26 Temmuz 2015 Pazar

KUZEY KÜRDİSTAN (BAKUR) ROJAVA’YLA BİRLEŞMELİDİR









KUZEY KÜRDİSTAN (BAKUR) ROJAVA’YLA BİRLEŞMELİDİR




    "... milli haksızlık kadar proleter  sınıf   dayanışmasının gelişmesini       
 geciktiren hiç bir şey yoktur." 
Lenin



Yusuf KÖSE

7 Haziran Genel Seçimleri’nden sonra Türk devletinin Kürtlere yönelik saldırılarını artıracağı biliniyordu. Akp’nin tek başına seçimleri kazanması halinde bile bu saldırının olacağı aşikardı. Çünkü devlet, Suriye Kürtlerinin başarısının ve özerk bir yapı haline gelmelerini istemedi. Bunu çeşitli şekillerde önlemeye çalışmış olmasına karşın, önleyemedi ve PYD önderliğindeki güçler İŞİD’i Kürt bölgelerinden temizleyerek büyük başarı elde ettiler.

Gelinen aşmada Akp hükümetini faşist Türk devletinden ayrı bir yere koymanın doğru olmayacağı açıktır. Türk egemen sınıfları arasında bir çelişme olsa da bu baskıların uygulanması konusunda hem fikir oldukları da biliniyor. Bu bir devlet politikasıdır. Salt Akp hükümetinin politikası olarak bakıldığında yanılgıya düşülür. Sermaye sınıfı, Kürt sorunun yok sayılmasını, baskı ile susturulmasını ve ezilmesini istiyor. Bu nedenle de, özellikle Kürt ulusal mücadelesinden yana olan, Kürt ulusu üzerinde baskıların kalkmasını isteyen, Kürtlerin ulusal demokratik haklarının verilmesinden yana olan ve bu konuda faaliyet yürüten ya da faaliyet yürütenlere destek verenleri kitlesel olarak tutuklamaya başlamıştır.

TC tarihi boyunca, Kürt ulusuna ağır baskılar uygulamış ve yer yer büyük katliamlar yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Kürt ulusu özgürlük istediğinde bombalamış, katliam yapmış, örgütlenmek istediğinde ise zindanları Kürt yurtseverleriyle doldurmuştur. Bir ulusun her şeyi yok edilmek isteniyor ve Türk devletin yasalarına göre legal olarak örgütlenmesine dahi müsade edilmiyor. Bütün legal siyasi ya da siyasi olmayan “potansiyel Kürt”ler içeri alınıyor. Bu da siyasi bir katliam. Kürtlerin ulusal anlamda kendi ulusal kimliğini korumaya karşı bir katliamdır. 

Özellikle Batı (Rojava) Kürdistan’ın başarısı, Türk devletini oldukça rahatsız etti. Burada özerk ya da bağımsız bir Kürdistan’ın oluşmasını önlemek, en azından zayıflatmak için her türlü yola başvurdu. En son, Türk devleti tarafından organize edilen Suruç katliamı, İŞİD’e saldırının gerekçesi gibi gösterilsede, esas olarak PKK’yi askeri olarak hedeflemektir. Devlet, salt PKK’ya yönelik askeri saldırıyla yetinmeyip içeride de HDP ve birleşenlerine, yani devrimci demokrat güçlere yönelik saldırılarını daha da artıracaktır. 

Akp hükümeti’nin ayakta kalmasını iç savaş ve dış savaş olgularıyla birlikte ele almaka gerekir. Akp, hükümet olup iktidara tam olarak yerleşlince, savaş dışında bir şey konuşmadı. Hem içte hem de dışta. İçte devrimci-demokratalara ve diğer muhaliflere saldırdı. Özellikle devrimci-demokrat (Kürtlerde dahil) kesimlerin örgütlü olması AKP hükümetini rahatsız eden olguların başında geliyordu. Bu nedenle de seçim öncesi ve sonrası saldırılarını daha da yoğunlaştırdı. Yoğun tutuklamalara girişti. Devrimci-demokrat gçleri elimine etmeden ya da iyiyce zayıflatmadan uzun bir süre iktidarını sürdüremeyeceğini biliyor. Bu nedenle de saldırılarının hedefinde bu güçler hiç eksik olmadı.

Suruç (Pirsus) vb. katliamlarını, Roboski katliamlarından ayrı ele almamak gerekiyor. Akp hükümeti, İŞİD ya da benzeri dinci gericiliği yurt içinde daha bir çok katliamlarda kullanacaktır. Bu tür katliamlarla iktidarda kalma sürecini uzatmayı hedeflerken, işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinin gelişmesinin önüne geçmeyi planlıyorlar. Sermaye kesimleri, sınıf mücadelesi etrafında burjuvaziye karşı birleşmiş bir işçi sınıfı yerine, mezheplerine kadar bölünmüş bir işçi sınıfını tercih ediyor.

