Haziran Ayaklanması
Üzerine Bir Değerlendirme 3. Bölüm
KİTLELER DEVRİMCİLEŞİYOR
Yusuf KÖSE
İşçi sınıfı partisi, bir
ayaklanma örgütlediği ve önderliğinde kitleleri ayaklandırdığı zaman, direkt
burjuva siyasal iktidarı yıkmak ve yerini sosyalist iktidarı kurmak için yapar.
Ve kitleler, (özellikle de öncünün dayandığı işçi sınıfının büyük bir bölümü)
ayaklanmaya hazır değilse, devrimci partinin programını büyük ölçüde kabul
etmemişse, burjuvazi ile prolaterya arasındaki çelişkiler tam olgunlaşmamışsa,
kitlelerin hala, öncü konusunda teredütü varsa, öncü, kitleleri, kaybedeciği
bir eyleme süremez, sürmemelidir. Kitleleri, sonu yenilgiyle biteceği daha
baştan belli olan bir savaşın içine sokmaz. Daha baştan yenilgiyle bitecek bir
ayaklanmaya kalkışmak, öncüyü kendi kitlesinden koparır.
Bazı anlayışlar, ayaklanma ile
genel grevi aynılaştırdığından, işçilerin genel greve gitmesine karşı çıkıyor.
Genel grev bir ayaklanma olmadığı için, burjuvaziyi yıpratmak ve işçi sınıfı ve
onun partisini güçlendirmek için genel greve, koşulları varsa baş vurulur.
Bu bağlamda, Lenin, “ayaklanma
bir sanattır” derken, bunu şöyle açıklar:
“İşte birinci nokta. Ayaklanma, halkın
devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen
devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman
saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız,
çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir. ...
“Ancak, bu koşullar yerine geldikten sonra, ayaklanmayı
bir sanat olarak görmeyi kabul
etmemek de marksizme ihanet etmek, devrime ihanet etmek demektir.”
Özellikle ayaklanma, isyan vb.
gibi, direkt devletin şiddetine yönelen geniş
kitle hareketlerinin, sınıf çelişkilerini ve buna bağlı olarak da, genel
anlamda ezen-ezilen, özel olarak da burjuvazi ile proletarya arasındaki
çelişmeleri keskinleştirici bir rolü olduğu bir gerçektir.
Türkiye’de kitlelerin isyanı,
çok geniş bir kesimi içine çekmiş, ateşi kısmen sönmesine karşı, değişik
biçimlerde devam etmekte, geceleri parklarda forum, sokaklarda ise tecere-tava
sesli protestolarla devam etmektedir. Bu isyana, karşı olan bir kesim olduğu
gibi, çekimser kalan, katılmayan önemli bir kitlenin de olduğu bilinmeldir.
Genelde; ilerici, demokrat, laisizmden yana, Kürt-Türk kardeşliğini isteyen,
cinsiyetinden ve cinselliğinden dolayı dıştalanan, baskı gören ve ayrımcılığa
uğrayan, Kemalist cumhuriyetten yana ve dini baskılar altında yaşamak istemeyen
siyasal düşüncelere sahip kitleler bu eyleme katılmıştır. Ayaklanma içinde yer
alan genç kitlelerin büyük bir bölmünün partisiz olması ya da hiç bir siyasal
örgüte bağlı olmaması sorunun özünü değiştirmiyor.
Kitle ayaklanmalarının öndersiz
olması, onun, ayaklanmasına neden olan politikayı geri püskürtmede en büyük
dezavantajıdır. Yani, taleplerinin tam olarak gerçekleşmesini
sağalayamayabilir. Haziran ayaklanması için de bu söylenebilir. Egemen
sınıflar, baskıcı politikasından biraz geri adım atacaktır. Ama, kitlelerin
istediği, özgürlük, demokrasi ve adaleti de gerçekleştirmeyecektir. Bunların
gerçekleşmesi, demokratik hak ve özgürlükler üzerindeki baskı ve yaptırımların
(yasal-yasal olmayan) kalkması demektir.
Haziran Ayaklanması’nı, Tunus,
Mısır
vb. Kuzey Afrika ülkelerinde olanlarla kıyaslandığında, oradaki ayaklanmalar
uzun sürmüş, ve daha kanlı geçmiştir. Özellikle Mısır’daki halk ayaklanması
oldukça kanlı geçmiş ve üç ayı aşkın bir sürece yayılmış ve Erdoğan’ın “laik”
görünümlü bir benzeri Mübarek istifa ettirilmiş ve tutuklanmıştır. Türkiye’de
bu gerçekleşmedi. Ayaklanan kitlelerin birinci talebi, hükümetin ve Erdoğan’ın
istifasıydı.
