17 Mayıs 2020 Pazar

CEHENNEMİN GİRİŞ KAPISINI YIKAN KAYPAKKAYA



O’nun yolunda düşen yoldaşlarımın anısına...


CEHENNEMİN GİRİŞ KAPISI”NI YIKAN1 

KAYPAKKAYA

VE

ONUN ÖĞRETTİKLERİ...

Yusuf KÖSE

Doğanın bahar üretkenliğiyle, işçi sınıfının sınıf ruhunu haykırdığı 1 Mayıs’ıyla; Mayıs ayı, Kaypakkaya ayı desek, diğer aylar gücenir mi bilmiyorum. Bilinen bir şey varsa, o da, Kaypakkaya’dan öğrenmenin ayı ve günü olmadığıdır. 
 
Kaypakkaya’yı Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) 40 yıldır okuyor ve ondan öğrenmeye devam ediyor. Bu ne bir abartı ne de bir övgü gereksinimidir. Bunun böyle olmasının nedeni: Kaypakkaya’nın felsefesi diyalektik materyalizm, bilimi ise tarihsel materyalizm oluşudur. Genç yaşına rağmen, bu bilgilerle ve içinde olduğu devrimci pratikle an ve an kendini geliştiren Kaypakkaya, MLM teroi ile donadıktan sonra, kendinden emin bir şekilde, ne yaptığını bilen ayaklarını sağlam yere basan birisiydi. 
 
Kaypakkaya, 1970’lerin başında TDH içine bir ışık gibi sızmış, Türkiye işçi sınıf içindeki oportünizm ve revizyonizmin üzerine ise adeta bir meteor gibi düşmüştür. Ve bundan sonra, TDH içindeki ideolojik, siyasal ve teorik tartışmaların seyri de içeriği de değişmiştir. Materyalist epistomolojik tartışmanın niteliği ise küçük burjuva entellektüellerin akademik tartışma aracı olmaktan çıkarılıp, proletaryanın sınıf mücadelesini aydınlatır bir duruma getirilmiş; “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” Leninist ilkesi, yeniden, devrimci militanın kitleleri mücadeleye sevk etmenin yol gösterici ışığı omuştur.

Marksizm, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde yerli yerine oturmaya başlamıştır.
Kaypakkaya; Marksist teoriyi, ülke içinde ayakları üstüne diken bir komünist önderdir, demek, öznelci bir yaklaşım değildir. Bunu, 1972’lere kadar TDH içinde tartışılan konular ve bunların içerikleri dikkate alınırsa, bu belirlemenin hiç de aşırıya kaçmadığı kendiliğinden anlaşılır.

Kaypakkaya’dan önce, reforumculuk ile sosyalizm arasında gidilip geliniyordu. Marksist teori, kah sosyal şovenizm güzergahında, kah kemalizm şakşakçılığında kah ise sınıf uzlaşmacılığı bataklığında boğuluyordu. İşçi sınıfının ideolojik, siyasal ve örgütsel önderliği ise halkçılıkla yer değiştirmişti. Kaypakkaya’nın görüşlerinin gün yüzüne çıkmasıyla, TDH; bilimsel sosyalizm, işçi sınıfının ideolojik siyasal ve örgütsel önderliği, sınıf mücadelesinin kesintisiz sürdürülmesi ve özel mülkiyetçi sistemin bütünüyle ortadan kaldırılması tartışmalarıyla yakından tanışmıştır. Daha açıkcası, TDH içinde, Marksist bilgi teorisini kavrayış ve onun pratik anlamı gerçek yerine oturmaya başlamıştır. 
 
TDH içinde yer alanlar, Kaypakkaya’ya kadar, “Kemalist Kadro Okulu”nun burjuva entellektüellerinden ve siyasetçilerinden ciddi bir şekilde etkilenmişlerdi. Özellikle o dönemin T”K”P’sinden devşirme “kadro”lar sayesinde, burjuva Türk devletinin niteliği “ilerici” ve hatta “devrimci” olarak ezberlettirilmişti. Kaypakkaya, bunalara bir set çekti. Bu düşüncelerin Marksist değil, burjuva düşünceler olduğunu açık bir şekilde ortaya koydu. Marksizm ile sınıf uzlaşmacılığını birbirinden ayırdı. 
 
1970’lerin TDH, daha çok da, Kemalizm, burjuva devletin niteliği, Kürt ulusal sorunu gibi konularda, o güne kadar tanık olmadıkları bir düşünce sistematiği ile karşı karşıya kalarak, yer yer sert karşı koyuşlarla Kaypakkaya’yı dıştalamaya çalışmıştır. Ancak, süreç içinde, bazan utangaçca, bazan ise bilerek ve öğrenerek, kendi hata ve eksikliklerini, Kaypakkaya’nın doğrularıyla tamamlama yolunu seçmişlerdir. Bazıları ise, büyük “marksistler” kisvesine bürünerek, onu görmezden gelip, ama onun düşüncelerini kendi düşünceleri olarak yarım-yamalak da olsa “teorilerine” eklemişlerdir.

1990’lardan sonra, bazıları da var ki; (bunlar, M. Suphi’den sonraki T”K”P gelenekçileri ve devamcılarıdır) sınıf uzalşmacı teroileri terk etmeyerek, işçi sınıfı içine oportünist öğeleri itelemeye devam ediyorlar. Haksızlık etmemek için, bunlar da, “burjuva Kemal”in iç yüzünü, Türk devletinin niteliğini, Kürt ulusal sorununa bakışlarını, eskiye oranla kısmen de olsa olumlu anlamda değiştirdiler. Ancak, hala Kaypakkaya’yı “çok aşırı” bulmaya devam ediyorlar. Çünkü Kaypakkaya’da sınıf uzlaşmacılığı teorisi yoktur.

Bazıları da var ki; Kaypakkaya’nın “maoculuğu”nu çok “iğreti” bulurlar. Bu tür argümanlar ve de teroik girişimler; Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan en önemli ilkelerden birini Kaypakkaya’dan alarak içini boşaltama denemeleri ve küçük burjuva kırılmalarıdır.

Kaypakkya’nın TDH katkıları salt bunlarla sınırlı olmayıp, esas olarak da, işçi sınıfının öncülüğünü net olarak ortaya koyarken, proletaryanın öncü örgütü olmadan iktidarı alamayacağını; işçi sınıfının öncülüğünü halkçılığa indirgeyen ya da proleter öncüsüz halkçı devrimci anlayışları eleştirmiş ve anti-MLM olduğunu belirtmiştir. Kaypakkaya’nın en büyük katkılarından biri; Marksist teoriyi halkçı düzeye indirgeyen 50 yıllık revizyonist-oportünist anlayışı mahkum etmesidir. Bu bağlamda, Kaypakkaya, komünist ve devrimcilerin işçi sınıfına ideolojik-siyasal yabancılaşmasını kırmıştır.

Kaypakkaya’nın teorisi bütünlüklüdür. Onda eklektizm yoktur. 
 
Kaypakkaya; TDH’ne, “devrimci ihtilalciliğin”, işçi sınıfının teorisiyle donanmadığı zaman, halkçı devrimcilikten ileri gidemeyeceğini, anti-emperyalist ve “yurtseverlik”le sınırlı kalacağını da göstermiştir. Özellikle de, işçi sınıfıyla burjuva sınıfı arasındaki antagonist çelişmenin realitesinin, hayatın her alanına yansıdığının görülememesi, işçi sınıfının kendi sınıf realistesinin inkarı olmuştur. Kaypakkaya, 50 yıllık birikmiş ve küllenmiş bu inkarı kıran komünist bir önderdir.

TDH’nin bütün olumlu ve olumsuz yanlarına karşın, son 40 yıl içinde Kaypakkaya’dan çok şey öğrendikleri bir gerçektir. Bunu inkar edenler varsa, öğrenmediklerini açıkalmaları gerekiyor.
Kaypakkaya, proletaryanın kızıl bayrağını hep yukarılarda taşıdı. Onun kızıl rengini lekelemek isteyenlere karşı MarksistLeninistMaoist teori ışığında proleter disiplin ve kararlılıkla karşı koydu.

***

Kaypakkaya, TDH içinde yetişmiş bir militan olarak, onun halkçı yanlarından etkilenerek devrimcileşmişti. O, Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’yu okudukça, görüşleri, süreç içinde, TDH’nin geleneksel görüşlerinden ayrılmaya, yerli yerine oturmaya başlamıştı. Marksist teorik derinliğin ve bilmsel bilginin kendisindeki gelişmine koşut olarak, Kaypakkaya’yı TDH’nin halkçı teorisinden kopuşu esas olarak 15-16 Haziran İşçi direnişi yaratmıştır.
 
Devlet zoruyla bastırılan işçi hareketi, Kaypakkaya’yı zorunluluğun bilincine vardırırken; özgürlüğünde, zulüm yuvası devletin, yine işçi sınıfı önderliğinde köylülerin ve tüm ezilen emekçilerin zoruyla yıkılarak kazanılabileceği bilincini yarattı. İşçi hareketinin bu gelişimi; Kaypakkya’da, devletin niteliğine, Kemalizme, ulusal soruna ve işçi sınıfının önderlik sorununa yaklaşımında, nitel bir bilinç sıçraması yarattı ve düşünceleri bütünüyle değişerek Marksist bir rotaya oturdu. Kaypakkaya’nın o süreçte, içinde yer aldığı (TİİKP)2 örgütüne karşı Marksist içerikli ilk ciddi eleştirileri bundan sonra başlamıştır

Nasıl Marx, işçi sınıfının biliminin yaratırken “bilimin eşiğinde, cehennemin giriş kapısında” bilinciyle hareket ettiyse, Kaypakkaya’da, 50 yıllık sınıf uzlaşmacı oportünist teoriler karşısında, cehennemin giriş kapısını kırarark adımını içeriye atmıştır. İşte bundan sonra, TDH’nin bir çok temel ideolojik-siysal konularda ezberi bozulmuştur. 
 
