13 Nisan 2018 Cuma

SURİYE KÜÇÜK, AMA PASTA BÜYÜK




SURİYE KÜÇÜK, AMA PASTA BÜYÜK


Yusuf KÖSE

Suriye, yüzölçümü küçük olan bir ülke. Yeryüzünün bu küçük toprak parçası için bir dünya savaşı çıkarılır mı diye sorulabilir? Ya da emperyalist sistemin işleyişine “akıl-sır” erdiremeyenler için, çok anlamsız gelebilr. Ancak, emperyalistler açısından hiçte sorun böyle değil. Evet, toprak küçük, ama pasta çok çok büyük. Akdeniz’e açılan, üzerinden Suudi Arabistan, Katar, Irak doğal gaz ve petrollerinin borularla Akdeniz’den Avrupa’ya ulaştırılması planlanan bir yer. Ve elbette Suriye’nin kendi petroli de söz konusu.

Ve her şeyin Batı’ya akması gerektiğini arzuluyor Avrupa burjuvazisi. Avrupa burjuvazisinin kıblesi, içinde ABD de olan “Batı”dır.

Sadece Suriye’de değil, Dünya’nın neresinde olursa olsun, Batı’ya akmayan yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları için savaş çıkar. Ya da savaş nedeni sayılır. Kural haline getirilmiş sömürgeci ve emperyalist yağmacılık, batı “Batı” olalı böyledir. Önce, insanları köle (bedava iş gücü) olarak “Batı”ya aktardılar ve peşinden yeraltı kaynaklarını...

Suriye’nin enerji yolu olarak öne çıkmasından öte, Suriye’nin Arap kuşağında belirleyici bir yeri vardır. Suriye kimin elindeyse, Ortadoğu’da o gücün etkinliği altındadır demek yanlış olmayacaktır. En azından bugüne kadar böyleydi. Bundan sonra nasıl olur, bu önümüzdeki süreç içinde belli olacak.

Emperyalistler açısından Ortadoğu sorunu Suriye ile sınırlı değil. Büyük bir enerji yatağı. ABD ve AB’li emperyalist haydutlar bu enerji yataklarını hiç kimse kimseyle paylaşmak istemiyor. Rus sosyal emperyalizmin dağılması ve toparlanıp (Çeçenistan’ı, Kırımı, Güney Osetya’yı, yani çevresini sağlamlaştırdıktan sonra) peşinden 2015 yılında Suriye’ye aktif olarak geri dönmesi, paylaşımda “artık ben de varım” demesi, emperyalist paylaşım satrancında yeni bir gücün ortaya çıkması şaşırtıcı oldu. 
 
Özellikle İran’ı bölgede giderek güçlenmesi, Yemen’e kadar uzanması; Lübnan ve Irak’taki etkinliği ve bunun Suriye’ye uzanması, başta ABD emperyalizmi olmak üzere Batı emperyalizmini rahtsız etmektedir. Bölgede Batı’ya boğun eğmeyen ya da onların kulvarında oynamayan Suriye ve İran her zaman ABD ve AB (ve elbette İsrail’in) emperyalistlerin düşmanı olmuş, bu ülkleri kendilerine bağlamak istemişlerdir.

Emperyalistlerin Irak ve peşinden Suriye işgalleri, İran’ı köşeye sıkıştırma yerine, etkinlik alanını genişletmesine neden olmuştur. ABD ve Batılı emperyalistlerin Suriye’yi parçalama savaşı, İran’ın bölgede daha aktif rol almasına ve Rusya ile ittifak kurmasına neden olmuştur. Bu ittifak, hem Rusya’nın hem de İran’ın etki alanlarını genişletmeye ve batılı emperyalistler karşısına daha güçlü çıkmalarına vesile olmuştur. 
 
ABD ve AB açısından Suriye’nin Rusya’ya kaptırılması, Rus emperyalizminin bölgedeki egemenliklerinin artmasını ve pekişmesini getirecektir. Daralan pazarlara yeni emperyalistlerin girmesi, batılı emperyalist haydutlar için kabul edilebilir bir gelişme olarak görülmüyor.
 
Rusya ve İran paylaşılmış alanlardan pay istiyorlar ve elde ettikleri pasta dilimlerini geri vermek niyetinde değiller. Tersine, derinleştirme ve geliştirme peşindeler. Bu pastanın küçük bir dilimine de emperyalist Türk burjuvazisi talip oldu. Batılılar ise pastanın hepsini kendileri yalayıp yutmak istiyor. İşin basit anlatımı bu.

