25 Mart 2012 Pazar

Şer ve Ehvenişer

Şer ve Ehvenişer

Yusuf Köse

İşçi ve emekçiler kendi tarihlerini doğru bidikleri oranda, sınıf mücadelesindeki duruşlarında da daha bir netlik olacaktır. Çünkü bugün, düne bakarak daha iyi okunup, çözümlenebilir. Yer ve ve zamanın değişmesine karşılık, sınıf mücadelesinde, sınıfların birbirilerine karşı duruşunda özünde bir değişiklik olmuyor. Dün, küçük burjuvazinin büyük burjuvaziye karşı tavrı neyse, bugün de aynı tavrı ve duruşu sergilemektedir. Küçük burjuva sınıfı, geçmişte nasıl ki, şer yerine ehvenişeri tercih etmişse, bugün de tercihi ve sınıfsal dünden farklı değildir. Bu, sınıfın, TC’nin kuruluşundan bugüne kadar olan tavrı incelendiğinde, dün nasıl kemalizmin yedeği durumuna düşmüşse, bugün de ya AKP’nin ya da “sosya-demokrat” etiketli CHP’nin yedeği durumuna gelmiştir. Lenin’in deyimiyle; “bir tas çorba için”, ezen sınıfları, ezilenlere hoş göstermenin gayreti içinde olmuşlardır.

TC tarihinde bunlar sıkça yaşandı ve hala yaşanıyor. Kemalist burjuvazi, önce halka bir seçenek dayattı. Tek partili CHP sistemini. Özünde bu sistem, yarı-askeri faşist bir diktatörlüktü. Kürt ulusu üzerinde estirilen terör, asimilasyon ve katliamların üzerinin örtülmesi için egemen sınıflar, kendilerini “ilerici”, Kürt ulusunu ise “gerici” ve “İngiliz kışkırtması” olarak kitlelere gösterdi, göstremeye çalıştı. Bunu da önemli ölçüde başardı. Egemenlerin bu başarısında, kendine “komünist” diyen o dönemin küçük burjuva TKP’sinin de önemli bir rolü oldu. Ne var ki, “ilerici” ve “anti-emperyalist” yafta, kemalizmin boynunda, 1970’lerin başına kadar asılı kaldı.

Bir taraftan kemalizmin kırbacını ve hapishanelerini sürekli üzerlerinde taşıyan bir küçük burjuvazi, öbür yanda ise ona “anti-emperyalist ve “ilerici” yaftasını yapıştırmakta bir sakınca görmeyen bir sınıfsal duruş. Egemen sınıflar, kendi duruşlarından hiç bir ödün vermezken, küçük burjuvazi tavizden tavize koşup duruyordu. Tavizin ise sınırı yoktu.

O süreçte egemen sınıfların sınıfsal niteliklerinin yanlış değerlendirilmesi, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerine çok pahalıya mal olmuştur. İşçi sınıfı, mücadelesinden saptırılarak kendini ezen bir sınıfın yedeği durumuna düşürülmüştür. O dönemin egemenleri burjuvazi ve toprak ağaları;, başta Kürt ulusu olmak üzere, Ermenilere, Rumlara ve daha bir çok azınlık ulusa karşı Türk şovenizmini şahlandırarak küçük burjuva aydınları kazanmasını da bilmişlerdir. Bu şahlandırmada küçük burjuvazinin de rolünü unutmamak gerekiyor. Kemalist diktatörlük, bunları yaparken, anti-komünizm ve anti-SSCB tavır ve duruşlarıyla da, kuruluşlarından beri Batılı emperyalistlerin desteğini almıştır. Ne var ki, küçük burjuvazi, kemalizmin emperyalzimle olan bu bağını ve işbirlikçiliğini görmezden gelmiştir.

Bu bağlamda, o dönemin TKP’nin işçi ve emekçilerin dünya görüşlerinin bulanıklaştırılmasındaki oynadığı rol oldukça ağırdır. Ve bu, uzun bir tarihi süreci de kapsamaktadır. Bu açıdan, küçük burjuva TKP’nin işçi ve emekçilere karşı, deyim yerindeyse, “günahı” çoktur. 1960’lardan sonra gelişen işçi ve öğrenci hareketlerindeki “kemalizm” sevdalılığı da yine bu partiden kalmadır. 1968 kuşağı öğrenci gençliğin, “ordu-gençlik elele”, “işçi-ordu-gençlik elele” sloganlarıyla meydanları doldurması ve ihtilalci öğrenci gençlik lidelerinin kendilerini; “ikinci milli kurtuluşçu”, “kemalist milliciler” olarak adlandırmaları da TKP’nin revizyonist görüşlerinin köklerinin derinliğini ortaya koyması açısından öğretici olmalıdır.

Örneğin, TKP MK üyesi Mihri Belli’nin 1945 İGB davasında mahkemedeki sorgusundan bir parça:

Atatürk dünya ölçüsünde, tarih ölçüsünde büyük bir adamdır. Yaptığı inkilap Türkiye için çok büyük ve ileri bir hamledir. ... Kemalizm inkilabı bütün gerilikleri yıkmış, Türk Milletine terraki (ilerleme. YK) yolunu açmıştır.”

Atatürk’ün inkilap ve savaş arkadaşı İnönü’yü de Kemalizmin büyük lideri ve en yüksek otoritesi olarak tanır ve hürmet ederim.” (1945 IGB Davası, sf.177-178, TÜSTAV)

Yine, kurucuların başında M. Belli olan İlerici Gençlik Birliğin 18 maddelik tüzüğünün 6 maddesi kemalizmin savunulması, diğerler maddeler ise bu altı maddeye bağlanmıştır. (Bak. Age, sf. 172)

Tarihin bu kesitindeki bu yaman çelişki, küçük burjuva solculuğun büyük burjuvazi karşısında duruşu olarak açıklanabilir.

... Atatürk’te ne özel bir demokrasi karşıtlığı, ne de Kürt aleyhtarlığı söz konusudur.” (A. Öcalan, savunmalar sf. 23)

Ben cumhuriyetin Kürt karşıtı olduğuna inanmıyorum. Cumhuriyet belki de bir Türk’ten daha çok Kürt için bir nimettir.” (A.Öcalan, İmralı Savunmaları,1-2-3, sf. 162)

Bu da, bir başka cepheden, Kürt küçük burjuvazisinin kendi celladına övgüsüdür.

Türk egemen sınıfları 2. Emperyalist savaşının bitimiyle beraber anında efendi değiştirmek zorunda kaldılar. Savaş boyunca Hitler Almanya’sını el altından destekleyen İnönü, savaş biter bitmez ABD’nin boyunduruğunu kabul etmek zorunda kaldı ve anti-SSCB ve anti-komünist faaliyetlerine ağırlık verdi. Bunun en iyi göstergesi de Tan olayıdır. Sertellerin çıkardığı Tan ve Sabahattin Ali’nin baş yazarlığını yaptığı yeni çıkan Yeni Dünya gazeteleri ve bunların basıldığı La Turquie matbası 4 Aralık 1945’te İnönü'nün() talimatı ile yerle bir ediliyor.)

Ne var ki, İnönü’nün anti-komünist çabaları ABD’nin gözüne girmeye, 1950 seçimlerini kazanmaya yetmiyor. Yeni kurulan DP, CHP karşısında, seçimi büyük bir farkla kazanarak ABD’nin sadık uşağı oluyor.

Türk egemenleri, CHP’yi “sol”, “sosyal demokrat”, diğer egemen sınıf partilerini de “sağ”, “muhafazakar” olarak adlandırmışlar ve halka, bu partilerinden birini tercih etmelerini dayatmışlardır. Özellikle 1970’lerin başında “Ortanın solu” yaftasını üzerine astıktan sonra CHP, orta burjuva ve küçük burjuva kesimlerin sığnak yerleri olmuştur. Ecevit’in “karaoğlan” dönemiyle beraber ise CHP, komünistlere karşı bir çıkış olarak gösterilmeye çalışılmış, işçi sınıfı ve emekçilerin partisi olarak lanse edilmek istenmiştir. Bu gelişmeden, küçük burjuva solculuğun önemli bir payı olduğu bir gerçektir.

Aleviler açısından da durum bundan farklı değildir. Bir nevi aleviliği ve onun ibadetini yasaklayan Kemalizm’e, aleviler genelde “sıcak” bakmış, bugün bile M. Kemal’in resimleri alevi derneklerinin baş köşelerinde asılı olmuştur. Alevilerin, 1924 yılında çıkarılan ”Tehvid-i Tedrisat” (öretim birliği) ve bunun hemen peşinden 1925 yılında çıkarılan “Takrir-i Sükün” (huzurun sağlanması) kanunlarıyla ibadet yerleri kapatılmıştır. O günden sonra aleviler, 1990’lara kadar cemlerini gizli yapmışlardır. Ve böylece, Osmanlıdan bu yana sunnilik, devletin resmi dini olarak koruna gelmiştir. Bu yasalar, M. Kemal döneminde onun hükümetleri tarafından çıkarılmıştır. Yine, 1937-39 arasında yapılan Dersim katliamı M. Kemal’in talimatlarıyla yapılmıştır.

Bütün bunların M. Kemal tarafından yapıldığı bilinmesine karşın, aleviler, burjuvazi ve onun izinden giden orta ve küçük burjuva aydınlar tarafından yanıltılmaya çalışılmıştır. M. Kemal, “alevi dostu” olarak tanıtılmak istenmiş ve bunu da önemli oranda başarmışlardır.

Bir zamanlar devrimci örgütler içinde yer alıp, daha sonra CHP’nin ileri kadroları olarak öne çıkanlar ve işçi ve emekçileri bu egemen sınıf partisinin peşine takmak da büyük payları olmuştur. Ve elbette bunlar, sınfsal olarak değişmelerine karşın, eski devrimci duruşlarını kullanmaktan kaçınmamışlardır.

Küçük burjuvazinin, kemalizmin “güneş dil teorisi” adlı ırkçı teorisi olsun ve daha sonraki 27 Mayıs cuntasını alkışlaması ve onu “ilerici” göstermesi de, yine egemen sınıfların kendi aralarındaki dalaşmada, işçi ve emekçileri yanıltma politikasının yalın bir örneğini oluşturur.

Dün, nasıl, kemalizm ve CHP kuyrukçuluğu ya da onların siyasal destekçiliğini yapmışsalar, bugün de TSK’ya karşı AKP yandaşçılığı yapmışlardır. AKP’nin “açılım”cıklarının en güçlü ve hararetli alkışçıları yine küçük burjuvaziydi. Bunların bir kısmı, ABD emperyalizminin kanatları arasında büyüyen başka bir sermaye (yeşil) kesiminin yanında; “şere karşı ehvenişer” mantığıyla saf tutmaktan ya da utangaçça onu desteklemekten kendilerini alamadılar.