Suruç katliamının diğer katliamlardan bir farkı, Kürtlerle enternasyonal dayanışmayı önleme ve vazgeçirme amacınıda içinde barındırıyor olmasıdır. yani, direkt olarak Türk sosyalistlerine verilen bir gözdağıdır.

Bunlar, elbette salt Akp hükümetine özgü bir olay olmayıp faşist Türk devletinin kuruluş felsefesiyle birlikte bugüne kadar gelmiştir. 

Türk devleti’nin İŞİD’le bir sorunu yoktur. “Var” gibi göstermesi, ABD ve AB’nin dayatmasını ve de kabul etmek zorunda kalmasının yanında kamuoyunun bir kısmını yanıltmak amaçlıdır. Ayrıca, İŞİD’in Kürtleri ezemediğini görünce, İŞİD karşıtı gibi gözükmeye başladı. Türk devletinin bir kaç İŞİD mevzisini bombalaması (?) bile, İŞİD’e zarar verici olmayacaktır. 

İŞİD’i yaratanlar emperyalistler ve yerli faşist-gerici devletlerdir. Bunlara karşı savaşılmadan İŞİD vb. örgütlere karşı savaşılamaz. Emperyalistler ve onların yerli uşakları Ortadoğu’dan ellerini çektikleri anda İŞİD vb. örgütlerin varlık nedenleride kalmayacaktır.

Türk devletinin esas sorunu İŞİD’i bitirmek değil, PKK ve PYD’i bitirmektir. Yani, Kürtleri ezmek, askeri ve legal siyasal güçlerini yok etmektir. Özellikle PKK’nın askeri ve legal siyasal güçlerinin zayıflatılması, Rojava Kürdistanı’n zayıflatacağını ve İŞİD’i ya da diğer islamcı gericileri güçlendireceğini bilmektedir. Çünkü ilerici Kürt ulusal hareketinin beynini ve omurgasını bugün izlediği politikayla PKK oluşturmaktadır.

Suriye’ye yönelik hava saldırılarının bir çok nedenleri olsada, sorunun esasını Kürtlerin ezilmesi amaçlı olduğu görülmelidir.

Erdoğan ve Türk devleti, başından beri Suriye’ye saldırmak istiyordu. Uluslararası konjonktür nedeniyle bunu göze alamadı. Ancak şimdi, İŞİD’e saldırı gerekçesi adı altında bunu gerçekleştirmeyi düşünüyor.

Akp hükümetinin savaş politikası karşısında susmak değil, ona karşı çok yönlü mücadele etmeyi zorunlu kılıyor. Başta kitle mücadeleleri olmak üzere, devletin sindirme ve yıldırma politikalarına karşı aktif bir savaşımı ve karşı koymayıda devrimci ve komünistlere dayatmıştır. 

Türk devletinin esas amacı, uluslararası proletaryanın yakın müttefiki durumuna gelmiş ilerici Kürt ulusal güçlerini yok etmek ya da zayıflatmak olunca, Kürtlerin durumunu ve izleyecekleri taktikleri de konuşmak gerekiyor. 

Kuzey Kürdistan Kürtleri Ne yapmalıdır? 

Genel bir söylem olarak, bütün uluslardan işçi ve emekçilerin mücadelesi ortaktır. Komünistler işçi ve emekçilerin birliğini savunurlar. Türkiye özgülünde de sorun ele alındığında bu genel bir doğrudur. Ancak, her genel doğrunun her özgülde yeri de farklı olabilir. Ezen ulus komünistleri, başından itibaren ezilen ulus üzerinde her türlü baskıya karşı çıktıkları gibi, ezilen ulusun ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını da kayıtsız şartsız savunurlar. Ezilen ulus komünistleri ise birliği savunurlar.

Çeşitli ulus ve milliyetlere mensup işçi ve emekçilerin sınıf dayanışması önündeki en büyük engelerden birisi hiç kuşkusuz ki ulusal haksızlıktır. Lenin bunu şöyle belirtir:

Çünkü milli haksızlık kadar proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve güçlenmesini geciktiren hiç bir şey yoktur.”[1] 

Türk devleti varolduğu günden beri Kürtleri yok saydığı ve bu nedenle de her tülü baskıyı meşru gördüğü bilinen bir gerçektir. Türk devleti düne kadar “Kürt yok” diyordu. Kürtler ise kendilerinin Kürt olduğunu kabul ettirmek için, geçmiş isyan ve ayaklanmaları saymazsak, sadece  son 30 yıl içinde en az 40 bini aşkın (bazı kaynaklar 60 bin diyor) insanını kaybetti. Elbette, sorun bu kadar kayıpla kalmayacağı da açıktır. Bundan sonra da, Kürt ulusu kendi kaderini özgürce tayin edene kadar, daha büyük kayıplar vereceği de bir gerçektir. Türk egemen sınıfları, içeride Türk halkının önemli bir kesiminin, dışarı da ise emperyalistlerin desteğini aldığı sürece, Kürtlere yönelik baskı ve katliamlarına devam edecektir. 

