28 Şubat 2021 Pazar

Faşizme Karşı Birlik


 


 

 

Faşizme Karşı Birlik

 

Yusuf KÖSE

 

Bugün, Türkiye’de faşist diktatörlük hüküm sürdüğünü ya da zorba bir diktatörlük olduğunu en liberalinden (örneğin Hasan Cemal ve benzerleri) en radikal sol kesimlere kadar kabul ediliyor. Yani, ortada bir asgari normlarda da olsa bir burjuva demokrasisi olmadığını, iktidar ve ortakları dışında kalan bütün muhalif kesimler kabul ediyor. Burjuva muhalefet bile “tek adam diktatörlüğü” diyebiliyor.

Faşizme karşı mücadele, özellikle demokrat, devrimci ve komünist kesimlerin en asgari müştereklerede birliğini önceler.

Faşizme karşı halkın birleşik cephe siyaseti, 1930’lardan itibaren Uluslararası Komünist Hareketin (UKH) literatürüne girdiği gibi, yoğun ideolojik ve politika mücadeleler sonucu eylemselliğe dökülmüştür. Ondan bu yanada bu sorun, faşizmin olduğu ülkelerde her zaman UKH  tarafından güncellenmiştir.

Burada, Türkiye’de neden faşizm var sorusuna girmeyeceğim. Bu çok açık bir gerçek. Bunu, Türkiye’de bir avuç bujuvazinin dışında bütün ezilen kesimler ve hatta burjuva muhalefet bile kısmen yaşamaktadır. Klasik faşizm olarak Mussolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sı örneklerini birebir aramak, zaman ve mekan olgusunu ve sınıflararası mücadele diyalektiğini yadsımak anlamına gelir. Ya da bazılarının ileri sürdüğü gibi, “Bonapartist bir yönetim” ya da 1930’larda Otto Bauer’in ileri sürdüğü, faşizm; “her iki sınıfının, proletarya ve burjuvazinin üzerinde duran bir devlet iktidar biçimi” olmadığı çok açıktır. Erdoğan şahsında somutlaşan günümüz Türk egemen sınıfların iktidarı, günümüz koşullarına uyarlanmış, işçi sınıfı ve tüm ezilenlere karşı uygulanan ve bunlar üzerinde açık bir faşist terör estirilen burjuva iktidar biçimidir.

Ülkede burjuva partilerin yanında bir çok küçük burjuva legal partilerin olması ya da HDP gibi reformist partilerin varlığı ve hatta yeni modern revizyonist TKP gibi partilerin varlığı ve üstelik bu partiye iktidar tarafından dokunulmaması, ülkede faşizm olmadığı anlamına gelmez. Burjuvazi adını saydığım bu partileri bütünüyle yasaklamayı, iç ve dış koşullar nedeniyle yasaklıyamıyor. Bu partileri kaptmaması, ama çalışamaz duruma sokması, kendisi açısından yasaklamasından daha avantajlıdır.

Ayrıca, adı geçen parti ve örgütlerin faşist iktidarı zorlayacak bir gücü olmadığını bildiği içinde, HDP’e yapılan sindirme, yıldırma ve işlemez hale getirme baskıları bu kesimlere karşı aynı oranda uygulanmamaktadır. Hatta bazılarına hiç dokunmamaktadır. Özellikle devletin düşman ilan ettiği KUH ile yakınlık kurmaya karşı duran “sol” görünümlü parti ve örgütlere pek dokunmuyor, çalışmalarını bütünüyle engelleyici bir pozisyon almıyor. Kısacası şosyalşovenist parti ve örgütler ile devlet iktidarı arasında “zımni” bir anlaşma oluştuğu içinde “zımmi” duruma düşmüşlerdir.

Burjuva parlamentosunun varlığı da faşizm olmadığı anlamına gelmez. TBMM, bütünüyle göstermelik haline gelmiş, yasama görevi üzerinden alındığı için faşizmi maskeleme aracına dönüştürülmüştür. Yürülükteki anayasa ise bütünüyle işlevsiz ve geçersiz hale getirilmiş, iktidar bu anayasaya bağlı değil, tersine, kendi kanun ve yasalarını keyfi bir şekilde uygulamaktadır. Ülke Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yönetilmektedir. CB kararnamaleri ise iktidarın günlük çıkarlarına doğrultusunda hazırlanmaktadır. Burjuva hukuk kuralları içinde darbeci bir hükümet ve adeta korsan bir yönetim sözkonusudur.