Bunun en açık göstergesi 12 Eylül 2010 yılında yapılan “anayasa değişikliği” pakatine karşı tutumlarıdır. Bu, aslında sol için bir turnusol kağıdı olmuştur. AKP ve onun arkasındaki sermaye kesimleri, kitleleri bu yasa değişikliğine karşı “evet” demeye çağırıken, sermayenin diğer siyasal temsilcisi partiler ise “hayır” demeye çağırıyordu. Küçük burjuvazi ise ikiye bölünmüştü. Bir kısmı “yetmez ama evet” derken, bir kısmı ise “hayır” diyerek, Türk egemen sınıflarının kendi aralarındaki bölüşüm kavagasında ikiye bölünmüşlerdir. Kendi bağımsız tavırları olmamıştır. İşçi sınıfının siyasal temsilcileri, egemen sınıfların birisinden birisini desteklemek zorunda değil, tersine, tek başına da kalsa, azınlıkta da olsa, kendi siyasal bağımsız tavrını ortaya koyabilmelidir. Sermaye sınıfının bir kesmine karşı dğer kesimi tarafında yer almak, işçi sınıfının devrimci sınıf taktiği olamaz. Burjuvazi, işçi ve emekçileri her zaman, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek ister ve bunun için özel bir çaba harcar. Bu çabanın içinde, zor olduğu gibi idelojik ve siyasal yönlendirmelerde beraberinde yürütülür. Küçük burjuvazi bu yönlendirmelerden ciddi şekilde etkilenir ve burjuvazinin gündemini, işçi ve emekçilerin gündemi olarak piyasaya sürmeye çalışır.

AKP’nin “Dersim özürü”nü burada bir kere daha vurgulamak gerekiyor. Bu aslında, egemen sıınıfları kendi aralarındaki iktidar dalaşında, bir kliğin diğer kliğe karşı halkı yanına çekme taktiğinin bir ürünü olarak okunmalıdır. AKP’nin bu tavrının olumlanacak hiç bir yanı yoktur, çünkü aynı katliam poltikasını, kendisi, başka söylemler altında, ama aynı sınıfın çıkarları doğrultusunda yapmaktadır. Bu olay, aynı zamanda, Adanan Menderes-Celal Bayar DP’nin 1956’da İnönü ve CHP’yi, 1943 yılılında yapılan Van-Özalp ilçesindeki 33 Kürt köylüsünün katledilmesin’den dolayı “yargılamak” istemesine benzeyen bir durumdur. Egemen sınıf klikleri, birbirilerine karşı üstünlük sağlamak için bu tür olayları kulandıkları bilinen bir gerçektir.

AKP-Gülen cemaati iktidarının liberal kesimler tarafından “demokrat” görülmesi, desteklenmesi analaşılabilir. Çünkü onların sınıfsal çıkarları bu kesimlerin çıkarlarıyla örtüşmektedir. Ancak, kendine “sol” diyen küçük burjuvazinin bu kesimlerle sınıfsal çıkarları uyuşmadığı gibi, bu egemen kesimler tarafından yine en fazla baskı ve zulme maruz kalanlar içinde kendileride yer alamktadır.

Tarihi, egemen sınıfların dayatmasından ve yazmasından, küçük burjuvazinin ise bulanıklaştırmasından kurtarmak gerekiyor. Genel de küçük burjuvazi, işçi sınıfının görüşlerini bulanıklaştırmış, onun burjuvazi ile uzlaşmaz olan sınıf çıkarlarını burjuvazi lehine uzlaştırma çabaları içinde olmuştur. Bugün, küçük burjuvazinin düzen içi “ehlileşmiş” bir solculuk sergilenmesini; başta işçi sınıfının dünya görüşüne olan güvensizliğinin yanı sıra, kitlelerin dönüştürücü gücüne güvensizliğinin bir sonucu, orta yolcu bir tavır sergilemesi olarak okunabilir.

İşçi ve emekçiler, küçük burjuva aydınlar ve küçük burjuva sol tarafından sürekli yanıltılmaya çalışılmıştır. Küçük burjuvazinin sınıfsal karakteri, sınıf atlama, yani burjuvalaşma eğilimindedir. Bu nedenle, o, işçi ve emekçilerden yana tavır alma yerine burjuvaziden yana bir eğilim sergiler. Ancak, o, ezilen bir sınıf olmasından dolayı, işçi sınıfı hareketi güçlendiğinde işçi sınıfının yanında yer alabilir. Buna karşın, ideolojik olarak işçi sınıfına uzak durmayı da ihmal etmez. Siyasal olarak da pratiksel tavrı şere karşı ehvenişer taktiğini izler.

İşçi sınıf adına hareket eden siyasal yapıların, işçi sınıfının dünya görüşünün bulanıklaştırılmasına, silikleştirilmesine, burjuvazi ile uzlaşmaz çıkarlarının üstünün örtülmesine ve de etkisizleştirilmesine hizmet edecek duruşlardan uzak durması, sosyalizm mücadelesinde en büyük kazanım olacaktır.10.03.2012

***


()Kırklı Yıllar-5 içinde Rasih Nuri İleri aktarıyor, Tüstav Yayınları Eylül 2006


() Burada, acı olan bir durum da, Tan gazetesi baskınına katılan İlhan Selçuk’a, 1996 yılında kurulan „Serteller Gazetecilik Vakfı“ tarafından 1997 yılında “demokrasi” ödülü verilerek ödüllendirilmesidir.