Nasıl ki, “maddi yaşamın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel yaşam sürecini koşullandırı”yorsa (Marx), komünist militanlığı belirleyen de; işçi sınıfının sınıf bilinciyle ve onun sınıf çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi ve bunu yaşama geçirmeyi zorunlu kılar.

Kaypakkaya’yı yaşadığı tarihsel mitin içinde bırakarak, onu ileri taşımamak, onun yaşayan düşünceleriyle çelişir. Çünkü o, işçi sınıfının alegorik bir miti değil, düşünceleriyle yaşayan bir öznesdir. 
 
Kaypakkaya, okuyan, öğrenen ve öğrendiklerini pratiğe geçirmeye çalışan ve kendini kendi hataları üzerinde de eğiten komünist bir kişilikti. O, düşüncelerini yüksek sesle söyleyen ve hatalarını yüksek sesle kabul eden, doğruları ise anında alan bir işçi sınıfı militanıydı. O, kitlelerin hem öğretmeni hem de öğrencisiydi. O nedenle de hatalarını gördüğü anda düzeltme yolunu teredütsüz seçmiştir.

Kaypakkaya, insanlığın, tarihin öte yanından alıp kendi boyunlarına takarak bugüne taşıdıkları kölelik halkası olan özel mülkiyet sistemini, işçi sınıfının gücü ve bilimiyle yıkılacağına inanmıştı. Düşmanın karşısına da bu inançla çıkarak, onu kendi ininde mağlup etmesini bilmiştir.

Kaypakkaya’dan öğrenmek; onu olduğu gibi savunmak değil, onun eksik ve hatalarını da ortaya koymaktan kaçınmamak olmalıdır. Kaypakkaya, kendinden önceki devrimci kuşağa aynen böyle yaklaşmıştır. Eksik ve hataları görmezden gelmeden, onların üstüne üstüne giderek, kendi doğrularını yaratabildi. Kaypakkaya, böyle bir özelliğe sahip olmasaydı, bugüne ulaşamazdı. Onu yaşatan, onu tartıştıran ve onun düşüncelerini devrimci-komünist militanlarda yol gösterici bir öğe yapan; hiç kuşkusuz, devrimci teorinin bir doğma değil, bir eylem kılavuzu olmasındandır.

Kaypakkaya’nın doğruları kadar eksikliklerini de ortaya koymak, onun öğretilerinin canlılığının bir gereğidir. Kaypakkaya’yı 40 yıl öncesinde dondurmak, Kaypakkaya’ya yapılan bir haksızlıktır.
Kaypakkaya’nın en büyük hatalarından biri, ülkeyi, “yarı-feodal” değerlendirmesidir. Kendi araştırması olan “Çorum ve Kürecik”in ekonomik araştırması ve analizleri, bilimsel bir yöntemle ele alınmasına karşın, Türkiye için aynı yöntemden hareket etmemiştir.

Sosyo-ekonomik yapıdan hareketle, ülkede devrimin yolunu “Halk Savaşı” olarak belirlemesi, öznelciliğin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda, Türkiye devriminin gelişimini Çin Devrimi gibi gelişeceğini varsayarak şablonculuğa düşmüştür.3

Kaypakkaya, o (12 Mart cuntası) süreçte siyasal durum değerlendirmesini ve özellikle de “işçi ve köylülerin büyük çoğunluğu silahlı mücadeleyi kavramıştır” saptaması, sosyal gerçeklikle uyuşmuyordu. Kaypakkaya’yı, yerelden bağımsız, böylesi öznelci saptamalara götüren, o günün dünya konjonktüründeki işçi, emekçi ve ezilen ulus hareketlerindeki gelişmelerdi. 
 
Genç bir komünistin bu tür hatalar yapması anlaşılır bir şeydir. 24 yaşın son beş-altı yılını, okuyarak, yazarak, eylemlere katılarak; örgütlü mücadele içinde o günün sınıf mücadelesi tarihi onu öne çıkarmıştır. İşçi sınıfı hareketi içindeki oportünizme karşı mücadelesinin bir ürünü olarak, işçi sınıfının öncü örgütünün kurulmasına önderlik yapan bir komünistin, kendi teorisini sosyal gerçekliğin mihenk taşına aktaramadan, aktardıklarını ise sorgulayamadan katledilmesi; eksik ve hatalar ona değil, onun yükseklerde tuttuğu bayrağı taşıyanların hanesine yazılır.

Bu nedenle, Kaypakkaya’nın, kuru ve sosyal gerçeklikten uzak soyut övgülere gereksinimi yoktur. TDH içinde, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde onun yeri ölümsüzleşmiştir. Türkiye ve Kürdistan devriminin bayrağında Kaypakkaya’nın yeri her zaman olacaktır. Kaypakkaya’nın gereksinimi; onun sınıf bilinçli duruşunu anlamaya, düşüncelerini yaşayan bir organizma gibi eylem kılavuzu olarak ele alıp, ilerletmeye, bugüne ve yarınlara taşımaya gereksinimi vardır. Kaypakkaya, öğrencisi olduğu öğretmenlerine karşı böyle yaklaşmıştır. Kaypakkaya’nın öğrencilerinden de öğretmenlerine böyle yaklaşmak beklenir. ***02.05.2013

1 Bu makale, 7 yıl önce, 2013 Mayıs ayında yazıldı. Güncelliğini koruduğu için bugün yeniden olduğu gibi yayınlıyorum.

2 TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi-Köylü Partisi)

3 Kaypakkaya’nın bu hatalarını; “Tarihin önünde Yürümek” (EL Yayınları, Nisan 2013) kitabımda ele aldığım için burada kısa notlar halinde geçiyorum.

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Artı-Değerin Kaynağı - 5








V. BÖLÜM

Üretim Sürecinin Değişimine Bağlı Olarak İşçi Sınıfının Değişimi

İşçi sınıfının değişimi, esas olarak başka bir incelemenin konusu olmakla birlikte, konuyu burada, makalenin genel içeriğine bağlı kalarak, kısaca ele alınacaktır. Dijitalleşmenin artması, üretim sürecinde yüksek teknolojinin giderek daha fazla yer almasının, işçi sınıfı üzerinde yaratacağı etkilere de değinmek gerekiyor.

Makalenin içinde “makinelerin marifetleri” bölümünde, üretim sürecinde makineleşmenin artmasıyla işçinin üretim süreci dışında nasıl kaldığını anlattık ve bunun kaçınılmaz olduğunu da belirttik. Üretim süreci içinde bilgi teknolojileri (informasyon teknolojisi -IT) ve operasyonal teknolojilerin (OT) gelişmesi ve birlikte üretim süreci içinde yer almasının giderek yagınlaşması, kapitalist üretim sürecinin doğal diyalektik gelişimidir. Bazı kesimler, makineleşmenin işçi sınıfının aleyhine, işçiyi üretim sürecinin dışında bırakacağını ve kapitalist toplumsal sistemin, insanlığın son geldiği yer olarak kalacağını ileri sürecek kadar, -tanrı adına konuşan din tüccarları gibi- idealistleşiyorlar. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfının üretim sürecinin dışında kalamayacağını önceki bölümlerde –verilerle desteklenerek- konu etraflıca açıklandı. İşçi sınıfının IT ve OT teknolojilerinin üretim süreci içinde yer almasından dolayı korkacağı bir şey olamaz. Korkması gereken burjuvazidir. Çünkü bir tarafta sermayenin organik bileşimi alabildiğine yükselirken, makineleşmenin artması sonucu istihdamın (değişen sermaye bölümünün) azalması, kapitalistin kar oranının düşme eğilimini hızlandıracaktır. 
 
Marx, sanayinin teknik temelinin devimci olduğunu söyler:

Modern sanayi, mevcut üretim sürecinin hiç bir zaman son ve değişmez bir şekil olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim biçimleri özünde tutucuydu. Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla, yalnız üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yol açmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle, iş-sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar. Böylece aynı zamanda, toplumdaki işbölümünde de köklü değişiklikler yapmakta ve, sermaye ile işçi kitlelerinin durup dinlenmeden bir üretim sürecinden diğerine atmaktadır.”1

Kapitalizmin tarihi ele alındığında bir çok defa teknik temel gelişmiş ve buna bağlı olarak da üretim süreçleri kendini yenileyerek ve değişmlere uğrayarak bugüne gelmiştir. El değirmenlerinden, buharlı ve peşinden elektirkle çalışan makinelere ve üretimin daha seri bir şekle (otomasyon) dönüştüren üretim bandların ortaya çıkması ve son 70 yıllık süreçte bilgisayraların gelişmesi ve özellikle 1990’lardan sonra robotlaşmanın artması, IT (Bilişim teknolojisi) ve OP (Operasyonel Teknoloji) tekniklerinin (dijitalleşme) üretim süreçlerine dahil olması, iş bölümlerinde ve iş-sürecinde de yeni değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Her yeni teknolojinin üretime girmesi, üretimde yeni iş bölümlerini de beraberinde doğurmaktadır. Sermayenin büyüme ve merkezileşmesiyle doğru orantılı olarak kapitalist üretim hacmi de genişlemektedir. Üretim sürecine yeni giren makine, işini elinden aldığı işçiye başka bir iş bölümünde işi ve yeni iş alanlarını da birlikte yaratmaktadır. Makineyi yaratması, makinenin her parçası için yeni bir iş alanı ve iş bölümü yaratması demektir. Ve bu makinenin her bir parçasının ayrı üretim yeri ve süreçleri vardır. Örneğin bir bilgisayarın her parçasının ayrı bir üretim alanında yapılması gibi. Makinelerin her parçası aynı fabrika içinde de olabilir. Böylesi bir üretim süreci kapitaliste bir çok açıdan maliyeti pahalıya geliyor.

