16 Mayıs 2021 Pazar

Kapitalist Devlet: Burjuvazinin Tüm Pisliklerinin Biriktiği Lağım Çukurudur!

 


Bu tablo'daki %10,  2020 yılında daha da zenginlşmiştir 

 

Kapitalist Devlet;

Burjuvazinin Tüm Pisliklerinin Biriktiği  Lağım Çukurudur!

Yusuf KÖSE

Kapitalist devlet, burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde egemenliğni kurduğu bir iktidar aracıdır. Toplum içinde azınlıkta olan burjuva sınıfı, bu devlet sayesinde, çoğunluk üzerinde kurduğu diktatörlüğüne bir yasal ve meşruti bir zemin hazırlar. Bir avuç haydutun çoğunluk üzerine kurduğu baskı ve sömürü sisteminin temiz olması bekelenebilir mi? Elbette ki hayır!

Hiç bir kapitalist devlet “temiz” değildir ve temiz olamaz. Çünkü, bir avuç azınlığın çoğunluk üzerinde esas yanı baskı ve zor olan kurduğu ve sürdürdüğü bir iktidar biçiminde,  ne “temiz toplum” ne de “temiz devlet” olabilir. Sömürü ilişkilerinin hiç bir biçimi toplumsal anlamda temiz olamaz.

Başkalarının emeğini çalarak, onları karın tokluğuna çalıştırarak, bütün üretim araçlarına el koyup, toplumun ezici çoğunluğunu yaşam araçlarından mahrum bırakarak, bir avuç burjuvaziye mahkum eden bir sistemin; ister başta sosyal demokrsi olsun isterse faşizm olsun, temiz bir toplum ya da temiz bir devlet olması söz konusu olamaz.

Sömürü ilişkilerini, bir sistem olarak yürütmenin esas yolu baskıdır. Çalışanları baskı altına almaktan geçer. Bunun için, mahkemeler, polis, ordu ve bütün bürokrasi ve elbette esas olarak toplumsal rıza gibi gösterilen anayasa ya da kanunlar, bütünüyle sömürü ilşkilerinin yürütmeyi garanti alatına alan ve düzenleyen bir şekilde oraganize edilir. Bu düzenleme faşist iktidarlar döneminde daha çıplak ve aleni olarak yapılırken, burjuva demokrasisinin asgari ölçüde uygulandığı ülkelerde ise, deyim yerinde ise “çaktırmadan”, “yumuşak” bir şekilde yapılmasına kısmen dikkat edilir. Örneğin, İskandinav ve bazı Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi.

Ama her ikisi de burjuva diktatörlüğüdür ve her ikisi de işçi sınıfı ve emekçileri sömürmek için vardır.

Sömürü ilişkileri, her türlü burjuva pisliğini içinde barındırır. Bu bazan açıktan lağım çukuru gibi toplum üzerine bir koku salar. Bazan ise daha gizli yapılmaya çalışlılır. Türkiye, İran, Kolombiya, Hindistan, Brezilya ya da ABD’nin diğer ülkelerde yaptığı katliamlar ve CIA’nın çevirdiği tüm pislikler gibi, ve daha nice ülkelerde olduğu gibi açıktan yapılır. Gizlenemez hale gelir. Burjuvazi arasındaki çıkar çatışmalarından dolayı Mehmet Ağarlar, Çakıcılar, S. Pekerler ve daha niceleri gizlenemez.

Ancak, burjuva devletin kirli yanının “mafya ilişkileri” gibi göstermek, burjuvaziyi temize çıkarmak, burjuva diktatörlüğünü halkın devleti gibi göstermek gibi tehlikeli ve yanlış yönlendirilen bir yanıda vardır. Burjuva liberal kesimler bunu yapıyor.

En temiz gözüken burjuva devletlerinden en kirli görünenine kadar hepsi de işçi sınıfı ve emekçilerin karşısında kirlidir. Burjuva sisteminin kendi varlığı temiz değildir. Çalışanın emeğini çalan, sömüren, ona baskı uygulayan ve bunları sadece bir avuç burjuvazi için yapan bir sistem nasıl temiz olabilir ki?

Toplumsal sistemin temizliği, sömürü ve baskı ilişkisinin olmadığı yerde olur.