Bahar Gelmeden Yeşillenmek Ve Özgür Gelecek Gazetesi

Sosyalistler için ittifakalar ve eylem birlikleri önemlidir. Kiminle, ne zaman ve nasıl sorularına doğru yanıtlar vermek ve bunları tam yerinde ve zamanında yapmak, sosyalist mücadelenin gelişmesi açısından tarihi önemde bir yer edinmektedir. Sınıf bilinçli işçi sınıfı hareketi, ittifaklar sorununda, öncelikle kendi sınıf çıkarlarını esas alır. Bu, salt işçi sınıfı için değil, işçi sınıfı dışındaki diğer sınıflar içinde aynen böyledir. Burjuvazi de, esas olarak kendi çıkarlarını esas alır ve ona göre hareket eder. Küçük burjuvazi de aynı şekilde ittifaklarını ve eylem birliklerini belirler. Sınıf bilinçli proletarya, devrimi gerçekleştirmek için halk safında gördüğü bütün sınıf ve tabakalarla eylem birlikleri ve uzun süreli ittifaklar gerçekleştirmek zorundadır. İşçi sınıfı, devrim için, köylülüğü ve şehir küçük burjuvazisini yanına çekmek, onlarla sıkı bir ittifak kurmak ya da onları kazanmak durumundadır. Bunları kazanmadan devrimi gerçekleştirmesi olanaksızdır. Devrimci örgütler arasındaki eylem birlikleri de bu temelde olur. Eylem birlikleri, "eylemde birlik, ajitasyon ve propaganda da serbestlik” ilkesi üzerinde yürümek durumundadır. Ajitasyon ve propaganda da serbestlik olmadan eylem birliği sağlanamaz. Ajitasyon ve propaganda da tam bir serbestlik olmadan yapılan bir eylem birliği, eylem birliği içinde yer alan örgütlerin esasta bir örgüte tabi olması anlamına gelir. Devrimci örgütler arasında gerçekleştirilen eylem birlikleri ya da ittifaklar, karşılıklı tavizler üzerinde gerçekleşir. Bu tür birlikler de, bir örgütün kayıtsız şartsız desteklenmesi, onun görüşlerinin kabul edilmesi, diğer örgütleri, bu örgütün payandası durumuna düşürür ya da kendini siyasal örgüt olarak gören örgütlerin, hiç bir şart koşmadan ya da karşılıklı tavizleri içermeyen bir birlik oluşturması, kendi siyasal ilkelerini geçersiz sayması anlamına gelir. Genelde kimi küçük burjuva örgütleri bu tür eylem birlikleri içinde yer alırlar. Kendinden üstün gördüğü örgütün dayatmalarını kayıtsız-şartsız kabul eder. Salt kendsinin kabul edilmesi ya da kendi varlığını bu şekilde sürdürebileceğini düşüğündendir. Bu durum, küçük burjuva sınıflarına özgü bir duruştur. Küçük burjuva sınıfı kendine güvenmediği için, kendisinden güçlü olan sınıfların gölgesinde yaşamayı kabul eder, edebilirler. Bu, bugün ülkemizde mevcuttur. Proletarya, küçük burjuvaziden bütünüyle farklıdır. O, kendine güvendiği gibi, kendi bağımsız siyaseti mevcuttur. Çünkü o, iktidarı ele geçirmeyi hedefler ve sahip olduğu siyaseti gereği, örgütlenmesini ve tüm çalışmalarının odağına iktidarı burjuvaziden almayı koyar. İttifaklarını ve eylem birliklerini de bu hedefi gerçekleştirmek için yapar. Kendi bağımsız siyaseti dışında bir başka sınıfın -bu küçük burjuva devrimci sınıfı da olsa-, siyasetinin gölgesi altına girmez ve giremez, onun bayrağını, kendi sınıfsal bayrağı yerine geçirmez. Sınıf bilinçli proleterya, devrimden çıkarı olan bütün sınıfları kendi kızıl bayrağı altında toplamaya çalışır. Sayı olarak az da olsa, örgütsel olarak çok zayıfta olsa, çok güçlü gibi gözüken bir küçük burjuva örgütün ya da ülkemiz açısından, bugün için güçlü olan ezilen ulus hareketinin bayrağı altına sığınamaz, onun ezilen ulus milliyetçisi argümanlarını kendi argümanları olarak alamaz. Söz konusu ulusal hareket, devrimci-demokrat olduğu sürece, işçi sınıfı hareketinin dostu olduğu sürece, sınıf bilinçli proletarya hareketi, ezilen ulus hareketi ile demokratik haklar çerçevesinde ortak hareketler örgütleyebilir ve ittifaklar yapabilir. Bu konuda, hedefler ve ittifakların içeriği yeter ki net olsun. Ülkemizde, uzun bir zamandır, ezilen Kürt ulusal hareketinin, yani PKK’nin devrimci hareketler üzerinde etkisi olduğu ya da etkilediği bilinen bir gerçek. Mücadele açısından sınıf hareketinin ilerisinde olan bir ulusal hareketin, devrimci siyasetleri etkilememesi düşünülemez. Özellikle, ulusal hareketin ileri sürdüğü sloganlar demokratik haklar çerçevesinde ise, -sınıf hareketlerinin hedefleri daha ileri de olsa- -mücadelenin yer yer ortaklaştığı ve kesiştiği noktalar da mevcut olur. PKK’nin geniş yığınları etkilemesi, harekete geçirmesi, güçlü bir örgütlülüğe ve savaş kabiliyetine sahip olması, "sol” hareketleri ciddi bir şekilde etkiliyor ve onların saflarında mücadele eden militanlar üzerinde olumlu etki bırakıyor ve onların, PKK’ye karşı daha bir sempati ile bakmalarına neden olduğu gibi, bu durum, sınıf mücadelesinin keskin çizgilerinin belirsizleşmesine neden olabiliyor. PKK’nin önderliğinde yürütülen Kürt ulusal hareketinin pratiksel, örgütsel ve kitleleri harekete geçirme açısından çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınfı hareketinden ileri oluşu, ulusal hareketi, teorik anlamda, sınıf hareketinin yerine koyamayacağı gibi, işçi sınıfı hareketlerinin kendi sınıfsal çizgilerini belirsizleştirmeyi ya da ulusal hareketin hedefleri ile aynılaştırmayı getirmez ve getirmemelidir. Kürt ulusal hareketi genel çizgisi ve bu çizgi etrafındaki mücadelesi, kendini nasıl adlandırırsa adlandırsın -sahip olduğu program gereği-, o ulusal bir hareket ve ezilen Kürt ulusunun ulusal haklarını savunuyor. Hedefleri koşullara göre değişiyor. Bugün ortaya koydukları hedef; "demokratik özerklik” dedikleri bir program çerçevesindedir. Dün ayrılmayı, ayrı devlet kurmayı savunuyordu, bugün ise bu ulusal taleplerinden vazgeçmişler. Eğer, ayrı devlet kurma koşulları oluşsa, Kürt ulusal burjuvazisinin "ayrı devlet” kurma ya da ayrı bir devlete sahip olma davasından vazgeçmesi ulusal burjuvazinin karakteri gereği gerçekçi değildir. Kürt işçi ve emekçileri Türk işçi ve emekçileriyle ortak yaşamı savundukları durumda dahi, Kürt ulusal burjuvazisi ayrılmayı ve de ayrı devlet kurmayı savunacaktır. Bu, ulusal hareketlerin sınıfsal yapısıyla ilgili bir durumdur. Bugün, PKK, ayrı devlet hariç, Kürtlerin diğer ulusal demokratik haklarını ana programları haline getirmişlerdir. Programları ulusal burjuva reforumcu bir programdır. İşçi ve emekçilerin sınıf çıkarlarını savunan bir program değildir. Abdullah Öcalan’ın "Demokratik Cumhuriyet” dediği, özünde ise Kürt burjuvazisine de sömürüden pay verilmesi ve Kürtlerin kültürel kimliklerinin –Kürt kimliği ve Kürt dilinin resmileştirilmesi temel talep- tanınmasından başka birşey değildir. Ve en son, BDP’nin ilan ettiği "demokratik özerklik programı” ise reforumcu bir programdır. Yani, düzenin bazı yerlerinin törpülenmesi dışında fazla bir şey yoktur. Bu programın desteklenebilecek yanı, Kürtlerin ulusal demokratik haklarının verilmesi yönündeki istemleridir. Burada, PKK’nin programı ve de BDP’nin programları tartışılmayacak. Bu ayrı bir yazı konusu olabilir. Ancak, esas sorun, ittfaklar ve eylem birlikleri tartışılmalıdır. Kendine sosyalist diyen, Marksist dünya görüşünü savunuduğunu iddia edenlerin, ittifak ve eylem birliklerine yaklaşımları da Marksist bakış açısına göre olmalıdır. Bu, yukarı da kısaca ortaya konmaya çalışıldı. Bugün, Kürt ulusal hareketi ile demokratik haklar çerçevesinde eylem birlikleri ve de ittifaklar yapılmaz mı? Elbette yapılabilir ve yapılmalıdır. Ülkede demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması, genişletilmesi ve de Kürt ulusu üzerindeki tüm baskıların kaldırılması konusunda eylem birlikleri ve ittifaklar söz konusu olabilir. Günümüz de, bu, daha acil bir gereksinim durumuna gelmiştir. Özellikle AKP-Cemaat faşist hükümetinin başta Kürt ulusu olmak üzere işçi, emekçi ve onların siyasal temsilcileri devrimci ve ilericiler üzerinde baskılarını yoğunlaştırdıkları bir süreçte, demokratik hak ve özgürlüklerin korunması, genişletilmesi ve bu baskılara karşı mücadele etme ve geriletme çerçevesinde en geniş eylem birlikeleri yapılabilir. Bu kısmen gerçekleşmesine karşın, daha geniş bir birliktelik sağlanabilmiş değil. Devrimci, demokrat kesimlerin ve Kürt ulusal hareketin bu baskılara karşı mücadele etmeleri, karşı durmaları genel anlamda bir birlikteliğin ifadesidir. Ancak, daha örgütlü ve planlı hale gelmesi, devrimci-demokrat güçlerin asgari oranda bazı noktalarda anlaşmaları ve birliktelik sağlamaları gerekiyor. Bu genel çerçevede, Özgür Gelecek gazetesinin 8-12 Şubat 2012 tarihli 26. Sayısında eylem birlikleri konusundaki anlayışı ciddi sorunlar taşımaktadır. Derginin 2. Sayfasında "Halkların Demokratik Kongresi” (HDK) başlıklı kısa yazıda, Marksist olmayan bir yaklaşım söz konusudur. Her ne kadar ÖG, HDK konusunda da eklektik ve sağcı bir politikaya sahip olmasına karşın; "Çatışma ve direniş dinamiklerinin güç biriktirdiği günümüzde sarı, kırmızı yeşille daha fazla bezenmek, diğer direniş güçleriyle daha sıkı ilişkiler kurmak için daha güçlü bir pratik hat tutturmak önemlidir.” (açÖG) diyerek, neye bezeneceğini net olarak söylemiş oluyor. Bunu okuyanlar, eylem birliğine katılanların rengini ortaya koymuş diyebilir. Ancak, hiçte öyle değil. Çünkü sarı, kırmızı ve yeşil Kürt ulusal hareketin ulusal bayrağının rengidir. İşçi sınıfının dünya görüşünü savunduğunu söyleyenlerin daha fazla bezenmesi gereken renk tonları sarı, kırmızı ve yeşil değil, kırmızı olmalıdır. Proletaryanın kendi bayrağının rengi kırmızıdır. ÖG, bunu öne çıkaracağına son zamanlarda bir "sarı, kırmızı, yeşil” tonu tuturmuş gidiyor ve buna da, proletaryanın bağımsız sınıf politikası demekle yanılıyor. Bu yaklaşım, kendi sınıfına güvensizlik ve aynı zamanda, sınıfın görüşlerini belirsizleştirme, onu sarıya boyama çabalarının yanı sıra, ezilen ulus hareketinin reformist-ulusalcı politikasının peşinden sürüklemektir. Daha genel anlamıyla; ulusal hareketin, Kürt işçi ve emekçilerini harekete geçirmesi, ÖG’i yanlış bir yöne itmişe benziyor. ÖG, proletaryanın kırmızı rengi ile Kürt ulusal ve küçük burjuvazisinin sarı tonlarını birbirine karıştırıyor ve kırmızı rengi sarı renge feda ediyor. Öte yandan yine ÖG’in adı geçen sayısının 3. Sayfasında Kürdistan’daki baskıları anlatırken yazıya koyduğu başlık ise şöyle: "Toprağın altı sarı, kırmızı, yeşil! Üstü isyan, direniş, özgürlük!” ÖG, bu karışık renkleri çok sevmiş gözüküyor. Derginin bu sayısında proletaryanın kızıl bayrağını dalgalandırma yok. Buna, bahar gelmeden yeşermek denir. ÖG’de bahar gelmeden yeşillenmişe benziyor. Erken yeşillenmenin sonu erken sararıp solmaktır. ÖG için "eklektizim” eleştirisini de getirirken, HDK’e yaklaşımından hareket ediyorum. Bu konuda görüşleri net değildir. Daha baştan utangaçca bir yaklaşım sergilemiş, önce görüşlerini net olarak ortaya koymayarak sorunu sürece yaymış ve süreç içinde ise şu noktaya gelmilştir: "Bilindiği üzere Kongre çalışmalarına katılma biçimimiz, yönetici komite ve meclislerde yer almama ancak Kongreye bağlı komisyonlarda ve yerel konseyler-meclisler aracılığıyla yürütülecek mücadeleye katılmak şeklindedir.” (açÖG) Kongre’nin yönetiminde yer almamalarının gerekçesini ise şöyle açıklıyor: "Kongrenin kendine stratejik bir misyon biçmesinden, iktidara alternatif olmayı amaçlamasından ve kendini bir iktidar organı olarak tanımlamasından dolayıdır.” ÖG’nin gerekçeleri ve düşünceleri kısaca böyle. ÖG özünde HDK katılıyor, ancak en üst yönetiminde yer almıyor ve bunu doğru buluyor. ÖG’nin buradaki tavrı 12 Haziran 2011seçimlerinde "Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu”na karşı yaklaşımıyla örtüşüyor. "Seçimlere katılmıyorum”, "sizden hiç bir şey istemiyorum”, ama "sizi destekliyorum.” Yani, kendiliğindenci ve akıntıda yüzme tavrı. Ortada netlik yok. ÖG’nin politikası belirsizliklerle dolu. O, son zamanlarda kendini sarı, kırmızı, yeşilin akıntısına bırakmış gidiyor ve buna da işçi sınıfının "bagımsız politikası” adını veriyor. 24.02.2012 Yusuf KÖSE

Korku Cumhuriyeti ve "Özür”

