28 Ağustos 2018 Salı

FAŞİZM ALMANYA’DA RESMİLEŞTİ

Pegida'nın ırkçı avukatı Jeans Lorek, Chemnitz'te faşizmi protesto edenlere saldırırken (27.08.2018)



FAŞİZM ALMANYA’DA RESMİLEŞTİ


Yusuf KÖSE

Özellikle, kapitalizmin 2008 büyük krizinden sonra, Avrupa ülkelerinde iç faşistleşme giderek arttığı gibi, kitleler içinde de güçlü taban bulmaya başladı. Avrupa’nın en bilinen faşist partileri Frans’nın “ulusal cephe”si (FN), Avusturya’nın “özgürlük parti”si (FPÖ) ve Hollanda’nın “özgürlük parti”si (PVV) dir. Bunun yanında, diğer Avrupa ülkelerinde de faşist partiler parlamentoda yerlerini almışlardı. 
 
Ayrıca, Avrupa’nın giderek faşistleşmesi salt faşist partilerin parlamentoda yer almasından öte, Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde ise faşist partiler iktidarda yerlerini almışlardır.

Şimdi bunlara Almanya eklendi ve Almanya için Alternatif (AfD) ırkçı-faşist partisi % 13 gibi yüksek bir oy alarak 92 milletvekiliyle Alman parlamentosuna girdi. 
 
Alman burjuvazisi, uzun zamandır bunu bekliyordu. AfD’nin parlamentoya girmesi için bütün yolları denediler. Yoksullaşmayı genişletip derinleştirdiler. Çalışma koşullarını bütünüyle esnekleştirip güvencesizleştirdiler. Kapitalizmin krizinin bütün yükünü işçilerin sırtına yıktılar. Demokratik, ekonomik hak ve özgürlükleri gasp etme yolunu seçtiler. Özellikle 11 eylül 2001 “ikiz kulelere saldırı” bahne edilerek, teröre karşı mücadele” adı altında, işçi sınıfı ve emekçilerin direniş ve hak istemleri “terörizm” olarak gösterilip bastırılma yoluna gittiler.

Ülkede, “demokrasi” adı altında faşist neonazi örgütlerin örgütlenmelerini ve kitleleri etkilemeleri kolaylaştırıken, devrimci ve komünist örgütlenmeleri ise, kitlelere öcü olarak göstermeye özel bir çaba harcadılar. 
 
İşçilerin yoksullaşmasını ve ücretlerin düşük tutulmasının gerekçesi olarak yabancıların varlığını göstermeye özel önem verdiler ve yabancı düşmanlığı üzerinden kapitalizmin ucuz iş gücü cennetini yaratmayı hedeflediler.

Alman burjuvazisi, faşist örgütlenmelerin gelişmesi için, kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı, ötekileştirici ve yanbancı düşmanı bir politika izlediler. Milyonlarca emekçinin karşısına; düşük ücretin, taşeronlaşmanın, kiralık işçiliğin, iki saatlik işlerde çalışmak zorunda oluşların nedenleri olarak, “yabancıların çokluğunu” koyarak, faşist örgütlenmeleri, özelliklede AfD’yi alternatif olarak gösterdiler. Alman tekelci sermaye devleti, her fırsatta, işçileri devrimci-komünist örgütlenmelerden uzak tutulmasının politikasını izledi. Alman sermayesinin, dışardan işgücü “ithal” etmeye gereksinimi varken, bunu gizleyerek, en ağır koşularda çalıştırdıkları ve büyük bir sömürü baskısı altında çalıştırdıkları “yabancı” işçileri, Alman işçilerin düşmanı olarak göstermekten geri durmadılar. İşçileri işçilere karşı düşmanlaştırmanın politikasını izlediler.

Fransa burjuvazisi, kitlelerin karşısına, faşist FN’i “ölüm” olarak çıkarırken, bir oldu-bitti ile burjuvazinin has uşağı Macron’u ise sıtma olarak çıkardılar ve işçilerin sıtmaya razı olmasını istediler ve şimdi o politikaları yürülüğe sokuyorlar. Fransa işçi sınıfı sıtmaya karşı direniyor.
Almanaya'daki faşist örgütlenmeler, bir anda büyümedi. Adım adım büyütüldü ve en sonunda faşizmi AfD''de bütünleşitrdiler. 
 