Birincisi, fazladan istihdam gerektiriyor ve daha fazla işçiyle karşı karşıya kalma sorunu var. 

İkincisi ise, her bir parçanın farklı yerlerde üretilmesi kapitaliste daha ucuza geliyor. Bu hem esnek üretim hem de esnek çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Bu, işçi sınıfının birliğinin parçalanmasını getirerek, örgütlü olarak ortak hareket etmesini zorlaştırıyor.

Nasıl ki, kapitalist toplumun yapı taşları kapitalist üretim ilişkileri üzerinde yükseliyorsa, her bireysel kapitalist için üretimin temel nedeni artı-değer elde etmek için meta üretimi olması; kapitalistler arasındaki bitmek bilmez aşırı rekabet, üretimi artırmak amacıyla durmadan üretim sürecine yeni teknikleri de katmıştır ve katmak zorundadır.

Burjuvazi, üretimin teknik temelini geliştirirken, aynı şekilde iş bölümünün de daha da yagınlaştırmaya ve geliştirmeye devam etmiştir. Ama, aynı şekilde, işçiyi de yetkinleştirmektedir. Diğer yandan ise, üretim ilişkilerinin temelini, emek-sermaye çelişmesini de sıkı sıkıya korumak için tutuculuğu, en geri bağnazlığı da elinden bırakmamıştır. Bir taraftan üretimi teknik olarak geliştiriken, bir yandan ise, sermayenin büyüklüğüne koşut olarak gericileşmesini, işçiyi ve doğayı artan ölçüde tahribatı da artırmıştır. 
 
Modern sanayinin –der Marx- teknik zorunlulukları ile, bu kapitalist biçimi içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğinin; iş araçlarını elinden alarak, gerekli yaşam araçlarından da yoksun bıraktığını ve, parça-işlerine bile el atıp onu nasıl gereksiz hale getirdiğini görmüş bulunuyoruz.”2

İşçiyi gereksiz hale getiren üretim biçimi, ama öbür yanda ise iş çeşitliliğinin gelişmesi, iş bölümlerinin artması, işçiyi değişik üretim alanlarında çalışmaya itmesi, işçinin artan ölçüde ve üretimin teknik temelinin gelişmesine koşut olarak her işi yapacak yetkin duruma getirmesini de sağlamıştır. Günümüzde ise dijitalleşmenin gelişmesi ve bu alanda işçilerin çalışması, işçinin yetkinliğinin teknik gelişmelerin gerisinde kalmadığını ve kalamayacağını göstermektedir.

Burjuvazi, makineleşmeyi geliştirmesine karşın, işçiyi bütünüyle üretim dışına atacak durumda değildir. Çünkü böyle bir şey yaptığı anda, üretim ilişkilerinin niteliksel olarak yeni bir biçime bürünerek kendisinin de gereksiz hale geleceğinin bilincinde olmalıdır. Bilincinde olmasada sermayenin değersizleşmesiyle kendisi de gereksiz hale gelecektir. Artı-değerin kaynağı canlı emek olduğu için, burjuvazi, işçiyi üretim sürecinin dışına itemez. Teknik gelişmelerin o düzeye gelmesi, emek-sermaye çelişmesinin dayattığı çözümü de güncel hale getirici toplumsal gelişmeler ve sınıf çatışmalarının daha da keskinleşmesi kaçınılmaz olur. Ancak, toplumlar tarihi kendiliğinden değil devrimlerle alt-üst olduğundan, üretimin teknik temelinin gelişmişliği, toplumsal değişimin aciliyetini daha da zorunlu hale getirecektir. Çünkü, üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişmesine cevap veremez hale gelmiştir. Üretim sürecindeki bir bütün olarak üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyi ile üretim ilişkilerinin kapitalist niteliği arasındaki çelişme kaçınılmaz bir sona yaklaşmaktadır.

Bir çok kesim, ve elbette küçük burjuva oportünizmi, işçi sınıfın başkalaştığını ve gelinen aşamada, Marx ve Lenin’in zamanındaki “devrimci işçi” olmaktan çıktığını ileri sürüyorlar. Bunun anlamı; kapitalist üretim ilişkileri sürerken, bu ilişkilerin bir başka temel ayağı olan işçi sınıfı nitelik değiştirmiş oluyor. Ama, kapitalist üretim ilişkileri ise, nasıl oluyorsa aynı kalıyor. Ve düşünce silsilesi, utangaçca , işçi sınıfı olmazsa, size, onun alternatifi olarak “prekarya” verelim diyor.

Üretici güçlerdeki ve üretimdeki iş bölümündeki gelişmelere bağlı olarak işçilerinde gelişmesi, başkalaşması kadar doğal bir şey olamaz. Tarım ülkesindeki tarım proletaryasının, şehire gelip fabrikaya girdiğinde sanayi işçisi olması ne denli doğalsa, bilgi teknolojisi (information Technology –IT-) alanında çalışan bir işçi ile bir fabrikada temzilik işçisi arasında sınfsal olarak her hangi bir fark olamaz. ikisi de kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu koşulları altında çalışırlar, ikisi de artı-değer üretir, ve ikisi de iş bölümü gereği, kapitalist üretimin bir parçasıdır ve her şeyden önce, üretim araçlarından yoksun oluşları nedeniyle üretim ilişkileri içindeki konumları aynıdır. 
 
Şu anda (yıl 2020) kapitalizmin içinde bulunduğu kriz ve Koronavirüs salgını nedeniyle bu krizin daha da derinleşmesi, ve her krizde olduğu gibi, mülksüzleşmeyen küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirlmesinin hızlanması ve bu çerçevenin daha da genişlemesi, mülksüzleştirilenlerinde işçi sınıfı saflarına katılmasını getirmektedir. Yani, işçi sınıfı safları daralmıyor, sermayenin büyümesine oranla daha da genişlemye devam ediyor.3

Makineleri biligisayarla yöneten işçi ile kol gücü kullanarak elinde aletleriyle makineleri tamir eden işçi arasında bir fark olamaz. İkiside aynı sınıfın üyeleri ve aynı üretimin (bunlar farklı alanlarda da çalışıyor olabilirler) ayrı ayrı birer parçaları olarak toplumsal bir üretim bütünlüğünü oluştururlar.

Burjuvazi, bilinçli olarak işçi sınıfını bölmektedir. Bu özünde yüzeysel bir bölünmedir. Örneğin “hizmet” iş kolunda çalışanları işçi sınıfının dışında tutarlar. Büroda bilgisayar başında patronuna artı-değer üreten büro işçisiyle, aynı büroyu temizleyen temizlik işçisi, sınıfsal olarak ayrı gösterilir. Birine “beyaz yakalı”, olarak işçi gözükmezken, diğerine de işçi gözüyle bile bakılmaz. Hatta temizlik işçileri genelde “işçi” sınfı içinde bile gösterilmekten itina edlir. Bir çok istatistikler ise temizlik işçilerini “hizmet” iş kolunda gösterirler. Bu bilinçli bir ayrımdır. Bu tür ayrımlar Marx’ın yaşadığı dönemde de vardı. Bu nedenle Marx bu konuya da değinmek durumunda kalmış.

Bugün bütün ülkelerde “beyaz yakalı” olarak tanımlanan ve işçi sınıfının “dışında” gösterilen işçilerin büyük bölümü asgari ücret ya da onun altında bir ücretle çalışmaktadır. Çin’de ya da herhangi bir ülkedeki paket dağıtıcısı işçiler buna örnektir.

1800’lü yıllarda İngiliz fabrika yasaları, fabrikada değişik iş kollarında çalışan işçilerinin bir bölümünün “işçi” kapsamı dışında bırakmıştı. Bu bilinçi bir istatistik oyunuydu.4

Doğa sisteminde kafa ile kolun bir birlik oluşturdukları gibi, iş süreci de kafa emeği ile kol emeğini birleştirir. Daha sonra her ikisi, birbirine düşman olacak bir karşıtlığa varacak kadar ayrışırlar. Ürün, bireyin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve, kollektif işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. İş sürecinin bu ortaklaşa niteliği, gitgide daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki, üretken emek ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık elle çalışmanız gerekmez, kollektif işçinin bir parçası olmanız , onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir.”5

Marx, burada meseleyi çok açık bir biçimde koymuştur. Toplumsal üretim süreci içinde yer alan işçilerin birliğini, bu ister kafa emeği ile ister kol gücüyle çalışsın, üretim sürecinin birer parçaları olarak işçi sınıfının birer üyeleridir. Günümüzde ister bilgisayar başında makineleri yönlendirsin, ister temizlik yapsın, ister fabrikada eşya taşıyıcı olsun, bir üretim bütünülüğünü yerine getirmeleri nedeniyle, işçi sınıfının üyeleridir. Yani, ücretli işçiler, toplumsal üretim kollektifliğinin birer üyeleri olarak yer alırlar.