Geçmişte, köleci ve feodal devletlerin tarihleri, kendi halklarına, işgal ettikleri ya da sömürge haline getirdikleri ülke halklarına karşı kanlı bir tarihleri mevcut iken, aynı mirası devralan kapitalist devletlerin tarihi de, kendinden önceki özel mülkiyetçi sınıfların devletlerinden farklı değil, tersine daha vahşi ve daha bir kitlesel katliam ve zulümler tarihidir. Kapitalist modernite, işçi ve emekçiler üzerinde, ezilen ve sömürge uluslar üzerinde, vahşetin en ağırını uygulayan bir işleyişe sahip ola gelmiştir. Dünün engizisyon anlayışı, kapitalizmle beraber daha bir yaygınlaşmış ve emepryalist sistemin ayakta kalması için vazgeçilmez bir kuralı ve uygulaması haline getirilmiştir. Kapitalist bir devlet olan Türk devleti ve ona egemen olan kapitalist burjuvazi de, kendi sömürücü düzeninini ve egemenliğini ayakta tutmak ve koruyabilmek için, ülke halklarına karşı var olduğu günden bu yana kan ve şiddeti esas almıştır. Nasıl ki, Osmanlı’nın varlığı ve yayılması kan ve şiddetle varolmuşsa, Türk devletinin varlığı ve devam etmesi de bu kural üzerinden, -dün feodal toprak ağalarıyla ortak -, harket etmiş ve etmektedir. Bütün kapitalist ülkelerin tarihinde halka yönelik uygulamalar birbirinin benzeridir. Soykırımlar, katliamlar, işkenceler, toplu tutuklamalar, uzun yıllar sorgusuz-sualsiz tutukluluk, kısacası baskı ve şiddetin her türlüsü, işçilere, emekçilere, ezilen ve sömürge uluslara reva görülmüş ve görülmeye devam etmektedir. Ermeni soykırımı, Osmanlı’dan devr alınan bir uygulama ve bu uygulama azınlıklara karşı TC devleti sürecinde de uygulanmıştır. 1942 Varlık Vergisi davası, 6-7 Eylül 1955 olayları bunlardan sadece bilinen ve öne çıkanlarıdır. Kürtlere ise, TC kurulduğu günden itibaren baskı ve katliam uygulanmıştır. Amaç; Kürtleri Türkleştirmek olduğundan, Kürtler ağır bir asimilasyon, baskı ve yer yer katliamlara maruz kalmışlardır. Bunlardan en bilineni, 1925 "Şeyh Said İsyanı” ve 1938 Dersim "isyanı” dır. Ayrıca, sadece 1970’lerden bu yana olan tarih içindeki Türk devleti’nin katliam ve baskılarını ele alırsak, sayısız katliam ve buna benzer uygulamalar görülecektir. Bu baskı ve kaliamlardan çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin yanı sıra devrimci ve komünistlerde nasiplerini almışlar ve almaya devam ediyorlar. 1971 12 Mart Askeri darbesi ve akabindeki uygulamalar, 1977 taksim’de işçi katliamı... 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrası uygulamalar dikkate alındığında, Türk egemen sınıflarının ne denli katliamcı ve baskıcı bir sınıf olduğu rahatlıkla görülebilir. Çorum, Maraş, Sivas katliamları, 12 Eylül Askeri Cunta yönetimi dönemindeki faşist uygulamalar; işkenceler, toplu tutuklamalar, gözaltında kayıplar, uzun süre gözlatında sorguda tutmalar, yargısız infazlar, on binlerce insanın sorgusuz-sualsiz hapishanelere doldurulması vb. vb... Ve özellikle de 12 Eylül sürecinde Kürdistan’daki baskı ve zulümleri saymakla ve yazmakla bitmez. Bugün, Dersim katliamının tartışıldığı bir ortamda, T. Erdoğan’ın "özür dilemek gerekiyorsa özür dilerim” demesi, özür olmaktan çıkıyor, dalga geçiyor. Oysa, dünya alem biliyor ki, Erdoğan başkanlığındaki hükümetin bugünkü uygulamaları, 1925 yılında uygulamaya sokulan "Tahkiri Sukün Kanunu”ndan hiç de farklı değil. Ayrıca Dersim Katliamı’nı meşru göstermek için o dönemin gazetelerinde atılan başlıklar ile günümüzdeki burjuva basının attığı başlıklar arasında hiç fark yoktur. "Bir avuç şaki”, "çapulcu”, "vatan hainleri”, "hepisi bertaraf edildi” vs. Bugün de Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı aynı başlıklar atılmaktadır. Elbette devletin bu yaklaşımları, sadece Kürt ulusuna ve diğer azınlık uluslara karşı olmayıp, işçi ve emekçilere karşı da aynı yaklaşımı sergiliyorlar. Özellikle de devrimci ve komünistlere karşı daha vahşi uygullamaları ve yaklaşımları söz konusudur. bebek katili Bugün PKK için "bebek katli” diyenlerin tarihleri bebek, çocuk ve kadın katliamlarıyla bezelidir. Dersim’de olanlar, bunların en bilinen örneklerden sadece bir tanesidir. Eğer bugün birisine "bebek katili” denecekse, bunu hak eden katliamcı yüzü ve niteliğiyle faşist Türk devletinden başkası değildir. Türk burjuva basını, Kürt Ulusal Hareketini yıpratmak için çok kullandığı bu manşet başlığı, kendi devletlerinin katliamları için ise kullanmaktan özenle kaçınıdıkları gibi, devletin katliamlarını meşru göstermenin gayreti içindeler. Türk egemen sınıfların siyasal temsilcisi olan Erdoğan, Türk devleti’nin işçi ve emekçilere, alevilere, azınlık uluslara ve Kürtlere reva gördüğü baskı ve katliamlardan dolayı özür dilememştir. Çünkü bugün aynı uygulamaları kendileri yapmaktadır. Daha doğrusu niyet, "açılım” safsatalarında olduğu gibi, olayları kanıksandırmak, bu konularda kirlilik yaratmak ve olayın bir şekilde üzerini kapamak amaçlı olduğu açıktır. Kendi sınıfına ait bir katliamla ilgili olarak "özür” dileyen birisinin, önce kendisinin dürüst olması gerekiyor ve kendsinin ona benzer katliam ve baskılardan vazgeçmesi gerekiyor. Oysa, Erdoğan, şu anda Kürtler üzerinde yoğun bir baskı ve "siyasi soykırım” uygularken, bunu perdelemek için "Dersim özürü” dilemye çalışıyor. İşçi ve emkçiler üzerinde baskıları artırıp, Kürtlere karşı sürek avına çıkmış birisinin, "özürü”nün hiç bir samimiyeti yoktur ve olamaz. Alman Gazatesi "Der Tagesspiegel’in 25.11.11 tarihili haber yorum yazısında da vurguladığı gibi, Erdoğan, bunu şu anda Kürtlere karşı uygulamalarının üstünü örtmek için dış kamuoyuna karşı kullanmak amaçlı yapmıştır. Gazetenin bu yorumu, sorunun sadece bir yönü iken, esas yönü, iç kamuoyunu yanıltmak faşist uygulamalarının üstünü örtmek ya da perdelemek için yapılmaktadır. Nitekim, bazı liberallerin "açılım” safsatalarına mehtiyeler düzdükleri gibi, bunu da "demokrasi”nin bir gereği olarak övgüye değer görmeleri boşuna değildir. Türk devleti, TC’nin kuruluşundan beri Kürtleri Türkleştirme uygulamalarından vazgeçmeyerek, Kürtlere karşı her türlü baskı ve katliamları "vacip” bulmuşlardır. Bugün de yer yer "Kürt kardeşlerimiz” deselerde, "tek millet, tek dil, tek vatan” argümanından vazgeçmediler. Bugünkü hükümet bu konuda daha bir iddialıdır. Yani, kendisinden önceki hükümetlerin yapamadığını kendlerinin yapacağını; Kürtleri "Türkleştireceklerini” ya da en azından "beli kırılmış, boyun eğdirilmiş ve bir daha kolay kolay baş kaldıramayacak bir Kürt ulusu” yaratmaya soyunmuşlar. Ve bu nedenle de çok yönlü olarak Kürt hareketine ve ona destek verebilecek bütün muhalif çevrelere ve işçi-emekçi hareketlerine karşı saldırmaktadır. Bunu başarmak içinde, ABD ve Batılı emperyalistlerin desteğini almışa benziyorlar. Bunun karşılığı olarak da, onların çıkarlarının en iyi bekçi köpekliğine soyunmuş durumdalar. Tarihleri, çeşitli azınlık uluslar ve Kürt ulusu üzerinde soykırım ve baskılarla anılan, sunni olmayan dini inançlar üzerinde –başta aleviler olmak üzere- baskı ve yasak uyulamalarla dolu olan bir burjuva egemen sınıfının ve onun devletinin, kendi uygulamalarından "özür dilemesi” beklenmemelidir. Erdoğan’ın yaptığı da iki yüzlülük ve sahtekarlıktır. Samimiyetten bütünüyle uzak ve esas olarak da, devletin şu andaki faşist uygulamalarını perdeleme amaçlıdır. korku cumhuriyeti Bugün Türkiye’de bir korku cumhuriyeti vardır ve kitleler üzerinde korku yaratılmıştır. Devlete ve hükümete karşı çıkan, eleştiren sorgusuz-sualsiz tutklanmaktadır. Tutuklananlar neden tutklandığını dahi bilmemektedir. Ve bu baskıların boyutu günden güne de artırılıyor. Korku Cumhuriyetinin başı bir başbakanın, Türk devletinin yaptığı bir katliam için "özür” dilemesi, gerçekçi olabilir mi ya da ciddiye alınabilir mi? Bunu ciddiye almak, bugünkü uygulamalarını normal göstermek anlamına gelir ya da bunun arkasındaki gerçekleri ve siyasi çıkar hesaplarını görmemek demektir. Ayrıca, alevi düşmanı olan ve bunu her fırsatta dile getiren, alevilerin ibadet yeri olan cemevlerini, "cümüş yeri” olarak adlandıran bir hükümet ve onun başından "demokratik” bir tavır beklemek, abesle iştigalden başka bir şey değildir. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki, varlığı katliam ve baskılar üzerine kurulu bir kapitalist devletin, onlara maruz kalanlardan özür dilemesi söz konusu olamaz. Almanların yahudilerden özür dilemesi, Alman emperyalist devletini yenilgisi sonrası olmuştur. Özürden başka seçeneği yoktu. Kanada devletinin olmayan soyu tükenmiş kızılderililerden özür dilemesi, olmadıkları içindir. Türk devleti ne Kürtlerden ne de Ermenilerden özür diler. Eğer bir gün Ermenilerden "özür” dileyecek duruma gelirse, uluslararası alanda çok zor durumda kaldığı zaman olabilir ya da içerde işçi ve emekçilerin yoğun mücadeleleri ve bu doğrultuda istemleri karşısında olabilir. Kendiliğinden "özür” dilemez. Erdoğan’ın bugün ağzından çıkan özür ise, özür olmaktan öte, biraz da suçu CHP’ye yıkmak ve devleti temize çıkarmaya çalşmaktır. Evet CHP bir devlet partisidir ve ogünkü katliam’dan birinci derece de bu parti sorumludur. Çünkü o zaman –deyim yerindeyse- CHP demek devlet demekti. Bugün de egemen sınıfların bir kesiminin partisi olan CHP, kendi geçmişiyle yüzleşmez. Bu partiye de egemen olan anlayış faşist kemalist devlet anlayışıdır. Yarın CHP iktidara geldiğinde ise, Ergonekon tutklularından devlet adına özür dileyebilir, ve bu özür, aynı T. Erdoğan’ın "özürü” gibi bir özür olur. Egemen sınıf klikleri arasındaki dalaşmada, bir birlerine karşı bazı açıkları kullanbilirler. Bunlar, birbirleri arasındaki iktidar dalaşının araçları ve taktikleridir. Kapitalist sistemde ne katliamlar, ne savaşlar ne de işçi ve emekçiler üzerinde baskılar ortadan kalkmaz. Ve kapitalist sistem, kendi varlığını şiddet üzerine kurmuştur. Bu şiddet, devamlı olarak işçi ve emekçiler üzerinde sürdürülürken, Türkiye gibi çok uluslu ülkelerde ezilen uluslar üzerinde de baskı ve şiddet eksik olmaz. Bu nedenle de işçi ve emekçilerin sömürü ve baskılardan kurtuluşu bu düzenin yıkılması ve yerine sosyalist sistemin getirilmesiyle olacaktır. Aynı şekilde Kürt ulusunun ulusal özgürlüğü de bu sistemle güvence altına alınabilecektir. Bu bağlamda, bu korku cumhuriyetine karşı ortaklaşa mücadeleyi her alanda, her ortamda yükseltmek gerekiyor. Türk devleti tüm devrimci güçleri ve örgütlenmeleri sindirmek ve baskı altına almak istiyor. Şu anda emperyalist tekellerin ve onun işbirlikçisi Türk egemen sınıflarının da istedikleri budur. Buna karşı dişe diş bir mücadele ve örgütlülük gerkiyor. Bu ülkeye demokrasiyi getirecek, sömürü ve baskıları ortadan kaldıracak yegane güç, sınıf bilinçli işçilerin önderliğindeki bir devrimdir. Burjuvaziden ve onun kemik yalayıcılarından demokrasi beklemek, hayalcilik, kitleleri kandırmak olur. Çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri alanlara çıkarak kendi sorunlarına sahip çıkmadıkları sürece, Erdoğan ve benzerleri kanlı salyalarını akıtmaya devam edeceklerdir. 26.11.2011 Yusuf KÖSE

TAŞERONLUK, UŞAKLIK VE "YENİ ANAYASA” YUTTURMACASI

 

 

 TAŞERONLUK, UŞAKLIK  VE  "YENİ ANAYASA” YUTTURMACASI

 

 

 

 

Türkiye’deki son gelişmeler, devrimci ve komünistleri yanıltmadığı gibi, burjuva siyasetini bilenleri de pek yanıltmamıştır. "Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur” özdeyişinde vurgulandığı gibi, Türk devletinin gelişi ve gidişi de başından beri bellidir. 