Ortadoğu’da egemenliğin zayıflaması, diğer bölgelerde de egemenlik alanların daralmasını beraberinde getirecektir, ABD için. Zaten yükselen, genişleyen, derinleşen ve paylaşılmış emperyalist pazarlara hızla dalan bir Çin emperyalizmi var. 
 
Suriye gerçeğinin arkasında; ne Esad, ne küçücük Guta, ne kimyasal gaz, ne de insanların katledilmesi vs. var. Sorunun arkasındaki esas gerçek: Emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşma krizi var. Daha büyük pastalara sahip olma savaşı var.
 
Kapitalist sistem artık krizi kaldıramayacak durumda ve paylaşılmış pazarları yeniden paylaşmak istiyorlar. ABD ise kimseye pay vermek istemiyor. Tersine, her geçen gün pazar alanları daralıyor. ABD’nin kurduğu ve egemen olduğu emperyalist egemenlik düzeni her yanından dökülüyor. Yeni gelişen emperyalist güçler, ABD’nin egmenliğni tehdit ediyorlar ve küçük pasta dilimleriyle yetinmek niyetinde değiller. İngiltere ve Fransa ise ABD ile birlikte rakibi Çin ve Rusya etrafında birleşmiş emperyalist güçlere karşı egemenlik alanlarını koruma ve gelişenleri geri püskürtme çabası içine girmişlerdir.

Emperyalist savaş tehlikesi her zamankinden daha fazla. Bütün dünya halklarını ve işçi sınıfını tehdit etmektedir. Dünyayı ve elbette insanlığı yıkıma götürecek bu savaşı ancak ve ancak enternasyonal işçi sınıfı ve ezilen dünya halklarının mücadelesi durdurabilir. Gelinen aşamada dünya barışını savunmak ve emperyalizme karşı mücadele esas hale gelmiştir. Başını ABD’nin çektiği emperyalist blok barışın baş düşmanıdır. Çünkü esas savaş kışkırtıcısı ABD emperyalizmidir. 13.04.2018

***


1 Nisan 2018 Pazar

Emperyalist Savaşın Esas Akım Haline Gelmesi




Emperyalist Büyük Savaşa Doğru


Emperyalist Savaşın Esas Akım Haline Gelmesi -4

Yusuf KÖSE

Emperyalist Büyük Savaşa Doğru” yazı dizisinin bu son bölümü olacak. Aslında yazılacak daha çok şey var. Ancak genel hatlarıyla ortaya konulan veriler ve teroik argümanlar, içinde bulunduğumuz sürecin gidişatını genel hatlarıyla ortaya koyduğuna inanıyorum. 
 
Burada, ikinci emperyalist savaş öncesi komünistlerin gelecek savaşı nasıl değerlendirdiklerine kısaca değinelim. Savaş kapıya geldiğinde “esas akım savaş” demenin ya da “emperyalist savaş çıktı” demenin bir yararı yoktur. Önemli olan, geleceği, somut verilere dayanarak yaklaşık ve genel olarak saptayabilmektir. Komünistler bunu yapmakla yükümlüdür. Diyalektik materyalist metod bunu yapmaya elverişlidir.

Emperyalizm var olduğu sürece emperyalist savaşların kaçınılmazlığı gerçeğinin yanında, bunun somut hale gelmesinin hangi koşullarda olabileceği de ortaya konabilir. İnsanlık, son yüz yıl içinde iki büyük emperyalist dünya savaşı yaşadı ve bu insanlık için büyük iki yıkım oldu. Ancak, emperyalist savaşlar, proleter devrimlere de yol açtı. Burjuvazi, emperyalist savaşlarla da devrimlerden kaçamadı ve bundan sonrada kaçamayacaktır. 
 
Bugün hemen hemen herkes, hatta burjuva liberaller dahi, emperyalist savaş tehlikesinden söz ediyor. Barışın tehdit altında olduğu söyleniyor. Ancak, savaşın esas akım haline geldiği söylenmiyor. Emperyalistler arası çelişmeler ve gelişmeler, emperyalistlerin kaçınılmaz olarak dünyayı yeniden bölüşme istemleri, yeni emperyalist (örneğin Türkiye, Hindistan, İran vd.) ülkelerin ortaya çıkması, paylaşılmış pazarların yeniden paylaşılmasını acilen daytmaktadır.