Yazının içinde de bir çok defa
tekrarladığım gibi, bu tür ayaklanmaların uzun sürmesi, kitlenin kendi
örgütlenmesini yaratacağı gibi, kendi alternatifinin de yaratır. Haziran
Ayaklanması”nın ne yazık ki, kendi alternatifini yaratamadan hızı kesilmiştir.
Hızın kesilmesinde devletin yoğun şiddet kullanması neden olarak görülebilir,
ancak, Mısır ile kıyaslandığında, oradaki şiddet ve ölümler ile buradaki şiddet
ve ölümler aynı tutulamaz. Elbete, bu iki ayaklanma arasındaki kıyaslama,
sorunun anlaşılması açısındandır. Kitlelerin küçümsenmesi ya da Haziran
Ayaklanması’nın görkemine gölge düşürmek amaçlı değildir. Her ayaklanma kendi
özgülünde ve içinde taşıdığı çelişkiler bağalamında değerlendirilir.
Devlet, her zaman, kitle
hareketlerinin içeriğini boşaltmaya çalışır ve öncelikle de hareketi
zayıflatmaya ve bastırmaya çalışır. Bastırmayı çok şiddetli yapabileceği gibi,
daha az şiddet kullanarak da yapar. Bunu belirleyen kitlelerin talepleri ve
hareketin boyutu ve kararlılığı ve kitleleselliğiyle yakından ilgilidir. Direkt
devlet iktidarına yönelmediği sürece, şiddetin boyutunu mümkün olduğunca geri
düzeyde tutmaya çalışır. Ve de az ölüm olayının yaşanmasına dikkat eder. Ne
zaman ki, hareket kontrolden çıkar ve direkt burjuva devletini hedef aldığında,
hareketi bastırmak ya da kontrol altına almak için burjuvazi yığınsal katliamı
dahi göze alır ve uygular. Sermaye, iktidarını kaybetmemek için sonuna kadar
savaşır.
Denebilir ki, “bu mu az”.
Ancak, yüzlerce ölünün ve katliamların olduğu bastırma hareketlerinde olduğu
bilinmelidir. Kürdistan’da bunu sıkça yaşadık. Yine başka ülkelerde,
burjuvazinin ne gibi katliamlar yaptığını biliyoruz. Ayrıca, bu ayaklanma
sadece Kürdistan illerinde ve bu boyutta olsaydı, vahşetin ve katliamların
boyutu daha farklı olurdu. Bu katliamları Türk devleti, Türk halkına
“anlatabileceğini” düşünür. Ancak, İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerdeki
katliam, daha büyük ayaklanmaları, ayaklanmanın genişlemesini ve de
kitleselleşmesini de tetikleyebilirdi.
Ancak, kitleler daha uzun bir
çatışmayı göze alacak durumda da değillerdi. Ayaklanma, durması gereken yerde
durdu ve küçük burjuva reformist kesimler, şimdi değişik şekillerde soğutma
çalışması yapıyor. “sükunet”, “itidal”, “demokratik çerçevede”, “polise karşı
koyma” vb. adı altında, kitlelerin boyun eğmesinin yolu döşeniyor. Devlet,
baskı, şiddet ve her türlü haksızlığı yapar, kendi yasalarına dahi uymaz, ama
kitlelerin yasalara uyması ve “uslu” olmaları istenir. Burjuva ikiyüzlülüğü...
Haziran Ayaklanmasının,
kendiliğinden ve örgütsüz olması, devrimci ve komünist örgütlenmelerin
zayıflığı ve kitleler üzerindeki etkilerinin düzeyi dikkate alınırsa, kısa
sürede ateşinin düşmesi de normaldir. Örgütsüz kitle ayaklanmasının ömrü uzun
olamaz.
“Duran insan” eylemi, bir
önceki aşamaya göre elbette, pasif ve geri bir eylem biçimidir. Ancak, iyi
değerlendirilirse, devrimci örgütlenmelerin kitleler içinde güç kazanmasını
getirebilir. Aynı zamanda, parklardaki tartışma ve forumlar, kitlelerde
demokrasi bilincinin gelişmesine, kendi haklarına sahip çıkma ve koruma
bilincinin gelişmesini de beraberinde getirebileceği gibi, devrimcileşmesini,
devrimci örgütler ile daha bir yakınlık kurmasını sağlayabilir.
