30 Kasım 2023 Perşembe

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

 

 



 

 

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin



Yusuf Köse



Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor. Bu, emperyalizmin günümüze kadar gelen, halkları birbirine kırdırma politikasının, her geçen gün daha büyük acıların yaşandığı, yaşatıldığı somut bir örneğini oluşturmaktadır.


Ancak, Filistinlilerin yaşadığı son soykırım, Yahudi işçi ve emekçilerin yaptığı bir soykırım değil, faşist İsrail devletinin yaptığı bir soykırımdır. Halklar biribirine kırdıran burjuvazinin politikasıdır. İsrail'i inşa eden, değişik ülkelerde palazlanmış, başından beri de Siyonist burjuvazidir. Yahudi halkının salt yahudi olduğu için kırılmamak, baskı görmemek, dıştalanmamak için elbette bir talebi vardı. Kendi dinini özgürce yaşamak ve yahudi olduğu için öldürülmemek. Ama bu haklı özlem ve istem, bir başka ulustan halkı yoketmek pahasına ve onların ülkesini zorla işgal etmeyi kapsamıyordur. Ya da bunu içermemelidir. Halkların böyle bir talebi olamaz. Büyük bir soykırımı da içinde barındıran bu zalimlik ve vahşet, olsa olsa bir avuç burjuvazinin talebidir. Soykırım, bir ulustan halkınm katliamlara uğratılmasıyla sınırlı olmayıp, topraklarından zorla sürülmesi de bir soykırımdır. Bu nedenle, İsrail siyonist devleti soykırımcı ve işgalci bir devlettir. İsrail devletin bu karakteri net olarak belirtilmelidir. Bu belirleme salt 7 Ekim 2023 tarihiyle başlayan katliamlardan dolayı değil, başından beri Filistin halkının topraklarından zorla kovulmasıyla doğrudan ilgilidir. Yüz yıllardır yahudi halkının bütün ülkelere dağılması gibi, şimdi Filistin halkı bütün dünya ülkelerinde dağılmış durumdadır. Kapitalist barbarlık halkları yıkıma uğratmaktadır.


Yaklaşık son 80 yıllık süreçte, Filistin halkı, emperyalistler tarafından desteklenen İsrail siyonizmi tarafından parça parça yok edilerek ve tarihten silinircesine bugünkü duruma gelindi. Daha 80 yıl öncesi tamamıyle Filistin ulusuna ait olan ülke-vatan, İsrail siyonist devleti tarafından zorla Filistin ulusunun elinden alınarak, işgal edilerek, bugün hemen hemen bütünüyle işgalci emperyalist İsrail devletinin eline geçmiş ve ele geçiremediği yerleri de kontrol altına almıştır.


Filistin ulusu şu anda yok olmama, tarihten silinmemek için mücadelesi veriyor. Bütün dünyanın gözü önünde bir ulus katliamlara ve soykırıma uğratılıyor. Dünya halkları büyük tepkiler göstermesine karşılık, özellikle başını ABD emperyalizminin çektiği batlı emperyalistler, bölgeye tamamıyle egemen olmak işgalci emperyalist İsrail'in saldırganlığını silah ve sermaye olarak destekliyorlar.


7 Ekim Saldırısı ve “Aksa Tufanı” Değerlendirmesi


7 Ekim'de Hamas önderliğinde Gazze'den İsrail'e “Aksa Tufanı” adı altında büyük bir saldırı düzenlendi. Bazı kaynaklar, bu saldırıyı çok abartarak “tarihi saldırı”, tanımını kullanırken, özellikle bir çok devrimci ve komünist örgütler ise, “büyük bir direniş”, “tarihi bir atılım” vb. gibi tanımlamalar yapmakta bir beis görmediler.


Herhangi bir olayı, saldırıyı, savaşı, direnişi değerlendiririken, soruna, ML dünya görüşü temelinde

işçi sınıfının ve daha genel anlamda ise halkların çıkarları açısından yaklaşmak gerekir. Ve elbette bir saldırı, onu yapan sınıfın, örgütün sınıfsal niteliğinden bağımsız ele alınamaz ve alınmamalıdır.

Sorun, Filistin halkının yaşadıkları karşısında duygusalığa kapılmadan analiz edilmelidir. Ne var ki, bir çokları, bazı gericilerin değerlendirmesinden farklı bir değerlendirme yapmadılar. Hatat bazıları TC cumhurbaşkanı Erdoğan ile benzeşir tanımlamaları yaptılar.