Stalin, “Uluslararası Durum ve SSCB’nin Savunması (1 Ağustos 1927) yılında yaptığı uzun konuşmasında, Troçkist-Zinovyevist muhalefetin görüşlerini eleştirir. Bu konuşma, küçük burjuva muhalefete karşı tarihsel bir konuşmadır. Burjuva muhalefetin SSCB’ni yıkıma götürecek görüşlerinin mahkum edilmesidir. Çünkü, Kulaklara karşı mücadelenin önüne kendine “marksist-leninist” diyen bir küçük burjuva muhalefet dikilmiştir. 
 
Zinovyev “savaşın mümkün olduğunu” ileri surer ve Stalin bu görüşü, “savaşın mümkün değil, kaçınılmaz olduğunu” savunarak eleştirir. Ve şöyle der: 
 
“… ama savaşın daha şimdiden kaçınılmaz hale geldiğine ilişkin bir tek söz, gerçekten de bir tek söz etmiyor.”1

Günümüz gelişmelerle de yakından ilgili olduğu için Stalin’den alıntılar aktaracağım.

Kapitalizmin son zamanlarda tekniğinin yetkinleştirdiği ve rasyonalize ettiği ve pazar bulamayan geniş bir mal yığını ürettiği bir gerçek değil midir? Kapitalist hükümetlerin işçi sınıfına saldırarak ve kendi durumlarını geçici olarak güçlendirerek gitgide daha çok faşist bir niteliğe büründükleri bir gerçek değil midir? Bu gerçekler, istikrara kavuşmanın sürekli hale geldiğini mi gösterir? Kuşkusuz hayır! Tersine, dünya kapitalizminin son emperyalist savaştan önceki bunalımla kıyas Kabul etmez bir biçimde daha derin olan bugünkü bunalımın ağırlaşmasına vesile olan tam dab u gerçeklerdir.” (Stalin, Trotskizm mi Leninizm mi? sf. 352-353, Sol Yayınları)

Stalin, emperyalizm üzerine bu saptamalarda bulunurken, daha, kapitalizmin “1929 Büyük Buhranı” ortaya çıkmamıştı. Ama ekonomik ve siyasal veriler vardı. Ekonomik ve onun üzerinde şekillenen siyasal veriler birbirine koşut gider. Troçkist-Zinovyevist yıkıcı muhalefetin emperyalist savaş tehlikesini görmezden gelen anlayışları, kapitalizmin içinde bulunduğu ekonomik kriz ile uyuşmuyor, onu küçümsüyor ve SSCB’nin bu tehlikelere karşı önlem almasını zorlaştırıyordu.

Günümüze baktığımızda, muazzam bir teknolojik ilerleme, aşırı üretimin durdurulamayan hızı, burjuva demokrasisinin görünen yüzü AB ülkeleri başta olmak üzere iç faşistleşmenin işçi sınıfı ve emekçiler için tehlikeli bir boyuta ulaşması ve 2008 krizinin atlatılamaması ve daha büyük bir ekonomik-finansal krizin beklenmesi, borsalardaki düşüşler ve aşırı silahlanmalar ve vekalet savaşların tükenip, büyük emperyalist güçlerin karşı karşıya gelme sürecinin içine girilmesi, emperyalist savaşı, dünya halklarının kapısının eşiğine getirdiğini göstermektedir.

Kapitalizmin krizinin aşırı üretim ve bu aşırı üretimi emecek pazar bulunamaması gerçeği her zaman olmasına karşın, bazı dönemler bu süreç kriz şekline dönüşmektedir.

Bazılarının yüzeysel görüşlerinin aksine, kapitalizm karını artırmak ve tekeller birbirine karşı üstünlük sağlamak için sermayenin organik bileşmini sürekli yükseltirler. Ve teknolojik gelişmeyi ve elbette üretici güçleri artan ölçüde giderek geliştirirler. Bu kapitalizmin ilerici olmasından değil, birbirine karşı üstünlük ve pazar paylarını artırmak istemlerinden kaynaklıdır. 
 
Komünist Enternasyonal (III. Enternasyonal, 1 Eylül 1928) Programı’nda emperyalizmin krizi, faşizm ve savaş konusuna özel bir yer verilir. Bu görüşler, Stalin’in 1 Auğustos 1927’deki konuşmasıyla uyum içindedir.

Artan makine kullanımı, tekniğin ilerleyen mükemmelleşmesi ve bu temel üzerinde sermayenin organik bileşiminin sürekli olarak yükselişine, işin giderek daha fazla bölünmesi, emeğin üretkenliğinin ve yoğunluğunun artışı eşlik etmiştir.“ 2
 
Sermayin organik bileşiminin yükselmesi, kapitalizme istikrara kazandırmıyor, tersine, istikraraını daha kısa sürecin içine sokarak krizlerin genel bir hal almasına ve derinleşmesine ve emperyalist tekeller arasındaki (ve elbette emperyalist ülkeler arasındaki) çelişmenin barış içinde çözülemeyecek bir biçimde keskinleşmesine neden oluyor.

