24 Temmuz 2019 Çarşamba

S-400’lerin Ekonomik-Politik Yüzü







S-400’lerin Ekonomik-Politik Yüzü

Yusuf KÖSE
Türk devletinin Rusya’dan S-400 savunma sistemini alması, bir çok yeni tartışmayı da beraberinde getirdi. S-400’ler ülkeye gelene kadar, “ülkeye gelmez” diyenler elbette yanılıyorlardı.

S-400’ler konusunda burjuva kesimler içinde de iki eğilim var. Biri NATO içinde kalınması ve Rusya’dan alınan silahlardan vazgeçilmesi. Bu görüşü daha çok AB ve ABD yanlısı güçler ve liberal burjuva aydın kesimler savunuyor.

Uzun süredir iktidarı elinde tutan sermaye kesimleri ile “avrasyacı” kesim ise S-400’lerin alınmasından yanaydı. Ve TSK’ya eğemen olan kesimlerde bunlardır ve bu kesim 1990’lardan beri NATO’ya, Ulusal özgürlük mücadelesi veren Kürt hareketi meselesinden dolayı soğuk bakan kesimdir. Çünkü bunlar, ABD ve AB’nin Kürtleri “kollayıp-koruduğunu” düşünüyor. 
 
Tekelci burjuvazinin (TÜSİAD ve diğerleri) S-400’lerin alımına karşı çıktığı sanılmasın. Onlar başından beri destekledi.

Sol” kesim içinde de farklı değerlendirenler var. Bir kısmı, Türk devletinin bu çıkışını (TKP gibi) “halkın çıkarına” olduğunu düşünürken, bir kısmı ise Türk devletinin ABD’nin sözünden çıkmayacağına inanıyor. Yani, görünüşte hiç bir şeyin değişmediğini, Türk burjuvazisinin “efendilerine karşı çıkamayacağı" (Kızıl Bayrak ve diğerleri) bilinen argümanı tekrarlamaya devam ediyorlar.

S-400’ler Sadece Bir Silah Mı?
S-400’lere sahip Yunanistan, Bulgaristan ve Slovakya’nın durumuyla, Türkiye’nin bu savunma sistemine sahip olması aynı şeyler değildir. Yunanistan’daki S-400’ler Güney Kıbrıs’tan Yunanistan’a taşınmış ve devre dışı bırakılmıştır. Bulgaristan ve Slovakya ise hem S-300’lere hem de S-400’lere sahiptir.1 S-300’lere, başta Çin, Hindistan, İran, Mısır gibi ondan fazla ülkenin bu silahlara sahip olduğu bilinirken, S-400’ler ise Çin ve Belarus’ta var. Ayrıca, ABD ile ilişkileri iyi olan Suudi Arabistan, Katar, Hindistan, Irak, Cezayir, Fas ve daha bir çok ülke S-400’lerin siparişini vermiş durumdalar.

Burada Hindistan’a bir şey eklemek gerekiyor. Hindistan “Şanghay İşbirliği Örgütü” üyesi ve aynı zamanda da ABD ile de sıcak ilişkilerini korumaya çalışmaktadır. Buna karşın S-400 savunma sistemi siparişi yapmıştır. 
 
ABD ve AB’nin diğer adını saydığım ülkelerin S-400’ler almasına fazla bir ses çıkarmazken Türkiye üzerinde fırtına koparmasının altında başka nedenler olsa gerek. 
 
Birincisi Türkiye NATO’nun güney kanadıBu bağlamda Türkiye bir NATO ülkesi ve NATO’nun önemli bir üyesi. Çünkü NATO üyesi ülkeler içinde ABD’den sonra en fazla askere sahip tek ülkedir. Türkiye, yıllardır SSCB ve daha sonra ise Rusya’ya karşı NATO’nun “caydırıcı bir gücü” olarak görev yapmıştır. Yani, Türkiye’nin NATO içindeki durumu diğer ülkelerin konumuyla aynı değildir. 
 
