10 Temmuz 2013 Çarşamba

BİR FIRTINA DAHA GEREKLİ
















BİR FIRTINA DAHA GEREKLİ







Biz,  gül de sunarız, gülden anlayanlara. Karanfil de uzatırız, karanfilli olanlara. Lakin, diğer yanağımızı uzatmayız kanlı ellere, uzanır ellerimiz hançere.






Yusuf KÖSE


Tarih, kitlesel fırtınalar yüzyılına evrildi. Zaman zaman durağan gibi gözükse de tarih, güç topluyor, enerji biriktiriyor, deneyimlerini sıraya koyarak kendi yaratıcılarına yol gösteriyor.

Küresel burjuvazinin küresel kapitalizmine karşı halklar sokakları işgal ediyor. Çünkü özgürlük sokaklarda aranır. Şehir denen dört duvar arasına sıkıştırılan halk; fabrikalarda makinelerin birer dişlisi, okullarda sermayenin tahsildarı, düzen ikamecisi, bürolarda kapitalizmin biyonik insanı olmayı ve toprağından kovulmayı reddediyor. 

Sokakları zapt eden kitleler, ne sultanlar, ne krallar, ne şahlar, ne  paşalar, ne de sermayenin kravatlı soytarılarını takıyor. Bir sel olup akınca, önüne gelen bütün pislikleri yer yüzünden atarcasına, adeta uzayın karanlık deliklerine süpürüyor.

Halkların sokaklarda, meydanlarda verdikleri savaş sınıf savaşımıdır. İşçi ve emekçilerin burjuvaziye karşı baş kaldırısıdır. Ki, kitleler,  eskiyi yıkmadan yeniyi kurmanın da mümkün olmadığını öğreneceklerdir.

Kırlangıç fırtınası gibi, kitle fırtınaların biri bitmeden diğeri başlıyor. Burjuvazi ve gericilikten aman dilemeden yoluna devam ediyor. Ayaklanmalar sıraya konulmuş gibi. En yoksul ülkelerden sermayenin yoğunlaştığı emperyalist ülkelere kadar, her yerde işgaller, sokak gösterileri ve direnişler var. Tunus’da başlıyor, bir Kuzey Afrika turu yaptıktan sonra diğer ülkelere sıçrıyor ve tekrar başladığı yerlere geri dönüyor. Tamamlayamadığını, adeta bitirmek ister gibi yeniden Mısır’a dönüyor. Ve insanlık tarihinin pek tanık ve de alışık olmadığı bir kitlesellikle, dev piramitler misali yükselerek, sınıfının TAHRİR’ine akıyor. Halk benim! Benim sözüm geçer! diye haykırıyor. Kadim Mısır halkı, kendi kadim tarihine yakışanı yapıyor.

Özgürlük dövüşülerek kazanılır ve bedel ister özgürlük.  Gerisi ise kitleleri oyalama, pasifize etme ve susturma taktikleridir. Gerçek özgürlükler işçi sınıfının kızıl bayrağı altında yaşam bulur. Burjuvazinin sınıf sembolleri, halkın esaretini gizlemenin örtüleridir.

31 Mayıs’ta ayağa kalkan Türkiye halklarının Haziran Ayaklanması daha bitmedi. Sokaklarda, meydanlarda soluklanma, güç toplama, mücadelenin kendine kazandırdığı deneyimlerini sentezleme ve yendien saldırmak için örgütlenme aşamasına girdi. İçten içe kaynıyor. Ufak ufak vuruşlarla düşmanını sınıyor, onun zayıf noktalarını yokluyor ve kazandığı sokakları geri vermek istemiyor. Bu gidiş, öncekinden daha güçlü yeni bir fırtınanın ön hazırlıkları gibi. İlk vuruşta düşmanına ağır bir darbe indirdi ve onu yaraladı. Düşmanı artık eskisi gibi güçlü değil. Onu ilk gücünden düşürdü. Şimdi halk, daha güçlü bir vuruşla düşmanı yenmenin hazırlığını yapıyor.

Düşman da boş durmuyor. Sıkıştıkca daha fazla saldırıyor, yeni yeni baskı yasaları çıkarıyor. Ne var ki, kitleler eski kitle değil. Korku duvarı yıkıldı, şimdi korkma sırası AKP ve arkasındaki sermaye güçlerinde.
Bazıları, yeniden sermayenin kemalist cumhuriyetine dönmenin hesaplarını yapıyor. Kendine “komünist” diyen bazıları ise, komünizmin adını lekelercesine, sermayenin bu kesmine göz kırpıyor, kemalist milliyetçi şovlarla kitleleri afyonlamaya ortak oluyor.

Türkiye halklarına bir fırtına daha gerekli. Halk, Haziran Muharebesi’nden yenik ayrılmadı, ama, tam olarak da kazanamadı. Yengi için yeni bir saldırı fırtınasının daha olması gerekiyor. İkinci saldırı dalgası, sermayenin zorla getirip halkın karşısına diktiği, dinci ılımlı cumhuriyetin 'sultan bozuntuları'nı da yıkacaktır. Ve bundan sonra, sermayenin, ne 1. cumhuriyeti ne de 2. Cumhuriyeti bir daha eskisi gibi olmayacaktır. İşçiler ve emekçiler, kendi cumhuriyetlerini kurmak için mücadeleye devam edecektir.