Genel anlamda Filistin halkının direnişi ve mücadelesi ve bunun desteklenmesi ile Filistinli örgütlerin hepsini aynı kefeye koymak doğru bir değerlendirme olamaz. Gerici, faşist-dinci ve ilerici örgütlenmeleri aynı sepetin içine koyarak aynıymış gibi ele almak MLM (Marksist-Leninist-Maoist) bir değerlendirme olamaz. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de gerici, faşist ve işlerici örgütlenmeler net olarak birbirinden ayrılmalıdır.


Genelde, ezilen ulus, sömürge ulus vb. gibi yerlerdeki örgütlenmeler arasındaki sınıfsal ve dünya görüşü farkları görmezden gelinerek aynı kefeye konulup, “direniş örgütleri” gibi tanımlamalar yapılıyor. Bu aslında son yıllarda burjuvazi tarafından bilinçli olarak geliştirlen ve bir çok küçük burjuva kesim tarafından benimsenen ve savunulan “Queerdenk” (“çarpaz düşünce” ya da Türkiye de varolan -kısmen- “kızılelma” gibi, ve daha açıkcası; farklılıklarımız olsada ortak yanlarımız var ve bunu esas almalıyız gibi...) anlayışının ve bileşiminin aynısı denebilir. Yani, sınıf farkını dünya görüşü temelinde hareket etme yerine, ideolojileri birbiriyle çatıştırma yerine, birleştirme analayışıdır. Bu anlayış, özellikle Korana salgınından sonra yagınlaştırıldı. Burjuvazi de kitlelerin sınıfsal mücadeleden ve ML düşüncelerden uzaklaşması için bunu desteklemektedir. Faşist, sağcı ve kendine “sol”cu diyen kesimlerde queerdenk'in içinde yer alıp ortak hareket ediyorlar. Ama esas olarak sağcı bir niteliğe sahiptir ve faşist, anti-semitist ve anti-komünist karakteri de vardır.


Bunu açıklamamızın nedeni, Filistin “direnişi” içinde yer alan örgütlerin aynı kefeye konmasıdır. Oysa Hamas ve İslami Cihad ile “ortak operasyon” içinde yer alan ileirci, demokrat ve devrimci örgütlerin güçleri çok zayıf olduğu bilinen bir gerçektir.

Ancak bu örgütlerin 2018 yılında oluşturdukları işgale karşı “Filistin Direniş Grupları Ortak Operasyon Odasıiçinde güçleri oldukça zayıf. Etkin olan Hamas ve İslami Cihad grupları ve bunların başta İran ve Katar olmak üzere, bölgedeki emperyalist ve gerici devletlerle doğrudan bağlantıları var ve bu ülkelerin haberi ve onayı olmadan bu tür büyük saldırılara girişmeleri olduklça zayıf bir ihtimal. Özellikle 7 Ekim 2023 saldırısı İran ve Katar destekli olasılığı güçlüdür. Hamas ilk doğuşu sırasında, FKÖ'ye (Filistin Kurtuluş Örgütü) karşı İsrail tarafından desteklendiği bilinmektedir. FKÖ'nün zayıflaması ve güçlü bir Filistin örgütlenmemesinin önüne geçmek için İsrail siyonizmi ve ABD bu tür dinci örgütleri desteklediği ve hatta örgütlediği, silahlandırdığı biliniyor. Afganistan ve Suriye'deki dinci faşist örgütlerin güçlendirilmesi ve varlıkları bunun açık örenğini oluşturmaktadır.


7 Ekim saldırısının sınıfsal ve ideolojik karakterinin belirleyen esas olarak da Hamas ve İslami Cihad (İC)'dır. Dinci-faşist islami örgütlere özgü bir saldırı biçimidir. Yani intihar saldırısıdır. Ama bu, bireysel bir intihar saldırısı değil, en az 2 milyon Filistinli üzerine oyanan bir intihar saldırısıdır. Bunu Taliban, İŞİD, Müslüman Kardeşler ve benzeri islami dinci örgütler yapmaktadır.


7 Ekim saldırısı, askeri ve siyasi açıdan büyük bir fiyaskodur. Özellikle askeri açıdan böyledir. Düşmana yönelik bir saldırı karşısında, düşmandan gelecek saldırı da hesaplanmak durumdadır. Bunun hesabını yapmadan “ne olursa olsun” diye bir saldırı ya da bir eylem yapılamaz. Bu bir yanıyla anarşistçe bir taktik olurken, esas olarak da halkını düşünmeden yapılan ve karşı devrimci bir içerikte olan saldırıdır.