Kapitalist devlet içinde, ne burjuvazisi ne de onun hizmetinde çalışanlar temizdir. Bu bağlamda toplumsal olarak da büyük bir ideolojik kirlenme vardır. Üretim araçlarından yoksun mülksüzleştirilmiş ezici çoğunluğunun bir kısmının burjuva siyasetinin etkisi altında kalması ideolojik bir kirlenmedir.

Burjuva devletinde, şirketinden siyasetçisine kadar kirlenme diz boyudur. Çünkü, sistem başka türlü yürümez ve yürütülemez. Özel mülkiyet ilişkileri üzerine kurulmuş, birbirinin üzerine basarak, birilerini ezerek, birilerini sömürerek, birilerini aç bırkama pahasına zenginleşme ve iktidar olma toplumsal ilişkisin de “temiz”lik bulmaya çalışmak bir aldatmacadır.

En büyük kirlilik, işçilerin sömürülmesidir. En büyük baskı, en büyük sömürü ilişkisi Kod-29 gibi yasaları işçilere karşı uygulamaktır. Kod-29’un olduğu, işçilerin sorgusuz sualsiz işten çıkarıldığı ve bu yasayla aşağılandığı, kriminalize edildiği bir yerde “temzi”lik aramak, saflıktan öte burjuva sömürü sisteminin kirli yüzünü gözden kaçırmak demektir.

Kürt olduğu için ulusal hakları yasaklanan, dili yok sayılan, ve salt bu nedenle katledilen, aşağılanan bir ulusun varlığı kabul edilmemek için her türlü zulmü reva gören bir devletin temiz olması nasıl olur?

Barış istediler diye işten atılan ve tüm medeni hakları elinden alınarak yaşayan ölü haline getirilen bir devletin  “temiz” olaması nasıl olur ki?

Bu bağlamda, Türk devleti kurulduğu günden itibaren temzi değildi. Dün M. Kemallerin Topal Osmanları vardı. Bugün aynı yöntemle hareket eden Erdoğanların, M. Ağarları, Çakıcıları ve S. Pekerleri var. Bunlar, aysbergin görünen çok az bir kısmıdır. Bunlar, burjuva devletlerinde her zaman olur ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğunda tetikçi olarak kullanılır. Kullanım süresi bitince de bir şekilde tasfiye edilirler. Ama ihtiyaç duyduklarında yenilerini yaratırlar. Ya da el altında tutularak bekletilirler. Egemen sınıflar arasındaki bölüşüm ve iktidar ilişkilerindeki anlaşmazlık sonucu bu tür  pislikler daha fazla ortaya dökülür.

Devletin esas sahibi olan, Koçların, Sabancıların, OYAKların, Rönesans Holdinglerin,  Kolinlerin, Cengizlerin, Yıldız Holding’lerin ve daha onlarca tekelin pislikleri topluma analtılmadan, bunların sömürü ilişkilerinin bu tür mafyatik ilişkileri kaçınılmaz kıldığı anlatılmadan ve gösterilmeden, ve elbette, bu sömürü ilişkileri yıkılıp yerine sosyalizm kurulmadan “temiz” toplum aramak yetersiz ve eksik kalır.

“Derin Devlet” denilen olgu, devletin kitlelerden gizlemeye çalıştığı yerdir. Ama burjuva devletinin dışında ya da onun bilgisi dahilinde olmayan bir şey değildir. “Derin devlet” devletin ta kendisidir.

Devletin mafyatik ilişkileri her zaman vardır ve bu kroniktir. TC kurulduğu günden itibaren, güvenlik güçlerinin yanısıra, mafyatik  tetikçisini de beraberinde taşımıştır. MİT’inden iki ayaklı itine ve ayakçı tetikçilerine kadar bu böyledir. Bunlar elbette teşhir edilmelidir. Üzerine üzerine gidilmeli, ama bunlar yer altına çekilince ya da devlet tarafından görülmeleri engellenince, bu devlet temize çıkmıyor. İşçi sınıfı ve emekçilere bu anlatılmalıdır.