Küçük burjuva oportünizmi, IT ‘de çalışan işçi’yi düz fabrika işçisi ile aynı sınıflandırmanın içine koymuyorlar. Oysa, her ikisi de üretimin birer parçaları olarak patrona artı-değer üreten üretken işçidir. Yani, ikisi de sermayenin birikimine ve büyümesine hizmet etmektedir. Biri kol gücüyle çalışırken, diğeri ise kafa gücü (emeği) ile çalışmaktadır. Üretim içinde patron ile ilişkileri emek-sermaye çelişkisi kapsamı içindedir. Sömüren ve sömürülen, işgücünü (ister kol ister kafa olsun) bir meta olarak satan konumdadırlar. İşçiyi salt kol güzüyle çalışan olarak tanımlamak, tam da burjuva liberallerine uygun bir tanımlama ve amacı, işçi sınıfının sınıfsal olarak değersizleştirme çabalarının bir ürünüdür. 
 
Şirketler son yıllarda gittikçe daha çok, “esas iş” saymadıkları kısımları kendi bünyelerinden çıkardılar. Bu süreçten kantin, iş elbiselerinin yıkanması ve onarılması, büro binalarının temizlenmesi, bakımı ve tamir işleri, muhasebe, araştırma, meslek öğrenme ve ilerletme eğitimi, bilgi işlem bölümü gibi görevlerden; üretim, sevkiyat ve nakliyatın bazı kısımlarına kadar birçok bölüm etkilendi. Bunun neticesi ise, çalışanların bazı kesimlerinin gittikçe daha fazla dıştalanıp bölünmesiyle, ya daha düşük ücret ödeyen, daha kötü çalışma koşullarıyla çalıştırılan daha küçük işletmelere çevrilmesi ya da kiralık işçiler haline dönüştürülmesiydi.”6
 
Örneğin, büyük otomobil tekelerin üretim fabrikaları birer montaj yerine dönmüştür. Hemen hemen bütün paraçalar değişik üretim alanlarında ve hatta değişik ülkelerde üretilip montaj yerinde bütünleştirilir. En ucuz ve en kaliteli otomobil parçaları üretim yerinde değil, başka firmalara yaptırılmaktadır. Ayrıca, bütün otomobil üretim fabrikalarında onlarca taşeron firma ve bu firmalara bağlı işçiler vardır. Fabrikanın asıl işçisi ile aynı işi, hatta daha ağır işleri yapmalarına karşın taşeron işçilerinin saat ücretleri fabrika işçisine göre düşüktür ve bu işçiler bir çok sosyal haklardan da mahrumdurlar.

Yine, büyük bilgisayar ve iletişim firmalarının bir ürünün içinde en az on ayrı ülkede (ya da farklı üretim yerlerinde) yapılmış parça vardır. Bunlar, en ucuz işgücü olan ülke ya da bölgelerde yaptırılıp, belli bir yerde (Apple’nin kendi ürünlerini Çin’de Foxconn’a yaptırdığı gibi) montaj ettirilip son şekli verilerek pazara sürülecek hazır hale getirilir.


Yeni Proletarya Makinalardır, İşçi Sınıfı Artık Belgelerini Alıp Gidebilir” Mi?

Yukarıdaki bölümden devam edersek; istisnasız bütün emperyalist ülkelerin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin işgücü açığı varken, ülkelerinin dışından işgücü çekmek için birbirleriyle yarışırken, bu bölümün başlığına konu olan sözü, çok içten söylediği belli olan 1981’den itibaren uzun yıllar Mitterand’dın özel temsilciliğini ve danışmanlığını yapmış Jacques Attali nin söylediklerine ne demeli:

Yeni proletarya makinalardır; işçi sınıfı artık çıkış belgelerini alıp gidebilir.7

Bu retorik, o zamanın emperyalist burjuvazinin neoliberal politikalarının ideolojik defermasyon açısından işçi sınıfına düşürülen kesmiydi. 1980’lerin başında burjuvazinin neoliberal ekonomik politikalarının pratikte daha sert görünümü, işçi sınıfının sınıf olmadığı argümanı da sınıfa yönelik en sert ideolojik saldırıların başında geliyordu. Aynı yıllarda, Andre Groz’un da “elveda proletaryası” piyasaya sürülmüştü. Ne tesadüf! Burjuvazinin ekonomik saldırısı ideolojik saldırılarıyla birlikte gelmiştir ve gelir. 
 
Burjuvazinin temel isteği ve düstürü; işçi sınıfının, burjuvaziye alternatif ve onun karşısında sınıf olmadığı gösterilmeli ve bu konuda ideolojiik bombardıman onun başından eksik edilmemeli ve her zaman yeni bir şeyler söyleniyormuşçasına, içeriği aynı olan reteorikler bıkmadan, usanmadan tekrarlanmalıdır.

İşçi sınıfı kavarmı; burjuvaziye ve onun sistemi kapitalizme karşı, salt bir soyut tanımlama değil, aynı zamanda toplumsal bir içeriği, toplumsal bir duruşu ve toplumsal bir alternatif devrimi de içermektedir. İşçi sınıfının sınıf olarak yozlaştırılması, içeriğinin boşaltılması, sınıfsal dünya görüşünün de bulanıklaştırılması ve toplumsal alternatif oluşununda büyük bir yara alması ve de hiçsizleştirilmesiydi. Böylece, uluslararası emperyalist burjuvazi, sınıflararası mücadelede, işçi sınıfına karşı büyük bir avantaj elde edecekti. Burjuvazi, daha baştan sınıfı bölmek için uğraşa gelmiştir. Sermaye karşısında aynı üretim süreci içinde olan işçileri, hizmet, sanayi, “informasyon” vb. isimler altında özellikle ayırmayı ihmal etmemiştir. İşçi sınıfının üretim sürecinde kol ve kafa emeğinin, Marx’ın belirttiği gibi bir birbirinin amansız düşmanı haline getirmiştir. Şimdi onu “prekarya”, “orta sınıf” adlandırmalarıyla, revize etme görevini küçük burjuva oportünizmi devralmıştır. Burada, küçük burjuva oportünizmi revizyonizme evrilmiştir.

Çünkü, işçi sınıfı demek: Burjuvaziye karşı tavizsiz bir duruş ve kapitalizm karşıtı olmaktır. İşçi sınıf demek; anti-emperyalist, anti-faşist cephede yer almak ve mücadele etmek demektir. 
 
İşçi sınıfı demek; toplumda ilerici olan, ileri olan tüm ekonomik ve kültürel yaratımların yaratıcısı demektir.

Ve her şeyden önce, işçi sınıfı demek; sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız bir dünyanın kurtuluşunu temsil etmek, sosyalizm ve komünizm savunucusu ve kurucusu olmaktır. İşçi sınıfı dışında başka hiç bir sınıf bu tarihi toplumsal görevi yerine getirebilecek bir niteliğe sahiğ değildir.

İşte, “elveda proletarya”, bu kadar geniş karşı-devrimci bir toplumsal anlam içeriyor. Bu bağlamda, neoliberal burjuvazinin yeni ideolojik saldırısı olan “elveda proletarya”; burjuvazinin ve kapitalizmin savunucusu, üretim araçları elinden alınmış proletaryanın ise can düşmanıdır.

Marx’ın işçi sınıfı tanımı:
Ödenmemiş artı-emeğin –der Marx- doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. … Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.”8

Sınıfa karşı ideolojik saldırılar, doğrudan emperyalist burjuvaziden gelmesine karşın, aynı şekilde onun idelojik etkilenmesi altına giren, işçi sınıfı içindeki küçük burjuva saflardan da geliyor. Sınıf açısından en tehlikli ve sinsi olanı budur. Çünkü burjuvazi açıktan gelirken, bunlar sınftan yanaymışçasına gelirler. Küçük burjuva oportünizmi, özünde, bir çok liberal burjuva aydınını papagan gibi tekrarlamayı “ileri görüşlülük” bilirler.

Dijitalleşmenin yoğunlaştığı ve yoğunlaşma eğiliminin kaçınılmaz olarak süreceği günümüzde, işçi sınıfının yerini makineler mi alacak? Sermaye artı-değeri makinalardan mı elde edecek?

Bu sorulara yukarıda yanıt verilmişti. Makinaların artı-değer üretmediğini, artı-değerin kaynağının canlı emek olduğu geniş bir şekilde açıklandı.

Miterand’ın temsilcisi bu burjuva liberal “tarihi öngörüsünü” en az 35-40 yıl önce söylemiştir. Ondan bu yana proletaryanın sayısında bir düşüş olmadığı gibi, tersine bir artış söz konusu. Bu ististiki verilerle ortaya kondu. Ancak, bu bayın entellektüel sözcülüğünün yaptığı Fransız sermaye sahipleri, daha fazla işgücü lazım diye reklam kampanyaları açmaya devam ediyorlar. Ve 2018 yılında 33 bin göçmen işçiye vize vermişer. Ve ayrıca her yıl 33 bin kalifiye iş kotasını verileceği belirtiliyor. Bir çok iş kolunda (ev temizlik işçileri de dahil) işçi açığı olduğunu dönemin çalışma bakanı açıklıyor. 9 Her yıl binlerce insanın “kaçak” olarak gelip iltica etmeleri ise bu sayının içinde yer almıyor.