Ve Türk egemen sınıflarının bağımsız hareket etme istemi ve esas olarak da ABD’nin egemen olduğu Ortadoğu bölgesinden pay sahibi olmak istemesidir. Yani, güçlü ve saldırgan bir askeri yapıya sahip bir ülke olarak, bu bölgelerde kendi borusunun ötmesini istemektedir. Özellik’le “Arap Baharı” sürecinden sonra Türk egemen sınıfları Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde ekonomik ve askeri açıdan atak (saldırgan) bir politika izlmeye başlamıştır. Eski duragan ve görece barışçıl politikalarını terk etmişlerdir.

Ortadoğu’da, ABD ve Rusya’nın yanı sıra İran, İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye öne çıkan ülkelerdir. ABD ve Rusya dışında ekonomik ve askeri yapısı güçlü olan Türk egemen sınıflarıdır. Türkiye bu bölgede Katar ile ortak hareket etme politikası izliyor. Türk ordusu Suriye ve Kürdistan’da savaşın içinde olduğu gibi, ayrıca vekalet savaşı da veriyor. Yani, Suriye ve Libya’da oluşturduğu ve kendi denetiminde olan silahlı gruplarla o bölgelerde egemenlik kurma savaşı veriyor. 
 
Bu bağlamda, Türk devletinin S-400’lere sahip olmak istemesi, salt bir askeri hava savunma sistemi olmaktan çok, bölgede egemen olma ve saldırgan bir politika izleme stratejisinin parçasıdır. Bu aynı zamanda AB ve ABD’den bağımsız olma ve bu güçlerin Türk burjuvazisinin pazarlardan pay almasını engellemelerine karşı   pazarlık gücünü aktif bir yönelimle artırma taktiğidir. Her durumda da Türk tekelci burjuvazisi ABD’nin dediklerini bire bir yapan bir burjuva olmaktan çıkmıştır. Görülmesi gereken budur. Bu, burjuvazinin anti-emperyalist oluşundan değil, emperyalist oluşundan kaynaklanmaktadır. 

 
Türk egemen sınıfları S-400’ler ile bölgedeki konumunu güçlendirmeye çalışırken, aynı zamanda kendi silah ihtiyaçlarını kendisinin karşılaması içinde bir çaba içindedir. Örneğin, 2003 yılında TSK’nın silah ihtiyaçlarını içerden karşılama oranı %25 iken, 2017 yılında %60’ın üzerine çıkmıştır. Türk burjuvazisi, silah sanayininde dışa bağımlılığını azaltmaya çalışıyor ve bu nedenle de silah sanayine yatırım yapıyor. Dünyanın en büyük yüz silah üreticisi içinde Türkiye’nin üç silah tekeli var.2

Örneğin, Türkiye 2017 yılında 2 milyar 35 milyon ABD Doları kadar silah ihracatı yaparken, silah ithalatı ise aynı yıl için: 2 milyar 449 milyon ABD Doları kadar olmuştur.3 Aynı rapora göre, silah üreten şirketlerde toplam (istihdam) çalışan sayısı (2017) 67 bin 239. Bu veriler Türk devletinin silahlanmaya hız verdiğini göstermektedir.
Ve Türk devleti, S-400'leri müzeye koymak için değil, emperyalist amaçlarına uygun bir şekilde kullanmak için alıyor.


Komşularla Sıfır Sorundan Komşulara Saldırı Politikasına Geçiş

Türkiye’nin 2010’a kadar “komşularla sıfır sorun” politikasından, komşulara saldırı poltikasına geçişi, bölgedeki savaş gerçeği ve bölgenin büyük emperyalist güçler tarafından yeniden paylaşım alanın aktifleşmesi sürecine denk gelmektedir. 
 