Bugün ortaya dökülenler bilinmeyen şeyler değil. Daha fazlasıyla bilinenler var. Erdoğan iktidarının ekonomik olarak ağır bir kriz yaşaması, siyasi olarak yönetememesi ve toplumsal çürümenin hat safaya varması sonucu ortaya dökülen pisliklerin küçük bir kısmı. Artık, her sıradan vatandaşın bile ayağına dolanan kapitalist toplumsal sistemin pislikleri. Burjuva sisteminin  bu çürümüşlüğü, kitlelerin kazanılmasında, örgütlenmesinde; komünist ve devrimcilerin derlenip toparlanması içinde önemli bir teşhir malzemeleri de biriktirmektedir. Burjuva sisteminin en zayıf en çürümüş yerlerinden vurulması, tatktiksel devrimci mücadelelerin geliştirilmesi için önemli bir araçtır.16.05.2021

9 Mayıs 2021 Pazar

“Casuslar’da Felsefe Okur” Anti-komünist Frankfurt Okulu ve Fransız Teorisi

 

 

Çağdaş Sanat Bir Can Sıkıntısı' - ArtDog Istanbul

 

 

“Casuslar’da Felsefe Okur”

Anti-komünist  Frankfurt Okulu ve Fransız Teorisi

 

Teorinin gücünü bilen burjuvazi, işçi sınıfının dünya görüşünü bulanıklaştırmak, çarpıtmak ve etkisiz hale getirmek için karşıt teoriler ileri sürer. İşçi sınıfından yana gibi görünen bir çok marksist kılıklı entellektüelleri sahneye sürerler. 1947’lerden itibaren başını Theodor Adorno ve Max Horkheimer’in çektiği Frankfurt Okulu ve başını Michel Foucault’ın çektiği Fransız Teorisi, burjuva liberal teori üretim merkezleri olarak anti-komünist faaliyet sürdürdüler. Gabriel Rockhill’in[1] de söylediği gibi, anti-komünist teori üretimi, küresel teori üretim sanayisi gibi çalışır. Burjuvazi sadece ekonomiyi tekeline almaz, aynı zamanda tolumun kültürel yapısını da denetimi altına alır. Toplumsal bilincin yönlendirilmesi de burjuvazi için önemlidir. Bu bilinç, burjuvaziye hizmet edecek şekilde yönlendirilir ve bunu üretecek makineler (entellektüel liberaller gibi) yaratılır, yani, yetiştirilir.

Burjuvazinin hizmetinde olmayanlar, burjuvaziden yana kalem oynatmaları, beyinlerini burjuvaziden yana çalıştırmaları için her türlü yol ve yöntem denenir. Bu, kapitalist sanayi üretimine koşut olarak devam eder. Burjuvazi toplumsal bilinç üzerindeki denetimini kaybettiğinde iktidarını da kaybeder. Bu nedenle, 2. emperyalist paylaşım savaş sonrası (öncesi de var, elbette) yoğun bir şekilde SSCB’ni ve Stalin’i teşihir ve tecrit etmek için bütün imkanlarını kullandı. Anti-komünist propaganda ve faaliyetini en yüksek noktaya çıkardı. Özellikle Stalin’in teşhiri önemliydi. Çünkü Stalin’in uluslararası işçi sınıf üzerinde büyük bir otoritesi vardı. Özellikle bu sevgi ve etki 2. Paylaşım savaşında Hitler faşizmini yenerek dünyayı savaş belasından kurtaran Stalin ve sosyalizmin etkisi dünya halkları üzerinde arttı.

Burjuvazi, Stalin’i Hitler ile eşitlemeye çalışıyordu. Bunu kısmen başardı. CIA’nın bu etkisinin Stalin’in ölümünden hemen sonra Kruşçev’in 1956’da Stalin hakkındaki konuşmasında bulabiliriz. Sovyet bürokrat burjuvazisi, emeryalist burjuvazi ile sosyalizme karşı karşıdevrimci ellerin birleşmesidir. Ama önce, SSCB ve uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halklar üzerindeki Stalin “mit”i yıkılması gerekiyordu. Kruşçev’in 1956 yılında SBKP’nin 20. Kongre’sindeki Stalin hakkındaki konuşması ile, emperyalist burjuvazisinin propagandası örtüşür. Bir farkla, Kruşçev, esas kendisinin ML olduğu yalanını söylüyordu. SSCB’deki karşı-devrimci gelişmeler ve sosyalizmden kapitalizme geriye dönüş, içteki sorunlardan kaynaklanmasına karşın, dış etmenlerinde geriye dönüşümde hızlandırıcı ve kolaylaştırıcı önemli bir rolü olmuştur.