Bu eylemler “pasif”” diye
katılmamak ya da örgütlememek, sol sekter bir yaklaşım olur. Kitlelerin
örgütlenmesine hizmet edebilecek her türlü örgütlenme ve çalışma biçimi en iyi
bir şekilde değerlendirilmek durumundadır. Bu eylem pasif olmasına karşın, hiç
bir eylem olmamasından çok çok ileri bir durumdur. Bu nedenle, bunu yaygınlaştırmak,
küçük burjuva reformist
anlayışın kitleler üzerindeki etkinliğini yıkmak ve daha ileri düzeylere çekmek
gerekiyor. Büyük direnişler küçük direnişlerin ve birikimlerin toplamıdır.
“Duran insan” eylemlerini, kitlelerin ateşini soğutma eylemi olmaktan çıkarmak
için, bu tür eylemleri geliştirmek ve yaygınlaştırmak ve örgütlemekle olabilir.
Ve onun içinde daha farklı kitle eylemleri de çıkabilir. Kitlelerin
politikleşmesini ve örgütlenmesini sağlayacak her mücadele biçimi kullanılmalıdır.
Forumlara katılan kitlelerin
Lice olayını kınaması, protesto etmesi, Kürt işçi ve emekçilerin acılarını
paylaşması, halkların kardeşliği açısından önemli bir olayadır. Bu da,
ayaklanmanın, sosyal şovenizme ve ırkçılığa önemli bir darbe vurduğunu gösteriyor.
KİTLELERİN
ÖĞRETTİKLERİ ve ÖĞRENDİKLERİ
Taksim Gezi Parkı’nda başlayan
ve dalga dalga bütün Türkiye’yi kapsayan Haziran Ayaklanması ile birlikte
Türkiye’de devrimci durum doruğuna çıktı. Ondan önce devrimci durumda yok
denebilecek kadar çok az bir gelişme vardı. Ancak, bir kıvılcımla beraber,
kitlelerin ayaklanması, bir devrim durumu ortaya çıkardı. Fakat, ayaklanmanın
kendiliğinden olması, kitlelerin örgütsüzlüğü ve kendine komünist diyen
örgütlenmelerin ayaklanan kitleler içinde etkinliklerinin oldukça cılız olması,
bu devrimci durumu bir devrime çevirmeye yetmedi. Hatta, eğer örgütlü bir kitle
ayaklanması olsaydı, talepler daha ileri ve net olacağı gibi, taleplerin
alınması ve kabul ettirilmesi daha kolay olabilirdi. Burjuvazi iyice köşeye sıkıştırılırdı.
Elbette, her devrimci durum bir devrime yol açmayabilir. Bu ayaklanma özelinde
de, öncesi ve sırasındaki öznel ve nesnel durumlar, bir devrim durumunu
doğuracak koşullardan uzaktı.
Varsayımlardan hareket edersek,
bu ayaklanmaya işçi sınıfı iş bırakarak güçlü bir şekilde yer alsaydı ve bunun
yanında Kürt halkı da aktif olarak (kendi serhildanlarına katıldığı gibi)
katılsaydı, gelinen noktanın halklar lehine daha olumlu sonuçlar doğuracağı
gibi, Kürt halkı ile Türk halkı arasındaki kardeşlik bağlarının güçlenmesini
beraberinde getirebilirdi.
Olaylar, Marksizmin öğretileri
doğrultusunda gelişti. Marksizmin kapitalist sistemi analizi/çözümü ve sınıf
mücadelesi teorisi, bu halk ayaklanmasıyla bir kere daha doğrulandı.
Bazılarının iddialarının tersine, bu gelişmeler, sınıf çatışmasının ta
kendisidir. Bu, burjuvazi ile proletarya arasındaki bir mücadele ve karşılıklı
olarak onların yanında yer alan müttefiklerinin savaşımıdır.