Kürt ulsu kendi kaderini özgürce tayin etmediği sürece, Türk halkı üzerinde de baskılar eksik olmayacaktır. En asgari düzeyde demokratik hak ve özgürlüklerden mahrum bırakıldığı gibi, kitleler üzerinde faşizmin kanlı sopası da eksik olmayacaktır. 

Kürt ulusu üzerindeki egemen sınıf baskısı, çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçilerin dayanışmasının önünde de önemli bir engel olarak duruyor. Kürt işçi ve emekçileri Türk işçi ve emekçilerine karşı kardeşçe duygular beslemiyor. Çünkü, Türk şovenizminin etkisi altındaki, Türk işçi ve emekçileri de Kürt işçi ve emekçiler üzerindeki ulusal baskıya karşı çıkmıyor.

Halkların kardeşliğin temeli, halklar arasındaki her türlü eşitsizliğe karşı çıkılması ve bu da yetmez bu haksızlıkların ortadan kaldırılmasıdır. Kürtler üzerindeki ezen ulus baskısı var oladuğu sürece Kürt halkının Türk halkına karşı güvenlerini beklemek hayalciliktir.

Gelinen aşamada Kuzey Kürdistan Kürtleri Rojava Kürdistanı’yla birleşmelidir. Siyasal yönelim olarak birleşmelerine karşın, devletlerin fili işgalleri nedeniyle bu birleşme gerçekleşemiyor.

Rojava’da gerçekleştirilen devrim, ulusal demokratik karakterlidir. Yani, komünistlerin desteklemesi gereken bir devrim ve enternasyonal proletaryanın müttefikidir. Bu devrime, önderlik eden sınıf; orta ve küçük burjuva ulusal siyasal ittifakıdır. Tarihsel olarak, içinde geçtiğimiz süreçte siyasal olarak ilerici ve desteklenmesi gereken bir devrim ve Kürdistan’ın diğer parçalarından daha ileri bir konumdadır. Gerici Barzani yönetimi altındaki Güney Kürdistan emperyalist burjuvazinin neoliberal politikalarını uygularken, Rojava Devrimi bunun karşısında yerini almıştır.

Kuzey Kürdistan’ın Rojava’yla birleşmesi, ilerici bir ulusal birlik olacaktır ve Türk işçi sınıfı ve Kürt işçi sınıfı bu birliği aktif olarak desteklemelidir. Çünkü, bu birlik, proleter devrimin karşısında değil, ona hizmet edici bir rol oynayabilecektir.

Aynı zamanda faşist bir devletin işgali altında olan bir Kürdistan yerine ilerici bir Kürdistan’ın varlığı, bölge halkları açısındanda ileri bir rol oynayabilecektir.

Birleşmenin önünde çok ciddi engeller olduğu bir gerçektir.  Zorluğun nedenini; Kürtlerin birleşmek istememesinden değil, Kürt ulusunun kaderini zorla baskı altında tutan devletlerin askeri baskı ve saldırıları oluşturmaktadır. 

Kuzey Kürdistan’ın Rojavay’la birleşme  kararı aldığında Türk devleti saldırılarını daha da yoğunlaştıracaktır. Buna açıktan katliamlarla cevap verebilecektir. Ancak, uluslararası işçi sınıfı ve emekçileri bu ilerici birliğin yanında yer almaktan ve desteklemekten kaçınmayacaktır. Türkiye komünist ve devrimcileri de, Kürt komünist ve devrimcileri de böyle bir birliği aktif olarak desteklemelidir. Bu birleşme ya da birleşme siyaseti, ilerici Kürt ulusal hareketiyle Türkiye’li devrimcilerin Türk faşist devletine karşı ortaklaşa mücadelesinin önünde engel değil, tersine onu gelştirecek niteliktedir.

Rojava ulusal demokratik devrimi ortadayken, Kuzey Kürdistan’ın hala Türk devletinin işgali altında olmasını savunmak gericiliktir. Bunu “işçi ve emekçilerin birliği” adı altında savunmakta siyasal olarak gericiliğin yanında yer almaktan kurtarmaz. Gelinen aşamda böyle bir birliği savunmak ileri bir taktiktir. Halkların ve çeşitli milliyetlerden işçi sınıfının birliğini ve dayanışmasına güçlendirir.

Emperyalizmin böl-yönet politikasıyla Kuzey Kürdistan-Rojava birliğini savunmak aynı şeyler değildir. Evet, Kürtler, Türk devletinin egemenlğinden kurtulacak. Ama başka bir gericiliğin altında değil, ulusal demokrat bir yapı altında birleşeceklerdir. Rojava devrimi bunun örneğidir. Rojava devriminin sosyalist bir devrim olmaması, bu birliğe karşı çıkmayı değil, savunmayı gerekli kılar. Elbette sosyalist devrim olması arzu ve amaçtır. 