Tam da kapitalizmin tekniğinin rasyonelleştirilmesi ve pazarın ememeyeceği geniş bir mal yığını üretmesi gerçeğidir ki, emperyalist kamp içindeki, pazar ve sermaye ihracı alanları uğruna mücadeleyi kızıştırmaya vesile olmakta ve yeni bir savaşın, dünyanın yeniden paylaşılmasının koşullarının yaratılmasına yol açmaktadır.“3

Burjuvazi aşırı üretim krizini neden çözemiyor? Çünkü burjuvazi çalışanların lehine bir üretim yapmıyor, tersine aşırı kar elde etmek için üretim yapıyor. Stalin’in dediği gibi4, eğer burjuvazi, işçi ücretlerini birkaç kat artırabilseydi, köylülüğün maddi yaşam koşullarını iyileştirebilseydi, ve genel anlamda işçi ve emekçilerin alım gücünü yükselterek iç pazarı genişletebilseydi, bu sorunu kısmen çözebilirdi ve krizlerini atlatabilirdi. Ancak, burjuvazinin amacı daha fazla kar için işçileri ve emekçileri daha fazla sömürmektir. Burjuvazi, işçilerin ücretlerini ve halkın refahını artırmak için uğraşmaz. Tersini yapar. Bu da onu kaçınılmaz bir krizin içine sokar. Aşırı üretim krizi, her zaman burjuvazinin tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallanır. İç pazarla yetinmeyip zorunlu olarak dışa pazara yönelen burjuvaziyi daha keskin rekabet ve çelişmeler beklemektedir. Bu da onu yeni pazarlar elde etmek için savaşlara sürükler.

Emperyalist burjuvazi, insanlık tarihini ileriye götürmek için değil, onu geriye alma çabası içine girer. İnsanlığın tüm kazanılmış değerlerinin yıkımını ister istemez hedefler. Yapılan savaşlar ve yıkımlara bakıldığında bu sonuca varmak zor olmasa gerek. Çünkü, burjuvazi insanlığın „bekası“ için değil, daha fazla kar elde etmenin „bekası“ için mücadele eder. Kar ise, işçi ve emekçilerin kanıyla birikir.

Üretimin Uluslararasılaşması

Kapitalizm ulusal temelde ortaya çıkmış olmasına karşın, uluslararası bir niteliğe sahiptir. Emperyalizmin ortaya çıkışı, onun bu niteliğinin bir ürünüdür. Yani, uluslararası bir ekonomi olmasından kaynalıdır. Uluslararası pazarları ele geçirme mücadelesi, üretimin uluslararasılaşmasını ve uluslararası üretimin örgütlenmesini de kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Bugün bunu net olarak yaşıyoruz.

Kullandığımız cep telefonları, bilgisayarlar, otomobillerin ve daha başka karmaşık metaların üretimlerine baktığımızda, parçaların değişik ülkelerde üretildikten sonra bir yerde birleştirildiği (monta edildiği) görülebilir. Örneğin bir dizüstü bilgisayarı açıp baktığınızda, içinde en az on parçanın üretim adresleri değişik ülkelerdendir. Bu üretimin uluslararasılaşmasının yalın göstergesidir. Pazara sürülen metaların adeta sanal ortamdaki gibi bir yerden bir başka yere ulaştırmanın alt yapılarının (ulaşım) oluşturulması ve bu ulaşımın çok yönlü olarak dünyanın en ücra köşelerine kadar vardırılması, döşenmesi, kapitalist üretimin anında pazarlara ulaştırmanın kaygısından ileri gelmektedir. Son olarak Çin’in denizde ve karada yeni “ipek yolları”, emperyalist tekellerin ürettikleri metaların anında her yere ulaşması amaçlıdır. Bu aynı zamanda emperyalist devlerin ve emperyalist tekellerin birbirlerine karşı pazarları ele geçirme çabalı gelişim hızıdır.

Kapitalizmin bu aşamaya gelmesi, özellikle 1970’lerden sonra uygulamaya sokulan Neoliberal politikalarla daha da hızlanmıştır. Devasa tekellerin ortaya çıkması ve bütün dünya pazarlarını ele geçirme mücadeleleri, üretimi de derinlemesine ve genişlemesine geliştirmiştir.

