30 Temmuz 2021 Cuma

Mussolini Faşizminden Kemalist Faşizme Hediye:141-142

 

 

 


 

CIA’nın, Anti-Komünist  “Özgür Düşünceli” Entellektüelleri-4

 

yusuf köse

 

Mussolini Faşizminden Kemalist Faşizme Hediye:141-142

Türk devletinin komünistlere karşı yoğun baskı, tutuklama, yıldırma ve bunları sürekli hale getirmesi ve işçi sınıfının nicel ve niteliksel zayıflığı sonucu, 1930’lu yılların Türkiye’sinde komünistler bir avuç insandı denebilir. Türk devletini kitlesel olarak tehdit edecek güçte değildi. Buna rağmen, 1936 yılında anti-komünist yasalar olan 141-142. maddeler yürülüğe sokuldu. Çünkü SSCB’nin varlığı komünizm korkusunu Türk egemen sınıflara fazlasıyla veriyordu. Türk devleti için komünizm tehlikesi korkusu, SSCB’nin ve uluslararası alanda komünist hareketlerin güçlenmesine koşut olarak gelişiyordu. Bir taraftan maddi yardımlar (kredi) için SSCB’nin kapısı çalınırken, bir taraftan da komünizme karşı içte önlemler, ideolojik, siyasal, ve yasalarla sıkı bir şekilde alınıyordu.

İtalya’da ceza kanunları faşist Mussolinin iktidara geçmesinden sonra değiştirildi. “1889 Zanardelli Ceza Kanunu” olarak bilinen eski kanunlar “liberal” bulunduğu için, 1931 yılında faşist rejimi güçlendirecek şekilde kanunlara yeniden içerik verildi. Buna da “Rocco Kanunu” dendi. Faşist İtalyan’nın 270 ve 272. madelerini, Türk devleti bu kanun maddelerini olduğu gibi alarak, Türk Ceza kanunun  141-142. maddeleri haline getirdi. Bu faşist ceza yasaları 1936’dan kaldırıldığı tarih olan 12 Nisan 1991 yılına kadar, yani tam olarak 55 yıl demokrat, aydın, işçi, devrimci ve komünistlerin üzerinde faşizmin kılıcı olarak hep salandırıldı.

141. maddenin içeriği şöyle:

Her kim devlet topraklarında bir sosyal sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde cebren diktatörlüğünü kurmaya veya cebren bir sosyal sınıfı ortadan kaldırmaya veya her ne şekilde olursa olsun devletin ekonomik veya sosyal yerleşmiş düzenini cebren yıkmaya yönelmiş cemiyetleri kurar, teşvik eder, yönetir ve düzenlerse, beş seneden oniki seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılır.[1]

...

Yukarıdaki fıkralarda gösterilen haller haricinde memlekette milli hissiyatı sarsmağa veya zayıflatmağa matuf cemiyetler tesis eden, teşkil eden, tanzim eden veya sevku idare eden kimse bir senden üç seneye kadar ağır hapis cazasile cezalandırılır.[2]

1938 yılında yapılan bir değişiklikle “şiddet” kelimesi çıkartılarak, hükümlerin kapsamına giren eylemler (fiiller) şiddet olamasa da cezalandırılır şekline dönüştürüldü.  Yani, komünist propaganda ya da hükümeti eleştirmek suç kapsamaları içine alındı. Oysa, 1924 yılından beri komünist propaganda, hükümeti ve hükümetin başını eleştirenler ağır hapis cezalarına çarptırılıyordu. Takrir-i Sukün Kanunu vepeşinden getirilen 141-142 ile bu konudaki eylemler, faaliyetler bütünüyle yasaklandı.

Kısacası, düşünce özgürlüğü, örgütlenme, dernek ve cemiyet kurma,  toplantı ve gösteri hakkı, hükümeti eleştirme ya da devletin herhangi bir kurumunu ya da görevlisini eleştirmek “milli hissiyatı sarsma” eylemi içine  girdiği için en az 1 ile 3 yıl arası ceza ile karşı karşıya kalınıyordu. Bu da yetmiyordu, bir o kadar sürede sürgün cezası vardı.

Kemalist dönemde (1925-1945) işçilerin, köylülerin ve diğer emekçilerin hiç bir demokratik hakkı yoktu. Sendikal örgütlenme, toplu sözleşme ya da vb. gibi işçi hakları bütünüyle yasaktı. İşte bazılarının “ilerici” ve hatta “sol-küçük burjuva” kemalist dönemi böylesine “ileri bir demokrasi”ydi. Ve bu dönem, tek partili (CHP) dönemiydi. Bu dönemde hiç bir zaman –göstermelik bir iki parti açılıp kapatıldı- burjuva  muhalefet de dahil, diğer muhalif hiç bir harekete, örgüte ve siyasi oluşumlara izin verilmedi.

Yasalar, sistemin ve sisteme sahip olan sınıfın niteliğini yansıtır ve onların sınıfsal çıkarlarını korur. Bu nedenle, yasalar bir tarafta, yönetim biçimi bir tarfta olamaz. İkisi bütünlük içindedir. Ve uygulanan yasalar, uygulandığı dönemin sosyo-ekonomik ve siyasal koşullarından da ayrı değildir.