Nihai zafer için ise, daha çok muharebeler gereklidir. Mutlaka o da bir gün kazanılacaktır. Yeter ki, dipten gelen dalganın közü küllenmesin!
***10.07.2013


 






6 Temmuz 2013 Cumartesi

KİTLELER DEVRİMCİLEŞİYOR



  


Haziran Ayaklanması Üzerine Bir Değerlendirme 3. Bölüm


KİTLELER DEVRİMCİLEŞİYOR


Yusuf KÖSE

İşçi sınıfı partisi, bir ayaklanma örgütlediği ve önderliğinde kitleleri ayaklandırdığı zaman, direkt burjuva siyasal iktidarı yıkmak ve yerini sosyalist iktidarı kurmak için yapar. Ve kitleler, (özellikle de öncünün dayandığı işçi sınıfının büyük bir bölümü) ayaklanmaya hazır değilse, devrimci partinin programını büyük ölçüde kabul etmemişse, burjuvazi ile prolaterya arasındaki çelişkiler tam olgunlaşmamışsa, kitlelerin hala, öncü konusunda teredütü varsa, öncü, kitleleri, kaybedeciği bir eyleme süremez, sürmemelidir. Kitleleri, sonu yenilgiyle biteceği daha baştan belli olan bir savaşın içine sokmaz. Daha baştan yenilgiyle bitecek bir ayaklanmaya kalkışmak, öncüyü kendi kitlesinden koparır. 

Bazı anlayışlar, ayaklanma ile genel grevi aynılaştırdığından, işçilerin genel greve gitmesine karşı çıkıyor. Genel grev bir ayaklanma olmadığı için, burjuvaziyi yıpratmak ve işçi sınıfı ve onun partisini güçlendirmek için genel greve, koşulları varsa baş vurulur.

Bu bağlamda, Lenin, “ayaklanma bir sanattır” derken, bunu şöyle açıklar:
İşte birinci nokta. Ayaklanma, halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir. ... 

“Ancak, bu koşullar yerine geldikten sonra, ayaklanmayı bir sanat olarak görmeyi kabul etmemek de marksizme ihanet etmek, devrime ihanet etmek demektir.”[1]
 
Özellikle ayaklanma, isyan vb. gibi, direkt devletin şiddetine yönelen  geniş kitle hareketlerinin, sınıf çelişkilerini ve buna bağlı olarak da, genel anlamda ezen-ezilen, özel olarak da burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmeleri keskinleştirici bir rolü olduğu bir gerçektir. 

Türkiye’de kitlelerin isyanı, çok geniş bir kesimi içine çekmiş, ateşi kısmen sönmesine karşı, değişik biçimlerde devam etmekte, geceleri parklarda forum, sokaklarda ise tecere-tava sesli protestolarla devam etmektedir. Bu isyana, karşı olan bir kesim olduğu gibi, çekimser kalan, katılmayan önemli bir kitlenin de olduğu bilinmeldir. Genelde; ilerici, demokrat, laisizmden yana, Kürt-Türk kardeşliğini isteyen, cinsiyetinden ve cinselliğinden dolayı dıştalanan, baskı gören ve ayrımcılığa uğrayan, Kemalist cumhuriyetten yana ve dini baskılar altında yaşamak istemeyen siyasal düşüncelere sahip kitleler bu eyleme katılmıştır. Ayaklanma içinde yer alan genç kitlelerin büyük bir bölmünün partisiz olması ya da hiç bir siyasal örgüte bağlı olmaması sorunun özünü değiştirmiyor. 

Kitle ayaklanmalarının öndersiz olması, onun, ayaklanmasına neden olan politikayı geri püskürtmede en büyük dezavantajıdır. Yani, taleplerinin tam olarak gerçekleşmesini sağalayamayabilir. Haziran ayaklanması için de bu söylenebilir. Egemen sınıflar, baskıcı politikasından biraz geri adım atacaktır. Ama, kitlelerin istediği, özgürlük, demokrasi ve adaleti de gerçekleştirmeyecektir. Bunların gerçekleşmesi, demokratik hak ve özgürlükler üzerindeki baskı ve yaptırımların (yasal-yasal olmayan) kalkması demektir. 

Haziran Ayaklanması’nı, Tunus, Mısır[2] vb. Kuzey Afrika ülkelerinde olanlarla kıyaslandığında, oradaki ayaklanmalar uzun sürmüş, ve daha kanlı geçmiştir. Özellikle Mısır’daki halk ayaklanması oldukça kanlı geçmiş ve üç ayı aşkın bir sürece yayılmış ve Erdoğan’ın “laik” görünümlü bir benzeri Mübarek istifa ettirilmiş ve tutuklanmıştır. Türkiye’de bu gerçekleşmedi. Ayaklanan kitlelerin birinci talebi, hükümetin ve Erdoğan’ın istifasıydı.