Türk egemen sınıfların “Arap Baharı” ile bölgedeki stratejileri de değişmiştir. “Osmanlı yayılmacılığı” olarak adlandırılan, ama aslında Türk burjuvazisinin emperyalist yayılmacılığının tanımlayıcı adından başka bir şey değildir.

Türk egemen sınıfların Mısır’a müdahalesi (Mursi’nin iktidara gelmesinin aktif desteklenmesi), Suriye’nin bir kısmının işgali ve Libya’da savaşın bir tarafı olması, Irak Kürdistan'ındaki askeri üsleri ve saldırıları, bu bölgelerde Türk egemen sınıfların direkt savaşın içinde olduğunun doğrudan göstergeleridir. Bir yanı Kürt ulusal hareketini bastırma ya da zayıflatma amaçlı olmasının yanısıra bir tarafı ise bölgede egemen olma ve emperyalist yayılmacı politikanın doğrudan kendisidir.

Bir başka durum ve esas olanı ise, Türk devletinin kendisinin emperyalist olması ve bölgede ve Ortadoğu’da emperyalist bir paylaşım içinde olmasıdır.

Bugün Türkiye’nin, başta Kıbrıs (40 bin), Suriye (beş bin), Güney Kürdistan (Irak) (2500), Katar (askeri üs), Somali (askeri üs) olmak üzere ona yakın ülkede askeri ve askeri üsleri vardır.4 Suriye ve Irak’taki asker sayısı ise 2018 yılı rakamlarıdır. Özellikle Suriye ve Irak’taki asker sayısının bilinenin üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

Emperyalist amaçlarla hareket eden bir kapitalist ülkede, “komşularla sıfır sorun” olamaz. “Sıfır sorun” politikası kapitalizmin doğasına terstir. En barışçıl görünen emperyalist ülke de özünde saldrıgandır. Koşulları olmadığı için o an saldırgan politika izliyemiyordur. Koşulları olduğunda kapitalizmin en vahşi haline dönüşmekten çekinmez.

Burjuvazi saldırgandır. Çünkü kapitalist sistem sömürücü bir toplumsal sistemdir ve başkaların mülkünü zor yoluyla gasp etme ve mülksüzleştirme yöntemiyle işler. 
 
Bu bağlamda Türk egemen sınıfların koşullar oluştuğunda “sıfır sorun”u terk edip bütün komşularla sorunlu hale gelmesi ve komşuların topraklarına göz dikmesi, işgal etmesi, onun kapitalist saldırgan ve egemenlik kurma doğasında vardır.

Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve 2011 yılı öncesi bu ülke ile “içli dışlı” olunmasının esas nedeni, petrol ve gaz boru hatlarının Türkiye’den geçme projesi yatmaktadır. “Kardeşim Esad” söylemlerini dillendiren temel nedende bu yağlı projeydi. Ve özellikle AB emperyalistlerinin projelendirdiği ve ABD’nin desteklediği, Katar-Suudi Arabistan-Ürdün Suriye ve Türkiye üzerinden AB’ye ulaşacak boru hattı projesi’nin karşısına, Suriye devleti; İran, Irak, Suriye devleti (İslam Boru Hattı)5 projesini onaylayınca, Suriye’ye cehennemlerden cehennem beğendirildi. Batılı emperyalistlerin ve onların bölgedeki bağlaşıkları petrol yerine Suriye halklarının kanını emdiler ve emmeye devam ediyorlar.

Komşularla sıfır sorun” politikasının terk edilmesi, içeride de “barış” politikasını terk edilmesini beraberinde getirdi ve işçi sınıfı ve emekçilere yönelik daha saldırgan politikaya geçildi. Kürt hareketiyle “barış” sürecinin terk edilmeside aynı politikanın devamıdır.

2013 Haziran Ayaklanması (GEZİ), emperyalist yayılmacılıkla paralel giden politik özgürlükleri yok eden baskılara karşı bir isyandı. İçerdeki saldırganlık bu süreçten sonra daha da azdı.