Sermaye dijitalleşmeye ağırlık verirken, öbür yandan ise çalışma saatlerini uzatmak için çaba harcıyor. Neredeyse, işçilerin tüm zamanlarını çalarak, bir tek uyku saatlerini onlara bırakacaklar, onu da fabrika içinde uysunlar diyecek kadar ileri gitmektedirler. Çin’de bu uygulamanın yaygın olduğu biliniyor.10

Elbette, “işçilerin belgelerini alıp gitme zamanı geldi” diyen yalnızca burjuvazinin sözcüleri olan liberal burjuva aydınları değil, kendine komünist diyen ve hala işçi sınıfı temsilcisi olduğunu iddia edenlerde aynı söylemle yakınlık kurmaları ise, bir başka handikap. Burjuvazi, nedense, işçilere belgelerini vermiyor, tersine “daha fazla, daha fazla işgücü açığı var” diyerek, göçmen işçi çekmek için çaba harcıyor. Burjuvazi kendi karşıtı olan işçi sınıfından vazgeçemiyor. Vazgeçtiği anda kendisininde yaşayamayacağını bildiği içindir. Burjuvazi, bunu biliyor, ama küçük burjuva oportünizmi, burjuvazinin gördüğünü göremiyor.
Küçük burjuvazi, işçi sınıfını salt kol gücüyle çalışan olarak ele alınca, ideolojik olarak savrulmanın sınırı ve yönü belirsizleşiyor. Marx’ın hiç bir eserinde, “işçi sınıfı, salt kol gücüyle çalışanlar” diye tanımlanmamıştır. Özellikle kafa ve kol emeğinin içiçe geçtiği ve ikisinin de birbirini tamamladığını belirtmiştir. Marx’ın bu tanımlamasının bilinmemesi söz konusu olamaz. Ancak, sorun bilmek değil, ideolojik duruş ve dünya görüşünde netlik olmayınca daldan dala konmanın kaçınılmazlığı da kendiliğinden geliyor. 
 
Elveda Proletarya”cı Andre Gorz, Türkiye Devrimci Hareketinin tam yenilgi (12 Eylül 1980) döneminde, proletaryadan nasıl kurtulacağını bilemeyen küçük burjuva revizyonizmi ve reformizmi için teroik bir kurtuluş oldu. Tabi, ülkemizde, en başta Birikim’ci (M. Belge, Ö. Laçiner, A. İnsel vd.) tayfasını da saymamak olmaz. Onlar çok eskiden beri proletaryadan kurtulmuşlar, “yetmez ama evet”e kadar ideolojik-politik uzlaşı merdivenlerini tırmanarak, işçi snıfının dünya görüşünün tüm etkilerini, bütünüyle üzerlerinden atmışlardı. Sosyal demokrat çizgi, onlar için, kapitalizm çağında en ileri kurtuluş teroisiydi. 
 
Andre Gorz, en keskin “proletaryacıları”da etkilemişti. Etkilememesi düşünülemezdi. Bazıları Gorz’u da aşmış durumdalar. Gorz, işçi sınıfının üretim dışına atılarak etkisizleştirildiğini savunurkan, kendine komünist diyen bazı kesimler ise, işçi sınıfının “mülk sahibi” olduğunu öne sürerek, proletaryaya sınıf atlatmışlar.

Nasıl mı? İşte bir örnek!

İşçi sınıfı diyalektik tarihsel gelişme bakımından sadece işini kaybedecek veya zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir durumda değildir. Tarihsel gelişmenin tabi tezahürü de olsa, işçi sınıf artık bir eve, evinde kapitalist kullanım araçlarına ve hatta arabaya da sahip olacak düzeyde bir “özel mülkiyete” sahiptir.11 Öyle ya da böyle sendika ve sigortaya, tazminat hakkına sahiptir. Mücadelelerinin sonucu olarak belli haklara , yasallaşmış çalışma ve iş saat haklarına sahiptir. Bu işçi sınıfının kaybetmekten korkacağı birşeylere sahiptir12 denebilir ki, bu kaybetme korkusu işçi sınıfının ideolojik duruş ve fikir dünyasına da etki yapmaktadır.”13

Buna, işçi sınıfı diyalektiğini burjuvazinin dünya görüşünden okumak denir. Bir ve aynı ilişki içinde yer alan iki zıt kutubun, birinin diyalektik gelişimini (burjuvazinin) olduğu gibi kabul ederken, diğerinin (işçi sınıfının) burjuvaziye yaklaştığını söylemek, daha baştan materyalist diyalektiğin reddidir. Mao’nun söylediği gibi, çelişkinin iki kutbunu oluşturan zıtlar, bazı koşullar altında birbirine dönüşebilir. Ancak, zıt kutupta oldukları ilişkinin niteliği de değişir. Ya da Marx’ın, kapitalizm tahlili yanlıştır. Marx, “sermayenin büyümesine koşut olarak yoksullaşmanın da büyüdüğünü” söyler. Bu araştırma içinde ortaya koyduğumuz gibi, güncel tüm istatistiki veriler de Marx’ı doğruluyor. Buradaki anlayış ise; sermaye büyüdükçe işçiler de ekonomik olarak burjuvaziye yaklaşıyor. İşçi sınıfı, içinde bulunduğu somut duruma mı inansın, yoksa, kendisine “zenginsizin gözünüz aydın!” diyenlere mi inansın? Hiç kuşku yok ki, işçiler, kendi yaşamlarına göre düşünmeye devam edecklerdir. 
 
Kullanım araçları” ile ne anlatılmak isteniyor net değil, ancak, evde kullanılan “dayanıklı tüketim malları” olarak adlandırılan, buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinası, bilgisayar vb.) kastediyorlarsa, bunlar üretim araçları değil, tüketim araçlarıdır. Ve işçiler, evde kapitalist pazar için meta üretmiyorlar. Tersine, kullanım ve değişim değeri olduğu için işçi tarafından üretilmiş ve pazar için bir meta haline sokularak, patron tarafından pazarda satışa sürülen ve işçinin kendi ürettiği ve ama yabancılaştığı ürününü meta pazarından parayla satın alması döngüsüdür. Kapitalizmin geldiği aşama açısından her evde zorunlu hale getirilmiştir. Bunları, işçiler tüketmeyecek de kim tüketecek? Burjuvazi, elbette üretiklerini işçilere satacak. Çünkü toplumun neredeyse %99’u üretim araçlarından yoksunlaştırılarak işçi haline sokulmuştur. Ve az yukarıda Marx’ın (bkz. 88 nolu dipnot) “kafa-kol” emeğini aynı üretimin bir parçası görürken, Buradaki anlayış, işçiyi sadece “kol gücü”yle çalışan olarak tanımlıyor. Yani, kapitalizmin ilk yüzyılındaki işçiyi “işçi” kabul ediyor. Bu görüş, üretici güçler ile üretim tarzı arasındaki temel ilişki biçimini (sınıfsal olanı) yok saymaktan kaynaklıdır.

Marksist ustaların tersine, küçük burjuva oportünist ve revizyonist çevrelerden bu tür değerlendirmeler sıkça yapılıyor ve hatta işçilerin bir kısmına “orta sınıf”14 gözüyle bakıyorlar. Ne de olsa evlerinde “kapitalist kullanım araçları” var. Anlaşılan, bu tüketim araçlarını “üretim araçları” olarak değerlendirmiş olmalılar ki, böylesi bir değerlendirme yapabiliyorlar. Böyle bir değerlendirme; işçi sınıfını devrimci görmemektir. Böyle açıklama yapanlar, işçi sınıfının “devrimci barutunu bitirdiğini” ilan etmişlerdi. Ülkemizde bunlardan biride “Sol Parti” (önceki adı ÖDP) reformist kesimlerdir. Uluslararası alanda liberal burjuvazi ile ideolojik dostluk kuran bir çok kesim ve “okul” vardır.

Buraya Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfının ekonomik durumuyla ilgili bazı verileri aktaralım. Belki işçi sınıfını tanımak isteyenlere yararı olur. Kaynağım, DİSK Araşatırma Merkezi (DİSK-AR) 3 Aralık 2019 tarihinde hazırladığı; “DİSK Asgari Ücret Raporu, 2020 “den birkaç veriyi buraya alalım.

DİSK net asgari ücretin 3200 TL olmasını öneriyor. Devlet, 2020 yılı için, brüt asgari ücreti 2324 TL, net: 2020 TL yaptı.

Tablo-7 : Asgari Ücret Civarında Ücret Alan İşçi Sayısı (2017) (Bin)
Ücret Düzeyi
İşçi Sayısı
Toplam İşçi Sayısına Oranı
Asgari Ücret Altında
1.800.000
11,1%
Asgari Ücret Düzeyi ve Altında
6.871.550
42,2%
Asgari Ücretin %1 Fazlasının Altında
7.654.600
47,0%
Asgari Ücretin %5 Fazlasının Altında
8.360.640
51,4%
Asgari Ücretin %10 Fazlasının Altında
9.214.200
56,6%
Asgari Ücretin %15 Fazlasının Altında
9.899.440
60,8%
Asgari Ücretin %20 Fazlasının Altında
10.413.790
64,0%
Kaynak: DİSK-AR, DİSK Asgari Ücret Raporu, 2020 (PDF), sf. 17. 
 
DİSK-AR’ın bu raporu 2017 yılı için. Ekonomik krizle beraber, 2018 yılından itibaren işçilerin alım gücü daha da düştü. 2020’de (KoronaVirüsü salgınıyla) ekonomik krizin derinleşmesiyle işçi sınıfının alım gücü daha da gerilemiş olması da hesaba katılmalıdır.

