“Casuslar’da
Felsefe Okur”
Anti-komünist Frankfurt Okulu ve Fransız Teorisi
Teorinin gücünü bilen burjuvazi, işçi sınıfının dünya
görüşünü bulanıklaştırmak, çarpıtmak ve etkisiz hale getirmek için karşıt
teoriler ileri sürer. İşçi sınıfından yana gibi görünen bir çok marksist
kılıklı entellektüelleri sahneye sürerler. 1947’lerden itibaren başını Theodor
Adorno ve Max Horkheimer’in çektiği Frankfurt Okulu ve başını Michel Foucault’ın
çektiği Fransız Teorisi, burjuva liberal teori üretim merkezleri olarak anti-komünist
faaliyet sürdürdüler. Gabriel Rockhill’in
de söylediği gibi, anti-komünist teori üretimi, küresel teori üretim sanayisi
gibi çalışır. Burjuvazi sadece ekonomiyi tekeline almaz, aynı zamanda tolumun
kültürel yapısını da denetimi altına alır. Toplumsal bilincin yönlendirilmesi
de burjuvazi için önemlidir. Bu bilinç, burjuvaziye hizmet edecek şekilde
yönlendirilir ve bunu üretecek makineler (entellektüel liberaller gibi)
yaratılır, yani, yetiştirilir.
Burjuvazinin hizmetinde olmayanlar, burjuvaziden yana
kalem oynatmaları, beyinlerini burjuvaziden yana çalıştırmaları için her türlü
yol ve yöntem denenir. Bu, kapitalist sanayi üretimine koşut olarak devam eder.
Burjuvazi toplumsal bilinç üzerindeki denetimini kaybettiğinde iktidarını da
kaybeder. Bu nedenle, 2. emperyalist paylaşım savaş sonrası (öncesi de var,
elbette) yoğun bir şekilde SSCB’ni ve Stalin’i teşihir ve tecrit etmek için
bütün imkanlarını kullandı. Anti-komünist propaganda ve faaliyetini en yüksek
noktaya çıkardı. Özellikle Stalin’in teşhiri önemliydi. Çünkü Stalin’in
uluslararası işçi sınıf üzerinde büyük bir otoritesi vardı. Özellikle bu sevgi
ve etki 2. Paylaşım savaşında Hitler faşizmini yenerek dünyayı savaş belasından
kurtaran Stalin ve sosyalizmin etkisi dünya halkları üzerinde arttı.
Burjuvazi, Stalin’i Hitler ile eşitlemeye çalışıyordu.
Bunu kısmen başardı. CIA’nın bu etkisinin Stalin’in ölümünden hemen sonra
Kruşçev’in 1956’da Stalin hakkındaki konuşmasında bulabiliriz. Sovyet bürokrat
burjuvazisi, emeryalist burjuvazi ile sosyalizme karşı karşıdevrimci ellerin
birleşmesidir. Ama önce, SSCB ve uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halklar
üzerindeki Stalin “mit”i yıkılması gerekiyordu. Kruşçev’in 1956 yılında
SBKP’nin 20. Kongre’sindeki Stalin hakkındaki konuşması ile, emperyalist
burjuvazisinin propagandası örtüşür. Bir farkla, Kruşçev, esas kendisinin ML
olduğu yalanını söylüyordu. SSCB’deki karşı-devrimci gelişmeler ve sosyalizmden
kapitalizme geriye dönüş, içteki sorunlardan kaynaklanmasına karşın, dış
etmenlerinde geriye dönüşümde hızlandırıcı ve kolaylaştırıcı önemli bir rolü
olmuştur.
CIA’nın sadece bir kısım
küçük burjuva entellektüelleri değil, bir çok sendikayı ve ilerici gibi
görünene hareketleride finanase ettiği, ABD’de, özellikle de işçi hareketini boğmak için etkili
sendika önderlerini satın aldığı biliniyor. Bu konuda bir çok araştırma ve belge var. Örneğin Ulusal İşçi
Sendikası (National Union of Labor) gibi sendikalar CIA’nın yönlendirdiği ve
faşizmle “flört eden” sendikalardı.