Kürtlerin demokratik birliği, emperyalist politikaların da karşısında olacaktır. Ayrıca Kürdistan’ın parçalarını işgal altında tutan faşist ve gerici devletler, böyle bir birliği onaylamayacaktır. Böylesi bir birlik İran gericiliğini de ürkütecek ve bu konuda Türk devletinin yanında yer almasını sağlayacaktır. Kürt ulusunun, faşist ve ırkçı Türk devletinin saldırıları karşısında daha geniş birleşmelerini ve güçlenmelerini sağlayacaktır.

Sonuç olarak, gerici ve faşist bir devlet egemenliği altında kalmak yerine, ilerici bir yapıyla birleşmek en doğru siyasal eylem biçimidir. Böyle bir eylem desteklenmeli ve geliştirilmelidir. Bu sorunun gerekliliği başta Türk işçi ve emekçileri olmak üzere Kürt işçi ve emekçilerine de anlatılmalıdır. Böyle bir eylem biçimi ve Kuzey Kürdistan’ın (Bakur) Rojava’yla birleşmesi, egemen sınıfların kışkırtmaları nedeniyle kısa vadeli olarak egemen ulus şovenizmini artırıcı bir rol oynacaktır, ancak, uzun vadede bu şovenizmin izleri silinecektir. Bu birleşme, Türk egemen sınıflarını zayıflatacağı gibi, devrimci-demokrat ortamın gelişmesini ve işçi sınıfı hareketinin yükselmesine de hizmet edebilecektir.

Böylesi bir birlik, Türk devletinin, 90 yılı aşkın bir süredir Türk ırkçılığını ve şovenizmini kitleler üzerinde demoklesin kılıcı gibi tutmasını da büyük ölçüde elinden alıp demokratik ortamın güçlenmesine hizmet edecektir. 26.07.2015

***





[1] Lenin, Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, sf. 384

10 Temmuz 2015 Cuma

İşçiler Ve Burjuvalar




Arçelik LG ve Serapool İşçilerinin Dayanışması






İşçiler  Ve Burjuvalar

Yusuf KÖSE


Herhangi bir yerde, sermayeye karşı işçi direnişi, işçi eylemi, işçi grevi olunca, burjuvazinin ve işçinin aklına, istisnasız, önce Marx gelir. 

Mayıs aylarının ortasından bu yana Metal işçilerinin domino etkisi yaratırcasına yayılan direnişleri de önce Marx’ı ve onun dev eseri Kapital’i akla getirdi. 

Sermaye ve emek, burjuvazi ve işçiler deyince, kaçınılmaz olarak, her iki karşıt sınıfın ilk aklına düşen Marx ve ondan ayrı düşünülmeyecek olan Engels olur. Burjuvazi, işçiyi, Marx’ın düşün dünyasından yalıtmaya çalışır. İşçi de her eylemiyle Marx’a bir adım daha yaklaşır. O Marx’a yaklaştıkca, kendi sınıf bilinciyle daha fazla ilişki kurar. Bu ilişkidir burjuvaziyi ürküten.

Engels, Kapital için şöyle yazmıştı:

YERYÜZÜNDE kapitalistler ve işçiler bulunduğundan beri, işçiler için bu kitap kadar önemli bir kitap çıkmadı.”

Çünkü dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşünün gerçekliği kadar, kapitalist toplumsal sistem de emek-sermaye ilişkisi gerçekliği üzerinde döner. Bu ilişkiyi, bilimsel şekilde ortaya çıkaran ve işçi sömürüsü üzerinde yürüyen kapitalist sistemin ve bundan kurtuluşun nasıl olacağının çözümlemesini ilk defa Marx ortaya koymuştur.

Marx, işçiler için yazmıştır. Onun eserleri, düşünceleri işçilerin sömürüden kurtuluşu içindir. Ancak, o, salt işçiler için yazmadı ya da salt işçilerin özgür geleceği için değil, tüm insanlığın özgür geleceği için yazdı. O yazılar hala tazeliğini koruduğu gibi, Marx’ın düşünceleri her geçen gün toplumsal pratik tarafından fazlasıyla doğrulanıyor.

Emek ile sermaye arsındaki ilişki, burjuvazi ile işçiler arasındaki ilişki toplumsal bir ilişkidir. Ve bu iki karşıt kutup arasındaki ilişkinin karakteristik biçimi kapitalist toplumsal ilişkiyi oluşturur. İşçi olmadan kapitalist (burjuvazi) olmaz. Yani, sermaye olmaz, sermaye olmadan da işçi olmaz. Ancak, işçi bu sistemi değiştirip, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya yaratabilir ve bu dünyayı yarartığında kendiside artık sermayeye hizmet eden bir ücretli işçi olmaktan çıkıp, kolektif üretim ve üleşim yapan toplumun özgür bir bireyi olacaktır. O zaman ne işçi ne de burjuvazi olacaktır. Daha genel bir söylemle; ne ezen ne de ezilen olacaktır.