Bu rapor, Türkiye’deki işçilerin durumunu net olarak ortaya koyuyor. Rapor, Çin ve Türkiye’deki asgari ücreti ABD doları cinsinden karşılaştırıyor. Türkiye’de 2016 yılında asgari ücret 484 ABD doları iken 2019’da 448’e geriliyor. Çin’de ise, 2016’da 299 ABD doları iken, 2019 yılında 352’e çıkıyor.15 İşçilerin “zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri olduğunu” iddia edenlerin bihaber oldukları sınıfın ekonomik durumu bu!

Asgari ücretin %20 fazlasının altında alan işçilerin ne kadar ücret aldıkları kolayca hesaplanabilir. Şu anda brüt asgari ücret 2324 TL. Bunun %20 fazlası, yaklaşık 2789 TL yapar. Bu brüttür. Türkiye’de “en yüksek ücret alan” işçilerin durumu bu. Tabi, bu ücretle nasıl geçinildiğini ve bununla bir işçinin nelere sahip olabileceğini o işçilere sormak gerekiyor. Ancak, aşağıda, Türk-İş sendikasının “açlık ve yoksulluk” sınırında açıkladığı, “bir çalışanın aylık maliyet tutarı” ile karşılaştırınca onun altında kaldığı görülecektir. Salt lafızda “işçi sınıfından yana” gözükenlerin, bu verilere bakarak işçilerin nasıl yaşadıklarını kolayca görebilirler.

Türk-İş’in her ay hazırladığı “açlık ve yoksulluk sınırı” raporu ise, zincirlerin üzerine yeni zincirlerin eklendiğini ortaya koyuyor. Buradan da kısaca bir kaç istatistik verelim (Mart 2020):

Bir Çalışanın Aylık Yaşam Maliyeti Tutarı 2.847 TL

Dört Kişilik Ailenin Açlık Sınırı 2.345 TL, Yoksulluk Sınırı 7.639 TL

Mutfak Enflasyonunda Artış Oranı Aylık Yüzde 3,89, On İki Aylık Yüzde 16,4416
 
MKP’nin “işçi sınıfı tanımı” başlı başına ayrı bir makale konusu olmakla birlikte, yukarıdaki alıntıda her şey ortadadır. Miterand’ın danışmanı, Andre Groz’un “elveda proletaryası”, Birikmi’cilerin teorik açılımları, Almanya’da Die Linke (Sol Parti) vb. gibi burjuva liberallerinden reformistlere kadar hepsinin birleştiği ortak bir nokta var. İşçi sınıfının hali hal değil! Baksana “hatta arabaları”17 var. Evleri18 var. “evinde kapitalist kullanım araçları var.” Haliyle, işçi sınıfı burjuva sınıfı olup çıkmış, ama bundan sınıfın haberi yok, sadece küçük burjuva oportünizmin ve kapitalizm sevici liberallerin haberi var. Anlaşılan, işçilere, “hatta arabaları ve evleri var” diye hayret edenler, işçiler için bunları lüks buldukları açık. Dünyanın nüfusu 7.7 milyar. Dünyada, trafikte olan binek (2019 yılı itibariyle) araba sayısı ise 1 milyar 200 milyon.19 Bu sayıya ticari arabalarda dahil. Dünya nüfusunun yarısından fazlası bunlardan zaten yoksun yaşıyor. Günlüğü 1-2 ABD doları altında yaşayan nüfusun 3 milyarı aştığı, burjuva basınının maşetlerinde bile yer bulabiliyor. İLO’nun 2019 yılı hesaplarına göre ise, 234 .4 milyon işçi günlük 1.90 ABD doları kazanırken, 402.3 milyon işçi ise günlük olarak 3.20 ABD doları kazanıyormuş.20 Aynı Ropor’un verilerine göre, 2004’den beri bütün dünyada reel ücretlerde gerileme yaşanıyor.

İşçiler, kapitalist toplumun üyeleri olduğu için kendi üretikleri ve kendilerine yabancılaşmış olan tüketim için pazardan satın aldıkları ve kendi ürettikleri “kapitalist kullanım araçlarını”, yaşamak için almak zorundalar. Çünkü feodal ya da bir başka toplumsal sistemde yaşamıyorlar.

Ve elbette “hatta arabaları var” diye yazanlar, her ne kadar kendilerinin “Türkiye ve Kürdistan” işçi sınıfının “temsilcisi” ilan etmiş olsada, “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olanlar” olarak Türk ve Kürt işçilerinden söz etmiş olamazlar. Çünkü bu tanımlamanın Türkye ve Kürdistan işçi sınıfına uymadığı çok açık. Eğer işçilere sorarlarsa, her geçen gün daha kalın zincirlerle mıhlandıklarını anlatacaklardır. AKP iktidarına muhalif burjuva liberallerin bile, Türkiye’li işçilerle ilgili böylesine bir tanımlamaya yanaşacaklarını sanmıyorum. Özellikle son 18 yıllı süreç için. Ama TÜSİAD saflarında ve de Erdoğan’nın “milli medyası”nda işçilerin çok şeylere sahip oldukları ve “hatta çok iyi yaşadıkları” sıkça yazılıyor. Ama “Ayşe Teyze” ekonomisinin yaratıcısı T. Güngör Uras bile böyle “refah içinde yaşayan bir işçi”yi yazamıyordu.

Asırlar öncesi sınıf durumu ve koşullarına uygun olarak yapılmış klasik sınıf tanımının günümüz koşullarındaki işçi sınıfının durumu ve koşullarıyla birebir örtüştüğü iddia edilemez.”21

Asırlar öncesi”nden kasıt, Marx-Engels-Lenin’in sınıf tanımlarıdır. Bunların eskidiğini söylüyorlar.

Sağlık sigortası, sendikal haklar, tazminat vb. gibi haklar dünde vardı ve bugünde var. Burjuvazi, bugün, işgününü uzatmak için uğraşıyorlar ve bir çok emperyalist ülkede bunu resmileştirdiler. Bu çalışmanın içinde hangi ülkeler olduğu ve nasıl olduğu anlatıldı, belgeleriyle. Ayrıca, günümüzde tazminat hakları ile sendikal haklarda alabildiğine kısıtlanmış durumda. Ve patron bir işçiyi çıkarmak istiyorsa, işçiyi “suçlu” çıkarıp, tazminatsız işten atabiliyor ve bunun yaygın bir durum olduğu açık. MKP kendi taraftarı olan işçilere sorsaydı bunu rahatlıkla öğrenebilirdi.

Referansları Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao olmayanların, işçi sınıfını devrimci olmaktan çıkarmaları da kaçınılmaz oluyor.

İşçi sınıfı içinde işçi aristokrasisi ciddi oranda büyüyerek sınıf niteliğini tartışmaya açık hale getirmiş, yeni tanımlamayı gerektirecek boyutlara ulaşmıştır.”22

Buradaki anlayış, işçilerin büyük bölümünün işçi aristokrasisi saflarında olduğunu ifade ediyor ve bu anlayıştan hareketle işçilerin neredeyse sınıf atladığını yazacaklar. Böylesi küçük esnaf değerlendirmelerini, daha çok bürokratlaşmış –Almanya’da DGB23 gibi- sendika yönetimleri yapabilir. Oysa, bu, nesnel bir değerlendirme olmaktan oldukça uzak. Çünkü kendilerinin ortaya koyduğu bir araştırma yok. Ve benim DİSK-AR’dan aktardığım tabloda da bu net olarak görülüyor. Ayrıca, işçi aristokrasisi salt bugüne özgü bir olgu değil, dün de (bkz. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, 11 Ocak 1892 tarihli Önsözü ve Lenin’in Ekim 1916 yılında yazdığı “Emperyalizm ve Sosyalizmde Bölünme”24 makalesi) vardı. Lenin’in “işçi aristokrasisi” üzerine yaptığı analizler, hala işçi sınıfı devrimcilerinin temel argümanlarıdır. O, “oportünizm işçi sınıfı içinde burjuvazinin ideolojik ajanıdır” belirlemesini boşuna yapmamıştı.

Lenin’in, 2016 yılının Ağustos-Ekim ayları arasında kaleme aldığı; “Markszimin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm”’in “Monizm ve Dualizm” bölümünde, işçi aristokrasisi için şöyle bir saptamada bulunur:

Ulusal mesele bakımından, ezen ve ezilen ulusların işçilerinin gerçek durumu aynı mıdır? Dedikten sonra devam eder.

Hayır, aynı değildir.

(1) Ekonomik olarak, aradaki fark, ezen uluslarda işçi sınıfının bir kesimi, bu ulusaların burjuvazilerinin ezilen ulusların işçilerinin fazla sömürüsünden elde ettikleri aşırı karlardan kırıntılar almaktadır. Bundan başka, ekonomik istatistikler burada, ezilen uluslara nazaran işçilerin daha büyük bir yüzdesinin ‘küçük patronlar’ olduğunu, daha büyük bir yüzdenin işçi arsitrokrasisine katıldığını göstermektedir. Bu bir gerçektir. Ezen ulusların işçileri, ezilen ulusların işçilerini (ve halk kitlelerini) yağmalamada kendi burjuvazileriyle belli bir dereceye kadar ortaktırlar.

(2) Siyasi olarak, aradaki fark, ezilen ulusların işçileriyle karşılaştırıldığında, siyasi hayatın bir çok alanında imtiyazlı bir çok yer işgal etmektedirler.

(3) İdeolojik olarak, veya manen, aradaki fark, onlara, okulda ve hayatta, ezilen ulusların işçilerinden nefret etmeleri ve hor görmeleri öğretilmiştir. Örneğin bu büyük Ruslar arasında yetişmiş veya yaşamış her Büyük Rus’da görülmektedir.25

Günümüzde de işçi aristokrarasisi var. Ancak, bunlar, işçi sınıfının çok az bir kesmini oluşturur.