Bundan önceki "ABD’nin Savaş Üssü Türkiye” başlık yazımda, Türk devletinin ABD ve AB’nin güdümünde savaşa sürüklendiğini ve devletin iç örgütlenmesini de buna göre yaptığı vurgulanmıştı. 

Devlet yönetimini ele geçiren dinci AKP-Gülen ittifakı’nın arkasındaki sermaye kesiminin, ayakta kalması ve daha da palazlanması için savaşa ve saldırganlığa gereksinim duyduğu, daha doğrusu başta ABD emperyalizmi olmak üzere diğer batılı emperyalistlerin desteğine gereksinim duydukları açık. Bu aşamada onların denetiminden çıkmaları söz konusu olmadığı gibi, onların denetimi ve yönlendirmesi altına daha fazla girdikleri de bir gerçektir. Aslında, bu konuda bütün sermaye kesimleri uzlaşmıştır.

Dinci sermaye ile çelişkileri olan diğer sermaye kesimlerinin de şu andaki AKP hükümetine karşı çıkmadıkları, tersine AKP hükümetinin işçi ve emekçi düşmanlığı ve sermaye kesimini alabildiğine kollayan uygulamalarını, bununla beraber emperyalizmin piyonluğu ve taşeronluğunu yapan hükümeti açıktan destekledikleri bir gerçektir.

 Büyük emperyalist tekellerin destekledikleri ve onların taşeronluğuna soyunmuş bir hükümete karşı çıkmaları olası değildir. Böyle bir duruma karşı çıkmak, sermayenin kar ve büyüme eğilimine terstir. Burjuva sınıfının, kendi aralarında çıkar çelişmeleri ve bu çelişmelerden kaynaklı dalaşları söz konusu olsa da, işçi ve emekçi sınıfı karşısında uzlaşmaları esastır. Şu anda olan budur. Dün AKP ve Erdoğan’nın düşmanı gibi gözüken bazı sermaye kesimleri –Doğan Holding’te olduğu gibi- onun dostu pozisyonuna geçerler. Çünkü onlar için geçerli olan sermayelerini büyütmek ve bu büyümenin önünün açılmasıdır. Türk devleti ve onun hükümetinin, dış siyaset konusunda tamamiyle ABD’nin denetimi ve yönlendirmesi altına girdiğini söylemek abartılı bir saptama değildir. AKP hükümeti bir taşeron, onun şefi Erdoğan ise iyi bir piyondur. Bu bağlamda, ABD, eğer Türkiye’nin İran’a saldırmasını isterse, onun alt yapıları oluştururlur. Erdoğan ve hükümeti de buna hayır demez. Uzun bir süredir alttan alta böyle bir çaba var. Libya ve Suriye konusu bunun örneklerini oluşturuyor. Hükümetin ve onun başı Erdoğan’nın taşeron ve piyon olduğunu en iyi örnekleri burada kendini açıktan ele vermiştir. Emperyalist burjuvazi istediğinde bu tür ülkeleri nasıl kullandığının birer göstergesidir. Ayrıca, çok önceleri -2006-, Erdoğan’ın fındık tüccarı bir danışmanı –Cüneyt Zapsu-, ABD’li yetkililere; "onu deliğe süpüreceğinize, kullanın daha iyi” diyerek sorunu net olarak açıklamıştı. 

 Başta ABD ve AB’li emperyalistler, Türkiye’de kendilerine bağlı güçlü ve saldırgan bir hükümet yaratmak istiyorlardı ve bunu önemli ölçüde başardılar. Öncelikle, Kürt ulusal hareketinin ve işçi emekçi sınıfların muhalif çıkışlarının ezilmesi ve örgütlenmelerinin engellemesi yer aldı. Emperyalist burjuvazi bu konuda AKP hükümetine açık destek verdi ve vermeye devam ediyor. Erdoğan ve hükümeti, esas gücünü burdan alıyor. Türkiye’nin taşeronluğu yeni değildir. Özellikle 2. Paylaşım savaşı sonrası, emperyalistler arası dengelerin değişmesi ve ABD’nin öne geçmesi ve peşinden ülkede bu emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda Menderes önderliğinde bir hükümetin iş başına getirilmesi, o günün koşulları gereği idi. O günden bu yana da taşeronluk görevi sona erdirilmiş değildir. Emperyalist burjuvazi, kendi çıkarlarını sivil hükümetlerle koruyamadığı yerde, askeri cuntalarla korumaya çalışmıştır. Türkiye, dün "komünizmin yayılmasına karşı bir tampon bölge” iken, bugün ise, emperyalist tekellerin bölgedeki ekonomik ve siyasal çıkarlarını korumaya yönelik taşeronluk görevi verilmiştir. ABD’nin bölgedeki çıkarlarını en iyi koruyacaklarına dair, AKP ve onun destekçisi olan sermaye kesimleri (Fettullah Gülen ve çevresi de dahil), başından beri bu konuda ABD’ye açık çek vermişlerdir. Konjonktürel ve emperyalistlerin içinde bulunduğu durum itibariyle, bu konuda Menderes Hükümeti ile AKP hükümetinin benzer yanları çoktur. Bugün ise, ABD ve Batılı emperyalist tekellerin çıkarlarına ters düşen komşulara -özellikle müslüman ülkelere- yönelik, saldırgan bir görevle üstlendirilmiştir. Yani, emperyalistler arası çelişkilerden kaynaklı, enerji yataklarının korunması ve ABD’nin denetimine sokulması ve bölge halklarının baskı altında tutulması ve de ABD ve Batılı tekellerin çıkarlarına ters düşen devletlerin yönetimlerini değiştirmek için saldırgan bir güç olarak kullanmak... Bütün bunlar ortaya bir gerçeği çıkarmaktadır. Emperyalist burjuvazinin, "demokrasi” havarisi kesilmesi, kendi çıkarlarını korumaktan başka bir şey değildir. Bu dün de böyleydi bugünde böyledir. Bugün, dünden farklı olarak, "demokrasinin” kendi çıkarları demek olduğunu açıktan söylemeleridir. AB emperyalistlerinin Yunanistan ve İtalya’da yaptıkları bunun açıktan görünen örneklerini teşkil etmektedir. Emperyalist burjuvazi, o denli gericileşmiştir ki, artık burjuva anlamda dahi demokrasi oyunlarına tahammülü kalmamıştır. Bu kapitalizmin ne denli çürüdüğünün ve kokuştuğunun bir göstergesidir. Durum bu iken, emperyalist burjuvazinin Türkiye’deki faşist uygulamalara ses çıkarmaları düşünülemez. Kürtlere, ilerici aydınlara, devrimcilere ve komünistlere yönelik yoğun baskılar, kendi yasalarında dahi hukiki olmayan uygulamalar ve tutuklamalar, diğer tüm muhaliflere karşı saldırgan uygulamalar, tam emperyalistlerin istediği doğrultudaki gelişmelerdir. AKP hükümetinin "yeni anayasa çalışması” ise, aynı "açılımlar”da olduğu gibi, siyasi taktiklerinden biridir. AKP’nin hazırlayacağı bir anayasa, şu anda yürürlükteki 1982 faşist anayasasından hiçte farklı olmayacak, tersine, belki de daha baskıcı ve faşist bir nitelikte olacaktır. Olacak olan, bazı maddelerin yerlerinin değiştirilmesi, bazı maddelerin kısaltılması ve bazı maddelerin ise birbirleriyle birleştirilmesi şeklinde olacaktır. AKP’den "bütün toplumu ve siyasal çevreleri kucaklayıcı, azınlıkları gözetici” bir anayasa bekleyenler, halkı yanıltmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Emperyalizmin bir piyonu ve uşağı faşist bir sermaye kliğinden asgari ölçülerde de olsa "demokratik bir anayasa” beklemek saflık değil, düpedüz faşist bir düzenin aleti ve onun kollayıcısı olmak demektir. Ve özellikle de, AKP’nin hazırlayacağı bir anayasa’da, "Kürt sorunun çözümünü” beklemek, yaklaşık 90 yıllık faşist Türk devletini tanımamak, onun uygulamalarından hiç bir ders almamak ve hatta şu anda yaşananları yok saymak gibi bir şeydir. Buna, iyi niyetli siyasi körlük değil, sahtekarlık, kitleleri aldatmak denir. ABD ve Batılı emperyalistler, AKP ve arkasındaki sermaye kesiminden baskıların daha da artırılmasını talep etmekte ve AKP’de ayakta kala bilmek için var olan baskı ve şiddeti, devlet terörünü daha da artıracaktır. Bunu görmemek burjuva sisteminin işleyişinden bihaber olmak anlamına gelir ki, komünist ve devrimciler için bu hata bağışlanmaz ve ağır bedelleri olur. Türkiye’deki siyasal gündemler günlük değiştiği için, işçi ve emkçilerin yanıltılması da kolaylaşıyor. Burjuva basını anında gündemi değiştirebilme yeteneğine sahiptir. Çünkü, demokrat muhalif ve sol kesimlerin güçsüzlüğü, karşı-devrimci kesimlerin işini iyice kolaylaştırmaktadır. Bugünün Türk egemen sınıflarının siyasetinin ne olduğu, kendilerinin nasıl bir uşak ve piyon olduğu komünist, devrimci ve bazı demokrat kesimler tarafından net olarak bilinmektedir. Bunu kitlelere anlatmak, faşist devleti ve onun hükümetini en iyi şekilde kitlelere teşhir etmek ve bu çabayı hiç bir şekilde gevşetmemek, birleşilebilecek güçlerle birleşerek ortaklaşa eylem birliklerini güçlendirmek tarihi bir önem taşımaktadır. Elbette, burada işçi sınıfının sınıf bilincini yozlaştırıcı, reforme edici sapmalara karşı ideolojik uyanıklığı elden bırakmadan! 20.11.2011 Yusuf KÖSE

Küçük Burjuva Reforumculuğu, İşçi sınıfına Tek Seçenek Olarak Gösterilmek İsteniyor