Yazının içinde de bir çok defa tekrarladığım gibi, bu tür ayaklanmaların uzun sürmesi, kitlenin kendi örgütlenmesini yaratacağı gibi, kendi alternatifinin de yaratır. Haziran Ayaklanması”nın ne yazık ki, kendi alternatifini yaratamadan hızı kesilmiştir. Hızın kesilmesinde devletin yoğun şiddet kullanması neden olarak görülebilir, ancak, Mısır ile kıyaslandığında, oradaki şiddet ve ölümler ile buradaki şiddet ve ölümler aynı tutulamaz. Elbete, bu iki ayaklanma arasındaki kıyaslama, sorunun anlaşılması açısındandır. Kitlelerin küçümsenmesi ya da Haziran Ayaklanması’nın görkemine gölge düşürmek amaçlı değildir. Her ayaklanma kendi özgülünde ve içinde taşıdığı çelişkiler bağalamında değerlendirilir. 

Devlet, her zaman, kitle hareketlerinin içeriğini boşaltmaya çalışır ve öncelikle de hareketi zayıflatmaya ve bastırmaya çalışır. Bastırmayı çok şiddetli yapabileceği gibi, daha az şiddet kullanarak da yapar. Bunu belirleyen kitlelerin talepleri ve hareketin boyutu ve kararlılığı ve kitleleselliğiyle yakından ilgilidir. Direkt devlet iktidarına yönelmediği sürece, şiddetin boyutunu mümkün olduğunca geri düzeyde tutmaya çalışır. Ve de az ölüm olayının yaşanmasına dikkat eder. Ne zaman ki, hareket kontrolden çıkar ve direkt burjuva devletini hedef aldığında, hareketi bastırmak ya da kontrol altına almak için burjuvazi yığınsal katliamı dahi göze alır ve uygular. Sermaye, iktidarını kaybetmemek için sonuna kadar savaşır.

Denebilir ki, “bu mu az”. Ancak, yüzlerce ölünün ve katliamların olduğu bastırma hareketlerinde olduğu bilinmelidir. Kürdistan’da bunu sıkça yaşadık. Yine başka ülkelerde, burjuvazinin ne gibi katliamlar yaptığını biliyoruz. Ayrıca, bu ayaklanma sadece Kürdistan illerinde ve bu boyutta olsaydı, vahşetin ve katliamların boyutu daha farklı olurdu. Bu katliamları Türk devleti, Türk halkına “anlatabileceğini” düşünür. Ancak, İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerdeki katliam, daha büyük ayaklanmaları, ayaklanmanın genişlemesini ve de kitleselleşmesini de tetikleyebilirdi. 

Ancak, kitleler daha uzun bir çatışmayı göze alacak durumda da değillerdi. Ayaklanma, durması gereken yerde durdu ve küçük burjuva reformist kesimler, şimdi değişik şekillerde soğutma çalışması yapıyor. “sükunet”, “itidal”, “demokratik çerçevede”, “polise karşı koyma” vb. adı altında, kitlelerin boyun eğmesinin yolu döşeniyor. Devlet, baskı, şiddet ve her türlü haksızlığı yapar, kendi yasalarına dahi uymaz, ama kitlelerin yasalara uyması ve “uslu” olmaları istenir. Burjuva ikiyüzlülüğü...

Haziran Ayaklanmasının, kendiliğinden ve örgütsüz olması, devrimci ve komünist örgütlenmelerin zayıflığı ve kitleler üzerindeki etkilerinin düzeyi dikkate alınırsa, kısa sürede ateşinin düşmesi de normaldir. Örgütsüz kitle ayaklanmasının ömrü uzun olamaz. 

“Duran insan” eylemi, bir önceki aşamaya göre elbette, pasif ve geri bir eylem biçimidir. Ancak, iyi değerlendirilirse, devrimci örgütlenmelerin kitleler içinde güç kazanmasını getirebilir. Aynı zamanda, parklardaki tartışma ve forumlar, kitlelerde demokrasi bilincinin gelişmesine, kendi haklarına sahip çıkma ve koruma bilincinin gelişmesini de beraberinde getirebileceği gibi, devrimcileşmesini, devrimci örgütler ile daha bir yakınlık kurmasını sağlayabilir. 

Bu eylemler “pasif”” diye katılmamak ya da örgütlememek, sol sekter bir yaklaşım olur. Kitlelerin örgütlenmesine hizmet edebilecek her türlü örgütlenme ve çalışma biçimi en iyi bir şekilde değerlendirilmek durumundadır. Bu eylem pasif olmasına karşın, hiç bir eylem olmamasından çok çok ileri bir durumdur. Bu nedenle, bunu yaygınlaştırmak, küçük burjuva reformist[3] anlayışın kitleler üzerindeki etkinliğini yıkmak ve daha ileri düzeylere çekmek gerekiyor. Büyük direnişler küçük direnişlerin ve birikimlerin toplamıdır. “Duran insan” eylemlerini, kitlelerin ateşini soğutma eylemi olmaktan çıkarmak için, bu tür eylemleri geliştirmek ve yaygınlaştırmak ve örgütlemekle olabilir. Ve onun içinde daha farklı kitle eylemleri de çıkabilir. Kitlelerin politikleşmesini ve örgütlenmesini sağlayacak her mücadele biçimi kullanılmalıdır.