Aksa Tufanı” saldırısı özünde bir intihar saldırısıdır. Belki çaresizliğin bir intihar saldırısıdır. Ancak, Filistin halkının şu anda ve bugünkü koşullarda böyle bir intihar saldırısına gereksinimi yoktu ve bu daha büyük bir imhayı ve yok olmayla karşı karşıya bırakıyordu ve öyle oldu. Gerisini düşünmeden yapılan bir saldırıyı başka türlü adlandırmak pek doğru olmaz. Nitekim son elli günlük yaşananlara bakılınca, İsrail devleti salt taktik olarak bir şeyler değil, staratejik olarak kazanım elde ederken, aynı ölçüde Filistin halkı kaybetti ve çok ağır bir yıkımla, soykırımla karşı karşıya kaldı. Daha doğrusu soykırıma uğratıldı. Ve bunun karşısında “şanlı direniş”, “tarihi direniş”, “tarihi bir atılım” olarak lanse edilen “Aksa Tufanı” sahipleri ise, halkını korumayı bırak, halkını, İsrail siyonist devletinin vahşetinin “insafına” bıraktı. 1. ve 2. İntifa'da kitleler vardı. Ama burada kitleler savaşın içinde değil, açık hedefindeydi.


Hamas ve İslami Cihad Filistin Halkın Temsilcisi Olamaz


Hamas ve İslami Cihad gibi dinci-faşist örgütlenmeler Filistin halkının temsilcisi olamaz ve kabul edilemez. Bir çok ilerici ve komünist örgütlenmeler, Hamas'ı adeta Filistin halkının “direniş örgütü”, temsilcisi olarak kutsadılar ve onun sınıfsal karakterini dinci-faşist yanını görmezden geldiler. İlerici ulusal bir hareket olarak lanse etmeye çalıştılar. Hatta bazıları PKK1 ile özdeştirdiler.


Hamas programı ve ideolojisiyle dinci-faşist bir örgütlenmedir. İran ve Katar gibi emperyalist ülkelerle doğrudan bağlantısı vardır ve onların hizmetinde bir örgütlenmedir. Özellikle İran'ın bu örgüt içinde büyük bir etkinliği vardır. Dinci-faşist Taliban ve dinci-faşist İŞİD ne kadar “ilerici” ise, bu örgüt de o kadar “ilerici”dir. Taliban ne kadar Afgan halkının “temsilcisi”yse, Hamas'da Filistin halkının o kadar “temsilcisi”dir. Birinin bir ülkeye olması ve bir diğerinin küçücük bir toprak parçasına sıkıştırılmış yaklaşık 2 milyondan fazla insanın yaşadığı Gazze'ye hakim olması, yönetmesi, sorunun özünü değiştirmez. Hamas ve İslami Cihad'ı Filistin halkının temsilcisi kabul edenler ve onların eylemlerini destekleyenler, niteliksel ideolojik ayrımı ortadan kaldırarak, İsrail'e karşı çıkanı herkesi aynı kefeye koyma hatasına düşüyorlar. Ve emperyalist burjuva destekli, günümüz küçük burjuva modası “Queerdenk” ideolojisnini etkisi altında kaldıklarını göremiyorlar. Oysa, İsrail'in en büyük düşmanı İran'a egemen olan faşist molla rejmidir. İran'ın faşist Molla rejmiyle devrimci ve komünistlerin ortak bir yanı olamaz.


Komünistler, ulusal hareketleri destekleme kıstası; uluslararası proletarayanın mücadelesine hizmet ediyorsa, emperyalizmi zayıflatıyorsa destekler. Bir emperyalizme karşı çıkarken, bir başka eperyalizme dayanarak ve onun açıktan her türlü desteğini alarak hareket etmek, proletaryanın genel çıkarlarına hizmet etmez. Emperyalistler arası çelişmelerden yararlanmak ile emperyalist bir güce bağlanarak diğerine karşı savaşmak, emperyalistler arası hegemonyanın bir parçası ve aleti olmaktan öteye gidemez.