HDP Kapatmak

Türk faşist devletinin hassas olduğu bir nokta var: Kürtler! Nendeni çok açık. 1970’lere kadar baskılarla, yok saymalarla, “kart-kurt”larla yok edemediği, asimile edemediği, ama susturduğu Kürtlerin, artık susmaması, karşı koyması ve ulusal demokratik hakları için dişe diş mücadele etmesi var.

Özellikle 1980’lerden itibaren daha örgütlü ve daha ulusal bilinçli hareket etmesi, her alanda güçlü bir örgütsel ve askeri yapıya sahip olması; Emperyalist işgal ve saldırılar sonucu Irak ve Suriye’deki gelişmelerde Kürt Ulusal Hareketi’nin daha da güçlenmesi, büyük bir alanı kontrol etmesi, Türk devletinin legal alanda HDP’i yok etmeye, çalışamaz hale getirmek istemesinin nedeni bu. Çünkü Kürt Ulusal Hareketi (KUH),  Kuzey Kürdistan’da bütün baskı ve yıldırmalara, yok etmelere, büyük katliamlara  karşın güçlü konumunu sürdürmekte, Kürt kitlesinin önemli bir bölümü üzerinde etkisini korurken, açık ve yoğun bir destek almaktadır.

Burjuva muhalefetin ve liberallerin yaydığı bir anlayış var: “Kürtlerle  ‘Barış Masası’nın devrilmesinin nedeni, seçim taktiği.” Bu anlayış ezen ulus burjuvazisinin temize çıkarma çabasıdır ve şiddetle reddedilmelidir. Ya da Kürtler üzerinde yoğunlaşan her baskıda “seçim taktiği” aramak, Türk egemen sınıfların Kürtleri asimile etme stratejik politikasını yok saymaktır. Evet, bu baskıları, halk içinde kutuplaştırmayı derinleştirmek içinde yapıyorlar. Ama esas amaç bu değildir. Ezen ulusun ezen ulus üzerindeki baskısı,  Kürtlerin ulusal-demokratik haklarını yok saymak, Kürtleri elimine etmek, asimile etme politikasıdır. İlhak ve işgali derinleştirmektir.

Günümüz açısından esas neden ise; Kürt Ulusal Hareketi (KUH), gelinen aşamada, Türk devletinin emperyalist yayılmacılığı önünde  (Irak ve Suriye özgülünde) önemli bir engel güç olarak durmasıdır. “Barış Masası”nın devrilmesinin arkasındaki esas neden budur. Ve iktidar içinde güçler dengesinin değişmesi ve yeni ittifakların oluşmasının 2013 Haziran (GEZİ) ayaklanması olduğu kadar, KUH’nin Batı Kürdistan (Rojava) güçlenmesidir. Bir taraftan milyonlarca kitlenin ayaklanması, bir tarafta ise Kürtlerin güçlenmesi, Türk egemen sınıflarını,  devlete yeni bir biçim (Cumhurbaşkanlığı Sistemi) vermenin yanısıra daha saldırgan bir taktik izelemye itmiştir.

Emperyalist saldırı ve işgaller sonucu doğan boşluğu doldurmak isteyen Türk devleti, karşısında  en büyük engel olarak KUH’ni buldu. Türk devletinin ulusal ve uluslararası ve askeri savaş gücünün önemli bir bölümünün kullanmasına karşın KUH’ni önünde engel olmaktan çıkaramadı.  Ayrıca KUH’nin Rojava ve Şengal’de kalıcı olması, bunun burayla sınırlı kalmayacağını ve Kuzey Kürdistan’da bu etkinin daha güçlü bir şekilde pekişeceğini ve yayılacağını bilmektedir. Afrin işgali, KUH açısından büyük bir yara olmasına karşın bir yenilgi değildir. Bir geri çekilmedir ve bu zorunluyudu. Çünkü karşısında sadece Türk devleti değil, başta Rusya emperyalizmi olmak üzere emperyalist ABD vardı.

Türk devleti nasıl ki, büyük emperyalist güçler arasındaki çelişmelerden yaralanıyorsa, KUH’de aynı şekilde yararlanmaktadır.