Forumlara katılan kitlelerin Lice olayını kınaması, protesto etmesi, Kürt işçi ve emekçilerin acılarını paylaşması, halkların kardeşliği açısından önemli bir olayadır. Bu da, ayaklanmanın, sosyal şovenizme ve ırkçılığa önemli bir darbe vurduğunu gösteriyor.

KİTLELERİN ÖĞRETTİKLERİ ve ÖĞRENDİKLERİ

Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve dalga dalga bütün Türkiye’yi kapsayan Haziran Ayaklanması ile birlikte Türkiye’de devrimci durum doruğuna çıktı. Ondan önce devrimci durumda yok denebilecek kadar çok az bir gelişme vardı. Ancak, bir kıvılcımla beraber, kitlelerin ayaklanması, bir devrim durumu ortaya çıkardı. Fakat, ayaklanmanın kendiliğinden olması, kitlelerin örgütsüzlüğü ve kendine komünist diyen örgütlenmelerin ayaklanan kitleler içinde etkinliklerinin oldukça cılız olması, bu devrimci durumu bir devrime çevirmeye yetmedi. Hatta, eğer örgütlü bir kitle ayaklanması olsaydı, talepler daha ileri ve net olacağı gibi, taleplerin alınması ve kabul ettirilmesi daha kolay olabilirdi. Burjuvazi iyice köşeye sıkıştırılırdı. Elbette, her devrimci durum bir devrime yol açmayabilir. Bu ayaklanma özelinde de, öncesi ve sırasındaki öznel ve nesnel durumlar, bir devrim durumunu doğuracak koşullardan uzaktı.

Varsayımlardan hareket edersek, bu ayaklanmaya işçi sınıfı iş bırakarak güçlü bir şekilde yer alsaydı ve bunun yanında Kürt halkı da aktif olarak (kendi serhildanlarına katıldığı gibi) katılsaydı, gelinen noktanın halklar lehine daha olumlu sonuçlar doğuracağı gibi, Kürt halkı ile Türk halkı arasındaki kardeşlik bağlarının güçlenmesini beraberinde getirebilirdi. 

Olaylar, Marksizmin öğretileri doğrultusunda gelişti. Marksizmin kapitalist sistemi analizi/çözümü ve sınıf mücadelesi teorisi, bu halk ayaklanmasıyla bir kere daha doğrulandı. Bazılarının iddialarının tersine, bu gelişmeler, sınıf çatışmasının ta kendisidir. Bu, burjuvazi ile proletarya arasındaki bir mücadele ve karşılıklı olarak onların yanında yer alan müttefiklerinin savaşımıdır.

Haziran Ayaklanması, kitlelerin eskisi gibi yönetilmek ve yaşamak istememesi üzerine çıktı ve  burjuvazi de kitleleri yönetemeyerek siyasi bir krize girdi. AKP’nin hala hükümette kalması, ortada bir siyasi kriz olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, kitleler eski korku çemberini parçalayarak, yeni bir sürece girmiştir. Sokaklara ve meydanlara dökülerek devletin silahlı güçleriyle çatışmayı göze alan kitlelerin, doğru ve bilinçli bir proletarya önderliğinde neler yapabileceğini de bir kere daha, görmek istemeyenlere göstermiştir. 

Öte yandan, ilkelerin, birebir kitle hareketlerine uymasını beklemek, dogmatik bir yaklaşım olur. Kitleler ilkelere değil, ya ilkeler kitlelere uymak ya da onların hareketinden yeni ilkeler çıkarmak gerekiyor. Buradan çıkacak bir sonuç; kitle hareketlerinin devrimci bir önderlik altında hareket ettiğinde, ve böylesi süreçlerde, öncünün iyi bir örgütlenmeye ve önderlik etme yeteneğine sahip olduğunda, toplu ayaklanmayla iktidarı alabileceğinin bir kere daha ispatı olmuştur. 

Küçük burjuva reformistlerin tersine, marksistler, sınıfın ve elbette sınıfla beraber insanlığın kurtuluşunun proletarya devriminden geçtiğini bilmektedir. Küçük burjuva oportünizmi, kapitalizmin küçük reformlarla dönüştürülebileceğini hayal etselerde, onlar, burjuvazinin sınıfsal karakteristiğinin ayrımından uzak oldukları gibi, kitleleri de bu tür yalancı hayallerle oyalamaya devam etmenin uğraşı içindedirler.