Burjuva liberallerin, işçi sınıfını bölmek için bilinçli olarak “orta sınıf” diye bahsetiği şeyleri, kendini “sınıf temsilcileri” olarak görenlerde tekrarlıyor. Tabi, ortada bir işçi sınıfı yoksa siz neyin temsilcisisiniz? diye soruda hemen peşinden gelir. İşçi sınıfın artık zincirlerinden (bunun anlamı, işgücünden başka birşeyi olmayan) başka kaybedeceği şeyler varsa, o sınıf devrimci olmaktan çıkmıştır. Devrimci olmayan bir sınıfın temsilcisi olmanın da -devrimci bir parti için-, bir anlamı ve gereği kalmaz.

MKP’nin sınıf tanımı, üretim araçları mülkiyeti ve emeğin üretimdeki yerinden kopuk ve de emek-sermaye ilişkisinde emeğin yerini yok sayarak, tüketime göre (bazılarının orta sınıf olarak adlandırdığı) bir sınıf belirlemesine gitmiştir. Bu revizyonist bir tanımlamadır. 
 
Siyaset alanında –der Lenin- revizyonizm Marksizmin temelini, yani sınıf mücadelesi öğretisinin değiştirmek için gerçekten çaba gösterdi.”26

Oysa, üretim içinde emeği denetleyen, sömüren ile üretim süreci içinde kendi emeğinin (işgücünün) kullanımını meta olarak bir başakasına, yani denetleyici ve üretim araçları sahibine satanın aynı toplumsal sistem içinde aynı sınıfın mensubu değildirler. Bu, kapitalist sistemin nesnelliğinden kaynaklı işçi ile burjuvazi arasındaki temel sınıfsal ayrımdır. İşgücünü meta olarak (belli bir ücret karşılığı) satan ile bunu meta olarak alıp üretim süreci içinde kullanan kişiler aynı sınıfsal yapıya sahip olmadıkları gibi, toplumsal yapıda belirleyici olan üretim ilişkileri olduğundan, toplumsal yapı içinde de aynı konumda değildirler. Biri salt işgücünü satarak yaşarken, diğeri ise üretim araçlarına sahip olduğu için, işgücünü de kendi çıkarları doğrultusunda üretim sürecinde kullanır. Belli bir işgünü içinde İşgücünü kullanarak ürettiği ürünler işçinin değil, üretim araçlarına sahip olan kapitalistindir. Kapitalist toplumsal sistem, kapitalist üretim ilişkisi üzerinde var olur ve üretenle, üretilenlere el koyanlar arasındaki sınıf çatışması toplumsal sistemin temel (emek-sermaye) çelişkisi halini alır. Kapitalist sistemi belirleyende bu çelişmedir. Kapitalist toplumsal sisteme damgasını vuran bu çelişme çözülmeden kapitalist sistemin kendisi de çözülmez.

Lenin’de sınıf tanımı:

Büyük İnisiyatif” adlı ünlü makalesinde, sınıflar sorununu, Lenin şöyle açıklıyor:

Tarihsel olarak belirli bir toplumsal üretim sistemi içinde tuttukları yer, üretim araçları karşısındaki ve çoğu zaman yasalarla saptanıp kabul edilen ilişkileri, toplumsal emeğin örgütlenmesi içindeki işlevleri, öyleyse sahip oldukları toplumsal zenginlik payının elde edilme biçimi ve büyüklüğü ile de birbirinden ayrılan geniş insan topluluklarına sınıf adı veriliyor. Sınıflar, belirli bir yapı içinde, toplumsal ekonomi içinde tuttuğu farklı yer nedeniyle, biri ötekinin emeğini sahiplenebilen insan toplulukları oluşturuyor. 27

Lenin’in bu marksist sınıf tanımı (28 Haziran 1919), bir asırı doldurmasına karşın, eskimemiş, tersine güncelliğini korumaktadır. Çünkü Lenin, revizyonist sınıf uzlaşmacı bir anlayışını değil, sınıflara bölünmüş kapitalist bir toplumdaki sınıfsal yapıyı, Marksist dünya görüşü perspektifinden açıklamaktadır.

Bu sınıf tanımlamasından sonra devam edelim:

Ev, araba, ve ev eşyaları üretim araçları değil, işçiyi işçi yapan üretim araçlarından yoksun oluşudur. Araba vb. eşyalar günümüzde lüks değil, bir nevi yaşamın bir parçası haline getirilmiş ve burjuvazi, ürettiği arabayı, ev eşyalarını elbette işçiye satacaktır. Ayrıca bir işçinin bir evinin olması, onun üretim aracına sahip olduğu anlamına gelmediği gibi, yaşamı boyunca, yemekten içmekten ve eğlencesinden kısıp eve yatırmasıdır. Ve ev de üretim aracı değildir. Bir barınma yeri ve herkesin sahip olması gerekir. Ancak, her işçinin evi olmadığı da biliniyor. Evi olanlarda ölene kadar ev kredilerini ödediği de biliniyor. Bugün Türkiye’de her işçinin cebinde en az birden fazla banka kredi kartı vardır.28 Burjuvazi, işçiye verdiğini son kuruşuna kadar geri almak için çaba harcıyor ve onu borçlandırıyor. Borçlu olmayan işçi yok gibidir. Evine buzdolabı almak içinde borçlanır, çocuğuna bilgisayar, cep telefonu almak içinde borçlanır. Hatta çoğu genç işçilerin elinde son model ve en pahalısından cep telefonları vardır ve bunları borçla almışlardır. 
 
Nasıl mı?29

İşte Böyle: (buraya, işçilerin iş yerlerinde neler yaşadıklarını deneyimlemek için sahte belgelerle iş yerlerine girip çalışan bir yazarın Emily Guendelsberger’in notlarını, uzun olmasına karşın, işçilerin yüksek teknoloji altında nasıl çalıştırıldıklarını daha iyi anlamak için buraya alalım)

Her ne kadar (sıklıkla ekonomik olarak bunalımlı şehirlerin yıkıntılarındaki) Amazon depoları genellikle çevredeki diğer yerlere göre daha iyi ücret verseler de, sizi mahveden zaman disiplini. İş aşırı derecede tekdüze. (Guendelsberger bununla baş edebilmek için şirket politikasını ihlal ederek şapkasının içine kulaklık dikiyor.) Mola zamanı geldiğinde deponun çıkışına gelmesi o kadar uzun sürüyor ki, vardığında hemen geri dönmesi ve çalışmaya devam etmesi gerekiyor. Stresin yanında fiziksel ağrılar var. ... Amazon işçilere ücretsiz ağrı kesiciler dağıtıyor ve Guendelsberger kaç tane içtiğinin sayısını hemencecik unutuyor. Yazdığına göre bir keresinde aşağıdaki bir raftan bir eşya almak için eğildiğinde bedeni ‘isyan ediyor’. ‘Ayağa kalk, bugün yüzüncü kez ayaklarıma emir veriyorum, fakat sanki bütün istismardan bıktılar ve beynimle bağlantıyı kopardılar. Ayağa kalk seni aptal, yavaşça tekrar bir oturma pozisyonuna ulaşmak için yuvarlanana kadar beynim bağırıyor.’ Başka bir işçi ‘Ayaklarım, kıyma gibi. Daha önce sırt çantasıyla günde 20 mil çorap değiştirmeden yürüyordum ve hiç bir zaman şimdi oldukları kadar berbat görünmüyorlardı’ diye şikayet ediyor.“30

Türkiye’de, Şok süper market işçilerinin nasıl ve kaç saat çalıştıklarını yazmaya gerek bile yok. Bunlar bazı günlük gazete ve internet sitelerinde yer alıyor. Yine, Gazete Duvar’da, Pınar Öğünç’ün,31 kendi köşesinde, işçilerin nasıl çalıştıklarını, direkt işçilerin ağzından aktardıklarını (maden işçisinden sağlık emekçilerine, sahne tasarımcısından sokaklarda çöp toplayanlarına kadar) okumak, işçi sınıfının “iş yeri” denen kapitalistin cehenneminde, nasıl bir sosyal yaşama mahkum edildiği kendiliğinden anlaşılır. Üretim sürecindeki makinaların yıpranması ile üretimdeki işçinin yıpranmasının oranı aynı değildir. İşçinin fiziksel ve psikolojik yıpranması işçi için bir zulme dönüşür.

MKP, araştırma yapmadan analiz yapmış. Araştırmalarını okuyucuya sunsaydı hiç fena olmazdı. En azından böylesi bir sonuca, hangi verilerle ulaştıklarını öğrenme bahtiyarlığına sahip olurduk. Ayrıca, MKP’nin böyle bir sonuca varması, 3. Kongre’lerinde proletarya diktatörlüğüne karşı “halk iktidarı” kararı almalarının doğal bir sonucudur. Düşüncelerin de diyalektiği vardır, üretenlerin sınıfsal düşünce yapılarınının eğilimine uygun bir şekilde birbirini tamamlarlar. Bu, tam da küçük burjuva işçi aristokrasisinin düşünce yapısıdır.

Bu tür “sınıf” tahlillerini okuyunca, insanın aklına, Daniel Bell’in “ideolojilerin sonu”ndaki, A. Negri ve M. Hardt’ın “imparatorluk”32 kitabındaki “işçi sınıfının devrimciliği kalmadı” görüşleri ya da bunların “çokluk” olarak adlandırdıklarına bazılarının “prekarya” diye adlandırmaları geliyor. Oportünizmin ve revizyonizmin uluslararası bir olgu olduğu, Lenin’in deyimiyle çok net.