Bazıları Haması'ı desteklemelerine gerekçe olarak, “ÇKP-Koumintang” ittifakını gösterecek denli gerçlikten uzaklaşıyorlar. Koumintang Sun Yatsen'in önderliğinde kurulan ilerici bir parti iken süreç içinde gericileşti ve Komünistlere karşı savaştı. Aynı Koumünitang Japon emperyalizmine karşı ÇKP ile ittifak kurdu. Koumintang'ın şefi Çankay Şek, Sun Yatsen'in üç halk ilkesini kabul ettiğini ilan etmiştir. Japon emperyalizmine karşı kurulan Birleşik Cephe bundan sonra güçlenmiştir.2


Türkiyeli devrimci ve komünistler, Türkiye'deki Hizbullah (legal adıyla Hüda Par) ile hangi koşulda ittifak yapabilir ki? Ya da ititfak yapılacak bir güç mü? Elbette ki hayır! Hizbullah (Hüda Par) dinci-faşist bir kontra örgütlenmedir. Hamas'ın ve İslami Cihad'ın bundan farkı ne?


Müslüman ülkelerdeki hemen hemen bütün islami motifli örgütlenmeler gerici ve emperyalizmle bir şekilde bağlantılıdırlar. Emperyalist burjuvazi ve bölge ülkeleri egemenliklerini ve gerici ideolojileri bu örgütler üzerinden geliştirmektedir.


İran, Türkiye, Katar, BAE, S. Arabistan emperyalist ülkeler olarak islam gericiliğini kendi bölgesel emperyalist çıkarları için kullanıyorlar ve hepsinin kendi çıkarlarına savaşan paramiliter örgütlenmeleri vardır. Komünistlerin bu örgütlenmeler ile bir ilişkisi olamaz. Lübnan Hizbullah'ı tamamıyle İran'ın bölgedeki egemenlik aracıdır. Dinci-faşist bir örgütlenmedir. Haşdi Şabi'de İran'ın Irak'taki paramiliter gücüdür. Suriye Milli Ordusu'da Türkiye'nin Suriye'de işgal ettiği bölgelerde kurduğu ve denetimindeki paramiliter bir örgütlenmedir.


Emperyalist Kamplaşma arasında sıkışan “Aksa Tufanı”


Öncelikle “Aksa Tufanı (AT)” saldırısının hangi koşullarda yapıldığına bakalım.


Uluslararası alanda böyle bir saldırının koşulları yoktu. Her şeyden önce ABD'nin başını çektiği emperyalist blok ile Çin'in başını çektiği emperyalist blok arasında her geçen gün şiddetlenerek ve keskinleşerek süren ve atom bomasının kullanılma olasılığının yüksek olduğu, hızla 3. dünya savaşına doğru giden bir hegomonya savaşı var.


Son yıllarda, Ortadoğu'da, ABD'nin etkinliği azalırken, BRİCS başını çeken Çin'in bölgede etkinliği artmaktadır. Bir başka söylemle eski emperyalistlerin bölgede etkinliği azalırken, yeni emperyalistlerin etkinliği artmaktadır. 22 Ağustos 2023 tarihinde Güney Afrika'da (Johannesburg) yapılan BRICS toplantısına, yeni üye olarak Suudi Arabistan, Arjantin, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Mısır ve Etiyopya'nın kabul edilmesi ve en az 40 ülkenin üye olmak için sıraya girmesi, emperyalist Çin tekelci burjuvazisi için büyük bir zaferdi. Aynı şekilde eski emperyalistler (ABD, AB, G7) için ise bir o kadar yenilgiydi.


Özelikle ABD'nin uzun yıllardır sırtını dayadığı körfez ülkeleri (Katar, BAE, S. Arabistan) ve Mısır, Etopya'nın da BRICS'e katılmaları, dengeleri ABD ve AB aleyhine sarstı. ABD ve AB'nin bölgede tek bir ileri karakolu kaldı İsrail. Bu durmda İsrail'in her hangi bir biçimde zayıflaması, yara alması ve karşısındaki güçlerin güçlenmesi, ABD ve AB'nin kabulleneceği bir durum olamazdı. Tersine, Suudi Arabisatn gibi güçlü bir ülkenin İran ile de “barışması”, bölgede durumun ABD açısından içaçıcı bir durumu yoktu. Emperyalist İran, zaten, bölgede (Lübnan, Irak, Suriye, veYemen)vekalet güçleriyle ABD'yi zorluyordu. Herhangi bir durumda Hürmüz Boğazı'nın İran tarfından kapatılması ise, batıya enerji akışının durması demekti ki, bu AB ve ABD emperyalist tekelci burjuvazisi için daha da beter bir gelişme olurdu.