Özellikle işçi sınıfı içindeki çalışma ve işçilerin örgütlenmesi, devrimin gerçekleşmesi ve başarıya ulaşması için olmazsa olmazlardan biridir. İşçilerin örgütlü bir şekilde böyle bir savaşın içine girmeleri, daha baştan burjuvaziye büyük bir darbe vurmuş olacaktır. Burjuvazinin tüm hayat damarlarını kesecek, onları kendi kaderleriyle ve de silahlı güçleriyle başbaşa bırakacaktır. Savaşın ilerlemesi ve geniş yığınların bu savaşın içine çekilmesi durumunda ise, burjuvazinin ordusu içinde de ciddi çatlaklar olacak, askerlerin önemli bir bölümü burjuva saflarını terk ederek kendi sınıfının yanında yer alarak bütün burjuva ve gericiliğin kötü miraslarını da süpürüp atarak yeni bir dünya kuracaklardır.

Başta, emperyalist ülkelerde olmak üzere, bütün ülkelerde, “özel ordu” kurmaları, burjuvazinin halk çocuklarından oluşturduğu orduya güvenmemesinden ve bir devrim anı sırasında bunların saf değiştireceğini bilmesinden kaynaklanıyor olmasındandır.

Bu ayaklanma, kitlelere, kendi güçlerinin ne olduğunu gösterdiği gibi, onlara örgütlenmenin gerekliliğini ve zorunluluğunu öğretmiş ve öğretecektir. Bu hareket, aynı zamanda, kitlelerin politikleşmesini sağlamıştır. Özellikle, ayaklanma süreci boyunca AKP ve şefinin kitleleri tehdit etmesi, kitlelerin geri çekilmesini değil, daha yoğun ve kararlı bir şekilde eylemlere katılmasını sağlamıştır. Düzene baş kaldırma da, düzenin kitlelere verdiği korkuyu yenerek başlar. Bu ayaklanma da, kitlelerin kendi üzerlerine, devlet tarafından serpilen ölü toprağını atmalarına bir vesile olmuştur.

Kitleler üzerindeki korku duvarı yıkılmış ve psikolojik üstünlük kitlelere geçmiştir. Parklarda Durma eylemi bunun bir ifadesidir. Kitleler, demokratik eylemlerinin bilincine varmışlar, anayasal, toplantı ve gösteri haklarının bilincinde olarak hareket ediyorlar. Bu nedenle de polisin parklardaki forumlara müdahalelerine karşı mücadele ediyor ve tavır koayabiliyorlar. Bu da, kitle hareketinin, ilk zamanlarda ki gibi daha aktif olmasa da bitmediğini ve gelişebileceğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. 

Ayrıca, sınıf bilinçli proletarya örgütü tarafından böyle bir ayaklanma örgütlenebilseydi ya da önderlik onların eline geçebilseydi, elbette gelişmeler ve ayaklanmanın içeriği de daha farklı olacaktı. Böyle bir ayaklanmayı örgütleyen proletarya örgütü, doğal olarak direkt burjuva devletini yıkma ve sosyalist devleti kurma amaçlı hareket edecekti. Bu da, ayaklanma yapmadan önce her şeyi, ince eleyip sık dokumaktan geçiyordu. Bu ayaklanma’da, ne öncesinde ne de ayaklanma anında böyle bir durum, örgütüyle, ayaklanan kitlelerin talebiyle bir ilişkisi yoktu. Daha doğrusu hiç bir devrimci ve komünist örgütlerin böyle bir ayaklanmayı ön görmedikleri de bilinen bir gerçek. Ayrıca, böyle bir ayaklanmayı örgütleyebilecek bir örgütlülük de söz konusu değildi. 

Türkiye ve Kürdistan’daki önemli bir polis gücünü,  başta İstanbul olmak üzere Ankara ve İzmir’e yığan devlet, buna rağmen kısa süre içinde halk hareketini bastıramadı. Devlet, ayaklanma karşısında polis gücüyle baş edemeyince, jandarmayı kitlelerin karşısına çıkarmak zorunda kaldı. Devlet, mümkün oldukça askerle halkı karşı karşıya getirmek istemiyordu. Ancak, polisin vahşice saldırıları, kitleleri durdurmaya yetmemesi üzerine jandarma devreye sokuldu. Böylece, M. Kemalin askerlerinin kimin yanında olduğunu da belli bir kesim görmüş oldu. Bazı kemalist TV yayınları “jandarma içişlerine bağlı” diyerek, orduyu korumaya çalışsa da, jandarma ile kitlelerin karşı karşıya gelmesi, jandarmanın kitlelere su sıkması; “bizim asker en büyük asker” sloganları atanlarda bir hayal kırıklığı yarttı. Bu gelişme de, ordunun “bizim asker”, yani halkın askeri  olmadığını kitlelere, en azından, bilmeyen bir kesime göstermiş oldu ya da soru işaretleri bırakmasına yaradı.

Burada, ayaklanmaya katılan kitlelerin Türk bayraklarını ve M. Kemal’in resmini taşımaları ve bir kısmı “M. Kemalin askerleriyiz” demeleri, devrimcilerin, en azından komünistlerin “kemalizme yaklaşımı değişmeli mi” sorusu gündeme gelebilir ve nitekim Korkut Boratav’da[4] ”değişmeli” demiş. 