ABD, kendine bağlı bir “özgür Avrupa” yaratmak için,
bolşeviklerin etkisini, daha doğrusu kitleler üzerinde sosyalizmin etkisini
kırmak istiyordu. Bunun bir de SSCB ülkelerine yayın yapan “Özgür Avrupa
Radyosu” kurdular. Bunu da CIA finanse ediyordu. Kimler konuşmadı ki bu
radyoda. Meşhur Avrupalı liberal
entellektüellerle sık “özgürlük” üzerine roportaj yapılıyor ve Avrupa’nın ne
kadar özgür olduğu anlatılırken, “komünizmin mezalimi altında inleyen” SSCB
vatandaşlarına “özgürlüğün” ne kadar değerli olduğu ve Avrupa vatandaşlarının
“ne kadar özgür” bilgileri anlatılıyordu. Avrupa’yı cehnneme çeviren
emperyalistlerden ise hiç söz edilmiyordu.
CIA’nın ideolojik araçları haline gelen etellektüeller,
halka bu yalanları anlatmaktan asla bıkmıyorlardı ...
Arada bir Nazizmin kötülüğünden söz edilse de, kızıl
komünistler Avrupa için daha tehlikeliydi...
Faşizm, sermaye için, işçi sınıfı karşısında zorlandığı
dönemlerde baş vurduğu vuracağı bir yönetim biçimiydi ve kendi iktidar
biçimlerinden biriydi. Ama kızıl komünistler, sermaye düşmanıydı. Sosyalizm ve
kapitalizm iki zıt kutuptu. Kızıl komünistler ise sosyalizmi kurmuşlardı ve
bütün dünyaya sosyalizmin hakim olmasını istiyorlardı. Ve sosyalizm o süreçte
yayılıyordu. Dünyanın üçte biri sosyalizmin etkisi altındaydı.
ABD emperyalist burjuvazisi SSCB halkını o kadar “seviyordu”
ki, kızıl komünizmden SSCB halkını kurtarmak için 1951 yılında “SSCB Halkları
İçin Amerikan Kurtuluş Komitesi” kurulmuştu. Devrimden kaçan Rus burjuvaları ve
troçkistler bu “komite”nin asli unsurları arasında yer alıyorlardı.
CIA’nın kurduğu daha bir çok Sivil Toplum Kuruluşu (STK)
vardı. Özgür Avrupa İçin Ulusal Komite” vb. gibi. Bunun yanında feminist kadınlara da el atmıştı CIA. Örneğin, ABD’de ikinci feminist dalganın
liderlerinden (1960’lar) Gloria Steinem, CIA adına çalşıyordu. Feminist kadın
hareketi içinde anti-komünist düşünceleri geliştirmek ve o dönemde SSCB’ne
ideolojik olarak saldırmak temel görevleri arasındaydı.
G. Steinem, CIA’nın kurduğu “Bağımsız Araştırma
Servisi”nin aktif bir üyesi olarak gençlerle birlikte uluslararası festivallere
katılıp, onlara anti-komünist paropagandalar yapıp SSCB’nin etkisini kırmakla
görevlendirilmişti. Yakın bir tarihte hayatını anlattığı bir kitapta, CIA’yı
şöyle değerlendiriyor: “liberal,
şidetsiz, onurlu ve imkanım olsa yine bu görevi yapardım” diyecek kadar anti-komünist CIA aktivistiydi. “Dünyanın bu en ünlü feministi”nin,
“liberal ve şiddetsiz”
değerlendirmesine, CIA’nın bütün yönetici ve elemanları gülmüşlerdir elbette...
Burjuva liberal entellektüellerin sınıfsal karakterleri
gereği anti-komünist olmalarında şaşılacak bir şey yok. Ancak, bunların bir
çoğu kendilerini, “demokrat” ya da “demokratik sol” olarak adlandırmayı
severler. Ve hatta bir çoğu kendilerini “Marksist” olarak bile adlandırırlar.