Haziran Ayaklanması, kitlelerin
eskisi gibi yönetilmek ve yaşamak istememesi üzerine çıktı ve burjuvazi de kitleleri yönetemeyerek siyasi
bir krize girdi. AKP’nin hala hükümette kalması, ortada bir siyasi kriz
olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, kitleler eski korku çemberini parçalayarak,
yeni bir sürece girmiştir. Sokaklara ve meydanlara dökülerek devletin silahlı
güçleriyle çatışmayı göze alan kitlelerin, doğru ve bilinçli bir proletarya
önderliğinde neler yapabileceğini de bir kere daha, görmek istemeyenlere
göstermiştir.
Öte yandan, ilkelerin, birebir
kitle hareketlerine uymasını beklemek, dogmatik bir yaklaşım olur. Kitleler
ilkelere değil, ya ilkeler kitlelere uymak ya da onların hareketinden yeni
ilkeler çıkarmak gerekiyor. Buradan çıkacak bir sonuç; kitle hareketlerinin
devrimci bir önderlik altında hareket ettiğinde, ve böylesi süreçlerde, öncünün
iyi bir örgütlenmeye ve önderlik etme yeteneğine sahip olduğunda, toplu
ayaklanmayla iktidarı alabileceğinin bir kere daha ispatı olmuştur.
Küçük burjuva reformistlerin
tersine, marksistler, sınıfın ve elbette sınıfla beraber insanlığın
kurtuluşunun proletarya devriminden geçtiğini bilmektedir. Küçük burjuva
oportünizmi, kapitalizmin küçük reformlarla dönüştürülebileceğini hayal
etselerde, onlar, burjuvazinin sınıfsal karakteristiğinin ayrımından uzak
oldukları gibi, kitleleri de bu tür yalancı hayallerle oyalamaya devam etmenin
uğraşı içindedirler.
Özellikle işçi sınıfı içindeki
çalışma ve işçilerin örgütlenmesi, devrimin gerçekleşmesi ve başarıya ulaşması
için olmazsa olmazlardan biridir. İşçilerin örgütlü bir şekilde böyle bir savaşın
içine girmeleri, daha baştan burjuvaziye büyük bir darbe vurmuş olacaktır.
Burjuvazinin tüm hayat damarlarını kesecek, onları kendi kaderleriyle ve de
silahlı güçleriyle başbaşa bırakacaktır. Savaşın ilerlemesi ve geniş yığınların
bu savaşın içine çekilmesi durumunda ise, burjuvazinin ordusu içinde de ciddi
çatlaklar olacak, askerlerin önemli bir bölümü burjuva saflarını terk ederek
kendi sınıfının yanında yer alarak bütün burjuva ve gericiliğin kötü
miraslarını da süpürüp atarak yeni bir dünya kuracaklardır.
Başta, emperyalist ülkelerde
olmak üzere, bütün ülkelerde, “özel ordu” kurmaları, burjuvazinin halk
çocuklarından oluşturduğu orduya güvenmemesinden ve bir devrim anı sırasında
bunların saf değiştireceğini bilmesinden kaynaklanıyor olmasındandır.
Bu ayaklanma, kitlelere, kendi
güçlerinin ne olduğunu gösterdiği gibi, onlara örgütlenmenin gerekliliğini ve
zorunluluğunu öğretmiş ve öğretecektir. Bu hareket, aynı zamanda, kitlelerin
politikleşmesini sağlamıştır. Özellikle, ayaklanma süreci boyunca AKP ve
şefinin kitleleri tehdit etmesi, kitlelerin geri çekilmesini değil, daha yoğun
ve kararlı bir şekilde eylemlere katılmasını sağlamıştır. Düzene baş kaldırma
da, düzenin kitlelere verdiği korkuyu yenerek başlar. Bu ayaklanma da,
kitlelerin kendi üzerlerine, devlet tarafından serpilen ölü toprağını
atmalarına bir vesile olmuştur.
Kitleler üzerindeki korku
duvarı yıkılmış ve psikolojik üstünlük kitlelere geçmiştir. Parklarda Durma
eylemi bunun bir ifadesidir. Kitleler, demokratik eylemlerinin bilincine varmışlar,
anayasal, toplantı ve gösteri haklarının bilincinde olarak hareket ediyorlar.
Bu nedenle de polisin parklardaki forumlara müdahalelerine karşı mücadele
ediyor ve tavır koayabiliyorlar. Bu da, kitle hareketinin, ilk zamanlarda ki
gibi daha aktif olmasa da bitmediğini ve gelişebileceğinin bir göstergesi
olarak değerlendirilebilir.