CIA’nın sadece bir kısım  küçük burjuva entellektüelleri değil, bir çok sendikayı ve ilerici gibi görünene hareketleride finanase ettiği, ABD’de,  özellikle de işçi hareketini boğmak için etkili sendika önderlerini satın aldığı biliniyor. Bu konuda bir çok  araştırma ve belge var. Örneğin Ulusal İşçi Sendikası (National Union of Labor) gibi sendikalar CIA’nın yönlendirdiği ve faşizmle “flört eden” sendikalardı.[2]

ABD, kendine bağlı bir “özgür Avrupa” yaratmak için, bolşeviklerin etkisini, daha doğrusu kitleler üzerinde sosyalizmin etkisini kırmak istiyordu. Bunun bir de SSCB ülkelerine yayın yapan “Özgür Avrupa Radyosu” kurdular. Bunu da CIA finanse ediyordu. Kimler konuşmadı ki bu radyoda. Meşhur  Avrupalı liberal entellektüellerle sık “özgürlük” üzerine roportaj yapılıyor ve Avrupa’nın ne kadar özgür olduğu anlatılırken, “komünizmin mezalimi altında inleyen” SSCB vatandaşlarına “özgürlüğün” ne kadar değerli olduğu ve Avrupa vatandaşlarının “ne kadar özgür” bilgileri anlatılıyordu. Avrupa’yı cehnneme çeviren emperyalistlerden ise hiç söz edilmiyordu.

CIA’nın ideolojik araçları haline gelen etellektüeller, halka bu yalanları anlatmaktan asla bıkmıyorlardı ...

Arada bir Nazizmin kötülüğünden söz edilse de, kızıl komünistler Avrupa için daha tehlikeliydi...

Faşizm, sermaye için, işçi sınıfı karşısında zorlandığı dönemlerde baş vurduğu vuracağı bir yönetim biçimiydi ve kendi iktidar biçimlerinden biriydi. Ama kızıl komünistler, sermaye düşmanıydı. Sosyalizm ve kapitalizm iki zıt kutuptu. Kızıl komünistler ise sosyalizmi kurmuşlardı ve bütün dünyaya sosyalizmin hakim olmasını istiyorlardı. Ve sosyalizm o süreçte yayılıyordu. Dünyanın üçte biri sosyalizmin etkisi altındaydı.

ABD emperyalist burjuvazisi SSCB halkını o kadar “seviyordu” ki, kızıl komünizmden SSCB halkını kurtarmak için 1951 yılında “SSCB Halkları İçin Amerikan Kurtuluş Komitesi” kurulmuştu. Devrimden kaçan Rus burjuvaları ve troçkistler bu “komite”nin asli unsurları arasında yer alıyorlardı.

CIA’nın kurduğu daha bir çok Sivil Toplum Kuruluşu (STK) vardı. Özgür Avrupa İçin Ulusal Komite” vb. gibi. Bunun yanında  feminist kadınlara da el atmıştı CIA.  Örneğin, ABD’de ikinci feminist dalganın liderlerinden (1960’lar) Gloria Steinem, CIA adına çalşıyordu. Feminist kadın hareketi içinde anti-komünist düşünceleri geliştirmek ve o dönemde SSCB’ne ideolojik olarak saldırmak temel görevleri arasındaydı.

G. Steinem, CIA’nın kurduğu “Bağımsız Araştırma Servisi”nin aktif bir üyesi olarak gençlerle birlikte uluslararası festivallere katılıp, onlara anti-komünist paropagandalar yapıp SSCB’nin etkisini kırmakla görevlendirilmişti. Yakın bir tarihte hayatını anlattığı bir kitapta, CIA’yı şöyle değerlendiriyor: “liberal, şidetsiz, onurlu ve imkanım olsa yine bu görevi yapardım” diyecek kadar anti-komünist  CIA aktivistiydi.  “Dünyanın bu en ünlü feministi”nin[3],  “liberal ve şiddetsiz” değerlendirmesine, CIA’nın bütün yönetici ve elemanları gülmüşlerdir elbette...