Dış politikadaki saldırganlık, içeride “barış” politikasıyla desteklenemezdi. Burjuvazi her yönlü saldırıyı, özellikle de içeride Kürtlere ve emekçilere yönelik baskıyı yoğunlaştırdı. 
 
Özellikle Kürtlere karşı savaş, Türk burjuvazisi için kaçınılmazdı. Suriye’deki Kürtlerin kazanımları, Kuzey Kürdistan’ın Türkiye’den kopmasının kapısını çalmaya başlamıştı. Bu nedenle de, ulusal bilincin en yüksek olduğu, örgütlü ve askeri olarak güçlü Kürt Ulusal Hareketi’ne ağır bir darbe indirmeyi seçti. Kuzey Kürdistan’ın kalbi Diyarbakır’ın önemli bir bölümünü ve diğer bir çok Kürt illerini yerle bir etti. “Sıfır sorun”u, ülke içinde de savaşa dönüştürdüler.

Buraya 2016 yılındaki “15 Temmuz Darbesi”ni de eklemek gerekiyor. Bu ABD nin desteklediği bir darbeydi ve Türk tekelci burjuvazisi bu darbeye karşı çıktığı için başarısız oldu. Bugüne kadar Türkiye’de olan askeri darbelerin arkasında Türk burjuvazisi vardır. Bunların desteklemediği darbe girişimleri başarısız kalmıştır. Bu darbe girişimi Batı’dan “kopuşu” hızlandıran etkenlerden biri olmuştur. Türk tekelci burjuvazisi, çıkarlarına uygun başka emperyalist bağlaşıklara yöneldi. Bu da Rusya idi.

Türkiye NATO üyesi olmasına karşın, ABD ve emperyalist müteffiklerinin Irak işgali sürecinde Türkiye’nin dıştalanması “bir koyunca beş alamaması”, Türk burjuvazisini NATO ve Batı’dan siyasi olarak uzaklaştıran etkenlerin başında gelmektedir. Ve bu savaş sonrası özerk Güney Kürdistan’ın kurulması ve bir nevi devletleşmesi, Türk burjuvazisini yeni ittifak arayışları içine itmesinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Tabi, buna ek olarak ABD ve AB’nin Türk devletinin Kıbrıs’ı işgal etmesi karşısında aldıkları tavır ve bunu devam ettirmeleri bu gelişmelerden bağımsız ele alınamaz. Türk burjuvazisi Batı emperyalistlerinden uzak kalamamışlar ama hep ilişkiler çatışmalı olmuştur.

Türk tekelci burjuvazisinin Erdoğan’ın ağzından AB’ne ve ABD’ye “kafa tutması”, Erdoğan’ın cahil cesaretinden değil, burjuvazinin emperyalist paylaşımlardan pay istemesiyle doğru orantılıdır.


Türk Burjuvazisinin Yeni Emperyalist Bağlaşıkları

Irak, Suriye ve Libya’daki gelişmeler ve parçalanmalar, Türk devletinin ekonomik gelişmesine uygun olarak emperyalist yayılmacı iştahını kabarttı. Kurulduğu günden beri militarist ve işgalci bir yapıya sahip Türk devletinin, askeri ve ekonomik olarak güçlenmesiyle beraber, bölgedeki gelişmeler karşısında sessiz kalması, onun saldırgan kapitalist doğasına aykırıdır. 
 
Türk devleti, ABD ve AB ile ne kadar içli dışlı olursa olsun, çıkarların çatıştığı noktada yeni bağlaşık arayışların içine girdi. Ortadoğu’daki gelişmeler, Kürdistan’daki yeni gelişmeler, bölgedeki emperyalist dalaşlar ve bunlar arasındaki çelişmelerin keskinleşmesi, tekelleşmiş Türk burjuvazisini, dış politikada daha agrasif ve yeni ittifaklar içine itti. Bunlardan biri Rusya ve diğeri ise İran’dı. Bu her iki ülkede ABD ve AB’nin "düşmanı"dır. Türk egemen sınıfları, ABD ve AB karşısında kendi çıkarlarını bu ülkeler ile ilişkileri sıklaştırmakta ve ortak çalışmada gördü.