Ayrıca, sınıf bilinçli
proletarya örgütü tarafından böyle bir ayaklanma örgütlenebilseydi ya da
önderlik onların eline geçebilseydi, elbette gelişmeler ve ayaklanmanın içeriği
de daha farklı olacaktı. Böyle bir ayaklanmayı örgütleyen proletarya örgütü,
doğal olarak direkt burjuva devletini yıkma ve sosyalist devleti kurma amaçlı
hareket edecekti. Bu da, ayaklanma yapmadan önce her şeyi, ince eleyip sık
dokumaktan geçiyordu. Bu ayaklanma’da, ne öncesinde ne de ayaklanma anında
böyle bir durum, örgütüyle, ayaklanan kitlelerin talebiyle bir ilişkisi yoktu.
Daha doğrusu hiç bir devrimci ve komünist örgütlerin böyle bir ayaklanmayı ön
görmedikleri de bilinen bir gerçek. Ayrıca, böyle bir ayaklanmayı
örgütleyebilecek bir örgütlülük de söz konusu değildi.
Türkiye ve Kürdistan’daki
önemli bir polis gücünü, başta İstanbul
olmak üzere Ankara ve İzmir’e yığan devlet, buna rağmen kısa süre içinde halk
hareketini bastıramadı. Devlet, ayaklanma karşısında polis gücüyle baş edemeyince,
jandarmayı kitlelerin karşısına çıkarmak zorunda kaldı. Devlet, mümkün oldukça
askerle halkı karşı karşıya getirmek istemiyordu. Ancak, polisin vahşice
saldırıları, kitleleri durdurmaya yetmemesi üzerine jandarma devreye sokuldu.
Böylece, M. Kemalin askerlerinin kimin yanında olduğunu da belli bir kesim
görmüş oldu. Bazı kemalist TV yayınları “jandarma içişlerine bağlı” diyerek,
orduyu korumaya çalışsa da, jandarma ile kitlelerin karşı karşıya gelmesi,
jandarmanın kitlelere su sıkması; “bizim asker en büyük asker” sloganları
atanlarda bir hayal kırıklığı yarttı. Bu gelişme de, ordunun “bizim asker”,
yani halkın askeri olmadığını kitlelere,
en azından, bilmeyen bir kesime göstermiş oldu ya da soru işaretleri
bırakmasına yaradı.
Burada, ayaklanmaya katılan
kitlelerin Türk bayraklarını ve M. Kemal’in resmini taşımaları ve bir kısmı “M.
Kemalin askerleriyiz” demeleri, devrimcilerin, en azından komünistlerin
“kemalizme yaklaşımı değişmeli mi” sorusu gündeme gelebilir ve nitekim Korkut
Boratav’da
”değişmeli” demiş.
Aslında, kemalizme yaklaşım da,
devrimci ve komünist kesimler içinde ikili bir yaklaşım var. Bir kısmı
kemalizmi anti-emperyalist görüyor ve Kaypakkaya çizgisini izleyenlerde
anti-emperyalist değil, “karşı-devrimci” değerlendiriyorlar. Kemalizm
hayranlığı, küçük burjuva devrimciliğinin handi kapısı olarak hala gündemde
durmaktadır. Böylesi bir yaklaşım kendi içinde sosyal şovenizmide hala canlı
tutabilmektedir. Sosyal şovenist yaklaşımlar Kürt hareketi iledirekt karşı
karşıya gelişte kendini açığa vuruyor. Kemalizm konusunda, tutarlı bir sınıf
tavrı belirleyemedikleri için, böylesine eklektik bir yaklaşım dönüp dolaşıp
ayaklarına dolaşıyor. Ve bu reformist kesimler, CHP gibi egemen sınıf kliği bir
parti ile “ittifak” yapmakta bir sakınca
görmüyorlar.
Kemalizm konusunda burjuva
devletin hassasiyeti, sınıfsal çıkarlarına denk düştüğü için anlaşılabilir.
Ancak, küçük burjuva oportünistlerin, bir taraftan kemalizm sopasıyla
ezilirken, bir taraftan da ona hayranlık beslemelerini anlamak oldukça zor.
Sınıf bilincinden yoksun
kitlelerin, M. Kemal hayranlığı ya da Türk bayrağı hayranlığı çok doğal.
