uygulamalarına AB’li “demokrasi aşığı” devletlerden kaz çığlıkları
gelsede, emperyalizmin çıkarlarının korunuyor olması, “en iyi demokrasi” olacağı
için, emperyalist burjuvazi Erdoğan’a “kızıyor” gibi yapacak, ama onu
kullanmaya devam edecektir. Ta ki, içeride ciddi halk muhalefeti yükselene
kadar.
Türkiye’nin toplumsal dokusu, yukarıda örneklerini
verdiğim ülkelere benzemiyor. Türkiye Devrimci Hareketi, şu anda işçi
sınıfı ve emekçiler içinde etki ve örgütlenmelerinin zayıf olmasına karşın,
köklü ve direngen bir gelenege sahiptir. İkincisi; devrimci demokrat güçlü bir
kesim vardır. Üçüncüsü; laik yaşama alışmış ve dinciliği kabul etmeyen bir orta
burjuva ve küçük burjuva kesim vardır. Ve bunlara ek olarak ve toplumsal
mücadele içinde önemli bir yeri olan ilerici Kürt Ulusal Hareketi’nin varlığı
vardır.
Her şeyden önce Gezi, yani Haziran Ayaklanması yaşanmış
bir ülkede, Türk devleti istediklerini istediği yerine getiremeyecektir. Çünkü,
Gezi’ye katılanların tümü (bir kısmı kemalist laik kesim olmasına karşın)
AKP’nin dayatmalarına karşı sokaklara çıkarak direnmişlerdi. Bu önemli bir
toplumsal gelişme ve deneyimdir. Yine, 7-9 Ekim arasındaki direniş ve
gösterilerde (ki, bunların büyük çoğunlu Kürt illerinde gerçekleşmişti)
kitlelerin baskılar karşısında boyun eğmeyeceğinin göstergesi olmuştur.
Diğer bir nokta ise, AKP’nin devleti ele geçirmesine
karşın, buna muhalif olan bir burjuva kesim (TÜSİAD’ın önemli bir bölümü) vardır.
Her ne kadar “uzalşmış” gibi gözükselerde, sömürüden daha fazla pay alma
konusunda uzlaşmış değillerdir ve bu “uzlaşmayla” çözümlenebilecek bir sorun da
değildir. Bu çelişme, değişik burjuva kesimler arasında, her zaman yeni
çelişmeleri ortaya çıkaracak temel çelişmelerden biridir. Bal tutan parmakları
yalnızca sahibinin yaladığı gibi, iktidarı elinde tutanların, sömürüden daha
fazla pay aldığı gerçeğini de gündemde tutuyor.
AKP, baskı ve şiddetle iktidarda duruyor ve ancak bu
yöntemle iktidarını bir süre daha sürdürebilir. İktidarda kalmasının başkada
bir dayanağı yoktur. Faşist devlet terörüyle kitleleri korkutup sindirmek ve
korkunun üzerinde iktidarda kalabilmek... AKP’nin tek şansı bu. Bu nedenle de,
devlet terörünü en ağır bir şekilde uygulamaya çalışacaktır.
Devlet terörörünün varlığı, AKP iktidarının hem güçlü hem de en zayıf
ana noktasını oluşturmaktadır. Karşı-devrimci şiddet, kaçınılmaz olarak devrimci şiddetinde
gelişmesinede hizmet edecektir. Bu herzaman böyle olmasa da, Türkiye gibi bir
ülkede (devrimci hareketlerin varlığı, Gezi ve Kürt ulusal hareketi vb.)
iktidarın faşist baskıları karşısında devrimci şidetin gelişmesine ve kitle
hareketlerinin yaygınlaşmasına da neden olacaktır. Ve AKP (Türk devletinin) faşizmini
geriletecek olan da yine işçi ve emekçilerin devrimci direniş hareketleri
olacaktır. Bunun gelişmesinin ekonomik ve siyasal bir zemini vardır. Zayıf olan yan örgütsüzlüktür. Bunun geliştirilmesi gereklidir.
AKP iktidarının diğer bir kozu ise, kitleleri din
kimlikleri üzerinden bölmek ve bunu yaygınlaştırmaktır. Bunun yasal zeminin
oluşturdu denebilir. Ülkeyi islami (şeriat usullerine göre) yönetmesi. Bugün en
koyu bir şeriat yönetimi olmasada, gidişin ona doğru hızla gittiği bir
gerçektir. AKP, içeriden fazla bir baskıyla karşılaşmadığı sürece, şeriatcı
yönetimi güçlendireceği bir gerçektir. Çünkü, iktidarda kalmasının bir yöntemi
şiddetse, bir yöntemi de birincisinden daha fazla etkili olan şeriatcılığın
yaygınlaştırılmasıdır. Kitleleri baskı altına almanın en etkili yollardan biri,
onları dinle uyutmaktır. AKP’de bunu yapıyor.