Üretimin uluslararasılaşmasından Marx başta olmak üzere Lenin ve Stalin’de söz ederler. Marx bunu, “Kapitalizm kendi süretinde bir dünya yaratır” diyerek yanıtlar, Lenin emperyalizm kitabında;

İhraç edilmiş sermaye .... bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı.”5

III. Enternasyonal’in 1928 Programı’nda ise şöyle bir saptama var:

Dünya ekonomisinin üretici güçlerinin büyümesi, böylece, ekonomik hayatın biraz daha uluslararasılaşmasına, ama aynı zamanda en güçlü finans kapital devletleri arasında bölüşülen dünyanın yeniden paylaşılması için verilen mücadeleye yol açar.”6

III. Enternasyonal, daha 1928 yılında bunu söylüyordu. Bugün ise, üretimin uluslararasılaşması, kapitalist üretimin bir gerçeği haline gelmiştir. Üretimin uluslararasılaşması emperyalist tekeller arasındaki ve emperyalist ülkeler arsındaki çelişmeleri daha da keskinleştirmiş, pazar mücadelesini iyice kızıştırmıştır. 
 
Daha yakın bir örnek. Örneğin Alman Otomobil tekeli VW (VolksWagen), otomobillerinin bütün parçalarını Almanya’daki üretim merkezlerinde üretmiyor. Parçalarının bir çoğu Türkiye vb. ülkelerde üretilip, üretim merkezlerine (fabrikalara) getirilip momntaj ediliyor. Hem ucuz işgücünden hem de ucuz hammaddeden yararlanıyor. Ya da dünyanın önde gelen tekstil tekellerinin üretimine baktığımızda, üretim ağları salt ana merkezleri (bağlı olduğu ülke) değil, dünyanın her yanında üretim yaptırıyorlar. Nicke’nin, Bangaldeş, Pakistan ve daha bir çok ülkede üretim merkezi vardır. Koç Holding’in şirketleri, örneğin Arçelik (genel de Beko adı altında) ya da o ülkelerde satın aldığı şirketlerin adıyla üretim yapar. Güney Afrika, Rusya, Çin, Bulagaristan, Romanya, Endonezya, Tayland, Pakistan’da üretim merkezleri (fabrikaları) vardır. Bu, Koç Holding’in uluslararası bir tekel olduğunu gösterdiği gibi, üretimin de uluslararasılaştırdığını gösterir.

Emperyalist tekellerin birbirleriyle rekabetleri ve aynı zamanda birbirleriyle kaçınılmaz olan ekonomik karmaşık ilişkileri, üretimin uluslararasılaşmasıyla daha da artmış ve bu aynı zamanda emperyalist pazarların tıkanmasını ve bu pazarların yeniden paylaşılmasını zorunlu kılmıştır.

Günümüzde, ABD, Çin, AB, Japonya, Rusya ve diğer emperyalist ülkeler arasındaki çelişmeler, ilişkiler, kutuplaşmalar, pazarların yeniden paylaşılması mücadelesi uğruna olmakatdır. Özellikle yeni gelişen emperyalist (örneğin Türkiye) ülkelerin varlığı, emperyalistler arası çelişmeyi keskinleştirici ve pazarların yeniden paylaşılması için emperyalist savaşın kaçınılmazlığını öne çekmiştir.

Buraya III. Enternasyomnal’ın 1928 programı’ndan bir saptamayı daha aktaralım:

Emperyalizm, dünya kapitalizminin üretici güçlerini geliştirdi; toplumun sosyalist örgütlenmesi için gereken maddi koşulların yaratılmasını sağladı7 dedikten sonra şöyle devam eder;

Emperyalist savaşlar, dünya ekonomisinin üretici güçlerinin emperyalist devletlerin sınırlarını aşacak ölçüde gelişmiş bulunduğunu ve ekonominin, dünyayı bütünüyle kapsayan uluslararası çapta örgütlenmesini zorunlu kıldığını kanıtlamakta.”8

Yaklaşık yüzyıl önce komünistlerin bu belirlemeleri, daha bir netleşmiş ve emperyalizmin bu özelliği daha bir genelleşmiştir. Kapitalizm derinliğine ve genişlemesine gelişerek uluslararasılaşmış özelliği ve üretimin uluslararası örgütlenmesi öne çıkmıştır. Emperyalist tekeller bunu dünyaya egemen olmak için yapmaktadır.