Birinci bölümde gördüğümüz gibi, “demokratik sol” diye kendini tanıtanların ABD
emperyalizmin paralı ideolojik savaş araçları oldukları ortaya çıkmıştı.
Günümüzde bu işleyiş ve kullanım şekli bitmiş değil devam ediyor.
Burada şu gerçeği bir kere daha belirtmek gerekiyor: Bütün burjuva liberal ve de küçük burjuva “sol” görünümlü entellektüeller, Marx’ın ismini anmadan sosyalojik ya da feslsefi bir üretimde bulunamazlar. En karşıtları dahi Marx’ın ismini anmak ya da onu eleştirmekle karşı karşıya kalırlar. Çünkü, kapitalist dünyada iki dünya görüşü vardır: Biri burjuva dünya görüşü ve diğeri ise, Marx’la bütünleşmiş işçi sınıfının bilimsel sosyalizm görüşüdür. Bu nedenle, burjuva liberaller, tesmislcisi oldukları ya da daha fazla etkilendikleri burjuva dünya görüşüne sahip olmaları nedeniyle, mutlaka ama mutlaka Marx’a değinmeden geçemezler.
Frankfurt
Okulu
Burada, Avrupa kamuoyunun düşünce dünyasında, özellikle
de Avrupa komünizmi üzerinde etkisi olan ve bir çok komünist partisinin
ideolojik yozlaşmasına neden olan Frankfurt Okul’undan (FO) ve Fransız Teorisi
(French Thery)’nden (FT) kısacada olsa söz etmek gerekiyor.
Frankfurt Okulu’nun kurluş tarihini 1920’lere kadar
uzatan olsada, esas olarak 1950 yılından itibaren, yani CIA’nın Kültürel Özgürlükler
Köngeresi’nden (KÖK) sonra, -söylem yerindeyse-
ete-kemiğe bürünmüştür. Kurucuları arasında Theodor Adorno ve Max Horkheimer vardır.
Bunların ikisinin 1947 yılında ortaklaşa yazdığı “Aydınlanmanın Diyalektiği”
adlı bir kitap yayınlanmıştır. Örneğin, T. Adorno, ABD’de iken 1944-47 yılları
arsında yazdığı ve bunları derlediği “Minima Moralia” (mnimum ahlak) adlı
kitabında, Marx ve Hegel için, yazdıkları her şey “doğru değil” diye yazar.
Ben burada Frankfurt okulunun ideolojik eleştirisine
girmeyeceğim. Bu bu yazının kapsamı dışında. Ancak, bu iki entellektüel’inde
CIA’nın projesi olan KÖK içinde yer aldıklarının bilinmesinde yarar var.
Nazi döneminde ABD’ye kaçan Theodor Adorno ve Max
Horkheimer, “Alman ve Batı kültürünün Naziler’den
arındırılması” gerekçesiyle, 1950 yılında CIA tarafından ABD’den Almanya’ya getirildi. Gerçek amaç ise;
komünizme karşı ABD politikalarının uygulanmasının ve kitleler tarafından
benimsenmesinin ideolojik zeminini hazırlamak ve SSCB’nin kitleler üzerindeki
ideolojik, siyasi etkisini kırmak ve yok etmekti. İdeoloji, politika, teori,
bilim, müzik, resam bunun için
yapılmalıydı. FO’nun teorisyenleri de bu görev aşkıyla bunu yerine getirmek
için çaba harcadılar. Karşılığı ise, “Almanya’nın ve Avrupa’nın “büyük
filozofları” ünvanına kavuşmuş olmaları ve ayrıclıklı bir yaşam. Küçük burjuva
entellektüellerin bu durumu, burjuvaziyle uzalşan ve onun hizmetine kolaylıkla
girdiğini ve girebileceğini göstermektedir.