Türk Tekelci burjuvazisinin bu yeni politikasını salt Erdoğan’ın kişisel özelliklerine bağlamak, subjektif değerlendirmenin yanında, burjuva devlet olgusunu burjuvaziden ayırarak –bazı aydınlarımızın yaptığı gibi- 1800’lerin başındaki Bonapartizm’e indirgemektir.

Böyle bir değerlendirme; Türk devletinin gerçek yüzünü, işçi sınıfı ve emekçilere karşı var olan tekelci burjuvazinin bir devleti olduğu gerçeğini gizlemeye yarar.

Bugün bölgede, emperyalistler arası saflaşma netleşmiş durumdadır. Rusya-İran-Türkiye bir tarafta, ABD-AB-Suudi Arabistan bir tarfta yer almaktadır. Aynı ittifak içinde olanlar arasında da elbette çelişme vardır. Ancak, genel olarak bir çıkarlar birliği vardır.

Türkiye NATO’dan şu anda çıkmak istemiyor, ancak çıkmayacağı anlamına da gelmez. Türk tekelci devleti, özellikle Ortadoğu’daki çıkarlarını Rusya-İran yanında görmektedir. Şimdilik. Bu nedenle de Rusya ile ilişkilerini sıklaştırdığı gibi, AB ve özellikle ABD’nin tüm baskılarına rağmen Rusya ve İran ile ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerini daha da geliştirmiştir. Bunun dışında, Suudi Arabistan’a karşı Katar ile ilişkilerini geliştirirken, orada askeri bir üs elde etmiştir.

NATO (esas yanı askeri olan siyasi bir ittifaktır) üyesi Türkiye, NATO düşmanı Rusya ve İran ile çok yönlü ilişkilerini geliştiriyor. Ortadoğu’da ABD ve AB’nin çıkarlarına ters olarak, onların düşmanı Rusya ile ortak hareket ediyor. Emperyalistlerin ortaya çıkardığı Libya iç savaşında aktif bir taraf oluyor. Ve Doğu Akdeniz’de (bu konuyu ayrı başlık altında ayrıca ele alacağım) AB ve ABD’nin tehditlerine rağmen kendi çıkarlarını korumaya çalışıyor.

Türkiye’nin Rusya ile geliştirdiği askeri, ekonomik ve siyasi ilişkiler, ABD ve AB’nin çıkarlarıyla örtüşmüyor. TC, bunu bilerek yapıyor. Ve bu yönelim salt Erdoğan’ın isteği olmaktan öte, esas olarak tekelci burjuvazinin bir yönelimidir. Türk tekelci burjuvazisi istemeden Hükümetler bir şey yapamaz. Erdoğan, burjuvazinin siyasal temsilcisidir. Elbette Türk burjuvazisi kendi içinde her konuda birlik değildir. Ama Rusya ve İran ile ittifakları geliştirme konusunda birliktir. S-400’lere sahip olma konusunda birliktir. Bu ittifakın da bozulmayacağı ve çıkarların çatışmayacağı anlamına gelmez.

Türk tekelci burjuvazi salt Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de AB ile çatışmıyor, Balkanlar’da da karşı karşıya gelmiş durumdadır. Bunu AB sözcüleri açıktan dillendirmektedir. Balkanlar’da AB, Çin, Rusya ve Türkiye pazarlara hakim olma savaşı içine girmişlerdir. Türkiye’nin Balkanlar’da (Sırbistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Kosova, ve Karadağ) nüfuzu giderek artmaktadır. AB ülkeleri Balkanlar’da ticaretin %73’ünü elinde tutmasına karşılık Türkiye’nin bu bölgelerde nüfuzunun artmasından oldukça rahatsızdır. Ayrıca Türkiye’nin AB üyesi Bulgaristan ve Romanya’da ekonomik yatırımları her geçen gün artmaktadır.