1928 programı’ndan bu konuyla ilgili son bir alıntı daha aktaralım:

Emperyalizm, kapitalist gelişmenin bu en üst evresi, dünya ekonomisinin üretici güçlerini dev boyutlara ulaştırıyor, bütün dünyayı kendisine benzetecek tarzda biçimlendiriyor. ... sermayenin tekelci biçimi aynı zamanda, giderek artan ölçüde, kapitalizmin parazitleşerek yozlaşmasının, çürümesinin ve çökmesinin öğelerini geliştiriyor.”9

Emperyalizmin üretimi uluslararasılaştırması, onun ilerici oluşundan değil, dünyaya egemen olma, bütün pazarları ele geçirme ve halkları köleleleştirme uğruna yapmaktadır. Ve bu gelişme emperyalist savaşlarıda kaçınılmaz kılmaktadır. Üretimin devasa boyutlara varması, tekniğin gelişmesi, sermayenin giderek daha az ellerde merkezileşmesi ve yoğunlaşması, kapitalist dünya ekonomisinin büyümesi, kapitalist sistemi bunalıma girmekte kurtarmaya yetmiyor, tersine emperyalistler arası çelişmeleri keskinleştiriyor ve barış içinde çözülemeyecek bunalımların ortaya çıkmasına neden oluyor. 
 
Bu gelişmeler, proleter devrimlerini de 17 Ekim Rus Devrimi’nden bu yana önünü açmıştır. Bugün, sosyalist devrimlerin olmaması, bu sürecin kapandığı anlamına gelmez, tersine, emperyalizmin içinde bulunduğu kriz ve savaş tehlikesi, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişmeleri, emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişmeleri keskinleştirerek yeni bir proleter dünya devriminin gelişmesinin önünü açmaktadır.

Yeni Emperyalist Ülkeler

Yeni gelişen emperyalist ülkeler, kapitalizmin bir lütfu değil, kapitalist üretim ilşkilerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Hiçbir emperyalist ülke olduğu gibi kalamayacağı gibi, geri ya da yarı-sömürge ülkelerde kapitalist üretim ilkileri ve emperyalizm sürecinde oldukları yerde ilelebet kalamaz. Emperyalistler arasındaki çelişmeler, kapitalizmin derinlemesine ve genişlemesine gelişmesi, üretimin uluslararasılaşması ve 1980’lerden itibaren KİT’lerin hızla özelleştirme operasyonları, ger kalmış kapitalist ülkelerin bazılarını öne çıkarak emperyalist bir ülke haline gelmesine neden olmuştur.10

Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Güney Kore, Meksika, Türkiye, İran, Güney Afrika, Endenozya, Arjantin, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Bunlar yeni emperyalist ülkelerdir. Bunların emperyalist dünyanın paylaşılmış pazarlarına girmeleri, emperyalistler arası çelişmeleri daha da keskinleştirmiş ve yeni bir emperyalist savaş tehlikesini daha erkenden tetiklemişlerdir.
Emperyalizm, sermaye ihracı ve şirketlerin tekelleşmesi ve uluslararası alanlarda pazar mücadelesine katılmasıdır. Buraya, bir kaç yeni emperyalist ülkenin sermaye ihracının 2016 yılı verilerini alalım: (Milyar, ABD doları)
 
Çin; 479,737, Hindistan; 138, 611, G. Kore; 80,206, Rusya Federasyonu; 70,799, İran; 51,257, Türkiye; 44,952.11 Bu rakamlar, adı geçen ülkelerin dış ülkelerdeki doğrudan sermaye yatırımlarını vermektedir.

İran kendi bölgesinde (Ortadoğu) önemli bir bölgesel güçtür ve ABD, İsrail ve Suudi Arabistan’nin baş düşmanı durumundadır ve bu güçler İran’ın bölgede ilerlemesinin önüne geçemiyorlar. İran, ABD’nin YDD karşı olan bir güç ve ABD bu gücü dize getirememektedir.

Türkiye’nin emperyalist12 olduğuna ilişkin saptamalara itirazlar vardır. Ne var ki, Türkiye’nin sadece son yıllardaki saldırganlıkları ele alınsa, bunun salt Erdoğan’nın lümpen kabadaylığının bir sonucu değil, Türk tekelci burjuvazisinin saldırganlığı, yayılmacılığı olarak ortaya çıkmaktığı rahatlıkla görülebilir. Türkiye’de rejimin islamcı-faşist karaktere büründürülmesi, dış emperyalistlerin isteğinden çok içerdeki Türk tekelci burjuvazisinin isteği ile uyum içinde olmuştur. Kosova’daki “FETÖ”cülere yapılan son operasyonun ekonomik perde arkasına bakıldığında (Arnavutluk ve Kosova’daki bankaların13 kimlere ait olduğu bilindiğinde), resmin geri tarafı kolayca anlaşılabilir.