Emperyalist ve işgalci Türk devleti, PKK’yi (ve elbette genel anlmada KUH’ni) her alanda sıkıştırmaya, özellikle güçlü olduğu Kuzey Kürdistan’da ona destek olan, onun legal örgütlenme ağı olduğuna inandığı ve onunla dolaylı ya da doğrudan ilişkide olan tüm örgütlü yapıları, bireyleri elimine etmeye, örgütleri dağıtmaya, işlemez hale getirmeye çalışmaktadır. HDP’nin kapatılmak istenmesi, tüm belediye başkanlarının görevden alınması, millet vekillerinin tutuklanması, eş başkanlarının esir alınarak rehin tutulması, kısacası tüm yıldırma ve sindirme operasyonları, KUH’ni zayıflatmak ve bu alnadaki etkisini kırmak içindir.

Devlet, PKK’nin belinin kırılması halinde  YPG’ninde belinin kırılacağını hesaplamaktadır. KUH’nin savaş gücünün İdeolojik kaynağnın PKK’den geldiğini bilmektedir.

İşgalci, soykırımcı burjuvazi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Bu nedenle de, Kürtlerin ulusal özgürlük mücadelesini boğmak için, tüm askeri savaş gücünü, yasalarını, iktidar gücünü kullanıyor. Hapishanelerin Kürt muhaliflerle doldurulması, katliamlar, yakmalar, yıkmalar, köy boşaltmaları vb. faşist kıyım hareketleri bu nedenle yapılmaktadır.

 

Faşist TC kurulduğu günden beri Kürtlere bu zulmü yaparken, Türkler özgürlükler içinde mi yaşadı?

Karl Marx; “başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” demişti. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri de TC kurulduğundan beri baskı ve zulüm altındadır. 98 yıllık TC tarihi, işçi ve emekçilerin faşist, anti-demokratik baskılarla içiçe ve genelde politik özgürlüklerden yoksun olarak yaşadığı bir süreçtir. Baskılar bazı dönem gevşetilsede, 98 yıllık tarihin önemli bir bölümü faşist ve anti-demokratik baskıların altında geçmiştir.

TC tarihinde, 1923-1925, 1945-1947, 1961-1970, 1987-2010 süreçleri kısmı demokratik hakların varlığı söz konusuydu. Ancak, Kürdistan illeri, daha çok OHAL yönetimi altında kalmıştır. Yani, Kürt ulusu üzerinden, burjuvazinin faşist ve ırkçı sopası hiç bir zaman inmemiştir. 1987-2010 arası bazı geveşemeler olsada, özellikle 1990’lı yıllar 17 bin faili devlet olan cinayetin işlendiği bir süreç olduğu da unutulmamalıdır. Bu sürede ezici çoğunluğu Kürt yurtseverleri olmak üzere devrimci ve komünistlerinde kayıp edildiği, Kürt ve alevilerin topluca katliamlara maruz kaldığı  katliam yılları olmuştur. Ve bu cinayetleri devlet tarafından işlendiği konusunda komünist ve Kürt yurtseverlerin hiç bir kuşkusu yoktur. 1990’lı ve 2001 yılları arasında, Madımak Oteli’nde demokrat ve ilerici alevi aydınların katliamı başta olmak üzere, bir çok Kürdistan illerinde yaşanan katliamların yanısıra, cezaevlerinde de seri ve büyük katliamların yaşandığı süreç olmuştur.   

Kısacası, TC tarihi, burjuvazinin “demokrasi” tarihi değil; başta ulusal demokratik hakları için mücadele eden Kürtler olmak üzere devrimci-komünistlerin  katledildiğ, tutuklandığı, dini ve ulusal azınlıktaki halkların sürekli baskı altında tutulduğu, susturulmaya çalışıldığı, işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde baskı ve sömürülerin yoğunlaştığı faşist ve anti-demokratik baskıların egemen olduğu bir tarihtir.

Bugünde yaşananlar dünün burjuva baskı biçiminin en yüksek seviyesidir. Bugün dünün devamıdır. Ve bugün açık faşist diktatörlük egemendir. TC zindanları, binlerce Kürt yurtseveri, öğrenciler, işçiler, aydınlar, gazeteciler, avukatlar, akademisyenler ile doludur. Ve burjuvazi durmadan yeni hapishaneler yapmaktadır. Tekelci burjuvazi, ekonomik krizinin ve siyasi istikrasızlığını işçi sınıf ve ezilenler üzerinde baskı ve sömürülerini artırarak atlatmayı seçmiştir.