Alman burjuvazisi de, 1998’de SPD-Yeşiller koalisyon hükümeti eliyle, “Harz IV” adı altında soyal hakları kısan politikaları yürülüğe sokmalarından bu yana, işçilere yönelik ekonomik ve demokratik saldırıları artırdılar ve gelinen aşamada ise, sermayenin bütün krizini işçilerin sırtına yıkmak için, AfD’yi toplumun karşısına sıtma olarak çıkararak, faşizmin resmileşmesinin yolunu açtılar. Hitler’in yükselişi ve peşinden iktidara getirilişi de aynı bu şekilde olmuştu. 
 
Almanya, AB içinde ekonomik ve siyasal olarak belirleyicidir. Almanya’da iç gericileşmenin arttırılması, faşizmin yükselişi diğer AB ülkelerinide doğrudan etkiler ve oralarda da faşizmin yükselişini hızlandırır. Örneğin bir İngiltere ya da Fransa’daki gelişmeler AB’yi Almanya’daki siyasal ve ekonomik gelişmeler kadar etkilemez. Almanya AB’nin ekonomik-politik barometresi denebilir. Avrupa’nın gericileşmesi-faşistleşmesi ise dünyanın gidişatını hızla değiştirir. Almanya’nın faşistleşmesi dünyanın faşistleşmesi olarak da okunabilir.

AfD’nin Alman parlamentosuna girmesi, basit bir olay olarak değerlendirilemez. Gericilik daha da hızlanacak. Kutuplaşma ve yabancı düşmanlığı daha da gelişecek. Alman emperyalist burjuvazisi, bunları engelleme yerine daha ileriye götürme yönünde çaba harcayacaktır. AfD, bugüne kadar olduğu gibi, “küçük” , “önemsiz” ve “sağ popülist” olarak gösterilecek, ancak işçi sınıfına karşı burjuvazinin elinde gericileşmenin ve iç faşistleşmeyi artırmanın sopası olarak kullanılacaktır. 
 
Ve Almanya artık 25 eylül 2017 öncesi gibi olmayacaktır. CDP-SPD ve diğer burjuva partileri el birliği ile faşizmi işçi sınıfının karşısına koydular.

İşçi sınıfı gericileşmenin ve faşistleşmenin önüne geçmek için harekete geçemezse, işçi sınıfını ve ezilen halkları iyi günlerin beklemediğini söylemek pesimist bir yaklaşım olmayacaktır. Çünkü, şu anda dünyada emperyalist savaş tamtamları çalıyor ve “savaşa hazırlan” çan sesleri ise giderek hızlanıyor. Alman seçim sonuçlarını bir de bu açıdan değerlenidirmek gerekiyor. 25.09.2017

***

24 Ağustos 2018 Cuma

Burjuvazinin Ekonomik Krizinin Yükünü ...





Burjuvazinin Ekonomik Krizinin Yükünü
İşçiler Çekmemelidir!


Yusuf KÖSE

Burjuvazi, her ekonomik kriz döneminde, daha fazla “birlik beraberlik”, “vatan-millet”, “din-iman”, “aynı gemideyiz” vb. gibi, burjuvaziyi kurtarma söylemlerini öne çıkarırlar. Bunun anlamı; krizin yükünün büyük bölümü emekçilerin üzerine yıkılacağıdır.

2001 krizinde de aynısını yaptılar.

Buruvazinin bu “vatanseverlik” korosuna, başta sarı sendikalar olmak üzere bir çok liberal ve “sol”-liberal aydınlarda katılmaktadır. Krizin yükünü “hafiletmek” ve topluma daha az “yansımasını” sağlamak için, çeşitli ekonomik öneriler getiriliyor. Bu konular üzerine “faydalı(!)” ekonomik bilgiler ileri sürülüyor. Buradaki amaç; işçi ve emekçilerin sisteme karşı seslerini yükseltmeyip, krizin yükünü çekmelerini sağlamaktır.

Oysa, bu krizi işçiler çıkarmadı. Bu kriz burjuvazinin krizidir. Kapitalist sistemin temelinde olan aşırı üretim krizidir ve genelde her on yılda bir ortaya çıkar ve son yıllarda daha sık çıkmaya başlamıştır. Bu da kapitalist sistemin artık toplumun ve doğanın üstüne karabasan gibi çöktüğünü ve yıkılmasının zorunluluğunu ortaya koymaktadır.