Türk burjuvazisi özellikle Ortadoğu’da diğer emperyalistlerden pay istemekte ve ilişkilerini de buna göre düzenlemektedir. NATO üyesi olmasına rağmen, bölgeye girebilmek için Rusya’yla ilişkileri geliştirme yoluna girdi. İran ile anlaştı. Bu anlaşmalar burjuvazinin çıkarlarıyla doğrudan ilişkilidir. Ve Türkiye daha büyük savaşlara hazırlık yapmkatadır. Silahlanması ve uluslararası ilişkileri, emperyalist kamplar arasındaki ilişkileri buna göre dizayn etmeye çalışmaktadır. ABD ve AB’nin dayatmalarına göre hareket etmemektedir. Tersine, onlardan taviz koparmak için yoğun bir çaba harcamakta ve onların dayatmalarına karşı Rusya ve İran ile girdiği ilişkileri koz olarak kullanmaktadır. Aynı diğer emperyalistlerin birbirine yaptıkları gibi...

Türkiye, bölgede işgalci, yayılmacı ve savaş kışkırtıcısı bir güç olarak varlığını sürdürmektedir. Bölge halkları için oldukça tehlikelidir ve barışın düşmanı işgalci emperyalist bir güçtür.

Emperyalist Savaşın Kaçınılmazlığı

Emperyalist savaşın kaçınılmazlığının habercisi belli başlı öğler vardır. 
 
Birincisi; Bunların başında kapitalist ekonominin içinde bulunduğu kriz gelir. Emperyalist burjuvazi 2008 krizini kısmen aşmasına karşın yeni bir aşırı üretim kriziyle karşı karşıyadır. Ekonomi borçla yürümektedir. ülkelerin toplam borcu dünya gayri milli hasılasının %320’si kadardır. Yani, ortada sermayeden çok borç var ve borçlu olmayan hiç bir ülke yok gibidir. Emperyalist merkezlerdeki borsalarda düşüş yaşanmaktadır.

İkincisi; Silahlanma gelir. Ülkelerin son beş yıl içinde silahlanması %10 artmış durumda. Silahlanma yarışı içine girmeyen ülkeler yoktur. Bir taraftan askeri harcamaları artırırken bir yandan da silahlanma yarışına girilmiştir. Büyük emperyalist ülkelerin (ABD, Çin, Rusya vd.) askeri harcamaları ve dünyanın farklı bölgelerinde asker konuşlandırmaları artmıştır. ABD’nin dünyanın çeşitli yerlerinde 250 bin kişilik askeri vardır. Bunun dışında Çin ve Rusya’yı askeri olarak da çember içine alma hamleleri sıklaşmaktadır. Buna karşı ise söz konusu ülkelerin hamleleri vardır. Çin devlet başkanı, ordusuna savaşa hazır olmaları çağrısı yapmıştır.

Üçüncüsü; İç faşistleşme ve ırkçılık artmaktadır. Bütün AB ülkelerinde bu gelişme son beş yıldır hızlı bir şekilde yaşanmaktadır. Irkçı-faşist partiler bu merkezlerde ya ikinci ya da üçüncü sıralardadır. Bazı ülkelerde ise iktidarda yer almaktadırlar. Buna karşı işçi ve emekçilerin haklarında büyük kıstlanmalara gidiliyor. Demokratik hak ve özgürlükler giderek daraltılıyor. Fransa ve Almanya’da bu güncel haldedir. Göçmenler vesile edilerek ırkçı ve yabancı düşmanlığı geliştiriliyor ve yabancılara (göçmenlere karşı) daha sert politikalar uygulanıyor.

Kitlelerin demokratik hakları yanında ekonomik haklarıda gasp edilmekte ve işçi sınıfı üzerindeki sömürü oldukça ağırlaştırılmaktadır. İç faşistleşmenin ve gericileşmenin en önmeli belirtilerin başında kitlelerin demokratik ve ekonomik hakların gasp edilmesi ve sömürü koşullarının daha da ağırlaştırılması gelir. Bugün bu bir gerçekliktir.

Dördüncüsü; Emperyalist kutuplaşmaların ve emperyalistler arası çelişmelerin keskinleşmesi. Ortadoğu, Güney Çin Denizi, Doğru Avrupa (Ukrayna vd.), Kafkasya ve Afrika’da çelişmeler derinleşmiş ve keskinleşmiştir. Bu bölgeleri yeniden paylaşım savaşları vekalet savaşlarından doğrudan emperyalistlerin kendilerinin karşı karşıya geldiği bir döneme girmiştir. 
 