Burjuva liberal entellektüellerin sınıfsal karakterleri gereği anti-komünist olmalarında şaşılacak bir şey yok. Ancak, bunların bir çoğu kendilerini, “demokrat” ya da “demokratik sol” olarak adlandırmayı severler. Ve hatta bir çoğu kendilerini “Marksist” olarak bile adlandırırlar. Birinci bölümde gördüğümüz gibi, “demokratik sol” diye kendini tanıtanların ABD emperyalizmin paralı ideolojik savaş araçları oldukları ortaya çıkmıştı. Günümüzde bu işleyiş ve kullanım şekli bitmiş değil devam ediyor.

Burada şu gerçeği bir kere daha belirtmek gerekiyor: Bütün burjuva liberal ve de küçük burjuva “sol” görünümlü entellektüeller, Marx’ın ismini anmadan sosyalojik ya da feslsefi bir üretimde bulunamazlar. En karşıtları dahi Marx’ın ismini anmak ya da onu eleştirmekle karşı karşıya kalırlar. Çünkü, kapitalist dünyada iki dünya görüşü vardır: Biri burjuva dünya görüşü ve diğeri ise, Marx’la bütünleşmiş işçi sınıfının bilimsel sosyalizm görüşüdür. Bu nedenle, burjuva liberaller, tesmislcisi oldukları ya da daha fazla etkilendikleri burjuva dünya görüşüne sahip olmaları nedeniyle, mutlaka ama mutlaka Marx’a değinmeden geçemezler.

Frankfurt Okulu

Burada, Avrupa kamuoyunun düşünce dünyasında, özellikle de Avrupa komünizmi üzerinde etkisi olan ve bir çok komünist partisinin ideolojik yozlaşmasına neden olan Frankfurt Okul’undan (FO) ve Fransız Teorisi (French Thery)’nden (FT) kısacada olsa söz etmek gerekiyor.

Frankfurt Okulu’nun kurluş tarihini 1920’lere kadar uzatan olsada, esas olarak 1950 yılından itibaren, yani CIA’nın Kültürel Özgürlükler Köngeresi’nden (KÖK) sonra, -söylem yerindeyse-  ete-kemiğe bürünmüştür. Kurucuları arasında  Theodor Adorno ve Max Horkheimer vardır. Bunların ikisinin 1947 yılında ortaklaşa yazdığı “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı bir kitap yayınlanmıştır. Örneğin, T. Adorno, ABD’de iken 1944-47 yılları arsında yazdığı ve bunları derlediği “Minima Moralia” (mnimum ahlak) adlı kitabında, Marx ve Hegel için, yazdıkları her şey “doğru değil” diye yazar.[4]

Ben burada Frankfurt okulunun ideolojik eleştirisine girmeyeceğim. Bu bu yazının kapsamı dışında. Ancak, bu iki entellektüel’inde CIA’nın projesi olan KÖK içinde yer aldıklarının bilinmesinde yarar var.

Nazi döneminde ABD’ye kaçan Theodor Adorno ve Max Horkheimer,  “Alman ve Batı kültürünün Naziler’den arındırılması” gerekçesiyle, 1950 yılında CIA tarafından  ABD’den Almanya’ya getirildi. Gerçek amaç ise; komünizme karşı ABD politikalarının uygulanmasının ve kitleler tarafından benimsenmesinin ideolojik zeminini hazırlamak ve SSCB’nin kitleler üzerindeki ideolojik, siyasi etkisini kırmak ve yok etmekti. İdeoloji, politika, teori, bilim, müzik, resam  bunun için yapılmalıydı. FO’nun teorisyenleri de bu görev aşkıyla bunu yerine getirmek için çaba harcadılar. Karşılığı ise, “Almanya’nın ve Avrupa’nın “büyük filozofları” ünvanına kavuşmuş olmaları ve ayrıclıklı bir yaşam. Küçük burjuva entellektüellerin bu durumu, burjuvaziyle uzalşan ve onun hizmetine kolaylıkla girdiğini ve girebileceğini göstermektedir.