Buraya, ömrü, 141-142. maddelerden yargılananları savunmakla geçen ünlü hukukçu Çetin Özek’ten uzun bir alıntı alalım:

...Faşizmin kişi ve kişi özgürlükleri konusundaki anlayışı da, kanunun düzenleyişi ile denk düşmektedir. Kişinin devlet dışında bir değer ve varlığı yoktur. Devlet iradesi, otoriteyi, kuvveti, hukuki şahsiyeti temsil ederken, tek tek kişilerin haklarına uymak zorunda değildir. Kişilerin dışında bir varlık olan “milleti” temsil eden dahi devlettir. Hukuku yaratan da devlettir. Bu bakımdan kişilerin davranış sınırlarını devlet özgürce çizebilir. Kişi, sadece “credere, obbedire e combattere” - inanmak, itaat etmek ve savaşmak - görevleriyle karşı karşıyadır. Bu nedenle de, kişinin sübjektif bir hakkı, devletten talep olanakları bulunamaz. Öyleyse, kişinin özgürlüğü ancak devletin kişi için saptadığı alan içinde ve objektif hukuk kurallarının tanıdığı olanaklarla ölçülüdür. Durum böyle olunca, devlet kişiye kendi temel ideolojilerine uygun olmayan biçimlerde düşünmek olanaklarını ve özgürlüğünü tanımayabilir. Kişi devlet içinde ve devletin egemenliğinin, otoritesinin bir süjesi olarak, devletin istediği gibi düşünmek, davranmak zorundadır. Faşizmin özgürlük, kişi ve devlet konusundaki görüşleri bu şekilde birbirine uygun ve birbirini tamamlar yolda biçimlenince, ceza kanununun devletin temel olarak kabul ettiği görüşlere aykırı görüşleri, salt düşünceleri, eylemi beklemeksizin, cezalandırmasına şaşmamak gerekir. Faşizm düşüncelere dahi zincir vurmayı, faşist devletin savunulması yönünden gerekli ve haklı bulurken, gerçekte kendi sınıf düzenini ve ona uygun politik yapıyı tutucu davranışı gerçekleştirmektedir. Bu açıdan, düşünceyi cezalandıran normlar, tüm anlamıyla faşist bir düşünce sisteminin ürünüdür. 141-142. maddeler de bu ürünlerden biridir.“[3]

1936 yılında kabul edilmesinden sonra, bu maddeler sık sık değiştirildi. 1951 yılına kadar yapılan değişikliklerde “komünizm”, “komünistlik” kelimesi maddelerin içinde –SSCB’den yardım alabilmek için-yoktu. Ama, komünistler hep bu maddeden yargılanıyordu. Mahkemeler “komünistliği suç” sayarak ceza veriyordu. “Bir cemiyetin diğer cemiyet üzerinde şiddet” ve “vatana ihanet” maddeleri komünistlere de uygulanıyordu. Buna rağmen “komünist beyanamesi dağıtmak” ya da “komünist propaganda yapmak”, “komünist teşkilatlanma içinde yer almak” gibi “suçlar” üretilmiş ve komünist propaganda ve örgütlenme sert bir şekilde cezalandırılmıştır.

TC’nin “anti-komünist” tarihi incelendiğinde, 1922’den itibaren “komünist propaganda” ve “komünist teşkilat içinde yer almak”tan onlaraca insana hapis cezası verilmiştir.

Örneğin, 1932 yılında, bir mahkeme kararı şöyle;

1931 tarihli Komünist Beyannamesini hazırlama, basma ve memleket dahilinde suretlerini dağıtanlara yardım etmek suçundan Üçüncü Kolordu Askeri mahkemesince ACK’nun 94. Maddesi ile hapisine ve ordudan ihracına karar verilmiştir.[4]

1934 yılında da bir başka üsteğmen aynı nedenlerle yargılanmış ve ceza almıştır.

 Ancak, 2. Emperyalist paylaşım savaşından sonra, ABD’nin ve Batılı emperyalistlerin SSCB’ne karşı açtıkları ideolojik, siyasi ve yıpratma savaşından sonra, 1951 yılında Menderes Hükümeti’nin iş başına gelmesinden sonra, maddeler daha net olarak komünizm karşıtlığı kondu.

2. emperyalist savaşın arkasından, ABD ile Türkiye arasında kurulan sıkı ilişki sonrası, anti-kommünist söyelemler ve yazılarda arttı.

Özellikle gerici basın, kitleleri dünyada tek bir “ Rus moskofu” kalana kadar savaşmaya çağırıyordu.

Dönemin burjuva yazar ve gazetecilerinden, Hüseyin Cahit Yalçın, Peyami Safa ve diğerleri, SSCB’nin Hitler faşizmi karşısında zaferini sindirememişlerdi. Hepisi de Hitler Almanya’sının SSCB’ni yenmesini beklerken tersi olmuştu. Hitler Almanya’sı sosyalizm karşısında ağır bir yenilgiye uğratılmıştı.