FO’nun en temel özelliği, sınıf mücadelesinin sonucunun ve
Marksist Tarihsel Materyalizm anlayışının reddi olarak ortaya çıkıyor. Bütün FO
okulu içinde görülen entellektüellerin çabası, Marks’ın ileri sürdüğü görüşleri
eleştirmek ve “yanlışlığını” göstermek üzerine şekillenmiştir. Onlar için Marx
“ütopiktir.”
FO entellektüellerinin çoğu, kapitalist toplum, kapitalist
kültür, kapitalist kitle tüketimi eleştirilmesine karşın, bunun karşısına
toplumsal bir alternatif koymaktan özenle kaçınıldığı gibi, Marx’ın sosyalizm
ve komünist belirlemesi de sert bir şekilde eleştirilmiştir. Marx’ın
diyalektiğinin sonunun Komünist toplumla sınırlı olduğu eleştirisi
getirilmiştir. Hannah Arendt bunlardan biridir. Adete bir Marx eleştirmenliğini
kendine görev bilmiştir. Bu yazara göre ise, baskıcı uygulamalar konusunda
Bolşeviklerle Naziler arasında bir fark yoktur. Özünde ise niyeti Nazileri
teşhir etmek değil, Bolşevikleri teşhir etmektir. Marx’ı eleştirir, ama Marx’ın
görüşlerinin pratikte gerçekleşmesi durumunu ise “totalirizm” olarak
damgalamaktan geri durmaz. Marx’ı bir “filozof” olarak ele almayı ve
değerlendirmeyi çok sever bu entellektüeller, ancak, onun görüşlerinin hayat
bulması, Bolşevikler önderliğinde Rusya’da olduğu gibi, tehlikelidir ve “totalirizm”dir.
Faşist Mccarthizm döneminin anti-komünist rüzgarına kendisini o kadar kaptırmıştır
ki, 1950’lerden itibaren yazdığı
yazılar, Stalin şahsında SSCB’deki sosyalizme yönelmiştir.
Frankfurt Okulu’nun diğer bir ismi olan “Eleştirel
Teori”, esasta da Marksizmin eleştirisine yöneliktir. Kapitalizm de eleştirilmesine karşılık, kapitalizme karşı
alternatif getirmesiği gibi, Markszimin kapitalizme getirdiği ve toplumsal bir
çözüm olarak ortaya koyduğu görüşlerin eleştirisi olarak ortaya çımıştır. İlk
çıkışı’da Bolşeviklerin Rusya’da iktidarı alaması üzerine, liberal aydınların,
işçi sınıfı iktidarından korkması ve kaçışının teorileştirilmesi olarakda ele
alınabilir, Frankfurt Okulu.
Almanya’da 1. Dünya emperyalist savaşının sonunda gelişen
işçi hareketi karşısında sosyal demokratların devrimin karşısında yer alması ve
işçi ayaklanması karşısında birinci derecede
karşı-devrimci rol oynaması, burjuva liberal entellektüelleri de
sosyalizme karşı alternatif “teorilere” yöneltti. Tek taraflı olarak marksizm
eleştirmesi yetmiyordu, işçi harektini bölmek için kapitalizmde parmak ucunda
yürür gibi eleştirilmesi gerekiyordu. Frankfurt Okulu’nun “Eleştiriel
Teorisi”nin sınıfsal özü budur.
FO’nun has entellektüellerinden Max Horkheimer, 1970
yılında Der Spigele verdiği röpartajda, şöyle der:
“ Stalin önderliğindeki sosyalizm, Hitler faşizmiyle
aynıdır”
İşte, Frankfurt Okulu ve onun “Eleştirel Teori”sinin
gerçek içeriği. CIA bu tür “okul”ları desteklemeyecek de kimi destekleyecekti?