Her grev ve her direniş, eninde sonunda işçilere kendi kurtuluşunu öğretir ve öğretiyor da. İşçi grevleri, emek-sermaye çelişkisinin bir sonucu ortaya çıkar. Burjuvazi işçiyi daha fazla çalıştırıp daha az ücret ödemek ister. Patron işçiye ne kadar az ücret öderse, o kadar fazla sermaye biriktirecektir. İşçi de yaşamını biraz daha iyileştirmek için daha fazla ücret almak ister. Ancak, ücretli özel mülkiyet ilşkisi yıkılmadan ne işçi istediği gibi ücret alabilir ne de patron azami kar elde etmekten vazgeçer. Kapitalist sistem sürdüğü sürece bu çelişme derineleşerek devam eder.

İşçilerin direniş yapmaları için çok nedenleri olmasına karşın, bir o kadarda direniş korkuları vardır. Burjuvazi onları her yandan kuşatmıştır. Başta, burjuva devleti, yasaları, bürokrasisi, ordusu ve polisiyle kuşatmıştır. İkincisi ideolojik olarak kuşatmıştır. “Ekmek yediğin yere ihanet etme”yi işçinin burjuvaziye karşı kullanacağı yerde, burjuvazi işşçiye karşı kullanır. Oysa, üretilen ekmeği (ürün-meta) işçi üretir, patron ise fazlasına el koyar. İşçinin patrona karşı maddi ve manevi olarak hiç bir vijdan borju yoktur. Tersine, patron varlıüı dahil herşeyini ücretli çalıştırdığı işçiye borçludur.

İşçi patrona karşı eyleme geçmekten korkar. Kokusunun temelini, işten atılarak işsiz kalmak ve aç kalarak yaşamını idame ettirememek oluşturur. Ailesi varsa bu korku aile fertlerinin sayısı oranında artar. İşçi kendi yarattığı değerlerden korkar hale gelir. Oysa, burjuvazinin el koyduğu ve sermaye haline getirdiği ürünler işçinin yarartığı değerlerden başka bir şey değildir.

İşçi bunun bilincinde olmadığından ya da örgütsüz olduğundan burjuvaziden daha fazla korkar. İşçinin en büyük örgütsüzlüğü sınıf bilincinden yoksun olmasıdır. Örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksunluk, işçiyi burjuvaziye ücretli köle haline getirir. Bu bütün iş kollarında burjuvaziye artı-değer üreten tüm çalışan işçiler için geçerlidir. 

İşçinin burjuvaziye karşı olan bu korkusu, burjuvaziyi işçi karşısında efendi yapar. Bu korku nedeniyle, daha fazla çalışır, daha az kazananarak yarattığı tüm zenginliği burjuvaziye verir. Burjuvazinin yaratığı yoksulluğu ise kendine alarak acı çeker. Bu da işçinin kendini özgürce gerçekleştirmesinin önüne geçer. Arzularını, istemlerini ve yaşamını özgürce yaşayamadığı gibi özgürce düşünemez ve düşüncelerini derinleştiremez. Kendine, üretimine ve toplumsallığına yabancılaşarak bireyselleşip yalnızlaşır. İşçiyi ücretli köle olarak bırakan nedenlerin başında, toplumsal yapıyı belirleyen kapitalist üretim biçiminin bu karakteristik ilişki biçimi gelir.

İşçi-Burjuvazi arasındaki korku tek yanlı değildir. Burjuvazi de işçiden korkar. Bu korkusunu işçi kadar açık etmesede, onun korkusu daha büyüktür. Çünkü burjuvazinin kaybedeceği çok şey varken, işçinin ise kaybedeceği, söylene geldiği gibi “zincirlerinden başka” bir şey yoktur. Yani, işçi ücretli köleliğini, burjuvazi ise ücretli kölelerini ve bunun üzerinde inşa ettiği iktidarını kaybedecek. Bu çelişik durum; iki taraf arasında şiddetli sınıf çatışmalarına ve ve nihayetinde devrimlere yol açıyor. Büyük alt-üstler olmadan da bu ilişki biçimi değişmez.

Burjuvazinin kaybedeceği iktidar olduğundan, işçinin direnişi onun en büyük korkulu rüyasıdır. Direnişin daha güçlü olmasına yol açacak olan işçinin sınıf bilinçli ve örgütlü olması burjuvazinin en büyük korkusu ve bu özelliğe işçilerin sahip olmaması için, elinde bulundurduğu devletin tüm baskı güçlerini harekete geçirir.

Toplumsal üretim yapan işçi, kolektifliğinin bilincine varıp örgütlenerek yalnızlığını ve bireyselliğini yıktığında; kendi sınıf gücünün bilinçli ayrımına varacaktır. Ve o, bütün çektikleri acının ücretli köle olmasından kaynaklandığını görerek Marx’ı izlemeye devam edecektir. Marx’ı izlediği oranda, toplumsal yapıyı sadece ve sadece kendi sınıf bilinçli örgütlü gücü ve eyleminin, kendini ücretli kölelikten, dünyayı da bujuvazinin vahşi istilasından kurtarbileceğinin bilincine varacaktır. 10.07.2015
***

5 Temmuz 2015 Pazar

Emperyalizm Savaş, Sosyalizm Barış Demektir!