Bundan dolayı AB emperyalist bloğunun öne çıkan emperyalist ülke liderleri peşpeşe İsrail'i ziyaret etmişlerdir. Bu ziyaretler, Filistin halkının soykırıma uğratılması uğruna yapılan açık bir destek olmuştur.


İşte bu koşullar altında “AT” saldırısı yapıldı. ABD ve AB anında devreye girerek bütün desteklerini İsrail'e sundular ve hatta uzun süre ateş kes yapılmasına karşı çıkarak İsrail'in saldırmaya devam etmesini istediler. İsrail hedeflerine ulaştığında ve dünya halklarının yoğun tepkileri sonucu savaşın 42. günün de kısmi ateşkese, şimdilik yaklaşık 20 bin Filistinlinin katledilmesi pahasına razı oldular. Hamas ve destekçileri “Aksa Tufanı” saldırısını kendi halkını katlettirmek için mi yaptı? Bu bir zafer mi? Soruyu buraya yine eklemeden geçmeyelim. Ve İsrail'in saldırganlığı daha bitmiş değil.


AT” saldırısı, İsrail ve ABD için deyim yerindeyse “Musa'nın bir lütfu” oldu. İsrail'de bin kişinin ölmesinin, İsrail burjuvazisi için hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. Onların istediği Filistin'i bütünüyle ele geçirerek ilhak etmektir. Nitekim Gazze'nin büyük bir bölümü İsrail siyonist devletinin eline geçti. Ne pahasına, Filistin'de soykırım ve büyük bir yıkım ve yok etme pahasına. Zaten en zor koşularda ve her gün İsrail devletinin baskı ve katlimaları altında Getto'da yaşamaya mahkum edilmiş Filistin halkı, kolay kolay belini doğrultumayacak duruma getirildi.


Uzmanlara göre Gazze'ye atılan bombaların etkisi Hiroşima'ya atılan atom bombasının iki katı yıkım etkisi yaratmış. Bölgede ABD kısmen toparlanırken, İsrail daha da güçlendi. Filistin halkı ve direniş gücü ise oldukça zayıfladı.


İran Filistin üzerindeki etkisini korumak ister, ama Filistin için bir ABD, AB ve israil ile savaşa girmeyi göze alamaz. Bu İran içinde bir yıkım olacağı gibi, bölgedeki etkinliğini zayıflatır. ABD'de bölgede İran ile bir savaşa girmek istemedi. Çünkü böyle bir savaşta ABD'yi bölgede daha da zayıflatabilir ve diğer alanlarda Çin ve Rusya'nın (örneğin Ukrayna'da) daha fazla güçlenmesine neden olabilirdi.


AT” planlayıcıları, İsrail devletinin iç çelişmelerini, özellikle de İsrail halkınının Netenyahu hükümetine karşı protesto ve direnişlerini ya dikkate almamışlar ya da yanlış analiz etmişler. İsrail halkının önemli bir kesiminin aylarca direnmesi, preotesto gösterilerini sürdürmede ısaracı olmaları, Filistin halkı'nın lehine olan bir gelişmeydi. “Aksa Tufanı”, bu protestoları durdurmuş ve kendisine karşı döndererek İsrail siyonist devletinin eline karşı propaganda imkanı sunmuştur.


Aksa Tufanı” saldırısında sivil israillilerin öldürülmesi, özellikle de festival kutlamaları yapan sivil halka yönelik karşı-devrimci terör saldırısı, Filistin halkına destek veren kitleleri, Filistin halkı lehine ve İsrail devleti aleyhine, daha erkenden tepki vermesinin önüne geçmiştir. Ve İsrail siyonist devletinin Filistin halkına yönelik katliamlarını, Uluslararası kamuoyuna “savunma” olarak gösterilmesini kolaylaştırmıştır. Kitleler İsrail devletinin katliamlarına bu nedenle geç karşılık vermişlerdir.


Burjuva Komplo Teorilerine Sarılmak


Hamas roketleri İsrail'in geçilmez denen hava savunma sistemi Demir Kubbesi'ni deldi”, çok sık kullanıldı ve övüldü. Oysa, aynı anda gelen binlerce roketin bazılarının karaya düşmesi normal. Her şeyin bir alternatifi varsa, her savunmanın da açık bir yanı vardır. Yüzde yüz koruma olamaz. Aynı komplo teorileri de New York ikiz kulelerinin vurulması için ileri sürüldü. Oysa iyi bir örgütlenme ile yapılabilecek şeylerdir ve yapıldı da. Bu eylem, dünyanın en büyük emperyalist ülkesinin tepesinde patlamtılmış olsa da, dinci-faşist bir örgüt olan El Kaide'nin yaptığı söylenen İkiz Kuller'in vurulması faşist bir eylem biçimidir ve asla onaylanamaz. Binlerce sivil katledilmiştir.