Türk tekelci burjuvazisi, hızlıca büyüme ve sermaye birikimini sürekli katlamak için, devlet garantili (dolar-avro) borç içine girdi. Baskı ve şiddetin dozajının artarak sürmesinin yanında, yağmalamalar, talanlar, özellieştirmeler burjuvazinin büyümesi ve daha fazla palazlanması içindi. Ancak, kapitalizm, insan ve doğa dokusuna uygun bir sistem olmadığı için, onun büyüme hamleleri, krizide beraberinde içinde taşıyor ve elbette bu krizden en çok etkilenen çalışan kesimler oluyor.

Kriz, burjuvazinin yağma ve talan krizi olduğuna göre, bunun bedelini başta işçi ve emekçiler olmak üzere küçük (köylü-esnaf vb. gibi) üreticinin ödemesi gerekmez, gerekmemelidir.

Ne var ki, “aynı gemideyiz” ve “vatanımıza karşı ekonomik savaş açıldı” yalan ve manipüle söylemleri altında, kitlelerin gerçekleri görmeleri engellenmeye ve hedef saptırılmaya çalışılıyor. “Dış güçlerin ekonomik savaşına karşı birlikte olmalıyız” yalanları ve aldatmacaları, burjuvazinin kanlı sermaye birikimine ortak olmak, ona destek vermek anlamına gelecektir. Çünkü, “dış güçler” dedikleri uluslararası tekellerle içli dışlı olanlar yine Türk egemen sınıflarıdır.

Faşist Türk devleti, krizin yükünü, daha şimdiden, tüketim ürünlerine zaman yaparak emekçilerin üzerine yıkmaya başladı ve bu zamlar her geçen gün artarak devam edecektir. Başta çalışanların olmak üzere tüm halkın yaşam seviyesi peyder pey daha aşağılara çekilecek, yoksullaşma ve yoksunlaşma aratacaktır. Buna oranla da faşizmin baskısı aratarak devam edecektir.

Krizin büyük yükü esas olarak işçilerin sırtına yıkılacaktır. Maaliyeti düşürme” adı altında işten çıkarmalar artacak, buna karşın çalışma saatleri uzatılarak, işçi ücretleri sabit tutulmaya çalışılacaktır. Çalışanların kazanılmış sosyal hakları her geçen gün budanacaktır.

Kapitalizmin ve onun sahiplerinin talan krizinin yükünü işçiler çekmemelidir. Bunu işçiler örgütlenerek ve mücadele ederek başarabilir ve başarmalıdırlar. Çünkü bu kriz işçilerin değil, sınıf olarak burjuvazinin yağma ve sömürü sisteminin bir sonucudur. 
 
Öncelikle işçi ve emekçiler ile burjuva sınıfı aynı gemide değildir. Sınıflarımız ayrı olduğu gibi üzerinde durduğumuz gemide aynı değildir. Onların dostu uluslararası burjuvazidir. Biz işçilerin dostu ise uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halklardır. 
 
Durum bu kadar net olduğuna göre, faşist Türk egemen sınıfların zulümlerini, “ekonomik kriz” adını verdikleri sömürü, talan, yağma düzenlerini çekmek durumunda değiliz. Bunun için örgütlenmeli ve bu sisteme karşı mücadele etmeliyiz. İşçi ve emekçilerin krizden kurtuluşunun tek çıkar yolu budur. 
 
Burjuvazi ile işçi sınıfı arasında toplumsal hiç bir uzlaşma olamaz. Aynı toplum içinde yaşamamıza karşın, toplumsal yapıyı belirleyen burjuvazinin kapitalist sistemidir. Yani, işçi ve emekçilerin sömürülmesi üzerine kurulu bir sistemin yaşatılması işçilerden istenemez ve işçiler böyle bir kurtarma operasyonuna katılamaz. İşçi sınıfının devrimci operasyonu, kapitalist sitemi yıkıp sosyalist sistemi kurmak amaçlı olmalıdır.

Faşist Erdoağan hükümeti, başta büyük tekeller olmak üzere bütün sermaye kesiminin zararlarını asgariye indirmeyi ve hatta bazılarının bu krizden yararalanarak daha fazla büyümesi hedeflenecektir.

Bazı “sol” liberal ekonomistlerin, “reformist” önerileri,1 kapitalist sistemin devamını sağlayıcı özelliktedir. Burada ileri sürülen “kurtarama” önerileri; krizin yükünün kısmen sermaye kesmine de yüklenmesini ve kapitalist sömürü sisteminin burjuvazinin yararına “sağlıklı işlemesi” önerilerini içermektedir.