Türkiye sınıf mücadelesi tarihinde kendini "sol” olarak adlandıranların "birlik” meseleleri de bir o kadar eskidir. Bundan her birliğin "iyi” olduğu anlamı çıkmadığı gibi, her birliğin işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesini geliştirici olarak okumakta doğru olmaz. Özellikle küçük burjuvazi, kendini her zaman bir ilkesiz birliğin içine hapsetmeye ve herkesi de bu hapishanenin içine toplanmaya çağırır. Bu tür çağrılar, burjuvaziyle mücadelenin keskinleştiği ve de burjuvazinin yoğun olarak saldırdığı dönemlerde, reformcu talepler etrafında herkesin birleşmesini ve bu birliği de "halkların kurtuluşu”nun tek yolu olarak gösterilmesi sıkça karşılaşılan bir durumdur. Türkiye’de küçük burjuva reformist kesimlerin bir çok "birlik” meselesi olmasına karşın 1970’in başındaki "sosyalist kurultay” girişimi bunların ilklerinden sayılabilir. 1971 askeri muhtırasından sonra bunu da gerçekleştiremediler. Bu girişimin başını, o dönemde, günümüz Aydınlıkçıları çekiyordu. Bu oluşuma ilk karşı çıkan ve tasfiyeci bir anlayış olarak değerlendiren Kaypakkaya olmuştur. Daha sonraları da bu tasfiyeci girişimler küçük burjuvazi tarafından hep gündemde tutlmuştur. 15-16 Ekim 2011 tarihinde Ankara’da kongresi yapılan "Halklarin Demokratik Kongresi” de, küçük burjuva reformistlerin son girişimleri olarak tarih sahnesindeki yerini aldı. Doğal olarak, r reformizmi göklere çıkararak... Uzun zamandan beri bir "çatı partisi” adı altında bir küçük burjuva klübünün oluşturulması için başta Öcalan olmak üzere bir çok küçük burjuva reformistleri epey bir çaba harcadılar ve koşulların elverişli olması nedeniyle de kısmen de olsa başarmış oldular. İşçi sınıfından ve Marksiszm-Leninizm-Maoizm biliminden umudunu kesenler, bu görüşlere hiç bir zaman inanmamış küçük burjuva reformistleri, sosyalizmle pek ilişkisi olmayan ve 1970’lerin sosyal-demokrat politikalarını özleyenler bu çatı altında, yani yeni adıyla "Halkların Demoktratik Kongresi”inde buluştular. Bu oluşumun başını çekenlerin başında hiç kuşkusuz Kürt Ulusal Hareketi geliyor. Bu anlamda BDP bu işin bel kemiğini oluştururken, diğerleri de onun etrafında toplanıyor. Bunlardan ilki reforumculuğu temel siyaset haline getirmiş olan EMEP’tir. Ve diğer bir ikincisi ise, kendini Kürt Ulusal Hareketin ellerine bırakmış olan Sosyalist Demokrasi Partisi geliyor. Yani eski Kurtuluşçular. Ayrıca irili ufaklı bir çok küçük burjuva örgütlenmeler, ve de disisplinli örgütlenmeden öcü görmüş gibi kaçan ve işçi sınıfının devrimci örgütlenmesinden asla hazetmeyen bireyler yer almaktadır. Kürt Ulusal Hareket’inin böyle bir oluşumu neden istediği açık. Kendi etrafını güçlendirmek istiyor. Devlete karşı pazarlıkta ve de mücadelesinde geniş bir kesimi yanında tutuğunun mesajını vermeye çalışıyor. Onun derdi, Kürt ulusal "kimliği”nin meşru bir hale gelmesi ve kendilerine biraz yer açılmasıdır. Bu nedenle de kendi açılarından anlaşılabilir bir yaklaşımdır. Bu, onların sınıfsal bakışlarının bir gereğidir. Onun siyaseti, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürü ve zulümden kurtulması değildir. Esas amacı ve tek hedefi Kürt "kimliği”nin özgürleştirilmesidir. Bu bağlamda, komünistler açısından, Kürt ulusal burjuvazinin mücadelesinin hedefleri net ve açıktır. Sosyalizme yer yer atıfta bulunması, sosyalizme sıcak baktığından değil, ona sıcak bakanları –kendi içindekiler de dahil- kendi birleşenleri ya da en azından müttefiki durumuna getirmek içindir. "Çatı Partisi” oluşumunun en çok propagandasını yapanların başında EMEP gelmektedir. EMEP, kendi denetimi altındaki görsel ve yazılı yayınlarında "kongre”nin tek seçenek olduğunu, bu olmazsa "kurtuluşun olmayacağını”, "tarihi bir fırsat olduğu”nu yazıp duruyor. Reforumcu küçük burjuvazi için bu böyle olabilir. Gerçekten de reforumcular için iyi bir yol denebilir. Onların istediği geniş yığınların kendilerini desteklemeleri ve şu veya bu oranda varlıklarını sürdürmeleridir. Şaşalı bir şekilde de olsa aydınların bir çoğundan destek almaları ve basında adlarının sık sık çıkmasıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerden kopuk kesimlerin ve aynı zamanda Marksizmden oldukça uzak duranların "sol”cu olarak lanse edilmeleri, onları onure eder. Ama, işçi sınıfının uzun vadeli mücadelesini kesintiye uğratır ve onu egemen burjuvazinin güzergahına hapseder. Halklarin Demokratik Kongresi (HDK) adı verilen bu çatı partisinin hazırladığı programın içeriğinde reforumculuktan öte bir şey yoktur. Öbür yandan salt bir "seçim partisi” olarak ele alındığı da bir gerçek. Parlamentoya girmek için can atan bir çok küçük burjuva reforumcu grubun bu sayede belki bir kaç adamlarını milletvekili olarak parlamentoya göndermeyi umduklarını hesapladıkları gizlenemeyecek kadar açıktır. Bu reforumcu girişime bu denli övgü dizmelerinin esas nedenlerinden ilki budur. Çünkü, kendi aralarında ne ideolojik bir birlik ne de siyasal bir beraberlik söz konusu değil. En küçük bir olumsuzlukta dağılacak gibi durdukları da açık. Ve bu birliğin kaderinin, daha çok da, omurgasını oluşturan BDP’nin yani PKK’nın devlet ile ilişkisine de bağlı olduğu bir gerçektir. ÖDP ve TKP’nin bu birlikten uzak durmalarının tek nedeni; Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı şovenist yaklaşımlarıdır. Her ne kadar Kürt ulusunun demokratik haklarını tanıdıklarını ve Kürtler üzerindeki egemen ulus baskısının kalkmasını savunur gözükseler de, özünde Kürt ulusunun ayrılma hakkına karşıdırlar. Yani Türk egemen sınıfları ile aynı kulvarda yer almasalarda ayrılık hakkı olmaması noktasında birleştikleri söylenebilir. Bu da sosyal şovenist bir yaklaşımdır. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını tanımayanların demokrat dahi olamayacakları bilinen bir gerçektir. Lenin’in bu saptaması salt o güne özgü değil, ezilen uluslar var olduğu sürece geçerli olan bir yaklaşımdır. Konumuza dönersek, HDK, küçük burjuva reformistleri tarafından iddia edildiği gibi işçi ve emekçilerin tek seçeneği olamaz. Ve onların tek seçeneği kendi örgütlü sınıf mücadeleleri ve bu mücadelenin sosyalizm ile taçlandırılması ve komünizme ulaştırılmasıdır. Burjuvazinin gericiliğine karşı ilerici reformlar reddedilmez, ama reforumculuk işçi sınıfının nihai hedef değildir. Diğer yandan ilkesiz ve reformist bir birlik, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini egemen sınıflara karşı başarıya ulaştıramaz. Olsa olsa işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci mücadelesini kösteklemeye ve burjuvaziye yedekleme misyonu oynar. Tarihte bunun çok örneği yaşanmıştır. İşçi sınıfı her zaman eylem birlikleri ve ittifaklar yapabilir. Ama, bu, onun bağımsız örgütlenmesinin yok edilmesi, kendi sınıf ilkeleri yerine küçük burjuvazinin ve ezilen ulus burjuvazisinin çıkarlarını öne çıkaran reformizmle yetinmesi anlamını asla taşımaz ve taşımamalıdır. İşçi sınıf mücadelesinin gerilediği ya da geri olduğu dönemlerde bu tür reforumcu rüzgarlar kitlelere kurtuluş olarak gösterilmek istenir. Bugün ise Kürt Ulusal Hareketin reformist yolu, onun ulusal demokratik hakları işçi ve emekçilere kurtuluş yolu olarak gösterilmeye çalışılıyor. Ezilen ulusun ulusal demokratik haklarını desteklemek ve savunmak ayrı, onu işçi ve emekçilerin sınıf çıkarları olarak göstermek ise kabuledilebilecek bir siyasal duruş olamaz. Sınıf bilinçli işçi sınıfı, her zaman, UKKTH savunmuştur. Kürtler özgülünde de bu böyledir. Sınıf bilinçli proletarya hareketi, Kürt Ulusal Hareketi ile de eylem birlikleri ve ittifaklar yapabilir. Ezilen ulus hareketi ilerici bir rol oynadığı sürece. Ancak bu, işçi sınıfı hareketinin ona tabi olması anlamına gelmez ve gelmemelidir. İşçi sınıfın kendi bağımsız çizgisi vardır ve onun doğrultusunda hareket eder. Ve işçi sınıfı bütün ezilen sınıfları kendi siyasal çizgisi etrafında toplamaya çalışır, kendisi başkalarına; daha doğrusu küçük burjuvaziye ve ezilen ulus burjuvazisinin programına tabi olamaz. Tersini savunanlar işçi sınıfının devrimciliğinden umudunu yitirenlerdir. Çatı Partisi olan HDK’ni değerlendirirken onun içeriğini böyle okumanın daha doğru olduğu düşüncesindeyim. 22.10.2011 Yusuf Kose