Emperyalist Kamplar Arasında Yok olmakla Karşı Karşıya Kalan Bir Halk: Filistin!


Filistin halkı, esas olarak iki emperyalist kampın dünya üzerindeki hegomenya mücadelesi arasına sıkışmışlığın yanı sıra; bölgedeki gerici ve yeni emperyalist ülkelerin kontrolündeki paramiliter ve yarı-paramiliter dinci-gerici, dinci- faşist ve burjuva milliyetçi örgütlenmeler üzerinden “özgürlük” arayan bir konumdadır. Kısacası, Filistin halkı, çok yönlü bir kuşatma arasındadır. Sornu sadece İsrail siyonist devletiyle değil, diğer eski ve yeni emperyalist ve bölgedeki gerici ülkelerin bölgesel kapışmaları arasına sıkışmıştır.


Filistin halkı yaklaşık 80 yıldır yok olmamak için mücadele vermektedir. Ve yok olmayla da karşı karşıya kalmıştır. Başından beri komünist bir örgütlenmeye sahip olmamıştır. Bir çok ilerici ve devrimci örgütlenmelere olmasına karşılık, bunlar doğru politika izlemedikleri gibi, kurtuluşu, İsrail halkı ile ortaklaşa aramak yerine ya emperyalistlere ya da bölgedeki gerici ülkelere sırtlarını dayıyarak kurtuluş beklediler.


Bugünün somut durumu içinde, Filistin halkının kaderi ile İsrail halkının kaderi birleşmiştir. İsrail ve Filistin işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu, başta İsrail siyonist devleti olmak üzere tüm gericiliğe karşı birlikte örgütlenmekten ve birlikte mücadele etmekten geçmektedir. “İki devletli çözüm” burjuva bir çözüm yöntemidir. Ve burjuva böl yönet politikasıdır. İki devletli çözüm, ne Filistin halkının çektiği acıları ortadan kaldırır ne de İsrail halkının. Artık gelinen aşamada bu iki ulustan halklar içiçe geçmiştir. Her iki ulustan işçi sınıfı ve emkçilerin kurtuluşu tek bir sosyalist devlet altında birleşmesidir. Filistinli ve İsrailli komünistlerin görevi ortak bir parti altında her iki toprak parçasında örgütlenerek, İsrail emperyalist devletine ve Filistin gericiliğine karşı sosyalizm mücadelesi için örgütlenmeli ve mücadele etmelidirler. İki halkın, kardeşce barış içinde birarada yaşamasının tek kurtuluş yolu budur. 30.11.2023


1PKK'nın „Özyönetim İçin Hendek Savaşı“ Temmuz 2015-Mart 2016 arasında oldu ve onadan fazla Kürt şehri yakıldı yıkıldı ve bu süre içinde 4 bine yakın insan (gerilla da dahil) öldürüldü. PKK, var olan örgütlenmesine de ciddi bir kayıp verdirdiği gibi, büyük bir kayıpla Türk devleti karşısında yenilgi aldı. Bu savaş, yanlış hesap üzerine oturtulmuş maceracı bir eylemdi. Askeri olarak küçük bir gücün büyük bir alanı elinnde tutmasının olasılığı oldukça zayıftır. PKK, Türk devletini askeri gücünü küçümsediği gibi, Kürt kitlesinin (ve Türk kitelesinin) durumunu da yanlış değerlendirmiştir. Ve bu savaştan sonra Türk devletinin bölgedeki hakimiyeti daha da artmıştır.

2Mao Zedung, Seçme Eserler II, sf.47, 1979 ikinci Basım, Aydınlık Yayınları

 

27 Kasım 2023 Pazartesi

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri





Yusuf Köse


Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.