Ne var ki, ülkenin toplumsal dokusu buna fazlaca izin
verecek durumda değildir. AKP, bu konuda da oldukça zorlanacak ve kitlesel
karşı koyuşlarlada karşı karşıya kalacaktır.
Türk devleti, kendine Molların İran'ını örnek alsada, bir İran
olamayacağı, tarihsel ve toplumsal nedenlerle yakından ilgilidir. İran,
emperyalistler tarafından “yalnızlaştırılsa”da, yalnız bir ülke değildir. Fakat,
Türk devletinin “dostu” olamaz. Bunun tarihsel kökleri vardır. Diğer bir ayrıntı
ise, İran islam devrimi kanlı bir devrimle ve geniş bir kitlesel katlımla
kurulmuştur. Humeyni’nin “İslam devrimi”, her ne kadar kısa bir süre içinde
devrimi destekleyen kitlelere karşı bir devrim olsada, İran burjuvazisi
egemenliğini sağlamlaştırmıştır. İran, Rusya ve Çin ile "dost" olabilir ya da o kamp içinde yer alabilir, ancak, Türk devletinin böyle bir şansı yoktur.
Türk
burjuvazisinin Batı ile sıkı bir ilişkisi vardır ve sermayenin önemli bir bölümü
emperyalist Batı burjuvazisine aittir. Türk egemen burjuvazisi batı ile
ilişkilerini kesemez, kesmesi onun ölümü demektir. İran’ın petrol ve doğal gazı
vardır, İran burjuvazisi esas olarak bu yolla ayakta kalabildi. Türk devletinin
“inşaat sektörü” ise, onu ayakta tutmaya yetmez. Bu, “inşaat balonu”da, “sıcak
para” dedikleri emperyalist sermayenin girişinin durması ya da azalmasıyla
beraber patlayacaktır. Kayıt dışı sermaye giriş-çıkışları da sorunu çözmeye
yetmeyecektir. Çünkü ekonominin bir ayağını da kitlelerin alım gücünün (tüketim kapasitesi) oranı oluşturmaktadır. Son zamanlardaki ekonomik veriler, ekonomik gidişatın da iyi
gitmediğinin işaretlerini vermektedir. AKP şeflerinin aşırı saldırgan ve
aşırı korkularının bir nedenide budur.
Ayrıca, iktidar kanadının darbe söylentileride yabana atılabilecek olgular değildir. Menderes'e yapılan darbe, aynı şekilde Erdoğan'a karşı da yapılabilir. Bunu emepryalistlerin durumu ve egemen sınıflar arasındaki çelişmelerin niteliği belirlediği gibi, kitle muhalefetinin yikselmeside egemen sınıfları böyle bir seçeneği götürebilir. kapitalizm koşullarında "askeri darbeler döneminin kapandıını" söylemek yanıltıcı ve sistemin karakteriyle uygunluk göstermemektedir.
Ayrıca, iktidar kanadının darbe söylentileride yabana atılabilecek olgular değildir. Menderes'e yapılan darbe, aynı şekilde Erdoğan'a karşı da yapılabilir. Bunu emepryalistlerin durumu ve egemen sınıflar arasındaki çelişmelerin niteliği belirlediği gibi, kitle muhalefetinin yikselmeside egemen sınıfları böyle bir seçeneği götürebilir. kapitalizm koşullarında "askeri darbeler döneminin kapandıını" söylemek yanıltıcı ve sistemin karakteriyle uygunluk göstermemektedir.
AKP, hala güçlü bir kitle desteğine sahip olsada, bunun kalıcı
olmadığıda açıktır. Desteğin bir nedeni, toplumun dinsel kamplara bölmelerinden
kaynaklanmaktadır. Fakat, bu kamplaşma, ekonomik durumlada yakından ilgilidir.
Kitlelerin alım gücünün düşmesi ve yoksullaşmanın artması, AKP’nin din destekli
tabanını da azaltacaktır. AKP, “biz gidersek din elden gider” demesi,
yoksullaşan kitlelerin karnını doyurmaya ve onları AKP’ye köle olarak bağlamaya
yetmeyecektir.
Faşist Erdoğan ve sermaye güçleri, iktidarda kalabilmek
için, direnen kitlelere karşı, sokaklara kendi faşist-ırkçı beslemelerini salıyorlar.
Demokratik hak ve özgürlükleri için sokaklara çıkan kitlelerin karşısına,
devletin güvenlik güçlerinin yanısıra polis destekli faşist sivil kesimleri ve
kontrgerilla örgütlenmelerini daha yoğun bir şekilde çıkarmaya hız
vereceklerdir. Kitleleri bu katil sürüleriyle sindirmenin yolunu da
deneyeceklerdir. Kitlelerle birleşmiş komünist ve devrimcilerin, bu katil
sürülerine karşı daha aktif bir mücadele etmenin yolları her zaman vardır.
Bireysel militan mücadele yerine kitlesel militan mücadele öne çıkarılmalıdır.