İnsanlar, daha ana okulunda, “ne mutlu Türküm”, “bir Türk dünyaya bedeldir”
Türkçülük, M. Kemal ve bayrak hayranlığı ile büyütülüyor ve eğitliyor. Ve bunun
karşısında ise, sınıf bilinçli hareketin gelişmemesi, kitleler içinde
güçlenememesi nedeniyle işçi ve emekçileri kendi sınıf bayraklarına
sahiplenememişlerdir. Bunun da uzun bir sürece yayılması ve kitlelerin daha bir
çok büyük sınıf savaşına gire çıka gerçekleri
öğrenecekleri gerçeği vardır. En iyi öğretmen kitlelerin kendi sınıf
mücadeleleri deneyimidir.
Türk bayrağı ve M. Kemal, işçi
ve emekçilere karşı burjuvazinin beyaz bayrağıdır. Bu kitlelere anlatılmalıdır.
Ancak, yürüyüşler ve mitinglerde kitleler bu sembolleri taşıyorsa, buna karşı
da sekter bir tavır alınmamalıdır. Bütün bunların karşısında, devrimci ve
komünistlerin kendi bayrakları vardır. Proletaryanın kızıl bayrağının yerine,
“ne yapalım kitleler burjuvazinin bayrağını istiyor ve taşıyor” diyerek,
burjuvazinin beyaz sınıf bayrağını taşımak, kitlelerin geri yanlarıyla
uzlaşmak, daha baştan savaşı kaybetmek olur.
Bazı küçük burjuva
reformistler, kitlelerin Türk bayrağını taşımasını ve kemalist söylemleri öne
çıkarmasını, kitleleri “kazanma” adına, onların gerici yanlarıyla daha fazla uzlaşmaya
gideceklerdir. Bunların, kemalizme yaklaşımlarının en geri kitleler düzeyinde
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunların düşünceleri, kemalizme karşı
dün neyse bugünde aynıdır. Ulusalcı damarları, proleter düşünce damarlarından
daha fazla öne çıkacaktır. Bunlar, AKP’ye karşı CHP gibi egemen sınıf
partileriyle kol kola girmekte bir beis görmeyeceklerdir. Küçük burjuvazi,
tarihi boyunca, kitleleri egemen sınıflar arası dalaşmada, birinin etki
alanından alıp diğerinin etki alanı içine girmesini savunmuşlar ve
pratikleriyle de buna ön ayak olmuşlardır.
Nerede olursa olsun devrimci ve
özellikle de komünistlerin sınıf perspektifini kaybetmeleri, kabul edilebilecek
bir durum olamaz. Bu bir sınıfsal ilkedir. Burjuvazi nasıl ki, devrimci ve
komünistlerin sembollerine karşı aktif bir tavır alıyor, onları her fırsatta
kitlelerden teşhir ve tecrit etmeye çalışıyorsa, devrimci ve komünistlerin
görevleri de burjuvaziye aynı ilkeli tavrı almak olmalıdır.
Bütün burjuva gerici çevreler
(iktidarı ve muhalefetiyle ve hatta bir çok küçük burjuva reformist kesimiyle),
“marjinaller”, “illegal örgütler” diyerek, kitleleri korkutmaya çalışmaları,
kitleler ile devrimci örgütleri birbirinden ayırmak istemeleri ve devrimci ve
komünistleri tecrit etme politikaları ne yeni ne de son olacaktır. Onların en
büyük korkuları, kitlelerin devrimci ve komünist önderlikler altında
örgütlenmeleri ve hareket etmeleridir. Çünkü, böylesi bir durumda burjuvazinin
işi hiç de kolay olmayacaktır.
Küçük burjuva reformistlerini
“üzen”
bir nokta da; devrimci ve komünist örgütlerin bayrak ve flamalarının kitleler
içinde dalgalanması. Bu konuda, burjuvazi ile aynı ağızdan devrimcilere
saldıryorlar. Sanki, kitlelere baskı uygulayan devrimciler! Ya da iktidar
sahibi bu örgütler! Oysa, reformistlerimiz
AKP’nin politikalarına, “yetmez ama evet” diyerek, kitleleri, faşist
AKP’nin politkalarının peşine takmaya davet ederlerken, devrimci ve komünistler
bu kirli oyunlara karşı kitleleri uyarıyorlardı. Bu tür tavır ve anlayışlar; ya
burjuvaziyi sınıf olarak tanımıyorlar ya da tanıdıkları halde kitlelere yalan
söylüyorlar. İkinci şıkkın daha ağır bastığını söylemek, haksızlık
olmayacaktır.