Burjuvazi, „dışa açılıyoruz“, „dış ülkelerde yatırımlarımız artıyor“, „dünyaya mal satıyoruz“, „dünyanın her yerinde şirketlerimiz yatırım yapıyor“ diye övünebilir ve övünüyorlarda. Ancak, işçi sınıfı devrimcilerinin bu tür argümanların sınıfsal niteliğini net olarak belirtmek gibi bir görevleri vardır. Türk sermayesinin emperyalist niteliğini görmezden gelme yerine, gözlerine batan bu dikenli tel örgünün, marksist-leninist-maoist dünya görüşü temelinde adını net olarak koymaları gerekiyor. Bu, kapitalizmi yıkıp yerine sosyalizmi kurmak için mücadele diye sorunları olanlar için zorunlu bir gerekliliktir.


Kapitalist sermaye belli bir birikimden sonra dış ülkelere açılır. Ülke içinde yeterince palazlanan, birikim sağlayan ve merkezileşen (tekelleşen) sermaye, dış ülkelerde dişine (sermayesine) uygun yatırım alanları arar. Bunun ilk şartı, üretimi daha ucuza getireceği ve ürettiği malları anında elinden çıkaracağı pazar alanlarının olmasına özel bir önem verir. Çünkü onun amacı, bir dış ülkede yatırım yaparken, sermayesinin büyütme koşullarının olup olmamasına bakar. Gittiği ülkeyi zenginleştirmeyi değil, öncelikle, kendi sermayesini daha fazla büyütmeyi amaçlar. Bunun dışında da başka bir amacı yoktur. Başka amaçları, sermayesini büyütmesiyle doğrudan ilişkilidir.


Sermaye açısından ucuz işgücünün olması, ürettiği malları anında elinden çıkaracak pazarın olması, yasaların sermayeyi en üst derecede koruyor olması öncelikli tercihler arasındadır. Ve aynı zamanda oradan üçüncü ülkelere ihracat yapmanın olanaklarının olması yanında yakın çevre ülkelere de yatırım yapma koşullarının yaratılması ihtimallerinin olması sermayeyi çeken öncelikler arasında yer alır. Vergilerin düşüklüğü, işçi direnişlerin azlığı ve işçi sınıfının örgütsüzlüğü gibi temel sorunlarda sermaye yatırımı yapan burjuvaziyi yakından ilgilendirir.


Bir önceki makalem, „Türk Tekelleri Afrikayı Çok Çoook Sevdi“ başlığını taşıyordu. Mısır'da Afrika'nın önemli ülkelerden ve kapitalizm açısından Güney Afrika'dan sonra gelişmiş ikinci ülkesidir. Sermaye de genelde sermayenin yoğun olduğu, bir başka söylemle, kapitalizmin geliştiği ülkelere gider. Emperyalist Türkiye adlı kitabımda ben bunu „Sermaye Sermayeyi Çeker“ başlığı aldtında incelemiştim. Kapitalizmin gelişmediği yerlerde sermaye yatırımları daha çok alt yapı ve madencilik vb. alanlarda yoğunlaşır. Ekime elverişli geniş tarım arazilerin var olması da sermaye yatırımlarını çeken özelliklerdir.


Türk tekelleri de, Kuzey Afrika'nın kapitalizm açısından en gelişmiş ülkesi olan Mısır'a yatırımlara daha fazla ağırlık veriyorlar.


DW açıklama yapan, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Türkiye-Mısır İş Konseyi Başkanı Mustafa Denizer, „Türkiye'de üretim maliyetlerinin enflasyon nedeni ile artmış olması şirketleri Mısır'da üretime yönlendiriyor“ diyor. İleri sürülen bu gerekçe, sermayenin içerde yatırım yerine dış ülkeyi seçmesi için esas neden değil, oldukça tali bir nedendir. Esas neden, içerde doyuma ulaşan sermayenin, dışarıya açılmadan, başka ülkelerde yatırım yapmadan sermayesinin ulusal sınırlar içinde fazla büyümeyeceğini bilir. Ve sermayenin karakteri gereği, ulusal sınırları aşarak dış ülkelere açılmak zorundadır. Bu nedenle de, ülke içinde enflasyon çok düşük düzeyde de olsa sermaye dış ülkelere açılacak birikim düzeyine erişmişse bir saniye bile durmaz, dışarıya sermaye yatırımını yapar. Çünkü her sermaye, dünyayı, ele geçirilmesi gereken kendi pazar alanı olarak görür.


Türkiye-Mısır İş Konseyi Başkanı'nın verdiği bazı bilgileri buraya aktaralım.