AKP, bir 12 Eylül AFC gibi, kitleler üzerine ölü toprağı
seremeyeceklerdir. Bu, Haziran Ayaklanması (GEZİ) ile ortaya çıktı. 12 Eylül
1980’nin koşulları ve onu gerçekleştiren güçler ile AKP’nin durumu aynı
değildir.
Devrimcilerin
Görevi
Devletin karşı-devrimci terörü, devrimci ve komünistlerin
örgütlenme ve mücadele ortamını zorlaştıracaktır. Bu, burjuvazinin yoğun
saldırısıyla yakından ilgilidir. Ama, aynı zamanda, lehine bir ortam da
doğuracaktır. Karşı-devrimci saldırılara karşı devrimci saldırı ortamının
gelişmesine zemin hazırlayacaktır. Bu hem kitlesel anlamda hem de, faşist
devlet terörüne karşı koyma açısından böyledir. Faşist devlet terörüne karşı
devrimci-demokrat güçlerin ortaklaşa hareketinin güçlenmesinin siyasal
koşullarını da oluşturmaktadır. Devrimci-demokratik öğeleri esas alan hiç bir
birliğe kayıtsız kalınmamalıdır. Ama, şovenist eğlimli birliklerden uzak
durulması gerektiği bir o kadar açıkken, diğer bir nokta ise; KUH’ni daha geri pozisyonlara çekme eğlim ve politik
taktiklerine karşı çıkılmalı ve teşhir edilmelidir.
Sosyal-şovenist tutumlara girilmedikçe Kürt Ulusal Hareketiyle
ortaklaşa hareket etmenin koşulları olmaya devam edecektir. Çünkü, Türk devleti
Kürt ulusal sorunu çözme değil, bastırma ve elimine etme amaçlı hareket
etmektedir. Türk devletinin “çözüm süreci”, bir oyalama sürecinden öteye
geçmedi ve bundan sonrada, çok olağanüstü durumlar gelişmedikçe geçmeyecektir.
KUH içinde “kötü uzlaşıcı” eğilimler olsada, koşullar, en azından Türk
devletinin ırkçı-şoven tutumu buna şimdilik engel oluşturuyor
Burjuvazi, kitlelere, özellikle de işçi sınıfına,
sınıfsal kimlik yerine dinsel kimliği dayatmaktadır. Türk devleti, burjuvaziye,
grev ve direnişlerin olmadığı bir cennet vaadediyor. Bu cennet, baskı altında
tutulan işçi ve emekçilerin aşırı sömürülmesine ve suskunluğuna dayandırılmak
isteniyor.
Egemen sınıfların, saltanatına son verecek olan hiç
kuşkusuz işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve onun kazanımları olacaktır. Bu
hem tarihsel ve hem de siyasal olarak böyledir.
Sınıfa güvenmek ve sınıfı devrimci mücadele içine çekmek, siyasal ve
sosyal yapının değiştirilmesinin de anahtarıdır. Demokratik hak ve özgürlükleri
elde etmek önemli ve vazgeçilmezdir, ancak yeterli değildir. İşçi sınıfının
siyasal iktidarı burjuvaziden alma mücadelesi ve bunu başarması, bir öncekinin
zemini üzerinde yükselecektir. Bu gerçeklik teorik ve pratik olarak, her zaman
gözönünde bulundurulmalıdır. Çünkü, bütün gelişmeler sınıf mücadelesi çerçevesi
içinde olmaktadır.
Var olan durumu kabullenip, ona boyun eğmek değil, ona saldırarak çelişmeleri keskinleştirmek tarihsel bir görevdir. Bunun yolu kitlelere güvenmekten, işçi sınıfının devrimci nesnelliğine güvenmekten geçmektedir. Bir buçuk yıl önce Gezi'yi yaşayan ve daha bu ay içinde ciddi bir baş kaldırışta bulunan bir halktan umudu kesmek devrimcilerin tavrı olamaz. Tersine, ateşi körüklemek, devrimci dinamizmi yeniden yeniden örgütlemek, faşismin baskılarına karşı, kitleleri tekrar ve tekrar sokakları zapt etmeye itecektir. Yılgınlık değil, yaşamın her alanında direniş örgütlenmelidir.
26.10.2014
Var olan durumu kabullenip, ona boyun eğmek değil, ona saldırarak çelişmeleri keskinleştirmek tarihsel bir görevdir. Bunun yolu kitlelere güvenmekten, işçi sınıfının devrimci nesnelliğine güvenmekten geçmektedir. Bir buçuk yıl önce Gezi'yi yaşayan ve daha bu ay içinde ciddi bir baş kaldırışta bulunan bir halktan umudu kesmek devrimcilerin tavrı olamaz. Tersine, ateşi körüklemek, devrimci dinamizmi yeniden yeniden örgütlemek, faşismin baskılarına karşı, kitleleri tekrar ve tekrar sokakları zapt etmeye itecektir. Yılgınlık değil, yaşamın her alanında direniş örgütlenmelidir.
26.10.2014
***