2. Emperyalist savaş sonrası ise, bir taraftan Nazizim
eleştirilirken, eleştirinin esası ve sivri ucu Marksizme, genel anlamıyla da
komünizme ve o dönemde sosyalist toplumun temsilcisi olarak var olan SSCB’ne
yöneldi. Özellikle, ABD emperyalizmin
CIA vasıtasıyla örgütlediği Kültürel Özgürlükler Kongresi ve onun Almanya’daki
yayın organı olan Ay dergisi vasıtasıyla, Stalin şahsında SSCB’ne , komünizme
ve işçi sınıfının yarattığı tüm devrimci değerelere karşı top yekün ideolojik,
teorik ve siyasal bir karşı-devrimci saldırıya dönüşmüştür. Eleştriel Teori’nin
yönü, esas olarak bu süreçte bu yana kaymıştır.
Yaşamı esas olarak ABD’de gemesine karşın, Frankfurt
Okulu ekibinden olan Herbert Marcuse’de, teorik araştırmalarını ABD’nin gizli
servislerinin kullanması için yapmıştır. Bu nedenle de, kapitalizm ve komünizm
de “totaliter” benzelikler keşf ederek ABD’nin gizli servislerinin önde gelen
teroisyeni olmakla “sosyalist” olmak arasında bir çelişme görmemiştir.
Kısacası, Frankfurt Okulu özgülünde “eleştirel teori”nin
özü, marksizm-leninizmi çarpıtmak, içeriğini boşaltmak ve kapitalist sistem
için yarasız hale getirmek olarak da adlandırılabilir. Frankfurt Okulu ve onun
anti-komünist niteliği, Stefan Engel’in yeni çıkan, “Die Krise der
Bürgerlicehen İdeologie und Des Antikommunismus” (Burjuva İdeolojisinin Krizi ve
Anti-Komünizm) adlı eserinde daha geniş olarak ele alınmaktadır.
Fransız
Teorisi ve “Casular’da Felsefe Okur”
Jason Epstein, The New York Review’de 1967 Nisan’ında
yayınladığı “The CIA and Intellectuals” adlı makalesinde şöyle bir belirlemede
bulunuyor:
“CIA’nın entellektüellerle olan ilşkisi konusunda son tartışmalarda, şu noktaya
değinilmemeiş gibi görünüyor: mesele, bireysel yazarları ve akademisyenleri
satın alma ve altüst etme meslesi değil, keyfi ve gerçek dışı bir değerler
sistemi kurma meselesiydi.”
CIA’nın anti-kommunist çalışmaları, Fransız aydınları
arasında pek etkili olmamıştı. 2. Paylaşım savaşında faşist Almanya’nın
işgalinin yaşamış ve buna karşı mücadele etmiş ülke aydınları arasında, Almanya
ve diğer bir çok ülkede olduğu gibi, ilk başlarda anti-komünizm fazla etkili
olmadı. İşçi sınıfı ve emekçiler üzerinde SSCB’nin olumlu etkisi nedeniyle de
Fransız entellektüelleri sola daha fazla meyilliydi. Örneğin, 2. Paylaşım savaşından sonra Paris Metro
duraklarından birinin ismi 1945 yılında Stalingrad olarak değiştirildi ve hala
aynı ismle durmaktadır. Aynı şekilde,
Stalingrad (Place de la Bataille-de-Stalingrad) meydanı da vardır.
Fransız işçi sınıfı ve emekçileri Stalingrad’da faşizmin
yenilgisinin, Paris başta olmak üzere bütün Fransa’nın kurtuluşu olduğu
bilincindedir. Faşist Alman emperyalizmi Stalingrad’da yenilmeseydi, Normandiya
çıkartması yapılmayacaktı. ABD ve İngiliz emperyalizmi, SSCB’nin düşmesini
bekliyordu. Tersi oldu. Alman emperyalizmi düştü. Kızıl Ordu Berlin’e girince,
Hitler ve Göbbels’e intihardan başka seçenek kalmamıştı.
Raymond Aron gibi CIA kullanımlı anti-komünist
entellektüellerin yanı sıra, fazlasıyla Fransız aydınları ve entellektüelleri
Annie Kriegel gibi düşünüyordu:
“Amerikalıların bizi özgürleştirdiği doğru,
ancak savaştaki dönüm noktası Stalingrad’dı. Bize umut veren Kızıl Ordu’ydu.”