ABD’nin Savaş Üssü Türkiye

Son yıllarda AKP hükümeti,T. Erdoğan vasıtasıyla İsrail’e karşı „gürleyip" duruyor. Daha üzerinden bir yıl geçmeden „komşularla sıfır politika"nın yerini giderek şiddeti artan politikalara bıraktı. Özellikle İsrail’e karşı lafta kalan „sert" politikalar izlenirken, diğer komuşlar üzerinde yaptırımcı ve saldırgan politikalara ve savaşa (Libya özgülünde olduğu gibi) dönüştü. Türk egemen sınıfları, 2. Emperyalist Savaş’tan sonra ABD emeperyalizminin egemenliği altına girmişlerdir. Özellikle’de 1950’de DP’nin iktidar olmasıyla beraber bu süreç hızlanmış ve pekişmiştir. Bu süreç, aynı zamanda, ABD emperyalziminin emperyalist cephede liderliği ve egemenliği ele almasının kesinleşmesinin ve de pekişmesinin sürecidir. Genel anlamda, 1950’leri başından itibaren ABD’nin güdümünde hareket eden egemenler, zaman zaman efendileriyle bazı anlaşmazlıklara düşseler de, esas olarak ABD’nin dediğinden çıkmamışlar, çıkamamışlardır. ABD ve Batılı emperyalistlerin savaş makinesi NATO içinde yer aldıktan sonra da, ABD ve Batılı emperyalistlerin çıkarlarına askeri olarak katılmışlardır. Bugün bu süreç fazlasıyla yerine getirilmektedir. Edoğan başkanlığındaki AKP hükümeti, ABD emperyalizmin vurucu gücü, polis gücü olmayı çoktan kabullenmiş ve bu görevlerini severekte yerine getirmeye çalışıyorlar. İlk baştaki paragrafta da belirttiğim gibi, dinci-faşist Erdoğan hükümetinin İsrail politikası, danışıklı-dövüş politikasıdır. Daha önce bir çok yazımda belirttiğim gibi bu „sertlik" politikası, ABD emperyalizminin izin verdiği ölçüde, onların sınırlarını zorlamadığı orandadır. Gerisi ise „takkiye"dir. Kitleleri kandırma, emperyalizmin saldırılarını ve de kendi uşaklığını gizleme taktikleridir. Öncelikle vurgulamak gerekiyor AKP hükümeti ABD’nin desteği ile ayakta duran ve baştan itibaren’de Türk egemen sınıfları içindeki dalaşta arkasında güçlü bir ABD desteğini alan bir hükümettir. Türk ordusunun darbelerine karşı ABD’nin elinde büyüyen bir partidir. Ve de genel anlamda Batılı emeperyalist tekellerin çıkarlarına ve ülkeyi onların rahatlıkla sömürebileceği bir duruma sokan bir partidir. Son yılların beylik deyimiyle; „küresel sermayenin çıkarlarına" hizmet eden bir parti olan AKP ve onun hükümetinin „anti-İsrail"ci söylemlerinin ciddiye alınacak bir yanı yoktur. Daha üç-beş aya öncesine kadar izlendiği söylenen „komşularla sıfır sorun" politikası da yine emperyalistlerin bilgisi dahilinde olan, bölgeye, özellikle de Arap halklarına şirin gözükme politikasıydı. Sözde Filistin davasını sahiplenerek, Arap halkların sepmatisini kazanmak ve bu sempati üzerinden emperyalizmin saldırılarını kolaylaştırma taktiğidir. Bazı Arap yazarlarının dediği gibi de, bu taktik; „emperyalizmin polis gücü rolünü" oynamaktır. Erdoğan ve temsil ettiği sermaye sınıfı ABD ve diğer Batılı emperyalistlerle sınıfsal bir çatışması söz konusu değil. AKP’nin temsil ettiği sermaye kesimi emperyalistlerin artıklarıyla beslenerek palazlanmış bir kesimdir. Bu nedenle, genel anlamda emperyalizmin, özel anlamda ise ABD emperyalizminin çıkarlarına ters bir politika izlemeleri söz konusu olamaz. Erdoğan , AKP hükümeti ve bunların temsil ettiği sermaye kesimi, emperyalizmin izini olmadan İsrail’e baş kaldıramaz. Hele hele, Akdeniz’in uluslararası sularında İsrail gemileriyle „it dalaşı"na girmesi beklenemez. Bu tür sözler, kitleleri aldatma, onların siyonist devlet karşıtı duygularını sömürme amaçlıdır. AKP hükümetinin "yeni Osmanlı” rolünü oynama meraklısı dışişleri bakanın İsrail karşıtı „sert" açıklamaları, Türk burjuva dış politika yazarlarını dahi güldürmüştür. „hangi güçle" ve „aBD’ye nazaran mı?" diye sormuşlar ve İsrail ile ekonomik ilişkilerin hala sürdürüldüğünü yazmışlardır. Erdoğan hükümetinin ne Türkiye iç koşulları açısından olsun ne de dış koşullar açısından olsun ABD karşıtı politika izlemesi, ABD emepryalizminin çıkarllarına zarar verecek bir tavır sergilemesi, bugünkü veriler ışığında söz konusu olamaz. Çünkü; İçte, egemen sınıflar arası çelişkinin keskinliği. Her ne kadar Kemalist Türk ordusunun tepe kadrolarını önemli ölçüde „temizlemiş" ya da dize getirmiş görünüyorsa da, bu çatışma şimdilik AKP’nin galibiyetiyle kısmen durmuş ya da geriye çekilmiş gibidir. Bu çatışma’da ABD ve Batılı emperyalistler AKP’den yana tavır koymasaydı, AKP’nin hükümet ömrünün bu kadar uzun olmasının olanağı pek yok gibiydi. Ayrıca güçlü bir Kürt Ulusal Hareketi’nin varlığı… AKP hükümetinin, siyasal açıdan ABD karşıtı politika izlemesinin koşulları olmadığı gibi ekonomik açıdanda ABD ve Batı karşıtı politika izlemesi bugünkü veriler ışığında olası gözükmemektedir. Ekonomik olarak ABD ve AB sermayesine bağlıdır. Türkiye’deki bankaların yaklaşık %60’nı elinde bulunduran emperyalistler, borsada dönen sermayenin %70’i gibi büyük bir kısmı da yine bu tekellerin elindedir. „Beşbin dolar çekildiği" anda yeni bir „2001 Şubat Krizi" anında kapıyı çalacaktır. Bunu her iki tarafta bilmektedir. Bundan dolayı, Erdoğan’ın Libya ile ilgili politikası saat başı değişmiştir. Önce „NATO’nun ne iş var Libya’da" diyerek „kabadayılanması"nın ardından bir kaç gün sonra ise NATO’nun emrinde Libya’ya saldırı pozisyonuna geçmesinin yanında İzmir’de saldırı merkezi yapılmıştır. Erdoğan’a tükürdüğünü anında yalatmışlardır. Türk egemen sınıfların İsrail ile tarihsel bağları, sınıf çıkarları bağlamında güçlüdür. Kolay kolay kopmaz. Bunu şu anda AKP’de koparamaz. Ayrıca, bunlarında böyle bir niyetleri de yoktur. Oynana oyun türbünler içindir ve de büyük bir sahtekarlıktır. Bir taraftan ABD’nin jandarmalığını yapacaksın, öbür yandan ABD’nin göz bebeği gibi koruduğu ve Ortadoğu’da en önemli vurucu gücü olan İsrail’e kafa tutacaksın. İkisi de bir biriyle çelişen şeylerdir. Oynanan oyun ABD’nin bilgisi dahilinde bir oyundur. ABD’nin Erdoğan hükümetinin böyle bir oyun oynamasına bölge halklarını etkileme açısından gereksinimi vardır. ABD’nin Füze Kalkanı Türk egemen sınıfların ve özellikle de dinci-faşist hükümetin „anti-İsrail" söyleminin arkasında yatan gerçek, ABD’nin Füze Kalkanı projesinin onaylanması ve Türkiye’ye yerleştirilmesi kararının perdelenmesi olarak da ele almak gerekiyor. Bu bir çok açıdan önemlidir: Emperyalizmin kendini idame ettirmesi için savaşa, savaşlara gereksinimi var. Emperyalist-kapitalist sistem, sermaye akışını ve sermaye büyümesini sağlamak için sıcak savaşlara gereksinim duyuyor. Özellikle 2008 kriiznden sonra bu krizden çıkış yollarının savaş seçeneğinden başka seçenekleri kalmamış gibidir. Emperyalizmin krizden çıkışlarının bütün yoları savaşa çıkmaktadır. Bu bağlamda da enerji yataklarının ve enerji yollarının kontrol altına alınması ve hepsinin başta ABD olmak üzere AB’li emperyalistlerin kontrolüne girmesi hesaplanmaktadır. Emperyalist tekelci burjuvazi işi şansa bırakmak istemiyor. Emepryalistlerin bütünüyle hizmetinde olmayan, sermayenin şu veya bu oranda ayağına dolaşan bağlarından kurtulmak istiyor ve ayak bağı olanları ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bunlardan biri Kadafi idi. Sırada Suriye ve ondan sonra ise İran gözüküyor. Esas olarak da İran’ı köşeye sıkıştırmak ve teslimiyetini sağlama politikasının daha ağır bastığı da görülmelidir. ABD ve diğer Batılı emperyalistlerin, emperyalist saldırı savaşları için Türkiye’ye gereksinimleri vardır. Özellikle Ortadoğu açısından sorun ele alındığında ve buralardaki dev enerji yatakları düşünüldüğünde, „müslüman" bir ülkenin NATO içinde ve NATO ile müslüman ülkelere saldırmasının yatıştırıcı ve etkileyici bir yönü vardır. Arap halklarının ve de milliyetçilerinin „hiristiyanların haçlı seferi" kozlarını ve psikolojik propagandalarını ellerinden almak istiyorlar. Türkiye ve Erdoğan hükümeti bu rolü oynuyor. Örneğin, Türkiye’ye Sırbistan’a saldırıda hiç bir görev verilmemiştir. Çünkü orası Hiristiyandı. Ama, emperyalistlerin müslüman olan ülkelere saldırılarında Türkiye görev almıştır. Irak’a yönelik işgal hareketinde direkt yer almamasının nedeni ise, erdoğan hükümetinin içte bu kadar güçlü olmamasından kaynaklanmıştı. Bugünkü kadar güçlü olsaydı, ağızından salyalar akarak Irak halkını bombalamaktan kaçınmazdı. Sadece hava sahasını kullandırmak ve bazı lojistik desteklerin yapılmasını sağlamak için destek vermekle yetinmek zorunda kaldı. ABD ve Batılı emperyalistlerin Türk devletinin PKK kamplarını ve Kürt Ulusal Hareketi’nin siyasi kadrolarına yönelik saldırıları karşısında sessiz klmaları ve hatta desteklemelerini de bu çerçevede ele almak gerekiyor. Füze kalkanı projesi de bu çerçeve de ele alınmalı ve içeriği savaş olarak okunmalıdır ve bu savaşın odağında ya da saldırı merkez üslerinden biri de Türkiye olarak okunmalıdır. Türk egemen sınıflarının PKK’ya karşı ve genel anlamda Kürt Ulusal Hareketine karşı sertleşmesi, saldırılarını yoğunlaştırması; PKK’nın tüm barış çağrılarına ve aşırı tavizlerine karşı aşırı saldırganlıkla cevap vermesi ve bunlara bağlı olarak içeri de yoğun tutklamalara girişmesi, hükümetin savaş hükümeti olduğunun yalın bir göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Bu saldırıdan salt Kürt Ulusal hareketi nasibini almayacak ya da almıyor, bu saldırılar aynı zamanda komünist, devrimci-demokrat ve hatta burjuva muhaliflere kadarda uzanacak ve uzanmaktadır. „Ergenekon" hikayesi de bunun bir aracı olarak ele alınmıştır. Yani, burjuva muhalifleri de elimine etme operasyonun bir aracı olarak okunmalıdır. Kısacası, AKP ve onun hükümetinin politikası, savaş politikasıdır. Dışta emperyalizmin vurucu gücü olma, içte de kendi muhaliflerini temizleme hareketidir. Başta Kürt Ulusal hareketi olmak üzere işçi ve emekçilere yönelme politikalarıdır. AKP başta da belirtildiği gibi emperyalistlerin beslemesi bir parti ve egemen sınıfların esasta bir kanadının siyasal temsilcisidir. Ülke içinde seçimlerde yaklaşık %50 oranında oy almasına karşın kendini rahat hisetmeyen ve her an yıkılabileceğini düşünen bir örgütlenmedir. Bu ve yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü ABD’nin dediğinden çıkmayacaktır. Onların emrinde kendi komşularına saldırıdan vaz geçmeyecektir. Dış saldırı önce içerdeki muhalefeti ezmeyi gerektiriyor. Bu nedenlede önce Kürt ulusal hareketi ve onunla beraber işçi ve emekçilere yönelecektir ve yönelmektedir. Komünistler ve devrimciler ise her zaman bütün burjuva kesimlerin ilk saldırı hedefi olmuştur. İşte, Türk devletinin ve onun hükümetinin anti-isarail söyleminin arkasında yatan gerçekler bunlardır diyebiliriz. 03.09.2011 Yusuf Kose

TARİHİN ÖNÜNDE YÜRÜMEK…

 


 TARİHİN ÖNÜNDE YÜRÜMEK…

 Yusuf KÖSE

Kitle mücadeleleri, Marksistlerin sınıf mücadelelerini geliştirme, ilerletme ve başarıya ulaştırmaları için öğrenme okulları ve aynı zamanda teorinin sınandığı büyük bir deneme alanıdır. Çünkü doğru politikalar kitlelerin sınıf mücadelelerinin imbiğinden süzülerek elde edilebilir. 