Emperyalizm Savaş, Sosyalizm Barış Demektir!

Yusuf  Köse

Bugün yanı başımızda  savaşlar sürerken ve bu savaşların ülke içine hızla yayılma potansiyeli taşırken, evrenseli unutup yerelle yetinmek ve bunun üzerinde siyaset yapmak zorunda kalıyoruz. Kürdistan’ı da içine alacak birbiçimde Ortadoğu’un  bütünü, Asya ve Afrika’nın yarıdan fazlası, Latin Amerika’nın üçte biri fili bir savaşla içiçe bir yaşam sürdürüken, bunların nedenlerini ve bu savaşları çıkaran sisteme fazla dokunmadan ya da görmezden gelerek, salt yerel sorunlarla sınırlı kalıyor çözümlemelerimiz.

2005 yılında yayımlanan “Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi[1] adlı kitabım, aslında günümüze ilişkin sorunları ve çözümlelmeleride içeren bir doluluğa sahiptir. Dünyamızda olan gelişmeler, çelişmeler, savaşlar ve bunların ekonomik ve siyasal nedenleri özlü olarak orada ortaya konmuştur.


Emperyalizmin yayılmacılığı, böl-yönet politikaları ve sürekli olarak bölgesel savaşları körüklemesi ve bunun üzerinden egemenliğini sürdürmesi ve sermaye birikimini genişletmesi, adı geçen çalışmamda ele alınan konuların başında geliyordu.

Emperyalizm, ortaya çıktığından beri hiç bir zaman “barış” olmadı. Barış, haksızlıkların olmadığı, üleşimin adil olduğu, sömürenin ve sömürülenin, ezen ve ezilenin olmadığı, yani sınıfların ortadan kalktığı bir sistemde gerçek halini alabilir.

Silah üretimilerinin her geçen gün artığı ve en yoksul ülkelerin dahi hızla silahlandırıldığı, bütçelerinin önemli bir bölümünü silahlanmaya ayırdığı bir ortamda “barış”tan söz etmek, savaşı gizlemenin bir argümanından başka bir şey değildir.

Afganistan, Irak, Süriye,  Yemen, Libya, Sudan ve daha bir çok ülkede ortaya çıkarılan savaşlar ve burada yaşayan halkların emperyalistlerce üretilen silahların deneme tahtası haline getirilmesi, emperyalist egemenlik savaşından ayrı ele alınamaz.

Emperyalizm savaşsız yaşayamaz. Emek-sermaye çelişmesinin damgasını vurduğu bir sistemde, barıştan söz etmek söz konusu olmadığı gibi, halkların barış içinde yaşamlarını dinamitleyen ve sürekli savaş ortamında tutan bir ekonomik-politik işleyiş vardır.

Her türlü gericiliğin ortaya çıkması ve bunların kitleler içinde yer bulması, emperyalist politikalardan ve onun sisteminden ayrı ele alınamaz. Nasıl ki, faşizm emperyalizmin ürünüyse, günümüzde “din” adına sürdürülen savaşlarda emperyalist politikaların ürünüdür. El Kaide, İŞİD ve diğer gerici oluşumlar, emperyalist burjuvazinin egemenliklerini sürdürme araçlarıdır.[2]

AB de emperyalist bir birliktir ve uzun süre yaşama şansı yoktur. Çünkü, halkların gönüllü birliğinden doğan bir birlik olmayıp, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin dayatmları sonucu oluşturulmuştur. Bu nedenle de yıkılmaya mahkumdur.

Ülkelerin ve halkların birliği sosyalizm altında gerçek olabillir. Bu kanıtlanmıştır. Emperyalizm yıkıcı ve bölücüdür, sosyalizm ise yapıcı ve birleştiricidir.

Emperyalizm, karakteri gereği birleştirici olmaz. O yıkıcı, dağıtıcı ve parçalayıcıdır. İçinde taşıdığı ekonomik ve siyasal çelişmeler, ona birleştirici bir rol yüklemez. AB içinde Yunanistan’ın durumu bunun bir örneğidir. Yunanistan halkına zorla dayatılan yağma ve ağır sömürü politikası, AB emperyalist burjuvazisinin karakteristiğidir. Emperyalist büyük sermaye tekelleri, sermaye birikiminin önündeki tüm engelleri yıkmadan yaşayamaz. Ya yıkacaktır ya da yıkılacaktır. Başka bir seçeneği de yoktur.

bir tarafta zenginliğin öbür tarafta yoksulluğun birikimi

Dünyada yedi milyar insanın yaklaşık bir milyarı aşkını, günde  bir doların altın bir gelirle yaşamak zorunda bırakılmıştır. Yani, altı kişiden biri, kapitalist sistemin insanlara biçtiği bu “kaderi” paylaşıyor.