Aslında, kemalizme yaklaşım da, devrimci ve komünist kesimler içinde ikili bir yaklaşım var. Bir kısmı kemalizmi anti-emperyalist görüyor ve Kaypakkaya çizgisini izleyenlerde anti-emperyalist değil, “karşı-devrimci” değerlendiriyorlar. Kemalizm hayranlığı, küçük burjuva devrimciliğinin handi kapısı olarak hala gündemde durmaktadır. Böylesi bir yaklaşım kendi içinde sosyal şovenizmide hala canlı tutabilmektedir. Sosyal şovenist yaklaşımlar Kürt hareketi iledirekt karşı karşıya gelişte kendini açığa vuruyor. Kemalizm konusunda, tutarlı bir sınıf tavrı belirleyemedikleri için, böylesine eklektik bir yaklaşım dönüp dolaşıp ayaklarına dolaşıyor. Ve bu reformist kesimler, CHP gibi egemen sınıf kliği bir parti ile  “ittifak” yapmakta bir sakınca görmüyorlar.

Kemalizm konusunda burjuva devletin hassasiyeti, sınıfsal çıkarlarına denk düştüğü için anlaşılabilir. Ancak, küçük burjuva oportünistlerin, bir taraftan kemalizm sopasıyla ezilirken, bir taraftan da ona hayranlık beslemelerini anlamak oldukça zor.

Sınıf bilincinden yoksun kitlelerin, M. Kemal hayranlığı ya da Türk bayrağı hayranlığı çok doğal. İnsanlar, daha ana okulunda, “ne mutlu Türküm”, “bir Türk dünyaya bedeldir” Türkçülük, M. Kemal ve bayrak hayranlığı ile büyütülüyor ve eğitliyor. Ve bunun karşısında ise, sınıf bilinçli hareketin gelişmemesi, kitleler içinde güçlenememesi nedeniyle işçi ve emekçileri kendi sınıf bayraklarına sahiplenememişlerdir. Bunun da uzun bir sürece yayılması ve kitlelerin daha bir çok  büyük sınıf savaşına gire çıka gerçekleri öğrenecekleri gerçeği vardır. En iyi öğretmen kitlelerin kendi sınıf mücadeleleri deneyimidir. 

Türk bayrağı ve M. Kemal, işçi ve emekçilere karşı burjuvazinin beyaz bayrağıdır. Bu kitlelere anlatılmalıdır. Ancak, yürüyüşler ve mitinglerde kitleler bu sembolleri taşıyorsa, buna karşı da sekter bir tavır alınmamalıdır. Bütün bunların karşısında, devrimci ve komünistlerin kendi bayrakları vardır. Proletaryanın kızıl bayrağının yerine, “ne yapalım kitleler burjuvazinin bayrağını istiyor ve taşıyor” diyerek, burjuvazinin beyaz sınıf bayrağını taşımak, kitlelerin geri yanlarıyla uzlaşmak, daha baştan savaşı kaybetmek olur.

Bazı küçük burjuva reformistler, kitlelerin Türk bayrağını taşımasını ve kemalist söylemleri öne çıkarmasını, kitleleri “kazanma” adına, onların gerici yanlarıyla daha fazla uzlaşmaya gideceklerdir. Bunların, kemalizme yaklaşımlarının en geri kitleler düzeyinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunların düşünceleri, kemalizme karşı dün neyse bugünde aynıdır. Ulusalcı damarları, proleter düşünce damarlarından daha fazla öne çıkacaktır. Bunlar, AKP’ye karşı CHP gibi egemen sınıf partileriyle kol kola girmekte bir beis görmeyeceklerdir. Küçük burjuvazi, tarihi boyunca, kitleleri egemen sınıflar arası dalaşmada, birinin etki alanından alıp diğerinin etki alanı içine girmesini savunmuşlar ve pratikleriyle de buna ön ayak olmuşlardır.

Nerede olursa olsun devrimci ve özellikle de komünistlerin sınıf perspektifini kaybetmeleri, kabul edilebilecek bir durum olamaz. Bu bir sınıfsal ilkedir. Burjuvazi nasıl ki, devrimci ve komünistlerin sembollerine karşı aktif bir tavır alıyor, onları her fırsatta kitlelerden teşhir ve tecrit etmeye çalışıyorsa, devrimci ve komünistlerin görevleri de burjuvaziye aynı ilkeli tavrı almak olmalıdır.

Bütün burjuva gerici çevreler (iktidarı ve muhalefetiyle ve hatta bir çok küçük burjuva reformist kesimiyle), “marjinaller”, “illegal örgütler” diyerek, kitleleri korkutmaya çalışmaları, kitleler ile devrimci örgütleri birbirinden ayırmak istemeleri ve devrimci ve komünistleri tecrit etme politikaları ne yeni ne de son olacaktır. Onların en büyük korkuları, kitlelerin devrimci ve komünist önderlikler altında örgütlenmeleri ve hareket etmeleridir. Çünkü, böylesi bir durumda burjuvazinin işi hiç de kolay olmayacaktır.