Bu bağlamda; Kürt ulusuna yapılan baskı, işçi sınıfı ve emekçilere yapılan baskıdan ve sömürü sisteminden ayrı ele alınamaz. Kürt ulusu kendi kaderini özgürce tayin etmeden ülkede demokratik hak ve özgürlükler gelişmez. Kürtlerin ulusal özgürlük mücadelesi demokratik hak ve özgürlük mücadelesidir. Kürtler ulusal baskı altında tutulurken ülkede burjuva demokrasi söz konusu dahi olamaz. Kürtler baskı altında tutulurken, dini ve ulusal azınlıktan halklar özgür olamaz. Kürtler ulusal baskı altında tutulurken, işçi sınıfı ve emekçiler en asgari ölçüde de olsa demokratik hak ve özgürlüklerini elde edemez. Kürtler ulusal baskı altında tutulurken, kadınlar üzerindeki cinsiyet ve ayrımcılık  baskısı azalmaz.

Faşizme Karşı Birleşmeliyiz!

Faşizme karşı birlik olmak için,  bütün işçi sınıfı, emekçiler ve tüm ezilenlerin şartsız olarak birleşmesi zorunludur. Faşizme karşı mücadele diye dertleri olanların, asgari demokratik ölçülerde ve demokratik hak ve özgürlükleri kazanmak, en azından faşizmi geriletmek ve yıkmak için birleşmeleri için zorunluluk ortadadır. Burjuva muhalefet partisi CHP ile yan yana gelmek için dört takla atan “sol” görünümlü sosyalşovenist küçük burjuva yapılar, HDP ya da Kürt muhalif partileri ile yan yana gelmekten, faşizme karşı birlikte mücadele etmekten kaçıyorlar.

Oysa, HDP’nin kapatılması, ulusal-demokratik hakları için mücadele eden KUH’nin zayıflatılması ya da etkisinin kırılması halinde baskıların dahada artacağını göremiyorlar. Ezilen ulus şovenizmi etkisi altında kalarak gerçekte demokrasi ve barşı mücadelesi veren HDP’den uzak durmaları, onların demokrasi mücadelesindeki korkalıklarını da ortaya koymaktadır.

4 Şubatta kurulan Birleşik Mücadele Güçleri[1] (BMG) birleşenleri, faşizme karşı mücadelede samimiyetlerini ortaya koymuşlardır. Ve bunu hayata geçirmişlerdir. Ne var ki, kendine “sol” diyen bir çok küçük burjuva yapı bu birleşenler içinde yer almamışlardır. Esas neden elbette bu birleşenler içinde Kürtlerin olmasının yanında devrimci-komünist mücadeleci kesimlerin olmasıdır. Bu küçük burjuva reformist yapıların “Kürtlerin haklarını savunuyoruz” demeleri pratikte karşılığını bulmuyor. Kürtlerin haklarını savunmak kürtlerin demokrasi ve barış mücadelesine destek vermek ve onlarla faşizme karşı birlikte hareket etmek demektir. Tersi, devletin “Kürtlerden uzak durun” ihtarını kabul ederek “zımmi” durumdan kurtulamazlar.

Öte yandan demokratik hak ve özgürlükler için faşizme karşı mücadelede, en etkli ve örgütlü bir güçten uzak durmak, onu devletin isteği doğrultusunda dıştalamak, işçi sınıfı ve emekçileri faşizm karşısında silahsızlandırmaktır. Rejimin tescilli  payandası soyal demokrat CHP ve  “iyi” faşist İYİP gibi ve dinci-gerici Saadet Partisi gibi burjuva muhalif partilerde faşizme karşı demokrasi mücadelesi bekleyenler, HDP gibi demokrat partilere el uzatmaktan kaçınıyorlar.

BMG benzeri bir ittifak Avrupa’da oluşturulmuştur. Avrupa Demokratik Güç Birliği (DGB). Reformist Die Linke (Sol Parti) ile birlikte gönül rahatlığı ile hareket edenler, DGB içinde yer almamışlardır. Oysa Die Linke, burjuva sosyal demokrat partinin programını uygulamaktan öteye gidememektedir. Avrupa’daki küçük burjuva örgütlerin korkusu ise, Alman devletinin “radikal sol” dediği örgütler ile birlikte gözükmek istememelerindendir. Öte yandan ideolojik ve siyasal duruşları da KUH ve diğer devrimci-komünist örgütler ile asgari ölçüde de olsa demokratik hak ve özgürlükler için biraraya gelmeleri önünde engel oluyor.