Türk tekellerinin Mısır'da toplam yatırımlarının tutarı 2023 itibariyle 2,5 milyar ABD doları ve bunun yıl sonuna kadar 3 milyara çıkabileceği tahmininde bulunuyor. Ve Mısır'da 2023 yılı itibariyle 35 sanayi tekeli var ve bunların Mısır'daki toplam ciroları 1,5 milyar dolar kadar. Patronlar Dünyası.com'da1 çıkan habere göre ise 200 Türk şirketi Mısır'da faaliyet gösteriyor.


Mısır'da yatırımı olan sanayi şirketi denilenler arasında, Arçelik, Şişecam, Temsa, Yıldız Holding, Yeşim Tekstil, Hayat Holding, İskefe Holding ve diğerleri var. Örneğin Hayat Holding ve Yeşim Tekstil'in bu ülkede üçer fabrikası var. Yıldız Holding'e bağlı Pladis şirketinin Mısır'daki bisküvi fabrikası var. Mısır ise MENA2 bölgesinin ikinci büyük bisküvi pazarıdır. Rixos Hoteller zincirinin Mısır'da 5 lüks oteli var.


Mısır'ın tekstil ihracatının üçte birini Türk tekstil tekelleri yapıyor. Oldukça büyük bir rakam. Mısır'da Türk tekellerine ait fabrikalarda toplam 70 bin kişi çalışıyor. Denizer`in saymadığı bir başka tekel ise süper marketler zincir tekeli BİM. BİM'in Mısır'da 2022 yılına göre toplam 311 süpermarket şubesı var. Fas'ta ise 627 süpermarket şubesi var.


Türk tekellerinin diğer ülkelerde yatırımları olduğu ve giderek bu yatırımların genişleyerek büyüdüğü bilinmektedir. Bunlar görmezden gelinmeyecek kadar açıktır.


Bu tekeller dış ülklerde pek bir zorluk çekmeden sermaye yatırımı yapabiliyorsa, sosyal şovenist ve sosyal emperyalist anlayışlardan uzaklaşarak bunun adı net olarak konmalıdır. Ve bütün bu gerçekler Türkiye'deki tekellerin emperyalist bir konuma geldiğinin tartışılmayacak denli yalın göstergesidir. Yani, Türkiye'nin kapitalizmin bir üst aşaması olan emperyalist aşamaya geldiğinin göstergesidir. Bunlar, ülkedeki kapitalizmin yoğun tekelleşmenin bir sonucudur. Sanayi ve finans sermayesinin yoğun tekelleşmesi sonucu dış ülklere sermaye ihracı gündeme gelmiştir. Dış ülkelerdeki sermaye yatırımıyla, askeri üsleriyle, siyasi etkinliği ve emperyalist kültür politikasıyla Türkiye ise emperyalist bir ülkedir.


Türk tekelleri bugün onlarca ülkede yatırımları olduğu gibi, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerine ihracat yapmaktadırlar. Sadece geri kalmış Afrika ve Asya ülkelerine sermaye yatırımı yapmakla yetinmeyip ABD, Japoya, AB'nin en gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelerinde de yatırımları var. Bu yatırımlar finans alanında olduğu gibi sanayi, inşaat, hizmet ve madendicilik alanlarında da olmaktadır. Ve yatımların büyük bir bölümü AB ülkelerinde gerçekleşmiştir.


Mısır'da Türk tekellerinin yoğunlaşması ve yatırımların 2,5 milyar doları bulması ve Türk tekellerine ait fabrika ve diğer işletmelerinde çalışan sayısının 70 bin civarında olması, sorun „alt emperyalizm“ ya da „başkalarının sermayesi“ gibi anti-ML emperyalizm teorileriyle gerçiştirilemez.


Türk tekellerinin fabrikalarında çalışan Mısırlı işçi, bu tekellerin emperyalist sömürücü tekeller olduğunu, üzerindeki kapitalist sösmürü ve baskının ağırlığı ile doğrudan yaşayarak görüyor. Nasıl ki, Alman tekeli Bosch'un Tekirdağ'da'daki fabrikasında çalışan işçiler, emperyalist tekelin gerçek yüzünü görüyorlarsa, Mısırlı işçiler de aynısını görüyorlar.


Türkiyeli komünistlerin Türk devletinin emperyalist yüzünü gizlemeleri, işçi sınıfı ve emekçilere karşı büyük bir suçtur ve Mısırlı işçilerin Türk tekelleri tarafından sömürülmesine dolaylı bir destektir. 20.11.2023

1www.patronlardunyası.com/haber/turk/sirketleri-misir-i-üretim-ussu-yapiyor/9/07/2023

2MENA ülkeleri: Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri.