NEPAL
DEVRİMİ’NİN ÖĞRETİLERİ (1)
Yusuf
KÖSE
Sosyalist ülkelerin
yıkılmasından sonra, işçi sınıfı önderliğindeki devrimlerin oluşu ve
yaşatılması konuları da sık sık tartışılır oldu. Bunların en başında proletarya diktatörlüğü gelmektedir.
Nepal devrimi’nde de gördüğümüz
gibi, uluslar arası küçük burjuvazi, “proletarya diktatörlüğü döneminin
kapandığını, burjuvazi ile uzlaşı içinde, devletin sönüp gitmesine kadar
birlikte barış içinde yaşanacağını” vaaz ediyor. Yani, seçimlerde hangi sınıf
çoğunluğu kazanırsa, o hükümet olur diyorlar. Ya da buna benzer şeyler
söylüyorlar. Tam da burjuvazinin yıllardır söylediğinin yeniden “icat etmiş”ler
gibi, aşırı sömürü ve baskı altında yaşayan işçi ve emekçilere bunun bir
“cennet” olduğunu söyleyecek denli ileri gidebilyorlar.
Marks, Engeles, Lenin, Stalin
ve Mao’nun “proletarya diktatörlüğü” anlayışlarının günümüze uyarlanamayacağı,
Marksizme yeni şeylerin eklenmesi gerektiğinin “derin bilimsel” propagandası
yapılıyor. Marksizmin en temel öğretisinin bir kenara bırkılması, işçilere
öğütleniyor. Aslında, bu tür “öğüt” verenlere, küçük burjuva “sol” liberaller
demek daha doğru bir tanımlama olur.
Hatta bazıları, “proleter
devlet” olgusunu sadece Stalin ve Mao’’ya, özelikle de Stalin’e bağlayanlar
mevcuttur. Amaç, Stalin şahsında MLM bilimi çürütme ve dejenere etme
anlayışıdır. Marks ve Engels’in teorik haznesinden proletarya diktatörlüğü
alındığında geriye hiç bir şey kalmaz. Burjuvazinin Marks’ı yeni kuşaklara
sadece bir “ekonomist” olarak göstermeye çalışması boşuna değildir. Ne yazık
ki, bu koroya, kendini Marksist gösteren bir çok küçük burjuva oportünist akımlar
da katılmaktadır.
Diğer bir tartışma sorunu ise,
buna bağlı olarak getirilen, burjuva devletini parçalamadan onu ele geçirme
anlayışı. Bu iki anlayışta, proletarya diktatörlüğü ekseni etrafında dönmektedir.
Burjuvazi, işçi sınıfının proletarya diktatörlüğünden vazgeçmesi için bütün
propaganda kanallarını harekete geçirmiş durumdadır. Burjuvazi diyor ki; “her
şeyi tartışın, her şeyi yapın, ama asla ve asla burjuva devletine dokunmayın,
bunun yerine proletarya diktatörlüğünü aklınıza dahi getirmeyin, o tukakadır.”
Bizim “sol liberallerimiz de, burjuvazinin bu ideolojik argümanını yenimiş gibi
bize sunup duruyorlar.
Proletarya diktatörlüğü,
günümüze özgü bir tartışma olmayıp Marks ve Engels’in ölümünden sonra da
kendine “marksist” diyenler arasında tartışılmıştır. Anarşistler vb küçük
burjuva oportünistlerini bir kenera bırakırsak, bunların başında Kautsky
gelmektedir. Proletarya diktatörlüğüne karşı çıkanlar, onun yerine,
burjuvazinin kurulu sistemini ve elbette burjuvazinin devletinin ayakta
kalmasını savunur oldular. Anavatan savunmaları, emperyalist burjuvazinin
yanında yer almalar da buradan çıktı. Proletaryanın kritik siyasal dönemlerde yan çizme küçük
burjuva oportünizmine ve troçkistlere özgü bir taktiktik olagelmiştir.
Küçük burjuva
oportünistlerinin, “dikatörlüğün her biçimine karşıyız” demeleri boşuna
değildir. Esasında, bunların karşı olduğu diktatörlük, burjuva diktatörlüğü değil, proletarya
diktatörlüğüdür. Bunların “diktatörlüğe karşı” olmalarının gerekçeleri ise;
“proletarya diktatörlüğü yaşamadı, tekrar aynı yere dönmek cinayettir”
diyorlar. Nepal’deki devrimi satanlar da aynı gerekçeleri getirdiler. “Burjuva
devlet mekanizmasını yıkmak hatadır, onu alıp işçi ve emekçilerin yararına
kullanbiliriz” diyerek, proletarya önderliğindeki devrimin nasıl da elimine
edilebileceğinin iğrenç bir örneğini sergilediler. Birebir aynısını
söylemediler, ama, söyledikleri; “biz o devleti yavaş yavaş ele geçireceğiz ve onu
önce halk devletine sonra da proletarya diktatörlüğüne dönüştüreceğiz” şeklinde
olmuştur.
Sadece sınıf mücadelesinin
varlığını kabul etmek Marksist olmaya yetmez. Bunun devamı olan proletarya
diktatörlüğünü de savunmak Marksist olmayı getirir. Burjuvazi de sınıfların varlığını kabul eder.
Küçük burjuvazi de sınıfları ve sınıf mücadelesini kabul eder. Ama, onlar,
proletarya diktatörlüğüne karşıdırlar. Marksizmin temel öğretilerinden
proletarya diktatörlüğüne karşı çıkmak, onu reddetmek, burjuva sistemini savunmak
ve desteklemek demektir.
Devleti, proletarya ya da daha
eskilere gidilirse, ezilen sınıflar icat etmedi. Devleti, icat eden ezen ve
sömürücü sınıflardır. “Ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesiyle
zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında” (Engels) zorunlu hale gelip
ortaya çıkan devlet, yine sınıfların ortadan kalkmasıyla da zorunlu olarak
ortadan kalkacaktır. Ama, proletarya, devlet denen bu baskı mekanizmasını,
sınıfları ortadan kaldırmak için bir süre kullanmak durmundadır. Kavranmayan,
kavranılmak istenmeyen yan burasıdır.
Lenin der ki;
“Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının
ürünü ve tezahürüdür. Devlet, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılamadığı
yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıkar. Ve tersine: devletin varlığı,
sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtlar.” (Lenin, Seçme Eserler, sf.
19, C.7, İnter Yayınları, açL)
Lenin’in bu söyledikleri
sınıflar var olduğu sürece doğruluğunu koruyacaktır. Bu yaklaşım, Marks ve
Engels’in de yaklaşımıdır. Ancak, küçük burjuvazi, “koşullar-zamanlar”
aldatmacalarıyla, devlet olgusunu bilinçli bir şekilde çarpıtarak, proletarya
devletini yadsıyıp, burjuva devletini kutsamaktadırlar.
Marks ve Engels, proletarya
diktatörlüğünü, 1871 Paris Kömünü’nden sonra dilendirmişlerdir. Yani, bir
devrimin deneyimlerinden çıkardıkları tarihsel bir derstir. Burjuva devletin
parçalanması ve yerine proletarya diktatörlüğünün kurulmasını zorunlu
görmüşlerdir. Devletin sönmesi burjuvazinin devleti değil, proletaryanın
devletinin sönmesinden söz etmişlerdir.
Nepal Komünist Partisi
(Maoist), daha sonra, Birleşik Nepal Komünist Partisi (UNKP) olan parti,
devrime doğru zamanda ve doğru strateji ve taktikler üzerinde başladı. Ne zaman
ki, burjuva-Monarşi ortaklığındaki devleti yıkabilecek duruma geldi, ondan
sonra doğru yoldan, MLM çizgiden saparak, Marksizmin en temel tezini, burjuva
devletini parçalayıp yerine (Nepal özgülünde) işçi-köylü devletini kurmayı
reddeti. Başta savunduğu görüşlerin tersine, devrimi, Nepal Monarşisinin
yıkılmasıyla sınırlayarak, Nepal burjuvazisi ile uzlaştı ve burjuva devletini
parçalama yerine onun üzerine oturdu. Aksine, devrim mücadelesi sırasında
oluşturduğu devrim kurumlarını (halk ordusu ve halk komünleri de dahil) yıkıp
dağıttı.
Nepal Devrimi’ni burjuvaziye
hediye eden küçük burjuvazi, ezen ve ezilenleri uzlaştırmaya, daha doğrusu,
başta Nepal proletaryası olmak üzere, ezilen sınıfları, Nepal burjuvazisiyle
uzalştırmak için aracılık görevini üstlendi.
Lenin;
“Devletin kendi karşı kutbuyla
(kendine karşıt sınıfla) uzlaştırılamayacak olan belirli bir
sınıfın egemenlik organı olduğunu, küçük-burjuva demokrasisi asla
anlamayacaktır.” (Lenin, age, sf. 20, açL), der.
Nepal Devrimi’nin
gerçekleştirenler, ezilen yığınları burjuva devleti ile uzlaştırmaya çalıştı ve
hala bunu yapmaya devam ediyorlar. Ancak, artık UNKP, eski komünist niteliğini yitirdi. 2005 yılında iktidarı
alabilecekken, korkak küçük burjuva niteliğini öne çıkarıp, burjuvaziyle
uzlaşmanın yollarını “marksizm” adına aradı ve hemen de buldu. Çünkü burjuvazi
de bunu istiyor ve bu konuda emperyalist burjuvazinin de güçlü desteğini alarak
baskılama yoluna gidiyordu.
Burjuva devlet mekanizmasını
parçalayıp dağıtmadan, bu mekanizmayı aynı şekilde proletaryanın kullanması söz
konusu olamaz. Arada nitelik bir fark vardır. Burjuva devleti, işçi ve
emekçiler baskı yaparak sömürü üzerine kurulmuştur. Yani, o, özel mülkiyeti
korumanın (ezilen sınıfları sömürmenin, Lenin) bir aracıdır. İşçi ve
emekçilerin devleti ise, özel mülkiyeti kaldırma, sömürü ve baskıyı yok etmenin
ve de sınıfları kaldırmanın bir aracıdır. Bu iki devlet arasındaki farkı
aynılaştırmak, doğal olarak proletarya diktatörlüğünü yadsıyıp, burjuva
diktatörlüğünü korumaya dönüşecektir. Bugün, Nepal’de böyle olmuştur.
Prachanda döneği ve ekibi, Nepal
KP (M) içindeki komünistleri de, uzun bir süre oyalamasını bildi. Ne yazık ki,
bunlarda UNKP’nin lideri Prachanda’nın gerçek yüzünü, onu “yolu”nun burjuva bir
yol olduğunu 7 yıl sonra anlaya bildiler ve elbette çok geç kaldılar. Yine de
UNKP’den ayrılıp NKP(M)’e sahip çıkmaları büyük bir başarıdır. Ancak, devrim
treninin, şimdilik, Nepal’de kaçırıldığının bilincinde olunmalıdır. (yazı devam
edecek) 07.07.2012
***
NEPAL
DEVRİMİ’NİN ÖĞRETİLERİ (2)
Yusuf
KÖSE
Sosyalist ülkelerin
yıkılmasından sonra, genelde, Marksizme inananlar arasında; “devrimler yaşamıyor”
güçlü yargısı oluştu. Elbette, bu yargıyı doğuran siyasal ve sosyal nedenler
var ve böyle bir yargının güçlenmesini burjuvazi de körükledi ve körüklemeye
devam ediyor. Küçük burjuvazi ise, sınıfsal yapısı gereği, proleter devrime
karşı en büyük haçlı seferini başlattı. Devrimin “imkansızlıkları” konusunda
yazmaya ve “derin” teorik eserler vermeye başladılar. Oysa, daha dumanları
tütmeye devam eden Nepal devrimi direkten yeni dönmüştü. Hem de küçük
burjuvazinin ihaneti sonucu.
Nepal işçi ve emekçileri, korkak küçük
burjuvazinin büyük bir ihaneti ile karşılaştı. Bu ihanet, salt Nepal ile
sınırlı kalamayıp, uluslararası proletaryanın da tarihi kayıpların içinde
yerini aldı. Nepal küçük burjuvazisinin bu ihaneti olmasaydı, dünyanın
çatısındaki bu görkemli devrim, dünya işçi ve emekçilerine büyük bir moral
verecekti.
Bütün bu olumsuzluklara karşın,
devrimlerin devam edeceğini, proletaryanın kararlı bir şekilde devrimi
yapacağını ve burjuva devlet mekanizmasını rahatlıkla –bütün emperyalist
burjuvazinin baskısına rağmen- parçalayıp, kendi devletini kuracağının da
derslerini vermiştir.
Nepal devriminin öğretilerinin
başında; ezilen yığınların bir komünist partisine gereksinimi olduğu gelir.
İşçi sınıfının partisi olmadan kitlelerin örgütlenerek devrime seferber
edilmesi ve devrimi gerçekleştirmesi düşünülemez. Kitleler kendiliğinden
burjuva devlet mekaniznasını yıkamaz. Bunu yıkacak olan, işçi sınıfı partisi
önderliğinde örgütlenmiş işçi ve emekçilerdir. Nepal özgülünde işçi ve geniş
yoksul köylü yığınlarıdır.
Devrimi gerçekleştirmek için,
bütün ezilenleri işçi sınıfının partisi etrafında örgütlemek gerektiği bir kere
daha kanıtlanmıştır.
Nepal devriminin en önemli
öğretilerinden biri de; işçi sınıfının devrimci şiddeti olmadan burjuvazinin
yıkılamayacağıdır. Marx’ın, zor, “yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi
olduğu” tezi, hala doğruluğunu korumaktadır. Emperyalist burjuvazinin güçlü
olduğu ve bütün ülkelerin burjuvazinin elinde olduğu bir ortamda, burjuva
devlet mekanizmasını parçalamak için devrimci şiddet (zor) olmazasa olmazlardan
birisidir.
Nepal devrimi, her ülkenin
ekonomik ve siyasal yapısına göre devrim taktiklerinin izlenmesi gerektiğidir.
NKP(M), halk savaşı yolunu izlemiş, ve bunun saysinde iktidarı alacak duruma
gelmiştir.
Ve iktidarı burjuvazi ile
paylaşmanın devrimci bir yol olmadığını, bu yolun, burjuvaziyi yeniden iktidara
taşımanın bir aracı olduğunu bir kere daha kanıtlamıştır.
Proletarya partisinin devrim
sırasında en küçük bir tereddütü, en küçük bir korkaklığı, devrimi tehlikeye
atacağını ve bunun siyasal bir çizgiye dönüşmesiyle devrimi burjuvaziye teslim edeceğini de göstermiştir.
Oportünizmin, işçi sınıfı
içinde burjuvazinin ajanı olduğunu (Lenin), Nepal devrimi, en açık bir şekilde
bir kere daha ispatlamıştır. Oprtünizm, tarihinde hiç bir zaman işçi sınıfının
dostu olmamış; o, proleter devrimleri önlemenin, onu yolundan saptırmanın ideolojik,
pratik ve örgütsel engeli olmuştur.
Burjuva devletin kendiliğinden
sönmeyeceğini, burjuva devleti parçalayıp kendi devletini (yarı-devletini,
Lenin) kurduktan sonra, bu devletin söneceğini bir kere daha göstermiştir.
Ayrıca, devrimden sonra, bürokratlaşan
“işçilerin” devleti ele geçirerek yıkılacağının “kaçınılmaz” olduğunu
söyleyenler de yanılıyorlar. Proletarya, geçmiş devrimlerden dersler
çıkarmıştır. Yani, SSCB, Çin ve daha bir çok devrimlerin deneyimlerinden
yaralanarak, gelecekte aynı hataları işlemeyecektir.
Troçkistler ve bir çok
oporünist akım; “tek ülkede devrim olmaz, olsa da yaşamaz” anlayışları sanki
doğrulanmış gibi, propagan da yapıp duruyorlar. Önce belirtmek gerekiyor ki,
troçkizm hayatında hiç devrim yapmamış, tersine esas olarak devrimlerin
karşısında yer almıştır. Ve de ülkede proletaryanın kritik dönemeçlerinde
burjuvazinin koltuk değneği olmaktan kurtulamamıştır. ([i]*) Aynı troçkistler, Nepal devrimi
ile ilgili, „Maocular iktidarı ilk defa alabilecek mi“ diye de vaaz etmişlerdir.
Bilmeyen de, Mao’cuların hiç iktidar almadığını sanacak. Mao ve Çin devrimini
görmezklikten geliyorlar. Anarşizmin ve troçkizmin iktidarı alması bir yana,
iktidarı alabilecek bir düzeye geldiği yer ve an var mı? Hayır! Troçkizm ve
anarşizm işçi ve emekçileri iktidardan uzaklaştırmanın adıdır.
Rusya’daki devrimin nasıl
olduğu her kesçe malumdur. En azından bu
konuyla ilgilenenlerce… Lenin, oportünizme karşı yoğun bir mücadele vermiştir.
RKP(B) içinde de, ayaklanmaya karşı çıkanlara karşı amansız bir mücadele
vererek, „ya bugün ya da hiç bir zaman“ diyerek, ayaklanma kararı aldırmış ve
devrim başarıya ulaşmıştır.
Günümüzde de, karşı-devrimin propagandası etkisi
altında kalanlar, işçi sınıfı önderliğinde devrimleri yadsır hale gelmişlerdir.
„Sosyalizm“ ve „devrim“lerden söz edenlerin, nasıl bir sosyalizm ve devrim
istedikleri tartışmalıdır. Ülkemiz de bunların örnekleri çoktur. Küçük
burjuvazi, „güler yüzlü sosyalizm“ istiyor. Burjuvazi de bu söze bayılıyor.
Ancak, „şu Stalinstler yok mu“ diye de hayıflanıyor, ve artık proletaryanın
devrimci şiddet kullanarak burjuva devletini yıkıp kendi devletini kurmasının
„modası geçmiş“ ideolojik argümanlar olarak görüyorlar ya da göstermeye
çalışıyorlar. Bunlar, Alman devrimini önleyen dünün büyük döneği yeni
Kautskycilerdir.
„Devrim, ne zaman yenilmeye başlar? Devrim,
„Kurtaracağım“ sözüyle başlar yenilmeye.“ (M. Oruçoğlu, Nepal’de Devlet ve
Devrim makalesinden,)
Anarşistlerin de buna benzer görüşleri söz konusu.
Onlar da, işçi sınıfının önderliğine ve proletarya diktatörlüğüne karşılar.
„Çoğulculuk“ dedikleri bir kitlenin devriminden yanalar. Bu „çoğulculuk“ ne
demekse? İşçi sınıfının adından, onun devrimci dinamiğinden korkanlar, işçi
sınıfının adını tarihten silmek istiyorlalar. Bu konuda ister istemez
burjuvaziyle de bir nokta da birleşiyorlar. Ne var ki, burjuvazinin sermayeye
sahip olması için işçiye gereksinimi var.
Buna bağlı olarak, devrim
üzerine o denli “tez”ler var ki, MLM düşünceler dışında ne aranırsa bulunur
cinsten. Yeter ki, KP olmasın! Yeter ki, işçi sınıfının burjuvaziye karşı
devrimci şiddeti olmasın ve yeter ki, proletarya devletinden, onun devrimci
diktatörlüğünden söz edilmesin! Geriye ne kaldı? Burjuvazinin kutsanan
“demokrat” devleti!
Oportünizm ve küçük burjuvazi,
burjuvaziye her türlü şeyi layık görüyor, ancak, işçi ve emkçilere, iktidarı
almayı layık görmüyor. Ne de olsa “baldırı çıplaklar!”
Oruçoğlu, her ne kadar
kitlelerin örgütlenmesini reddetmese de KP’yi reddediyor. Yani, kendiliğinden
olacak bir örgütlenme .... Bunun anlamı, bundan başkası değildir. Eğer, deyimi
yerinde kullanmak gerekiyorsa; işçi sınıfı, bütün insanlığın kurtarıcısıdır.
Kurtarıcı olan, onun ideolojisi ve devrimci dinamiğidir. Elbette işçi sınıfı,
idelojik ve siyasal önderlik açısından bu görevi üstlenirken, ezilen yığınları kazanmadan,
onları örgütlemeden de söz konusu “kurtarıcı” rolünü yerine getiremeyecektir.
Ülkemizde ve uluslararası
alanda kendini “sol” olarak adlandıran bir çok kesimin, Yunanistan’da sol
birlik SYRIZA’nın “başarıları” üstüne bolca yazıp çizmesi, küçük burjuva
oportünizmin ideolojik duruşunun dışa vurumudur. Oysa, SYRIZA ya da benzerleri,
seçimle çoğunluğu ele geçirseler de burjuva devletini ele geçiremeyeceklerdir.
Ele geçirmeye ve onu yönetmeye çalıştıkları anda, burjuvazinin bilinen
şiddetiyle, tarihi sınıfsal “zor”uyla karşı karşıya kalacaklardır. Tarihte
bunun örnekleri çoktur. Nedense, söz konusu bu kesimler, devrimci durumun
yüksek olduğu bu ülkede, proletaryanın ve emekçilerin burjuva devletini
paramparça etmeleri üzerine hiç de fikir yürütmüyorlar. Bu “tehlikeli bölgeye”
yanaşmak istemiyorlar.
“Marksizm işçi partisini
eğiterek, iktidarı ele geçirme ve tüm halkı sosyalizme götürme,
yeni düzeni yönetme ve örgütleme, toplumsal yaşamlarını burjuvazi olmadan ve
burjuvaziye karşı biçimlendirilmesinde tüm emekçilerin ve sömürülenlerin
öğretmeni, yöneticisi, önderi olma yeteneğine sahip proletaryanın öncüsünü
eğitir. Buna karşılık bugün egemen olan oportünizm işçi partisi içinden,
kitleye yabancılaşan, kapitalizme oldukça iyi biçimde “uyma”yı bilen, büyük kardeşlik
hakkını bir tas mercimek çorbasına satan, yani burjuvaziye karşı halkın
devrimci önderi rolünden vazgeçen ücretleri daha iyi işçi temsilcilerini
eğitir.” (Lenin, SE, C.7, sf. 37, İnter Yayınları, açL)
Lenin’in bu görüşü, Paris
Komünü’nden bu yana Marks ve Engels’inde görüşü ve bu görüşler günümüzde de
eskimiş değildir. Çünkü, hala sınıflar var ve hala burjuvazi ile proletarya
arasında uzlaşmaz bir çelişki var. Ve proletarya sınıfsal durumu nedeniyle
toplumun en devrimci sınıfı ve dinamiğidir.
Marx, Engels ve Lenin’in
proletarya diktatörlüğü üzerine söyledikleri eskimiş değildir ve geçerliliğini
korumaktadır. “Proletarya diktatörlüğü” görüşünün ortaya çıkışından bu yana yüz
yıldan fazla zaman geçmesine karşın, sınıflar arasındaki ilişkiler değişmemiştir.
Yani, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki varlığını
korumaktadır ve bu iki sınıf arasındaki mücadele amansız bir şekilde, hayatın
her alanında devam etmektedir.
Şu anda proletarya yenilmiş
olabilir. Daha önceki bir çok sosyalist ülke kazanımlarını yitirmişte olabilir.
Bu, var olan gerçekliği değiştirmye yetmez. İnsanlık geleceğini, burjuva
diktatörlüğünü proletarya diktatörlüğü ile değiştirerek komünizmle
taçlandıracaktır. Ara formüller bulmaya çalışmak, burjuvazi ile proletaryayı
uzlaştırma çabalarıdır. Bunun toplumsal anlamı ise; burjuvazinin proletaryaya
taviz vermesi değil, proletaryanın burjuvaziye taviz vermesi, boyun eğmeye
devam etmesi ve burjuva diktatörlüğüne razı olması demektir.
Bugün, kitleler de ve de
özellikle devrimin ileri unsurlarında sosyalizme karşı şüpheyle yaklaşılıyorsa,
bunun günahı küçük burjuva oportünizmine aittir. Küçük burjuva oportünizmi,
“Marksizm” kisvesi adı altında burjuvazinin kitleler içinde kiralık
propagandıcıları, kitleleri devrim ve sosyalizm davasından soğutmanın aracı
omuşlardır. 14.07.2012
-bitti-
(
[i]*)
Örneğin,
AKP hükümetinin 12 Eylül 2010’da „anayasa değişikliği referandumu’nda“,“yetmez
ama evet“ „büyük buluşu“ troçkistlere
aittir. AKP’de bunları her yönden desteklemiş ve referandumun sonunda başbakan
Erdoğan’dan büyük bir teşekkür almayı başarabilmişlerdir. Faşist bir diktatörün
ve eli kanlı faşist katillerin devrimcilere
teşekkür etmediği ve etmeyeceği açıktır. Troçkizm, kendi tarihi boyunca bütün teşekkürleri ezen sınıflardan almıştır.
Bu da, tarihin unutulmaz kayıtları arasında yer alan bir gerçeklik olarak
yerini koruyacaktır.