AB Komisyonun da genişlemeden sorumlu politikacısı Johannes Hahn'ın, Reuters’e yaptığı açıklama: “Türkiye, Rusya ve Çin Balkanlar’da rakibimiz”6 diyerek, “boşluk bırakılmaması” uyarısında bulunuyor. Bugün Romanya’da 15 bin 500 Türkiye’li şirket faaliyet sürdüyor.7 Arnavutluk’un önemli bankaları Çalık Holding’in elinde.

Bütün bu göstergeler, Türk burjuvazisi, Batı’ya bağlı kalmadan hareket etmek isteğindendir. Bu, onun kişisel niyetinden değil, emperyalist çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Yarın, Rusya ile çıkarları çatışır ve başka ittifaklar içine girebilir. Kapitalistler arası ilişkiler kişisel dostluklar üzerine değil, ekonomik ve siyasal çıkarlar üzerine kuruludur. Bugün “dostum” dediğine yarın “düşmanım” (Erdoğan-Esad örneğinde olduğu gibi) diyebilir.

Türkiye’nin izlediği dış politika çizgisi, onun yarı-sömürge bir ülke değil, emperyalist bir ülke olduğunu gösterir. Ve Suriye’de girdiği yerlerden de kendi rızasıyla çıkmayacak, işgalciliğini sürdürmeye devam edecektir. Eğer, işgal bölgelerindeki halklar ile Türkiye (ve Kuzey Kürdistan) halklarının mücadeleleri, işgale karşı ortaklaşır ve gelişirse, Türk devleti çıkmak zorunda kalacaktır.

Rusya ve İran bu aşamada Türk devletine “çık” demeyeceklerdir. Kamuoyuna yönelik “çık” açıklamaları olsada, gizli diplomatik “ilişkilerde işgale devam” kararı ortak (Astana görüşmeleri) alınmış ve bu devam ettirilecektir. Türkiye gibi bir ülkenin ABD ve AB dışında kalması Rusya ve İran’ın çıkarlarına uygundur. Bu nedenle de bir çok tavizler verildi ve verilecektir. Türk egemen sınıfları da bunun bilincinde ve bu durum kendi emperyalist çıkarları ile örtüşmektedir.

AB ve ABD Türkiye’yi İran gibi dıştalamayı göze alamazlar. Türkiye’nin NATO’dan çıkması, NATO’nun güney kanadının çökmesi, en azından ciddi olarak zayıflaması ve bu alanlarda Rusya, İran ve bunların müttefiklerinin güçlenmesi anlamına gelecektir. Öte yandan, S-400’ler gerekçesiyle Türk devletine ekonomik yaptırımların uygulanması, başta AB olmak üzere ABD’nin kendine yaptırım uygulaması olacaktır. Türkiye’de faaliyet yürüten 60 bine yakın yabancı şirketin büyük bir bölümü AB ülkelerine ait. Ancak, tehdit ve kısmi kısıtlamalara giderek Türkiye’nin kendi pazarlarına ve egemenlik alanlarına girmesini önlemeye çalışırken bir yandan da Türkiye ile ticari ilişkilerini sürdüreceklerdir. 

 
ABD, Türkiye’nin NATO’da kalmasını ister ve Türkiye’nin yerini bir başka ülke ile de dolduramaz. Türk devletinin askeri ve ekonomik yerini Kürdistan alamaz. ABD burjuvazisi Türkiye yerine Kürdistan hayali kurmuyor ve bu ikisini karşı karşıya koymuyor ve Türkiye”nin kendi denetimiden çıkmasına koşut olarak başka arayışlara yönelir. Hepsi bu.