Kapitalizm sistem içinde sınıflar tarihi, küçük burjuva “sol” reformistliğin ve sosyalşovenistliğin, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesine karşı, burjuvazinin iktidarına ömür kattığını sıkça göstermiştir. Ayrıca, faşist ve ezen ulus baskısına karşı ulusal-demokratik hakları için mücadele eden Kürtler’den uzak durmak, işgalci Türk devletinin emperyalist amaçlarına hizmet etmek olduğu da unutulmamalıdır.

Ocak 2016 yılında yazdığım makaleden bir alıntı ile bitiriyorum:

Hiç bir şey geç değildir. Geç olan;  içinde bulunulan siyasal koşullara uygun mücadele biçimlerini pratiğe geçirememektir. Türkiye Devrimci Hareketi’(TDH)nin önünde yığınca tercübe vardır. Her şeyden önce bir 12 Eylül Askeri Cuntası öngününü ve sonrasını yaşamış olmak, yeni sürece yığınca deneyim aktarmıştır. 12 Eylül’ün ayak seslerinin geldiği günlerde yapılmayanlar, bugün yapılmalıdır.[2]

28.02.2021



[1] Birleşik Mücadele Güçleri içinde, Demokratik Bölgeler Partisi, Alınteri, Devrimci Parti, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Sosyalist Meclisler Federasyonu, Mücadele Birliği Platformu ve Partizan yer almaktadır.

[2] https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/fasizme-karsi-birlik-olup-mucadele-etmenin-kacinilmazligi?page=0%2C6

 

3 Şubat 2021 Çarşamba

Emperyalist Dünya Ekonomik Formu’ndan Liberal Beklentiler

 

 

 

 


 

 

 Kapitalizm Ehlileşir Mi? -3

 

Emperyalist Dünya Ekonomik Formu’ndan Liberal Beklentiler

 

Yusuf Köse

Liberallerin ve kendine sol diyen “sol” liberallerin burjuvazinin “demokrat” görünümlü, ama özünde ise uluslarrası tekelerin sözcülerinden beklentileri ve umutları var.

Dijital Dünya Ekonomik Formu (DEF) 2021 21-29 Ocak  tarihleri arasında yapıldı. Ancak bu kez dijital yapıldı. Sloganları: “Anlaşmazlık çağından işbirliği çağına” idi.

Emperyalist devletlerin temsilcileri yanında uluslararası tekel  temsilcileri de buraya katılıyor. Ve neredeyse hepsi de “halkçı”, “demokrat”, “eşitlikçi”, “yoksulluğu bitirici” sosyal kavramların yanında  “doğanın tahribatından”, “ekolojik dengenin bozulmasından” söz ederek ne kadar doğa dostu olduklarının mesajını verirler. Temsilen bir kaç yoksul ülkenin liderini de çağırırlar ki, mesajın sahteliği anlaşılmasın. Bu yıl, doğayı tahrihp etmelerinin sonucu olan pandemi nedeniyle, bir yığın  dijital mesajı bırakarak yine kendi işlerine döndüler. Yani, Oxford’lu bir profesörün[1] ileri sürdüğü; “2040 yılına kadar, biyolojik tehlikeler, siber tehditler ve uzay çatışmaları” riski oldukça yüksek dediği işleri daha ileri taşımak...

Oysa, bu olguların yaratıcıları ve hatta daha da derinleşemesine neden olanlar bunlardır bunların temsil ettiği kapitalist-emperyalist sistemdir.

Örneğin, Fransız emperyalizmin temsilcisi fırıldak devlet başkanı Macron, şöyle demiş: “... bu krizden ancak eşitsizliklerle mücadele eden bir eknomiyle çıkabiliriz.”

Dünya alemde biliyor ki; Macron göreve geldiğinden bu yana Fransa’da işçi ve emekçilerin gelirleri azaldı, sosyal adaletsizlikler arttı, polis yasaları devreye girdi ve “sarı-yelekliler”in eylemleri ve sendikaların 2019 ortalarından 2020 ortalarına kadar süren grevler ve direnişler bu dönemde oldu. Nedeni çok basitti: Sosyal hakları kısmak isteyen Macron’a geri adım attırmak. Macron “özür” diledi, ama bu özür sahteyidi. Bunu Fransız işçi ve emekçileri de biliyor. Macron her fırsatta eşitsizlikleri derinleştirici adımlar atmak istiyor.