Bazı insanların zenginleşmesine ve de zenginliğin her geçen gün daha az ellerde yoğunlaşması ve birikmesi, çalışan emekçilerin daha fazla yoksullaşmasını da beraberinde getiriyor.

Kapitalist üretimin artması, teknoloji ve bilimin gelişmesi yoksulluğu ve yoksullaşmayı ortadan kaldırmadığı gibi her geçen gün artan ölçüde yeniden üretmektedir. Sermaye üretimi artarken yoksulluk üretimi de ona ters orantılı olarak artmaktadır. Kapitalist sistemin karakteri budur. Zenginlik üretim araçlarını ellerinde bulunduran burjuvazinin olur. Üretime, üleşime ve onun nasıl tüketileceğine onlar karar verir.

Dünya da 85 kişinin serveti 3 milyar insanın gelirine eşit” (Dünya Ekonomik Formu). Sivil yardım örgütü olan OXFAM’ın belirttiğine göre de, dünya servetinin yarısını bu 85 kişi alırken, geri kalan yarısını ise nüfusun %99 alıyor. Dünya Ekonomik Formu ve OXFAM gibi örgütler, „ayıp oluyor, biraz da az alın“ demelerine karşın, kapitalist sistemin doğası gereği, hiç bir burjuva tekeli „az kazanayım“ demez. Sermaye birikiminin sınırı olmaz. Burjuva tekeli, dünyaya tek başına egemen olmak ister, Savaşlarda bu yüzden çıkar. Daha fazla sermaye birikimi ve daha fazla egemenlik, savaşları kaçınılmaz kılan bir ilişki biçimidir.

Bu denli yoksullaşmanın olduğu, üretimin bu denli eşitsiz dağıtıldığı, çalışanın az, çalıştıranın ise neredeyse hepsine el koyduğu bir toplumsal sistemde, savaş sözcüğünün kapladığı yerle „barış“ sözcüğünün kapladığı yer aynı olamaz. Emperyalist burjuvazi ve gericiliğin dilindeki „barış“, kendi çıkarlarını koruma ve kendi savaşlarını haklı çıkarmak amaçlıdır.

OECD[3]’nin Mayıs 2015 yılında açıkladığı yoksullaşma raporu da yukarıda yazılanları doğrular niteliktedir.

En zengin % 10 ile en yoksul % 10 arasındaki gelir farkı 9,6’dır. Bu oran 1980 yılında 7 katmış. Bütün bu veriler aşırı üretime ve yüksek teknolojik gelişmelere karşın, yoksullaşmayı azaltmıyor, tersine artırıyor. Zenginlik ise her geçen gün daha az ellerde yoğunlaşıyor. Türkiye ise, 34 OECD ülkesi arasında en yüksek gelir eşitsizliği sıralamasında Meksika ve Şili’den sonra 3. Sırada geliyor.

Dünya gelirinin yarısnın dünya nüfusunun %1‘nin  elinde olması, aslında kapitalizmin ne olduğunu net olarak anlatıyor ve bunun üzerine başka söz etmeyi bile anlamsız kılıyor.

Buna karşın bunun ne anlama geldiğini ve nasıl bir görünüm sergilediğini kısaca da olsa ortaya koyalım.

Dünya gelirinin yarısına nüfusun %1’nin elkoyması ne anlamına geliyor:

Filistin, Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Yemen ve diğer benzerlerinin kaçınılmaz olarak varolacağı, halkların birbirine kırdırılacağı, dinsel motifli savaşların körüklendiği ve körükleneceği...

Ve bu tür ülkelerde her türlü gerici örgütlenmelerin ve bunların emperyalistler tarafından desteklenmesi, beslenmesi ve savaş araçlarıyla donatılması, İŞİD, Boko Haram, El kaide vb. Dinci katliam örgütlenmelerinin yaratılması ve bunların kolayca taraftar bulabilmesi… 

Yılda yaklaşık 60 milyon insanın yerinden yurdundan edilmesi ve göç yollarında katledilmesi, perişan edilmesi ve ölümle yaşam arasında gidip gelmesi …

Akdenzide her yıl binlerce yoksul ve savaş mağduru insanın gemilerinin batırılarak öldürülmesi …

Afrikanın açlığa ve savaşlara mahkum edilmesi, ebola gibi emperyalist kırım virüslerine teslim edilmesi…
Her tarfta en dipsiz gericiliğin, ırkçılığın ve ayrımcılığın geliştirilmesi …

 Türkiye’de AKP, MHP gibi faşist ve ırkçı partilerin varlığı ve bunların safında insanların örgütlendirilmesi…

Türkiye’nin AB emperyalizminin coğrafi komşusu olarak uzak Asya‘nın Pakistanı‘na çevrilmesi…

AB ülkelerinde ırkçılığın geliştirilmesi ve ırkçı partilerin taraftar bulması…

ABD’de siyahlara yönelik ırkçılığın geliştirilmesi ve ırkçılığın kitleler içinde yer bulabilmesi…

Ve en önemli noktalardan birisi de, her ülkede sermaye birikiminin gereksinimi olan işsiziler ordusunun artan ölçüde yaratılması anlamına geliyor.