Burada, hemen belirtmek
gerekiyor ki, bu ayaklanmada sanatçıların sanat gücü kendini belirgin bir
şekilde ortaya koymuştur. Sanatçı ve
aydınları yanına almış devrimci bir kalkışmanın önemi ve gücü de kendiliğinden
ortaya çıkmıştır.
Ve gelinen süreçte, hiç bir
komünist hareket çevre sorunundan uzak duramaz, doğanın tahribatına karşı
duyarsız kalamayacağı gibi, bu konuda daha aktif mücadeleler etmek ve sosyalist
devletin doğaya yaklaşımıno ortaya koymak, bunu kitlelere anlatmak
durumundadır. Doğanın tahribatına karşı aktif mücadele etmyen sosyalistler, bu
konulara duyarlı kesimleri yanlarına çekemez. Doğanın ekolojik dengesinin
bozulaması ve kapitalizmin doğayı tahrip etmesi, salt devrim yapınca bu
sorunlar çözülecek demekle aşılamaz. Nasıl ki, demokratik gak ve özgürlükler
için mücadele ediliyorsa, artık doğanın tahribatına karşı mücadele de bunun
içinde olmak zorundadır. Bu ayaklanam, bunu daha net öğretmiş ve öemsenmesini
sağlamıştır.
Bu ayaklanma’da gençlerin öne
çıkması (bu aslında yeni bir şey değil, gençlik her zaman toplumsal hareketin
en önünde ve aktif birer unsuru olarak yer almıştır) çok normal ve olağan bir
durum. Bunu, “eski geleneksel anlayışlar yıkılmalı” diyerek, marksist
örğütlenmenin reddi ve geçersizliği anlamında kullanmak doğru bir çözümleme
olmadığı gibi, bu ayaklanmadan çıkarılmayacak bir ders varsa o da budur. Bu
ayaklanma, işçi sınıfı partisi KP önderliğinde sınıfın ve kitlelerin
örgütlenmesi durumunda, burjuva devletin, boyun eğeceğini ve de
yıkılabileceğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, kitlelerin demokratik hak ve
özgürlüklerle yetinmesi ve kapitalist devlete esasta dokunmaması, yani onu
parçalayıp yerine kendi devletini getirmemesi, sorunun esas çözümü
olmayacaktır. Kapitalizm var olduğu sürece, toplum bu çelişmeleri ve bu
çelişmelerden kaynaklı çatışmaları hep yaşayacaktır. Sorun, Kitlelerin
demokratik hak ve özgürlüklerin biraz genişletilmesi ile yetinmesi değil,
sınıfların ve sömürünü ortadan kaldırılmasıdır. Gerçek kurtuluş böyle
sağlanabilir.
Kendilerini sınıf
mücadelesi içine atan kitle hareketlerinin ortaya çıkardığı, keskinleştirdiği
ve ayrıştırdığı çelişkiler, burjuva düzenin tüm pisliklerinin ortaya
dökülmeisni de beraberinde getirir. Kitle hareketleri bütün çelişkileri
keskinleştirir. Safları netleştirir ve kimin dost kimin düşman olduğunu daha
net ortaya çıkarır. Çelişkileri tetkleyici bir rolü vardır. Örneğin, düşman
kampı içindeki çelişkileri keskinleştirdiği gibi, halk arasındaki çelişmeleri
ise birleştirici bir rolü vardır. Halk içinde gözüküp de burjuvazi ile el
altından burjuvazi ile anlaşanları da ortaya çıkarır. Haziran ayaklanmasının
böyle bir yönü de olmuştur. Özellikle burjuvazinin tek ayak üstünde on yalan
söylediğini, iki yüzlü ve çirkef olduğunu daha iyi sergilenmesine neden
olmuştur.
Ayaklanmalar, büyük bir kitle
enerjisinin ortaya çıkması ve bu enerji doğru hedeflere kanalize edilebilirse,
proleter devrimin güncelliği de bir o kadar olgunlaşır. Küçük burjuva
reformizmi kitlelerin aktifleşmesinden ve burjuva devletini direkt hedef
almasından alabildiğine çekinir ve korkarlar. Bu ayaklanma sırasında bunlarda
görüldü.