FO’nun en temel özelliği, sınıf mücadelesinin sonucunun ve Marksist Tarihsel Materyalizm anlayışının reddi olarak ortaya çıkıyor. Bütün FO okulu içinde görülen entellektüellerin çabası, Marks’ın ileri sürdüğü görüşleri eleştirmek ve “yanlışlığını” göstermek üzerine şekillenmiştir. Onlar için Marx “ütopiktir.”

FO entellektüellerinin çoğu, kapitalist toplum, kapitalist kültür, kapitalist kitle tüketimi eleştirilmesine karşın, bunun karşısına toplumsal bir alternatif koymaktan özenle kaçınıldığı gibi, Marx’ın sosyalizm ve komünist belirlemesi de sert bir şekilde eleştirilmiştir. Marx’ın diyalektiğinin sonunun Komünist toplumla sınırlı olduğu eleştirisi getirilmiştir. Hannah Arendt bunlardan biridir. Adete bir Marx eleştirmenliğini kendine görev bilmiştir. Bu yazara göre ise, baskıcı uygulamalar konusunda Bolşeviklerle Naziler arasında bir fark yoktur. Özünde ise niyeti Nazileri teşhir etmek değil, Bolşevikleri teşhir etmektir. Marx’ı eleştirir, ama Marx’ın görüşlerinin pratikte gerçekleşmesi durumunu ise “totalirizm” olarak damgalamaktan geri durmaz. Marx’ı bir “filozof” olarak ele almayı ve değerlendirmeyi çok sever bu entellektüeller, ancak, onun görüşlerinin hayat bulması, Bolşevikler önderliğinde Rusya’da olduğu gibi, tehlikelidir ve “totalirizm”dir. Faşist Mccarthizm döneminin anti-komünist rüzgarına kendisini o kadar kaptırmıştır ki,  1950’lerden itibaren yazdığı yazılar, Stalin şahsında SSCB’deki sosyalizme yönelmiştir.

Frankfurt Okulu’nun diğer bir ismi olan “Eleştirel Teori”, esasta da Marksizmin eleştirisine yöneliktir. Kapitalizm  de eleştirilmesine karşılık, kapitalizme karşı alternatif getirmesiği gibi, Markszimin kapitalizme getirdiği ve toplumsal bir çözüm olarak ortaya koyduğu görüşlerin eleştirisi olarak ortaya çımıştır. İlk çıkışı’da Bolşeviklerin Rusya’da iktidarı alaması üzerine, liberal aydınların, işçi sınıfı iktidarından korkması ve kaçışının teorileştirilmesi olarakda ele alınabilir, Frankfurt Okulu.

Almanya’da 1. Dünya emperyalist savaşının sonunda gelişen işçi hareketi karşısında sosyal demokratların devrimin karşısında yer alması ve işçi ayaklanması karşısında birinci derecede  karşı-devrimci rol oynaması, burjuva liberal entellektüelleri de sosyalizme karşı alternatif “teorilere” yöneltti. Tek taraflı olarak marksizm eleştirmesi yetmiyordu, işçi harektini bölmek için kapitalizmde parmak ucunda yürür gibi eleştirilmesi gerekiyordu. Frankfurt Okulu’nun “Eleştiriel Teorisi”nin sınıfsal özü budur.

FO’nun has entellektüellerinden Max Horkheimer, 1970 yılında Der Spigele verdiği röpartajda, şöyle der:

“ Stalin önderliğindeki sosyalizm, Hitler faşizmiyle aynıdır”[5]

İşte, Frankfurt Okulu ve onun “Eleştirel Teori”sinin gerçek içeriği. CIA bu tür “okul”ları desteklemeyecek de kimi destekleyecekti?