 

Tarihin en büyük devinimleri kitle hareketleriyle ortaya çıkar ve bu hareketlerle ilerler ya da geriler. Bu hareketler tarihin öznesi olduğundan, Marksitler de bu hareketlerden öğrenerek onların önünde yürüyebildikleri zaman o hareketlere yön verebilirler. Sınıf hareketlerinin ülke içindeki yerini, yönelimini ve temel kaynağını doğru saptamak Marksistler açısından tarihin önünde yürümenin olmazsa olmazlarından biridir. Özellikle işçi sınıfı partilerini açısından varoluşlarının nedenlerini yerine getirebilmeleri ve tarihi rollerini oynayabilmeleri açısından bunu saptama önemlidir. 

 Türkiye’deki son 50 yıllık sınıf mücadelelerini belirleyen temel etkende emek-sermaye çelişkisi olmuştur. Egemen sınıflar arasındaki çatışmalar olsun, ezen-ezilenler arasındaki çatışma olsun ve en önemlisi de tarihinin devrimci öznesi olması açısından burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf savaşımında olsun, emek-sermaye arasındaki çelişme belirleyici bir özelliğe sahip olagelmiştir. Diğer çelişmeler ve bunlardan kaynaklı sınıf çatışmları ise emek-sermaye çelişmesinin belirleyiciliği etrafında var olmuşlardır. Türkiye’deki kapitalizmin gelişmesi burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımı keskinleştirirken, Türk egemen sınıfların kendi aralarındaki çatışmayı da keskinleştirici bir rol oynamıştır. Türkiye’deki askeri darbeler kapitalizmi egemen kılma ve onun gelişiminin önünü açma rolü oynamış ya da ona böyle bir rol de vermişlerdir. 

Bir taraftan kapitalizm öncesi ilişkileri kapitalist ilişkiler lehine çözme rolleri üstlenirken, bir yandan da kapitalist ilişki ve sömürünün önündeki en büyük engel olan işçi ve emekçilerin mücadelelerini zaptı-rapt altına alma rolünü üstlenmişlerdir. Bu elbette, salt Türk tekelci burjuvazisi tarafından oynana bir rol değil, aynı zamanda emperyalist burjuvazinin de desteği ve yönlendirmesi ile ola gelmiştir. 12 Eylül askeri darbesiyle beraber ve peşinden gelişen Kürt Ulusal Mücadelesi ile Türkiye ve (özellikle) Kuzey Kürdistan ekonomisi içinde çok tali olarak yer alan ve özellikle 1970’lerden itibaren belirleyici bir yanı kalmamış olan feodal toprak ağaları da tarihin çöplüğüne gitmiştir. Çözülmüştür. Ya „züğürt ağa" gibi züğürt kalmışlardır ya da kapitalist ilişkiler içine girmişlerdir. 

Kürdistan’da koruculuğu üstlenen bu feodal ağalar, kısa süre içinde kapitalist ilişkiler içine girerek, toprak ağalığından kapitalist patronluğa terfi etmişlerdir. Kapitalizmin gelişimi karşısında önlerinde başka bir seçenekte yoktu. Çünkü kapitalizm, gittiği her yere kendi ilişkilerini götürür ve oraları kendine benzetir. (Marx). Kürdistan’daki eski feodal aşiret reisleri ya kravatlı aşiret beylerine dönüşmüşlerdir ya da patron olmuşlardır. Bir çoğu da az yukarı da söylediğim gibi „züğürt ağa" gibi eriyip gitmişlerdir. Kuzey Kürdistan’da var olan feodal üst yapı ilişkilerini de Kürt Ulusal Mücadelesi süreci içinde önemli ölçüde çözülmüştür. Bu çözülme de kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi temel olmakla birlikte, Kürt Ulusal Mücadelesi ise bu çözülmede radikal bir rol oynamış ve çözümü hızlandırmıştır ve bu rolü oynamaya hala devam etmektedir. 

 Bugün içinde Türk egemen sınıfları arasındaki mücadele aynı zamanda emperyalist ülke ve tekeller arasındaki mücadele olarak kendini ortaya koymaktadır. Özellikle AKP kanadının temsil ettiği yeşil sermaye kesmi, devlet yönetimini ele geçirmenin yanında, sömürüden daha fazla pay almak için diğer sermaye kesimleri ile ölümüne bir mücadele içine girmişlerdir Zaman zaman uzlaşarak, zaman zaman ise bir birlerini yok ederek gelişimlerini sürdürmüşlerdir. 

Emperyalizmin içinde bulunduğu durum ve emperyalist tekeller arasındaki çatışmanın durumuda, AKP’nin temsil ettiği sermaye kesiminin palazlanmasının ve de iktidarda kalmasının önemli dış ayaklarını oluşturmuştur. Türk egemen sınıfları arasındaki egemenlik savaşı, işçi ve emekçiler karşısında uzlaşmanın, birlikte hareket etmenin önünde engel olmamış, tersine, öncelikle emekçiler karşısında sınıf olarak uzalaşmayı esas hale getirmiştir. 

 Bugün de çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı (buna Kuzey Kürdistan[1] işçi sınıfı da dahil) ve emekçilerin mücadelesini doğru değerlendirmek ve doğru dersler çıkarmak, emek-sermaye çelişkisinin doğru yorumlamak ve analiz etmekten geçer. Bu sorunun ilk şartıdır ve proletaryanın sınıf mücadelesindeki taktikleri bu temell üzerinden ele alınmalıdır. Sınıfa ulaşmak, örgütlemek ve onun sorunlarına çözüm getirici doğru taktikleri üreterek mücadeleye sevk etmek, sınıfın öncüsünün oynaması gereken rollerdir. Tersi, ya subjektivizmin ya da dogmatizmin esiri olmak anlamına gelir ki, bu da, öncüyü öncü olmaktan çıkarır. 

Proletarya önderliğindeki devrimlerin hedefinde, toplumsal gelişmenin önündeki engellerin ne olduğu, bir başka söylemle; üretici güçlerin önündeki esas engelin ne olduğu, toplumsal artı-emeğin gasp ediliş biçimi ve hangi üretim ilişkileri içinde bunun gerçekleştiği vardır. 

Bunun saptanması ve bunun üzerinde bu sorunların çözümünün strateji ve taktikleri belirlenir. „Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekip alınmasının özgül iktisadi biçimi doğrudan doğruya üretimin kendisinden doğan ve sonra kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenlerle yöneticiler arasındaki ilişkiyi belirler."(Marks, Kapital C.3, sf. 695, sol yay.)

Burada, bu sorunu derinleştirmenin yeri olmadığı için Marks’tan kısa bir alıntı ile, proletaryanın öncülerinin ekonomik ve sosyal yapıyı nasıl ele almaları gerektiğini vurgulamak istedim. Çünkü çalışanlardan art-değerin nasıl gasp edildiği hangi ekonomik ilişkiler içinde bunun gerçekleştiğinin doğru saptanması, esas çelişmenin ve bun üzerinden devrimin yolu ve karakterinin belirlenmesi de bir o kadar önemlidir. „Gerçek özgürlük alemini" gerçekleştirmenin yolu, emeğin „zorunluluk ve günlük kaygılardan„ kurtulmasıyla gerçekleşir. 

Bu süreci hızlandırmanın yolu; proletarya öncülerinin buna uygun hareket etmesi, daha doğrusu, emeğin özgürlüğünü gerçekleştirecek temel çelişmeleri doğru saptaması ve buna uygun olarak strateji ve taktiklerini belirlemesinden geçer. Türkiye’de gelişen işçi ve emekçi sınıf hareketleri, dünyada ve özellikle de Kuzey Afrika ve son olarak Yunanistan ve İspanya’da gelişen sınıf hareketlerinden etkilenerek gelişimini katlyarak ilerletecektir. Çünkü ülkedeki ekonomik ve siyasal gelişmeler ve özellikle emek-sermaye arsındaki çelişmenin boyutu bunun bir göstergesidir. Her ne kadar Kürt ulusal sorunundan dolayı milliyetçi-şövenist propagandalar ile kitleler etkilenmek istense de, sınıf mücadelesinin içinde taşıdığı dinamikler, üretim içindeki yerlerinden dolayı, bu etkilenmeleri etkisiz kılabilecek bir ideolojik siyasal dinamiğe sahiptir. Çünkü genel anlamda kitle hareketlerinin genel eğilimi ilerici bir öz taşırken, işçi hareketlerinin genel eğilimi ise devrimci bir öz taşır. 

Halk hareketlerinin birbirinden öğrenmesi ve birbirinden etkilenmesi, günümüz koşullarında daha fazladır. Sermayenin alabildiğine küreselleşmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin her tarafa yayılması, ya da bir başka söylemle; kapitalizmin en ücra köşelere kadar şu veya bu şekilde girmesi, kitle hareketlerinin birbirinden etkileşimini de olumlu yönde etkilemektedir. Halklar tarih boyu birbirinden öğrenmiştir. 

Bugün de birbirlerinden öğrenmeye devam etmektedir. Nasıl ki bir 1917 Rus Devrimi dünyadaki bütün işçi ve emekçi hareketlerini ve de ezilen ulus hareketlerini olumlu yönde etkilemişse, bugünde bir ülkedeki işçi hareketinin rüzgarı kısa zamanda diğer ülke işçi ve emekçilere ulaşmaktadır. Tekelci burjuvazi açısından dünya "global bir köye" dönüşmüşse, aynı şekilde işçi ve emekçiler içinde evrensel bir köye dönüşmüştür. 

Ülkede Kürt sorunun çözülmemiş olması, devrimin demokratik bir yönün varlığına işaret ederken, bu ülkedeki emek-sermaye çelişmesi ve onun çözümü içinde ele alınabilecek ve çözülebilecek bir sorundur. Her proleter devrimin demokratik bir yönü vardır. Ancak, bazıları esas iken bazıları da talidir. Ülkemizdeki emek-sermaye çelişmesinin boyutu açısından soruna yaklaşıldığında devrimin demokratik yükünün azaldığı ve sosyalist devrimin esas hale geldiği kendiliğinden görülebilir. 

 Evet, proletaryanın sınıf bilinçli hareketleri, tarihin önünde yürümek istiyorlarsa, doğru politika üretmeleri gerekir. Doğru politikaya sahip olanlar geleceği kazanacak olanlardır. Doğru politikalar ise somut koşulların somut tahlilinde kendini bulur. Mayıs 2011

  ***

 [1] Bir ülke ya da bir yerleşim yerinin isim belirlemesini orada yaşayan halkın belirlediği isimi kullanmak en doğru ve en demokratik olanıdır.