Kapitalist tekellerin diğer sözcüleri de aynı sözleri ettiler. “kapitalizm artık bu haliyle sürdürülemez” vb.

Bu sözleri, 2020 Davos’unda da söylemişlerdi. Dünyanın en büyük zenginleri arasındaki yerini kimseye kaptırmayan Bill Gates’de söylemişti. Bu nedenle de Afrika’da “açlık ve yoksullukla mücadele” adı altında, Gates Vakfı'nın  “yeşil devrim projesi” köylüleri daha da yoksullaştırdığı gibi, azıcık toprağı olanlarda toprağını B. Gates’e kaptırdılar. Yani, aç kurdun kuzuya faydası ne zaman olursa, emperyalist tekellerinde halka o zaman yardımı olabilir demek gerekiyor.[2] Tekeller Afrika’yı “açlıktan kurtarmaya” her gittiklerinde, Afrika, insanı ve doğasıyla daha da katlanılmaz acılarala karşı karşıya kalıyor. Bu birazda, faşist Trump’tan bekledikleri “demokrasi”yi bulamayanların, “demokrat sermayenin” temsilcisi Biden’de bulmayı hayal etmeleri gibi bir şey...

Bu yıl ki DEF, gerçekten, “anlaşmazlık çağından işbirliği çağına” şeklinde mi sona erdi? Elbette böyle sona ermedi ve eremezde. Bu kapitalist ekonominin varoluş ruhuna terstir. Çünkü kapitalizm rekabet demektir. Kapitalizm, birbirini yeme, birinin üzerine basarak yükselme ve büyümek için birilerini yok edeceksin ilkesini temel alır.

DEF Müttevelli Heyeti Üyesi Jim H. Snabe (Simens’in ve Möller-Maersk’in denetim kurulu üyesi ve daha başka görevler ve tam anlamıyla uluslararası tekel temsilcisi) şöyle diyor:

Kutuplaşma, ilerleme ve sürdürülebilr kalkınmayı rayından çıkardı .. daha iyi bir dünya inşa edebilmeliyiz. Küreselleşmiş ticaret, yüzmilyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı.[3]

Bütün tekel sözcüleri  ve devlet başkanları buna benzer şeyler söyleyerek 2021 dijital DEF’nu kapadılar.

Esasında, emperyalist tekellerin sözcüleri de, kendi geleceklerini iyi görmüyorlar. Bu nedenle, J. Snabe, acı acı ve hatta yalvararak tekellere sesleniyor: “Hoşunuza gitsin veya gitmesin, bu işte birlikte olduğumuzu her zaman aklımızda tutmalıyız: Ya hepimiz kazanırız ya da hepimiz kaybederiz.”[4]

Ezdikleri, sömürdükleri kitlelerin hoşnutsuzluklarının artması ve kitlesel hareketlenmelerin büyümesi, onları kara kara düşündürdüğü bir gerçek. Bir gerçek daha var: Kapitalizmin bir canavar olduğunun farkındalar, ancak onun önüne geçemiyorlar. Geçmeleri için onu yıkmaları gerekir. Elbette bunu yapmazlar, tersine yıkmak isteyenlere karşı mücadale veriyorlar. Çünkü onlar, kapitalizmi döndüren çarkın birer dişlileridirler. Kapitalizmin yarattığı sorunlara kapitalizm içinde çözüm bulmak istiyorlar. Ancak, kapitalizmin yarattığı sorunlar kapitalizm içinde çözülemez. Her yönüyle çürümüş  bu toplumsal sistem yıkılıp yerine sosyalizm kurulunca çözüm bulunmuş olur ve kapitalizmin tüm tahribatları da ancak böyle ortadan kaldırılabilir.