İdeolojilerin sonunu” getiren D. Bell gibi burjuva lieberallerine, Engels’in bir sözü var:

Öte yandansa, toplumsal bozuklukları, sermaye ve kara hiç ilişmeksizin her derde deva reçeteleriyle ve bin bir çeşit yamayla ortadan kaldırmak isteyen bir sürü toplumsal şarlatan. Bunların hepsi de, işçi sınıfının dışında duran ve daha çok ‘mektep medrese’ görmüş sınıfların desteğini arayan adamlardı.33

Elbette uluslararası alanda doğru değerlendirmeler yapan marksist-leninist partilerde var. Bunlardan biri de MLPD.

MLPD (Almanya Marksist Leninist Partisi)’nin parti programında, işçi sınıfıyla ilgili şu saptamada bulunuyor:

Uluslararası işçi sınıfı, kapitalist toplumda belirleyici ve toplumu değiştirebilen güçtür. Günümüzde işçi sınıfının başında, en ileri üretim tarzının temsilcisi ve mutlak egemenliğine sahip uluslar arası mali-sermayeye doğrudan zıt olan uluslararası sanayi proletaryası bulunmaktadır. Kapitalizmin ekonomik yapısının ilerleyen radikal değişimi, işçilerin gittikçe artan bir bölümünü, makinaların uzmanlaşmış kölesi konumundan kurtarıp, karmaşık üretim süreçlerinin çok yönlü eğitim görmüş denetleyicisi ve yürütücüsüne dönüştürmektedir. Üretim süreci, çoktandır işçi sınıfının yaratıcı gücü ve inisiyatifi sömürülmeden işleyemiyor.”34

Liberal burjuva ve küçük burjuva oportünizmine karşı marksist-leninist ve maoist dünya görüşünü savunmak, onu ileri götürmek ve geliştirmek; uluslararası proletaryanın burjuvaziden siyasal iktidarı alması için olmazsa olmaz bir mücadele yöntemidir. 
 
Devam edecek...

1 Marx, Kapital, C.I, sf. 514-515
2 Marx, age, sf. 515
3 ILO’nun 29 Nisan 2020 tarihli verilerine göre; koronavirüs salgınıyla beraber, dünyadaki işyeri toplamının %68’ini oluşturan 436 milyon orta ve küçük işletmelerin kapanma riski olduğunu ve bu işletmelerde 2,7 milyar insan çalıştığını ve bununda toplam çalışanların %81’ini oluşturuyor. Bu işletmelerin 232 milyonu toptan ve perakende, 111 milyonu imalat, 51 milyonu konaklama ve gıda, 42 milyonu ise gayri menkul ve diğer ticari faaliyetlerde bulunuyor. Bkz. www.ilo.org.global/about. 2020.04.29

4 Bkz. Marx, Kapital C.I, sf. 449, Dip Not: 98
5 Marx, C.I, sf. 538 (açYK)
6 Stefan Engel, “Küreselleşme” Tanrıların Günbatımı Uluslararası Üretimin Yeniden Örgütlenmesi, sf.115, Umut Yayımcılık.
7 Jeremy Rifkin, „Das ende der Arbeit und ihre Zukunft“ (orjinal ismi „İşin Sonu“), aktaran: Stefan Engel, age, sf.120.
8 K. Marx, Kapital C.III, sf. 695, Sol Yayınları, İkinci Baskı
10 Çin’de 2011-2018 arası, işgücü 46 milyon eksilmiş. Bu iş gücü eksikliğini gidermeye yoğun robotlaşmayla gidermeye çalışıyor. Bkz. “Çin’de robot satışları otomobil endüstrisinde yavaşlayacak”, Uluslararası Robot Federasyonu, www.ifr.org. Member blog-Nisan 2019

11 Anlaşılan, en büyük uluslararası 500 tekelin içinde yer alan bir tekel temsilcisi Ali Koç; “çocuklarımızın geleceğinden endişeliyim” derken haklıymış. Çünkü, buradaki bilgiye göre işçi sınıfı “özel mülkiyete sahip”miş(!) www.milliyet.com.tr/ali-koc-cocuklarımızın... 25.02.2015
12 Rana Plaza (Bangladeş-Dakka) yıkılması sonucu ölen 1138 işçinin ortalama aylığı 38 ABD doları kadardı. İşçilerin “zincirlerinden başka kaybedecekleri başka şeyleri varolduğunu yazanların matematik bildiklerini, ama işçi sınıfına yabancılaştıkları sonucuna varıyorum. (Ve Rana Plaza’da 250 Türk şirketi de fason üretim yaptırıyordu. www.wsj.com/22.05.2013/ by Ayşegül Akyarlı Güven). (Bkz. Yusuf Köse, Tarihi Yapan Sıradışı Kadınlar, 26.11.2018. www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/tarihi-yapan-siradisi-kadinlar
13 MKP 4. Kongre Kararlarının Teorik Açılımı, “Sınıfın Tanımı Üzerine” başlıklı bölüm, sf. 56. (açYK)
14 Çin’de “aristokrat işçi” tanımına bir örnek: Çin’in uluslararsı telekomünikasyon tekeli Huawei şirketinde muhasebeci olarak çalışan Li, yılda büyük şehirlerde çalışan bir işçinin yaklaşık 4 katı (40 000 USD) kazanıyor. Bütün yaşamı “iş”le geçiyor. İş kendisine başka bir hayat bırakmıyormuş. “Bu parayı almak için dört kişi kadar çalışmanız gerek”diyor. İşte aristokrat işçinin hali. Ve büyük ihtimalle sonu deprosyon vb. (FT adına röportaj yapan, Wang Xueqiao ve Tom Hancock, 17 Ocak 2019. www.ft.com/content

15 Ayrıca bütün ülkeler için bkz. www.tradingeconomics.com/china/minimum-wages
17 “Yeni nüfus bilgileriyle kişi başına tüketici kredisi borcu 4817 TL olarak gerçekleşti. Bu borcun yarısı konut ve taşıt kredisi için kullanılırken, 202 milyar TL’si diğer ihtiyaçlar için kullanıldı.” (Toplam ihtiyaç kredisi borcu 395 milyar TL. Veriler 2018 yılına ait. YK) Birgün gazetesi, 02.02.2019
18 DİSK-AR’ın “Türkiye İşçi sınıfı Gerçeği” 2017 araştırmasına göre, Türkiye genelinde ev sahibi olan işçilerin oranı %44, ev sahibi olmayan işçilerin oranı ise %56. Türkiye genelinde ise ev sahibi oranı %60,4. Bölgelere göre ise Batı’da ev sahibi işçi oranı %38, Doğu (Kürdistan)da ise bu oran %66 gibi yüksek bir rakam.
19 www.adac.de/27.02.2020 Buraya eklemek gerekiyor, Gelişmiş AB ülkelerinde arabası olan sadece yüksek sayılabilecek işçiler değil, işsizlik ya da sosyal yardım alanlarında arabası olabiliyor. Ve Almanya’da asgari ücretle çalışanların arabası olduğuda bilinen bir gerçek. Ve büyük bir çoğunluğu kullanılmış ve bir kaç el değiştirmiş arabadır.
20 World Employment and Social Outlook-Trends 2020, sf.35. www.İlo.org
21 MKP, agb, sf. 54
22 MKP, agb, sf. 55.
23 DGB: Alman Sendikalar Birliği
24 Lenin, Emperyalizm, sf. 209, Sosyalist Yayınlar, Şubat 1995.
25 Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, sf. 63, (açL) Koral Yayınları, Ocak 1977.
26 V.İ.Lenin, Marksizm ve Revizyonizm, sf15, Günce Yayınları, 1. Baskı 1975
27 Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, sf. 530-531, Sol Yayınları, Birinci Baskı
28 Almanya’da, hiç bir yerde çalışmayan ve sadece sosyal yardımla geçinen işsizlere, bir çok bankanın 5 bin Avro’ya kadar kredi verdiği biliniyor. Yine, aynı şekilde, dayanıklı tüketim mallarını (buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın vb.) büyük süper marketler aylık taksitlerle (işsiz ve sosyal yardım alanlarada) verdiği biliniyor. “Kapitalist kullanım araçları”na sadece çalışan ve “yüksek ücret” alan işçiler değil, işsizlerde sahip. Net 1100-1200 Avro civarında ücret alan bir işçi, orta düzeyde sıfır bir otomobil alabiliyor. Banka bu krediyi karşılıyor. Yine, net 1500-2000 Avro alan bir işçi taksitle ev alabiliyor ve banka bu maaşa ev kredisi verebiliyor.
29 “BBC’ye göre, bir e-ticaret şirketi için profesyonel bir programcı olan Li Zhepeng, 996’daki işi için ayda 3.500 Yuan aldı. Bu, net olarak, saatte sadece 1.60 Avro demektir.” www.techkou.net/kultur/996-protest/09 Nisan 2019. Erişim: Nisan 2020
30 Gabriel Winant, “Alogoritma eğemenliğinde yaşam”, www.sendika63.org./2020/04/. Erişim: 2020-05-02
31 Bkz. Pınar Öğünç, www.gazeteduvar.com.tr
32 Yusuf Köse, “Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi”, sf. 279, El yayınları 2005.
33 Engels, Komünist Manifesto, sf. 33, Önsöz, Aydınlık Yayınları, Birinci Baskı Mart 1979
34 MLPD Parti Programı, sf. 16, türkçe basım.