Küçük burjuva reformistlerini “üzen”[5] bir nokta da; devrimci ve komünist örgütlerin bayrak ve flamalarının kitleler içinde dalgalanması. Bu konuda, burjuvazi ile aynı ağızdan devrimcilere saldıryorlar. Sanki, kitlelere baskı uygulayan devrimciler! Ya da iktidar sahibi bu örgütler! Oysa, reformistlerimiz  AKP’nin politikalarına, “yetmez ama evet” diyerek, kitleleri, faşist AKP’nin politkalarının peşine takmaya davet ederlerken, devrimci ve komünistler bu kirli oyunlara karşı kitleleri uyarıyorlardı. Bu tür tavır ve anlayışlar; ya burjuvaziyi sınıf olarak tanımıyorlar ya da tanıdıkları halde kitlelere yalan söylüyorlar. İkinci şıkkın daha ağır bastığını söylemek, haksızlık olmayacaktır.

Burada, hemen belirtmek gerekiyor ki, bu ayaklanmada sanatçıların sanat gücü kendini belirgin bir şekilde ortaya koymuştur.  Sanatçı ve aydınları yanına almış devrimci bir kalkışmanın önemi ve gücü de kendiliğinden ortaya çıkmıştır. 

Ve gelinen süreçte, hiç bir komünist hareket çevre sorunundan uzak duramaz, doğanın tahribatına karşı duyarsız kalamayacağı gibi, bu konuda daha aktif mücadeleler etmek ve sosyalist devletin doğaya yaklaşımıno ortaya koymak, bunu kitlelere anlatmak durumundadır. Doğanın tahribatına karşı aktif mücadele etmyen sosyalistler, bu konulara duyarlı kesimleri yanlarına çekemez. Doğanın ekolojik dengesinin bozulaması ve kapitalizmin doğayı tahrip etmesi, salt devrim yapınca bu sorunlar çözülecek demekle aşılamaz. Nasıl ki, demokratik gak ve özgürlükler için mücadele ediliyorsa, artık doğanın tahribatına karşı mücadele de bunun içinde olmak zorundadır. Bu ayaklanam, bunu daha net öğretmiş ve öemsenmesini sağlamıştır.

Bu ayaklanma’da gençlerin öne çıkması (bu aslında yeni bir şey değil, gençlik her zaman toplumsal hareketin en önünde ve aktif birer unsuru olarak yer almıştır) çok normal ve olağan bir durum. Bunu, “eski geleneksel anlayışlar yıkılmalı” diyerek, marksist örğütlenmenin reddi ve geçersizliği anlamında kullanmak doğru bir çözümleme olmadığı gibi, bu ayaklanmadan çıkarılmayacak bir ders varsa o da budur. Bu ayaklanma, işçi sınıfı partisi KP önderliğinde sınıfın ve kitlelerin örgütlenmesi durumunda, burjuva devletin, boyun eğeceğini ve de yıkılabileceğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerle yetinmesi ve kapitalist devlete esasta dokunmaması, yani onu parçalayıp yerine kendi devletini getirmemesi, sorunun esas çözümü olmayacaktır. Kapitalizm var olduğu sürece, toplum bu çelişmeleri ve bu çelişmelerden kaynaklı çatışmaları hep yaşayacaktır. Sorun, Kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerin biraz genişletilmesi ile yetinmesi değil, sınıfların ve sömürünü ortadan kaldırılmasıdır. Gerçek kurtuluş böyle sağlanabilir.

Kendilerini sınıf mücadelesi içine atan kitle hareketlerinin ortaya çıkardığı, keskinleştirdiği ve ayrıştırdığı çelişkiler, burjuva düzenin tüm pisliklerinin ortaya dökülmeisni de beraberinde getirir. Kitle hareketleri bütün çelişkileri keskinleştirir. Safları netleştirir ve kimin dost kimin düşman olduğunu daha net ortaya çıkarır. Çelişkileri tetkleyici bir rolü vardır. Örneğin, düşman kampı içindeki çelişkileri keskinleştirdiği gibi, halk arasındaki çelişmeleri ise birleştirici bir rolü vardır. Halk içinde gözüküp de burjuvazi ile el altından burjuvazi ile anlaşanları da ortaya çıkarır. Haziran ayaklanmasının böyle bir yönü de olmuştur. Özellikle burjuvazinin tek ayak üstünde on yalan söylediğini, iki yüzlü ve çirkef olduğunu daha iyi sergilenmesine neden olmuştur.

Ayaklanmalar, büyük bir kitle enerjisinin ortaya çıkması ve bu enerji doğru hedeflere kanalize edilebilirse, proleter devrimin güncelliği de bir o kadar olgunlaşır. Küçük burjuva reformizmi kitlelerin aktifleşmesinden ve burjuva devletini direkt hedef almasından alabildiğine çekinir ve korkarlar. Bu ayaklanma sırasında bunlarda görüldü. 