Emperyalist tekel sözcülerinin yakındığı kutuplaşma, sınıflı bir toplumun kaçınılmaz bir sonucudur. Sınıfların varlığı toplum içinde kutuplaşmanın kendisidir. Üretim araçlarını elinde bulunduranlar ile üretim araçlarından yoksun olarak yaşamak zorunda olanlar aynı sınıfın içinde olmazlar ve bu iki sınıf arasındaki uçurum, sermayenin büyümesi ve merkezileşmesine oranla artmaya devam eder. Bu da, sınıf çelişmesini kekinleştirmeye ve kaçınılmaz olarak kendi çözümünü yaratıcı nihayi bir çatışmaya kadar götürür.

Paydaş kapitalizm savunucuları: “Şirketlerin yalnızca hissedarlar için kısa vadelei karları optimize etmekle kalmayıp, tüm paydaşlarının ve genel olarak toplumun ihtiyaçlarını gözönünde bulundurrarak uzun vadeli değer yaratma arayışında olduğu bir kapitalizm biçimidir.[5] Diye yazıyor, Klaus Schwab ve Peter Vanham diye birileri. Bunlarda kapitalizmden “iyi niyet” beklentisi olanlar. Ve elbette, bu tür yaklaşımlar, toplumsal sistemi yaratan üretim tarzına değil, toplumsal sistemi kişilere indirgeyen burjuva ahmaklıktan başka bir şey değildir.

“Paydaş kapitalistler”, daha doğrusu 1960-1970’lerin sosyal demokratları,   kapitalizmi yaşatma çözümleri olarak, kapitalizmin reforme edilmesini öneriyorlar. Üstelik bu görüşleri Klaus Schwab 1971 yılından beri savunuyormuş. 50 yıldır “paydaş” olamayan kapitalizm, daha da “eşitsiz”liklerle dolu olduğunu görüyor elbet.  Ne yazık ki, kapitalizm geçmişte kazanılmış sosyal hakları da ortadan kaldırarak ve eşitsizlikleri katlıyarak yoluna devam ediyor. Burjuva liberaller bir türlü gerçek olgulardan uzak rüyalarından uyanamıyor. Onların esas korkusu: Tüm sosyal eşitsizliklerin ortadan kalktığı komünist bir dünya. Bu korkularını yenerlerse, sağlıklı bir düşünce üretebilirler.

Aşağıda, kapitalizmin ehlileşmesini savunan sosyal yardım kuruluşlarından OXFAM’ın, kapitalizmden beklentilerini buraya alalım. Oxfam bile “küreselleşmenin yüzmilyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı” diye iddia edemiyor: Oxfam’ın kendi rakamları tekel sözcülerini yalanlıyor:

OXFAM, 2019’dan 2020’e kadar bir yıl içinde sosyal eşitsizliklerin 2 puan artığını rapor[6] ediyor. OXFAM, “sosyal eşitsizlik içinde olduğunu söylediği 3.5 milyar insanın”;   kapitalist tekellerden eşitsizlikleri azaltmayı, beklemeye ve ummaya devam etmelerini istiyor. Sosyal  eşitsizlik kapsamında yaklaşık 3,5 milyar insanın 2030 yılına kadar bir milyar eksiklerek 2,5 milyara düşmesini bekliyor. Oysa, Oxfam kuruluşundan beri yayınladığı raporları incelese, sosyal eşitsizliklerin azalmayıp artmaya devam ettiğini rahatlıkla görebilir. OXFAM gibi kuruluşların derdi; “yardım ettiği” insanların, yardıma muhtaç olmadan toplumsal bir yaşam sürmeleri değil, tersine, yardıma muhtaç olarak yaşamalarını istediği için, kapitalizmi eleştiriyormuş gibi yapıyor olmalarıdır. Yani, kitleleri oyalamadır. Kitlelerin gerçek kurtuluşunun kapitalizm altında olmayacağını, Bill Gates’in vakfının Afrika’da “açlığı ortadan kaldırmak için” ineklerin DNA’sını değiştirmenin, kitlelerin ağzına belki bir parmak bal çalmaktan öte gidemeyeceğini saklamak istemeleridir.

Her sınıfın “yardım” anlayışı, sınıfsal yapısına uygun ekonomik ve sosyal bir içerik taşır. Kapitalist tekeller ne kadar “iyi niyetli” olurlarsa olsunlar, onların niyeti sermayenin birikim mantığıyla doğru orantılıdır. Bu da, kaçınılmaz olarak artan ölçüde milyonlarca insanın yoksullaşması, bir avuç insanın ise zenginleşmesiyle sonuçlanan toplumsal bir olgudur.

 

Bitti