Emperyalist burjuvazi, dünyanın en büyük 20 ekonomisi içinde yer alan bir ekonomiye sahip ülkeye ekonomik yaptırımlar uygulayarak, iyice daralan pazarlarını daha da daraltma yolunu seçmesine kendi ekonomik durumları buna müsade etmez. Özellikle yeni bir dünya ekonomik krizinin kapıda oluşu, dış yatırmların düşüşe geçtiği ve sermaye dolaşımının daraldığı bir süreçte, kendi ayaklarına pranga vurmayı göze alamazlar. Siyasi çıkarları ekonomik çıkarlar belirler.

AB Rusya’ya ve İran’a yaptırım uyguluyor. Ama, gazlar ve petroller bu ülkelerden yine AB ülkelerine akmaya devam ediyor. Ve Rus gazı ve petrolünün daha hızlı ve çok, yeni boru hatları ile Türkiye üzerinden AB’ye ulaştırılmasının hummalı çalışması içindeler. ABD, Çin’e ticari savaş açtı, ama hala 400 milyar dolarlık Çin’den yapılan ithalatın önüne geçemiyor ve geçemezde. Emperyalist tekeller hem birbirleriyle savaşır hem de kopmaz çelikten zincirlerle birbirlerine bağlanmışlardır. Tersine, düne oranla ve her geçen gün emperyalist tekeller arasındaki bağ daha da gelişmiş ve gelişecektir. Bu durum, tekelci kapitalizmin olmazsa olmaz karakteristik eğilimidir.

Son olarak Türk devletinin Rojava (Kuzey Suriye) sınırına 80 bin asker yığdığı ve yeni bir saldırıya hazırlandığı göz önüne alınırsa, ne denli saldırgan olduğu ve emperyalist amaçlarla hareket ettiği görülebilir. Ayrıca, on binin üzerinde askerle “pençe harekatı”” adı altında Güney Kürdistan’da PKK’ye karşı yürütülen savaşı da bunlara eklemek gerekiyor. Türk egemen sınıfları birden fazla cephede işgal savaşı yürütüyor. Bunlar doğru değerlendirilmezse, küçük burjuvazi için, Türk egemen sınıflarını “anti-emperyalist” değerlendirmek hiç de zor olmayacaktır. Kürtlerin Ulusal haklarını yok sayıp devletin yanında yer alanların Türk “yurtsever”liği (sosyal şovenistliği) daha da kabaracaktır. Türk burjuvazisi, o kadar askeri ve o kadar silahlanmayı “barış” için değil, yeni egemenlik alanları kazanmak ve Rojava Kürdistanı’nıda topraklarına katmak için hazırlık yapıyor. Küçük burjuva “sol”culuğunun göremediği nokta burası.
 
Komünistler, Türk devletinin derhal NATO'dan çıkmasını istemesi yanında, her türlü silahlanmasına karşıdır. Ayrıca, işgal ettiği tüm bölgelerden (Kıbrıs, Suriye-  Güney Kürdistan (Rojava) başta olmak üzere) derhal çıkmasını ve Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin etme hakkının kayıtsız koşulsuz tanınmasını istemelidir. 
 
Ortadoğu’nun en saldırgan güçlerinden biri de Türk devletidir. 
 
Yeni savaşlar kapıda. 24 Temmuz 2019

***
2 Defans News Top 100 2018 Listesi
3 Savunma ve Havacılık Sanaii İmalatçılar Derneği (SaSaD)’nin, “ Savunma ve Havacılık Sanayii Performans Raporu 2017”. www.sasad.org.tr
4 Yeni Şafak, 3 ocak 2018
5 Pepe Escobar, www.conturpunch.org ve Evrensel gazetesi, 13.12.2015
6 Deutsche Welle Türkçe, 05.07.2019
7 DEİK/Türkiye-Romanya İş Konseyi. www.deik.org.tr.