2. Emperyalist savaş sonrası ise, bir taraftan Nazizim eleştirilirken, eleştirinin esası ve sivri ucu Marksizme, genel anlamıyla da komünizme ve o dönemde sosyalist toplumun temsilcisi olarak var olan SSCB’ne yöneldi. Özellikle, ABD  emperyalizmin CIA vasıtasıyla örgütlediği Kültürel Özgürlükler Kongresi ve onun Almanya’daki yayın organı olan Ay dergisi vasıtasıyla, Stalin şahsında SSCB’ne , komünizme ve işçi sınıfının yarattığı tüm devrimci değerelere karşı top yekün ideolojik, teorik ve siyasal bir karşı-devrimci saldırıya dönüşmüştür. Eleştriel Teori’nin yönü, esas olarak bu süreçte bu yana kaymıştır.

Yaşamı esas olarak ABD’de gemesine karşın, Frankfurt Okulu ekibinden olan Herbert Marcuse’de, teorik araştırmalarını ABD’nin gizli servislerinin kullanması için yapmıştır. Bu nedenle de, kapitalizm ve komünizm de “totaliter” benzelikler keşf ederek ABD’nin gizli servislerinin önde gelen teroisyeni olmakla “sosyalist” olmak arasında bir çelişme görmemiştir.

Kısacası, Frankfurt Okulu özgülünde “eleştirel teori”nin özü, marksizm-leninizmi çarpıtmak, içeriğini boşaltmak ve kapitalist sistem için yarasız hale getirmek olarak da adlandırılabilir. Frankfurt Okulu ve onun anti-komünist niteliği, Stefan Engel’in yeni çıkan, “Die Krise der Bürgerlicehen İdeologie und Des Antikommunismus”  (Burjuva İdeolojisinin Krizi ve Anti-Komünizm) adlı eserinde daha geniş olarak ele alınmaktadır.

 

Fransız Teorisi ve “Casular’da Felsefe Okur”

Jason Epstein, The New York Review’de 1967 Nisan’ında yayınladığı “The CIA and Intellectuals” adlı makalesinde şöyle bir belirlemede bulunuyor:

CIA’nın entellektüellerle  olan ilşkisi konusunda son tartışmalarda, şu noktaya değinilmemeiş gibi görünüyor: mesele, bireysel yazarları ve akademisyenleri satın alma ve altüst etme meslesi değil, keyfi ve gerçek dışı bir değerler sistemi kurma meselesiydi.[6]

CIA’nın anti-kommunist çalışmaları, Fransız aydınları arasında pek etkili olmamıştı. 2. Paylaşım savaşında faşist Almanya’nın işgalinin yaşamış ve buna karşı mücadele etmiş ülke aydınları arasında, Almanya ve diğer bir çok ülkede olduğu gibi, ilk başlarda anti-komünizm fazla etkili olmadı. İşçi sınıfı ve emekçiler üzerinde SSCB’nin olumlu etkisi nedeniyle de Fransız entellektüelleri sola daha fazla meyilliydi. Örneğin,  2. Paylaşım savaşından sonra Paris Metro duraklarından birinin ismi 1945 yılında Stalingrad olarak değiştirildi ve hala aynı ismle durmaktadır.  Aynı şekilde, Stalingrad (Place de la Bataille-de-Stalingrad) meydanı da vardır.

Fransız işçi sınıfı ve emekçileri Stalingrad’da faşizmin yenilgisinin, Paris başta olmak üzere bütün Fransa’nın kurtuluşu olduğu bilincindedir. Faşist Alman emperyalizmi Stalingrad’da yenilmeseydi, Normandiya çıkartması yapılmayacaktı. ABD ve İngiliz emperyalizmi, SSCB’nin düşmesini bekliyordu. Tersi oldu. Alman emperyalizmi düştü. Kızıl Ordu Berlin’e girince, Hitler ve Göbbels’e intihardan başka seçenek kalmamıştı.

Raymond Aron gibi CIA kullanımlı anti-komünist entellektüellerin yanı sıra, fazlasıyla Fransız aydınları ve entellektüelleri Annie Kriegel  gibi düşünüyordu:

Amerikalıların bizi özgürleştirdiği doğru, ancak savaştaki dönüm noktası Stalingrad’dı. Bize umut veren Kızıl Ordu’ydu.”[7]

Raymond Aron, Fransız entellektüellerinin Stalin ve SSCB sevgisinin nereden geldiğini biliyordu, ama kabullenemiyordu. Bunun içinde “Aydınların Afyonu” (1955) adlı CIA ısmarlamalı bir kitap yazarak, Stalin’i ve anti-komünist olmayan aydınları eleştirdi. R. Armond’un Fransız entellektüelleri üzerinde anti-komünist etkisi 1960’ların sonlarından itibaren gösterecekti.