Dünya gelirin yarısının nüfusun %1 tarafından el konulmasının anlamı daha da uzatılabilir. Ancak, yoksullaştırılan, her tülü zulme maruz bıraktırılan ve kendine yabancılaştırılan insanların, kolayca emperyalist beslemesi karanlık örgütlerin içinde yer alması, kendi sınıfına karşı, ezen sınıfın koruyucusu ve tetikticisi olması başka türlü açıklanamaz.

Dünya silah üretiminin artışına orantılı olarak savaşların da artması kaçınılmazdır. SIPRI’nın[4] verdiği bilgiye göre, 2014 yılında dünya askeri harcamaları yaklaşık olarak 1776 milyar US dolar. Bir başka söylemle bu korkunç rakam, dünya GSYİH’nın 2,3’ne eşit. Bu rakamın içinde bir önceki yıllar alınan silahlara harcanan para yok. Sadece bir yıl içinde bütçelerden ayrılan askeri harcamaları içeriyor. Oysa bu rakamı aşan harcamalar mevcuttur. 

Dev silah (ölüm) tekkellerinin olduğu ve bu alanda büyük bir sermayenin döndüğü yerde, „savaşsız“ bir dünya hayal etmek yanıltıcıdır. Bu silah tekelleri, „barış“ değil, savaş ister. Ne kadar savaş olursa sermaye birikimi de o oranda artar. Askeri malzeme üreten savaş tekelleri, bunları süs eşyası diye üretmiyor. Tüketilsin diye üretiyor. Bunun tüketimi ise ancak savaşla olabilir. Yani, en yakın süreçten başlarsak, Yugoslavya parçalansın, en modern silahlar Belgrad üzerinde denensin diyedir. Yine, Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkeleri üzerinde bombalar patlatılarak, tekellerin yaşamları cennete, halkların yaşamları ise cehnneme çevrilsin diyedir. 

Savaşı üreten temel gerekçeler gizlenerek, savaş çıkarmanın gerkçesi ise tarihte her zaman sudan sebepler olarak ortaya sürülmüştür. Emperyalist burjuvazi savaş üretmek için neden bulmaktan hiç bir zaman zorlanmaz. Çünkü sermayenin varlık nedeni; işçi sınıfına karşı açılmış bir savaşa dayanır. Bu savaşın bitirilmesi ise sosyalizmi ve komünizmi doğuracaktır. Ve o zaman bir daha hiç savaştan söz edilmeyecektir. Bu sonucun ortaya koyduğu esaslı bir gerçek: Bu savaşların sınıf çelişmelerinin bir ürünü olduğudur. Sınıflar ortadan kalktığında ise savaşların ve tüm eşitsizliklerin ortadan kalkacağı gerçekliğinin insanlığı umutla beklediğidir. 

Emperyalist burjuvazinin siyaseti ve dünyay biçtiği rol kendisi gibi karanlıktır. Ancak, bunu aydınlığa çevirmenin yolu her zamankinden daha fazladır. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerin önemli bir bölümü burjuvazinin bu karanlık yüzünü görebilmektedir. Bu, da sosyalist bir gelecek yaratmamız için önemli bir dayanaktır. Dünya işçi sınıfı, burjuvazinin toplumsal yapının üretim ilişkilerini belirleme egemenliğine son vererek komünist bir dünyayı yaratma gücüne sahiptir. Önemli olan işçi sınıfı içinde militan devrimci örgütlenmeden şaşmamak gereklidir.

Umutlu olmak için çok nedenlerimiz var:

ODTÜ’lü gençlerin mezuniyet törenlerinde açtığı bir pankarta söyledikleri gibi: İnadına barış, inadına sınıfsız toplum ve inadına aşk! Yine Arçelik LG işçilerinin çoşkuyla şirlaştırdıkları: İşçiler birlik olsa dünya yerinden oynar!  Bu şiarlar gençlik ve işçi sınıfı için sözün ve eylemin başladığı yerdir. Dünya proletaryası ve ezilen halkları, dünyamızı bu şiarlar etrafında mutlaka bir gün döndürmesini başaracaktır. İşte o zaman, yeryüzünde sadece ve sadece zenginlik ve barış olacaktır. 05.07.2015

***


[1] Bkz. Yusuf Köse, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, 2005, El Yayınları
[2] Ayrıca bkz. 30.08. 2014 tarihinde yayınlanan(emperyalizm ve gericilik): http://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/emperyalizm-ve-gericilik
[3] Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü

[4] SIPRI: Stockholm International Peace Research Institute (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) www.sipri.org