Burjuvazi, işçi ve emekçilerin
kendilerine karşı mücadelelerinde, her zaman; “dış güçler”, “illegal
yıkıcı-bölücü örgütler”, “komünistler” vb. gerekçelerin arkasına sığınarak
saldırmıştır. En barışçıl kitle hareketi ya da eyleminde bu nedenleri aramış ve
bunu kendisine, kitlelerin eylemlerini sert bir şekilde bastırmaya gerekçe
olarak kullanmıştır. Gezi Parkı olayı bunun en açık örneğidir. Orada ki
insanlar, şehirin yağmalanmasını kurtarmak için çırpınırken, polis, çok vahşi
bir şekilde saldırmıştır.
Bizim demokrat gömlekli bazı
reformistlerimiz, bunları bilmelerine karşın, hala burjuvaziyle aynı kulvardan
devrimci ve komünistlere ateş ediyorlar. Böyle bir “demokratlık” şüpheli ve
tutarlı yanı zayıf olan bir demokratlıktır. Bu tutarsızlık, komünist değil,
reformist olmanın günahlarıdır. Kitle hareketinin kabardığı bir süreçte,
burjuva devleti ile AKP’yi ayrıştırma çabalarının yanında AKP ve Erdoğan’a
“sert çıkış”malar, ise, oportünizmin, kendi günahlarını afettirme çabaları
olarak sırıtıyor.
Kitleler, örgütlendikleri ve
sınıf mücadelesi içinde direkt yer aldıkları sürece, kendi sınıfsal
bayraklarına da sahip çıkacaklardır. Ancak, kitlelerin bilincini
bulanıklaştıran revizyonist ve reformistlerin teşhirinin önemi de, burada, bir
kere daha ortaya çıkıyor. İşçi sınıf içindeki bu anlayışlar yıkılmadıkça,
işçilerin sınıf bilinci doğrultusunda sınıf örgütlerinde örgütlenmesi ve
burjuvaziye karşı sınıf mücadelesine kararlı bir şekilde katılmaları kolay
olmayacaktır. Lenin, ‘oportünizme karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı
mücadele edilmez’ derken, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerden hareket
ediyordu. Bu, kitle hareketlerinin kabardığı süreçlerde daha net görülüyor.
Bu ayaklanmanın ortaya
çıkardığı en önemli derslerden biri de, kitlelerin eskisi gibi yaşamak
istemedikleri ve yeni düzen istedikleridir. Bu, kitlelerin politikleştiğini,
devrimcileştiğini ve devrimci örgütlenmeye yatkın oluğunu ortaya çıkarmıştır.
Özellikle gençliğin, devrimci örgütlenme için hazır olduğunu, bu ayaklanma
sırasında oynadığı rolle ortaya koymuştur. Kadınlar ise, üzerlerindeki gerici
baskının bilincinde olarak hareket etmişler ve güçlü bir şekilde ayaklanamanın
en önlerimnde yerlerini almışlardır.
Yazımızın başında sorduğumuz,
“neden ayaklanıyorlar”a yanıt vemiştik. Nereye gidiyorlar sorusu ise, uzun
vadede kendi iktidarlarını kurmaya, özgürlükleri yakalamaya ve yaratmaya
gidiyorlar dersek pek de sübjektif bir saptama olmayacaktır. İşçi sınıfı ve
emekçiler, burjuvaziyi devrip kendi iktidarlarını kurana kadar, kitle
hareketlenmeleri, bazan göğü sarsarcasına, bazan ise ölü sessizliği içinde, ama
hep ileriye doğru akıp gidecektir. Şu rahatlıkla söylenebilir ki; artık,
çeşitli milliyetlerden Türkiye halkları Gezi Öncesi gibi (GÖ) olmayacaktır.
Çünkü korku duvarını yıkan halk, devlet eski devlet olsa da, artık ona kolay
kolay boyun eğmeyecek ve direnecektir. İşçi ve emekçilerin, burjuvazinin cehennemini yıkıp kendi cennetlerini kurmak
için daha gidecekleri uzun bir yol var. Bu, uzun çatışmalı yol güzergahında, ne
zaman ki kendi sınıfsal bayraklarıyla çatışma meydanlarına çıkıp öne
atılırlarsa, işte o zaman burjuvazi için ölüm çanlarının geldiği anlar
olacaktır.
Kitlelerin meydanda
haykırdıkları gibi:
“Bu daha başlangıç,
mücadeleye devam!”
***-Bitti-