ABD’nin Çin’e vegi uygulaması, Çin’in buna karşılık vermesi, Rusya’ya karşı uygulanan ağır dıştalma politikası (Rus diplomatlarının sınır dışı edilmesi olayı), ABD’nin “Ulusal Güvenlik Belgesi”nde açıktan Çin’i düşman ilan etmesi ve meydan okuması ve “küreselleşme” vb. yerine ulusal çitlerin örülmek istenmesi, yani vergilerle çitler örülmesi, emperyalist burjuvazinin savaş hazırlıkları olarak okunmalıdır.

Beşincisi; Emperyalist burjuvazi artık eskisi gibi dünyayı yönetemez duruma girmiştir. ABD emperyalist burjuvazisinin biçimlendirdiği Yeni Dünya Düzeni (YDD) yıkılmıştır ve bunun ciddi sancısı çekilmektedir. Çin kendi emperyalist düzenini dünyaya vermeye çalışmaktadır. En saldırgan güç ve savaş kışkırtıcısı olarak öne çıkan ABD emperyalizmi, yönetimi savaşa göre şekillendirmektedir. Yani, bir nevi emperyalist savaş hükümeti oluşturulmaktadır.

Altıncısı; Kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememesi. Bu bir çok ülkede kitlelerin sokaklara dökülmesinde, işçilerin grevlerle ekonomik hakların gaspına karşılık vermesinde kendini göstermektedir. Burjuvazi, kitlelerin tepkilerini baskı ile bastırma yöntemiyle önlemeye çalışmaktadır. Türkiye, Çin, Hindista, Rusya, Brezilya, meksika vb. ülkelerde kitle harekketleri polis ve askeri güçler ile bastırılmaya çalışıllıyor. ABD’de devasa kitle gösterileri yapılıyor. Irkçılık ve bireysel silahlanma ve Trump yönetimi protesto ediliyor. AB ülkelerinde ise, başta Fransa ve Polonya’da olmak üzere bir çok ülkede kitleler hükümetlerin uyguladığı hak gasplarını protesto ediyor.

Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında, emperyalist savaşın kaçınılmaz olduğunu ve esas akımın savaş olduğu saptamasında bulunmak abartı olmayacaktır. Komünistler mücadele taktiklerini buna göre oluşturmalıdır. Kitleler, emperyalist savaşa karşı mücadeleye çağırılmalı, emperyalist savaşa ve faşizme karşı birleşik cephenin oluşturulması esas olmalıdır.
Bitti.


1 Stalin, Trotskizm mi Leninizm mi?, sf. 351, (açS), Sol Yayınları, İkinci Baskı
2 III. Enternasyonal, 1919-1943, sf. 131, Belge yayınları, 1979 Ekim)
3 Stalin, age, sf. 353
4 Stalin, age, sf. 353
5 Lenin, Emperyalizm, sf. 72, Sol Yayınları, 2009
6 KE Raporu, sf. 133
7 Emperyalizm, demek ki üretici güçleri geliştiriyormuş. Buna karşın “ilerici” olmuyor. Çünkü bir çok kesim, gelişen üretici güçlerin gelişmiş olmasını görmek istemiyor. Oysa, dünyanın bugünkü hali, üretimin uluslararasılaşması, devasa teknolojik gelişmeler, üretici güçlerin geliştiğini, anacak bunu emperyalizmin çıkarları doğrultusunda geliştirdiğini belirtmek gerekir. Özellikle Türkiye’yi hala “pre kapitalist” öncesi dönemle açıklamaya çalışanların, bu marksist verileri ve argümanları bir kere daha gözden geçirmelerinde yarar var. Bunları son panellerdeki tartışmalardan hareketle yazıyorum.
8 III. Enternasyonal 1928 programı, sf. 136 (açYK)
9 III. Ent. Sf. 137
10 Yeni Emperyalist Ülkeler saptamasını ilk olarak Almanya Marksist-Lleninist Partisi (MLPD) önderi stefan Engel yapmış ve bunu türkçeye , “Uluslararası Devrimin Şafağı” (Nisan Yayımcılık) adıyla çevrilip yayınlanan araştırma kitabında ve “Yeni Emperyalist Ülkeler” broşüründe (türkçesi yurtdışında yayınlandı ve internette bulunabilir) etraflıca ortaya koymuştur. Bu kitapların içindeki teorik belirlemeler Uluslararası Komünist Hareketi’ne önemli bir katkıdır.
11 Veriler, UNCATAD 2016 raporundan alınmıştır.
13 Çalık Grubu’na ait bankalar Arnavutluk ve Kosova’da büyüklükte ikinci sıradadır.