Burjuvazi, işçi ve emekçilerin kendilerine karşı mücadelelerinde, her zaman; “dış güçler”, “illegal yıkıcı-bölücü örgütler”, “komünistler” vb. gerekçelerin arkasına sığınarak saldırmıştır. En barışçıl kitle hareketi ya da eyleminde bu nedenleri aramış ve bunu kendisine, kitlelerin eylemlerini sert bir şekilde bastırmaya gerekçe olarak kullanmıştır. Gezi Parkı olayı bunun en açık örneğidir. Orada ki insanlar, şehirin yağmalanmasını kurtarmak için çırpınırken, polis, çok vahşi bir şekilde saldırmıştır. 

Bizim demokrat gömlekli bazı reformistlerimiz, bunları bilmelerine karşın, hala burjuvaziyle aynı kulvardan devrimci ve komünistlere ateş ediyorlar. Böyle bir “demokratlık” şüpheli ve tutarlı yanı zayıf olan bir demokratlıktır. Bu tutarsızlık, komünist değil, reformist olmanın günahlarıdır. Kitle hareketinin kabardığı bir süreçte, burjuva devleti ile AKP’yi ayrıştırma çabalarının yanında AKP ve Erdoğan’a “sert çıkış”malar, ise, oportünizmin, kendi günahlarını afettirme çabaları olarak sırıtıyor.

Kitleler, örgütlendikleri ve sınıf mücadelesi içinde direkt yer aldıkları sürece, kendi sınıfsal bayraklarına da sahip çıkacaklardır. Ancak, kitlelerin bilincini bulanıklaştıran revizyonist ve reformistlerin teşhirinin önemi de, burada, bir kere daha ortaya çıkıyor. İşçi sınıf içindeki bu anlayışlar yıkılmadıkça, işçilerin sınıf bilinci doğrultusunda sınıf örgütlerinde örgütlenmesi ve burjuvaziye karşı sınıf mücadelesine kararlı bir şekilde katılmaları kolay olmayacaktır. Lenin, ‘oportünizme karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı mücadele edilmez’ derken, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerden hareket ediyordu. Bu, kitle hareketlerinin kabardığı süreçlerde daha net görülüyor.

Bu ayaklanmanın ortaya çıkardığı en önemli derslerden biri de, kitlelerin eskisi gibi yaşamak istemedikleri ve yeni düzen istedikleridir. Bu, kitlelerin politikleştiğini, devrimcileştiğini ve devrimci örgütlenmeye yatkın oluğunu ortaya çıkarmıştır. Özellikle gençliğin, devrimci örgütlenme için hazır olduğunu, bu ayaklanma sırasında oynadığı rolle ortaya koymuştur. Kadınlar ise, üzerlerindeki gerici baskının bilincinde olarak hareket etmişler ve güçlü bir şekilde ayaklanamanın en önlerimnde yerlerini almışlardır. 

Yazımızın başında sorduğumuz, “neden ayaklanıyorlar”a yanıt vemiştik. Nereye gidiyorlar sorusu ise, uzun vadede kendi iktidarlarını kurmaya, özgürlükleri yakalamaya ve yaratmaya gidiyorlar dersek pek de sübjektif bir saptama olmayacaktır. İşçi sınıfı ve emekçiler, burjuvaziyi devrip kendi iktidarlarını kurana kadar, kitle hareketlenmeleri, bazan göğü sarsarcasına, bazan ise ölü sessizliği içinde, ama hep ileriye doğru akıp gidecektir. Şu rahatlıkla söylenebilir ki; artık, çeşitli milliyetlerden Türkiye halkları Gezi Öncesi gibi (GÖ) olmayacaktır. Çünkü korku duvarını yıkan halk, devlet eski devlet olsa da, artık ona kolay kolay boyun eğmeyecek ve direnecektir. İşçi ve emekçilerin, burjuvazinin  cehennemini yıkıp kendi cennetlerini kurmak için daha gidecekleri uzun bir yol var. Bu, uzun çatışmalı yol güzergahında, ne zaman ki kendi sınıfsal bayraklarıyla çatışma meydanlarına çıkıp öne atılırlarsa, işte o zaman burjuvazi için ölüm çanlarının geldiği anlar olacaktır.

Kitlelerin meydanda haykırdıkları gibi:

“Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”

***-Bitti-


[1] Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, sf.110-111, açL, Birinci Baskı, Sol Yayınları
[2] Mısır’daki son Temmuz 2013 ayaklanması: Mısır burjuvazisi, kitlelerin mücadelesinin önünü kesmek için, askeri darbeyi devreye sokmuştur. Aynen,  25 Ocak 2011’de olduğı gibi.
[3] Daha ayaklanmanın porta yerinde, EMEP’in eski genel başkanı Tüzel’in bir Tv programında, “artık burada bırakılmalı” yaklaşımı ve yine Hayat V’nin kapatılmaktan kurtulmasının hemen arkasından direniş yerlerindeki canlı yayınları kesmesi ve meydanı tamamiyle görsel alanda Halk Tv gibi CHP araçlarına bırakması, reformist anlayışların kitle hareketleri karşısındaki duruşlarından ayrı ele alınamaz.
[4] Sendika.org,
[5] Bkz. Oya Baydar’ın “başbakana ihbar mektubu” başlıklı makalesi, 19.06. 2013, T24