Kapitalist sistemi kurtarma adına işçilerden “fedakarlık”, istemek, burjuvazinin yükünü hafifletip, yine işçilerin sırıtına yüklemektir. İşçi sınıfı böylesi “aldatıcı” ve kendi kendinin köleleştirici bir “fedakarlığa” hayır demelidir.

Ücretli köleliğe hayır demenin yolu; sınıf tabanlı örgütlenmekten ve her türlü anti-demokratik baskı ve sömürü sistemine karşı mücadele etmekten geçmektedir. Bu yapılmadıkça, burjuvazi ekonomik krizlerin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmaya devam edecektir. 24.08.2018

***
1Mülkiyeliler Birliği Dergisi (MİSAM, 17.08.2018). bkz. Milkiye.org./2018

14 Ağustos 2018 Salı

KAPİTALİZMİN BATIŞI -bir tekmede sen vur-



KAPİTALİZMİN BATIŞI

-bir tekmede sen vur-


Yusuf KÖSE

Türk burjuva ekonomisinin yapısal ve finansal krizi her geçen gün giderek derinleşiyor. Türk ekonomisinin içine girdiği kriz salt Türk tekelci burjuvazisinin derin bir endişe içine sokmuş değil, bütün kapitalist dünyayı özellikle de AB emperyalist burjuvazisini de bu endişenin içine itmiş bulunuyor. 
 
Emperyalist-kapitalist dünyanın zincirlerle birbirine bağlandığından bu yana, kapitalist zincirlerden birinin zayıflaması diğerlerini de ciddi bir şekilde etkiliyor. Kapitalist dünyanın büyük ekonomilerindeki kriz daha büyük oranda bir etki yaratırken, Türkiye gibi orta düzeydeki kapitalist bir ekonominin etkisi de ekonomik büyüklüğüyle doğru orantılı olmaktadır.

Türk burjuvazisinin içinde bulunduğu finansal-borç krizinin spekülatif yanları olsada, sorun bunu doğuran ekonomik biçimdir. Kapitalist ekonomilerin kaçınılmaz bir kaderi olarak ekonomik krizle belli aralıklarla sürekli bir karşı karşıya kalışları söz konusu ve bundan kaçamıyorlar. Çünkü aşırı üretim prensipli ve tüketime dönük ekonomi, ister istemez yarıyolda tökezlemektedir. Kapitalizmin “kumar” ekonomisi uzun bir süre ayakta kalamaz ve yıkılmakla karşı karşıya kalacaktır.

Dolar-Avro” ve “Rahip Brunson” etrafından döndüğü söylenen krizin, perde gerisinin konuşulmasından mümkün olduğunca kaçılıyor. Arka perdesi: Türkiye’nin 2000’ler öncesi gibi olmadığı, emperyalist bir ülke olduğu ve bölüşülmüş pazarlardan pay istemesiyle doğrudan bağlantılıdır. Türkiye, Ortadoğu’nun yırtıcı kaplanı ve en azından burada söz sahibi olmak istiyor. Buna bağlı olarak da farklı emperyalist kutuplaşmaların içinde yer alabileceğini ve ABD’nin çemberi içindeki kutuptan çıkmayı dayatıyor. ABD ise Türkiye’nin kendi kutup çemberi içinden çıkmasını istemediği için “cezalandırma” yoluna gidiyor. TL’nın değersileşmesinden bağımsız olarak çatışmanın esas nedeni bu. ABD-Türkiye “dost” da olsa, TL, bu kadar borç yükü altında erimek zorunda yine kalacaktı.

Sorunun bu yanı görülemedikçe, ABD-Türkiye, (ve aynı şekilde AB-Türkiye) arasındaki çelişmeler ve krizler bireylerin (Trump-Erdoğan) çatışmasına indirgenir ki, bu, burjuvazinin gerçekleri kitlelerden saklama argümanlarına teslim olunmuş olunur.

Türk ekonomisi borçla büyümesine karşı diğer kapitalist-emperyalist ülkelerinde borçla büyüdüğü ve dünya borç yükünün dünya GSMH’nın çok çok üstünde olduğu biliniyor. Özellikle kapitalizmin “neoliberal” süreci borçla büyüdü ve büyük bir borç balonu oluştu. Bu balon artık daha fazla şişirilemiyor.