CIA, KÖK’ün merkezinin Paris’e kurmasının nedeni de bu. Fransız entellektüellerini etkilemek ve onların anti-faşist ve SSCB yakınlığını kırabilmek. Komünist olmamasına karşın Sartre, CIA’nın anti-komünist programına katılmadığı gibi, entellektüel kılıklı bir çok CIA ajanını da deşifrede etmiş ve  ABD’yi savaş kışkırtıcısı olarak değerlendirmiştir.

Bu konuyu araştıranlardan Gabriel Rockhill, “CIA Fransız Teorisi Okuyor” isimli bir araştırma yayınlıyor ve CIA’nın Fransız entellektüellerini nasıl etkilediğini ve kimi kime karşı kullandığını belgeleriyle ortaya koyuyor.

Simone de Boauvoir ile birlikte Fransız aydınlarının yüz akı olan Jean-Paul Sartre’ye karşı, Michel Foucault öne çıkarılıyor. CIA Fransız entellektüellerinin yazılı üretimlerini yakından takip ediyor. Hepsini didik didik okuyor. Foucault’ın yazılarından onun sağ kaydığını saptıyor ve Sartre’ye karşı yeni bir “kullanışlı anti-komünist entellektüel beyin” olduğuna karar veriyor.  G. Rockhill, Foucault için “sahte radikal” saptamasında bulunuyor.

Tabi, Fransız Teorisi’ndeki anti komünist saldırganlıklar salt Foucault ile sınırlı kalmıyor, anti-komünist teori Andre Glucksmann ve Bernard-Henri Levy, J. François Revel gibi entellektüeller tarafından devam ettiriliyor. Burjuva entellektüeller, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından kabulöedilmeyi değil, burjuvazi tarafından kabul edilmeyi beklerler. Çünkü iktidarda onlar vardır ve ekonomi, devlet iktidarı, sanat, kültür onların egemenliği altındadır. Burjuva entellektüelelrin “baldırı çıplaklar” denen işçi sınıfı ve emekçilerle bir alışverişi olamaz. Onlar, sanatlarıyla ve diğer ürettikleriyle burjuvazinin yanında yerlerini alırlar. Kime karşı; işçi sınıfının bilimsel sosyalist dünya görüşüne karşı.

Fransa’da entellektüellerin “sol”dan uzaklaşması 1968 olaylarından sonraya rastlar. Çünkü iktidarda olan Sosyalist Parti ve onun kuyrukçusu Fransız Komünist Partisi (FKP), kitlelerin taleplerine cevap olmadıkları gibi, direniş ve işgal eylemlerinin karşısında yer alıyorlardı. FKP’de artık gerçek bir komünist partisi değil, Kruşçev modern reizyonizmiyle birlikte komünist niteliğinden uzaklaşarak sosyal demokrat bir parti haline dönüşmüştü.

ABD’nin 2. Emepryalist savaşı sonrası SSCB hedef alarak anti-komünist kampanyayı ve bunun ideolojisinin geliştirilmesi, salt o günlerle sınırlı değildir. Komünizm nefreti hep sürdürülmüştür. Bugün burjuva küçük burjuva yayınlarda öne çıkarılan Slavoj Zizek bunlardan biri ve ateşli bir modern anti-komünist olarak, bu kesimler tarafından elüstünde tuluyor.

Devam Edecek: Türkiye’de Anti-Komünizm faaliyetleri



[2] Hugo Wilford, The Mighty Wurlitzer: How the CIA played America

[4] Stefan Engel, Die Krise, der Bürgerlichen Ideologie und des Antikomunismus,  sf.71

[5] Stefan Engel, Der Krise, der Bürgerlichen İdeologie und Des Antikommunismus, sf. 73

[6] www.nybooks.com/articles/1967/04/20/the-cia-and-the-intellectuals/. Anne Krigel 1980’in başlarında bu düşüncelerini terk etti. Marksizmi Miterand’a bulanların geleceği son durak.