Raymond Aron, Fransız entellektüellerinin Stalin ve SSCB
sevgisinin nereden geldiğini biliyordu, ama kabullenemiyordu. Bunun içinde
“Aydınların Afyonu” (1955) adlı CIA ısmarlamalı bir kitap yazarak, Stalin’i ve
anti-komünist olmayan aydınları eleştirdi. R. Armond’un Fransız
entellektüelleri üzerinde anti-komünist etkisi 1960’ların sonlarından itibaren
gösterecekti.
CIA, KÖK’ün merkezinin Paris’e kurmasının nedeni de bu.
Fransız entellektüellerini etkilemek ve onların anti-faşist ve SSCB yakınlığını
kırabilmek. Komünist olmamasına karşın Sartre, CIA’nın anti-komünist programına
katılmadığı gibi, entellektüel kılıklı bir çok CIA ajanını da deşifrede etmiş
ve ABD’yi savaş kışkırtıcısı olarak
değerlendirmiştir.
Bu konuyu araştıranlardan Gabriel Rockhill, “CIA Fransız
Teorisi Okuyor” isimli bir araştırma yayınlıyor ve CIA’nın Fransız
entellektüellerini nasıl etkilediğini ve kimi kime karşı kullandığını
belgeleriyle ortaya koyuyor.
Simone de Boauvoir ile birlikte Fransız aydınlarının yüz
akı olan Jean-Paul Sartre’ye karşı, Michel Foucault öne çıkarılıyor. CIA
Fransız entellektüellerinin yazılı üretimlerini yakından takip ediyor. Hepsini
didik didik okuyor. Foucault’ın yazılarından onun sağ kaydığını saptıyor ve
Sartre’ye karşı yeni bir “kullanışlı anti-komünist entellektüel beyin” olduğuna
karar veriyor. G. Rockhill, Foucault
için “sahte radikal” saptamasında bulunuyor.
Tabi, Fransız Teorisi’ndeki anti komünist saldırganlıklar
salt Foucault ile sınırlı kalmıyor, anti-komünist teori Andre Glucksmann ve
Bernard-Henri Levy, J. François Revel gibi entellektüeller tarafından devam
ettiriliyor. Burjuva entellektüeller, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından
kabulöedilmeyi değil, burjuvazi tarafından kabul edilmeyi beklerler. Çünkü
iktidarda onlar vardır ve ekonomi, devlet iktidarı, sanat, kültür onların
egemenliği altındadır. Burjuva entellektüelelrin “baldırı çıplaklar” denen işçi
sınıfı ve emekçilerle bir alışverişi olamaz. Onlar, sanatlarıyla ve diğer
ürettikleriyle burjuvazinin yanında yerlerini alırlar. Kime karşı; işçi
sınıfının bilimsel sosyalist dünya görüşüne karşı.
Fransa’da entellektüellerin “sol”dan uzaklaşması 1968
olaylarından sonraya rastlar. Çünkü iktidarda olan Sosyalist Parti ve onun
kuyrukçusu Fransız Komünist Partisi (FKP), kitlelerin taleplerine cevap olmadıkları
gibi, direniş ve işgal eylemlerinin karşısında yer alıyorlardı. FKP’de artık
gerçek bir komünist partisi değil, Kruşçev modern reizyonizmiyle birlikte
komünist niteliğinden uzaklaşarak sosyal demokrat bir parti haline dönüşmüştü.
ABD’nin 2. Emepryalist savaşı sonrası SSCB hedef alarak
anti-komünist kampanyayı ve bunun ideolojisinin geliştirilmesi, salt o günlerle
sınırlı değildir. Komünizm nefreti hep sürdürülmüştür. Bugün burjuva küçük
burjuva yayınlarda öne çıkarılan Slavoj Zizek bunlardan biri ve ateşli bir
modern anti-komünist olarak, bu kesimler tarafından elüstünde tuluyor.
Devam
Edecek: Türkiye’de Anti-Komünizm faaliyetleri