Örneğin, dünyanın toplam (özel ve kamu) borcu 1950 yıllarında toplam üretime (gelir) oranı % 50 civarındayken, 2007 yılında bu oran % 170 ve 2017 yılında ise yaklaşık iki katı birden artarak % 320’lere çıktı. Bugün dünyanın toplam (kamu-özel) borcu 237 trilyon ABD doları. 2017 itibariyle toplam üretiminin ederi ise 81 trilyon ABD doları kadardır. Borçların büyük (174 trilyon ABD doları) bölümü emperyalist-kapitalist ülkelere, 63 trilyon ABD doları kadarı ise diğer ülkelre ait.1

Türkiye ve dünyadaki son gelişmeler, yani ekonomik krizler ve savaşlar ve üretimden fazla borçlanma kapitalizmin tarihi sınırına daynadığının açık bir göstergesidir.
 
Emperyalist burjuvazinin büyük şaşalı gürültülerle neoliberal politikaları (küreslleşme adı altında) kitlelere kurtarıcı olarak göstermesi ve sonunda yine ulusal çitlerine (ABD’nin ticaret savaşı) dönme eğilimi (bu “eğilim” esasta gerçekçi değil ve kapitalizm gelinen aşamada ulusal çitlerin arkasında kendini varedemez) içine girmesi, kapitalist yolun sonuna gelindiğini gösteriyor. Emperyalistler arasındaki kutuplaşmanın arttığı ve neredeyse her geçen gün yeni kutuplaşmaların ortaya çıktığı ve kriz içinde kıran kırana bir savaşın yaşandığı süreçte, kapitalizmin, geçicide olsa kendini kurtarmasının olaslığı kalmamıştır.

Sosyal şovenizm, ırkçılık, din çemberi ve daha bir çok alt kimliklere bölündürülmüş işçi sınıfı ve emekçileri daha fazla uykuya yatırmanın olasılığı da kalmamıştır. Uyuyan dev uyanacak ve kapitalizmin dünyayı uçuruma atmasına son verecektir. 
 
Dünya konjonktürü, komünistlerin daha iyi hazırlanmasını ve işçi sınıfı içinde örgütlenmelere daha fazla ağırlık vermesini ve hazırlıklı olmasını dayatıyor. Emperyalist savaş tehlikesinin arttığı bir sürecin içindeyiz ve emperyalist burjuvazi büyük bir savaşa doğru hızla gidiyor. Sosyalist devrimlerin dışında bu çarkı durdurmanın başka bir olasılığı da gözükmüyor.

Türk tekelci burjuvazisi, büyük bir şiddet ve baskıyla ve “demokratik” seçimler adı altında “allem-kallem edip”, ülkeyi bir şirket gibi tek adam yönetimine (görünüşte) verdi ve kendisi için grevsiz, demokratik ortamsız, direnişsiz ve toplumun ilerici kesimlerinin bütünüyle baskı altında tutulduğu ve islamlaştırılma eğilimli bir cennet yarattı. Ancak bu uzun sürmeyecek önümüzdeki kısa süre içinde, devletin tüm şiddetine rağmen başta işçiler olmak üzere kitle direnişleri artacaktır. Bu kaçınılmazdır. Burjuvazinin zorla yararttığı “cennet” yine kendisi için bir cehennem olmaya adaydır.

Çünkü, son kriz: İşsizliği, pahalılığı, çalışanlar üzerindeki vergileri daha da artıracak ve çalışanların daha da yoksullaşmasını beraberinde getirecektir. “Tek vatan, tek bayrak, tek din, tek dil” vb. gibi kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı ve kitleleri birbirine kırdırıcı ırkçı-faşist ve gerici propagandalar artık kitle üzerinde etki etmeyecek süreci de beraberinde yaratmaktadır. Burjuvazinin, kitlelerin aşırı sömürüsü üzerine kurduğu cenneti yıkılacaktır.

Bu nedenle, “aynı gemideyiz” burjuva söylemi, işçi sınıfı ve emekçileri daha fazla ölü sessizliğinin içinde tutamaz. Kapitalizmin batışı işçi ve emekçilerin batışı değildir. Kapitalizmin batışı, Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin vatanlarının batışı değildir. Batan, burjuvazinin kanalı saltanatı olacaktır. Bu yıkımı, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva sistemine karşı verdiği mücadelesi gerçekleştirecektir. İşçi sınıfı ve ezilen kitleler, fazlasıyla cefasını çektikleri kapitalist sistemi, sefasını çekecekleri bir sistemle değiştirmesini de bileceklerdir.

Daha güçlü tekeme vurmanın tam zamanı... 14.08.2018


***

1 Fortune Dergisi