Peyami Safa:

Komünizm marksist çizgiden çıkarak Stalinst ve yayılmacı bir hal almıştır. Türkiye, Sovyetler Birliği’nin peyk devletleri arasına sokulmaya çalışılmıştır.”[5]

Örneğin, ırkçı yazarlarından Süleyman Nazif;

Dünya’da bir Rusya ve bir Rus kaldıkça bu hakkına ve bu vazifene hürmet et: Hakkın öldürmek, vazifen, gerekirse ölmektir. Türkoğlu!” diye çağrı yapıyordu. [6]

 

Irkçı ve anti-komünist çağrıların peşinden “Moskova gazetesi” olarak ilan edilen Zekeriye ve Sabiha Sertel’lerin gazetesi Tan gazetesinin basıldığı binası yakılıp yağmalanmıştı. Bu yağmalamayı ve yakmayı kınayan akademisyenlerden Behice Boran, Niyazi Berkes ve diğerleri hakkında da hemen soruşturma başaltılmıştı.

İlerici ve demokrat nitelikli gazetelerde “hak”, “hukuk”, “işçi hakları”, “demokrasi” vb. gibi istemleri dile getiren gazate ve yazarlar “komünist paropaganda” yapmaktan yargılanıyordu.

Gerici ve ırkçı Türk “aydınları” anti-komünist çığlıklar atarken, Türk devleti de elbette boş durmuyordu. 2. Emperyalist savaş sonrası “çok partili demokrasiye geçiyoruz” sahtekarlığı fazla uzun sürmeden, kurulan ilerici partileri “komünist propaganda yaptıkları” gerekçesiyle kapatmakta fazla gecikmediler. Bu dönemde kurulan, Çiftçi Köylü Partisi, Türkiye Sosyal Demokrat Partisi, Demokrat İşçi Partisi, Türkiye Sosyalist Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Şefik Hüsnü’nün başkanlığında kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, Hikmet Kıvılcımlı önderliğinde kurulan Vatan Partisi “komünist kişilerce” yönetildiği gerekçeleriyle kapatılmıştır.[7]

1946 yılı içinde, bir çok sosyalist ve ilerici partilerin yanı sıra bir çok işçi sendikası da kurulmuştu. İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, ve Adana’da; şehirlerin ismiyle; “İşçi Sendikaları Birliği” adında sendika birlikleri kurulmuştur. Ancak hepisi de 14 aralık 1946 yılında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılmıştır. Kapatılan, parti, dernek, sendika ve gazete sahipleri ve yazarları da dahil 44 kişi tutuklanmıştır. Tutuklananların arasında, Şefik Hüsnü, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yusuf Ahıskalı gibi dönemin sosylist siyasetçi ve yazarları da vardır.

Sosyalist ve sosyal demokrat nitelikli kapatılan partilerin yanı sıra, kurulan ya da kurulmaya çalışılan bir çok burjuva nitelikli partilerin kurulmasınada ya izin verilmemeiş ya da kapatılmıştır. Burjuvazi, burjuva anlamda da olsa “çoğulculuk” istemiyordu. Çünkü, “çoğulcu” olunca, işçilerde şu veya bu şekilde siyaset sahnesine temsilcilerini çıkarıyordu.

O dönemin iktidar partisi CHP ise, sıkıyönetim komutanlığın aldığı kararı; “ ... kapatlılan partiler, sendikalar ve gazeteler koşullara uyma garantisi verseler de komünizmin temsilcisi durumuna gelmişlerdir...” içerikli, destekleyen ve haklı bulan bir bildiri yayınlamıştır. Yani, kanunlara uymaları önemli değil, onlar “komünist” olduğu için kapatılmayı hak etti diyorlar.

Böylece, ABD güdümlü “çok partili demokrasi” daha doğmadan, “komünizm gelir” korkusuyla sonlandırılmıştır. McChartycilik, ABD’de başlamadan önce Türkiye’de başlatılmıştı.

Örneğin, CHP Konya milletvekili Fikret Silay; 1948 yılında,

Hak ve adalet mefhumlarına sığınarak gizli gizli komünistlik propagandası yaptıkları sezilen yazarlar mevcutur” diyerek, dönemin başbakanı Hasan Saka’dan “önlem alınmasını” istiyordu.[8]

Türk burjuvazisi ve onun siyasi temsilcileri, burjuva demokrasisinin normları içinde olan bazı demokratik hak ve özgürlüklere, “komünizm gelir” histerisiyle hep karşı çıkmışlardır.

CIA’nın “Uzun Tasma Politikası” Türkiye’de bütün hızıyla devam etmiştir.

Komünizmle mücadele ceza kanunu maddeleri olan 141-142’nin içinde, 1951 öncesi, “sınıflar” yokken, bu tarihte yeni bir düzenleme ile “sınıflar” olduğu kabul edildi, ama bu da doğal, olması gereken bir olguymuş gibi topluma sunuldu. Kemalist dönemde, “sınıfsız imtiyasız” bir  “Türk toplumu” varken, 1951’den sonra bunun yerini “sınıflı bir Türk toplumu” aldı. Böylece, Türk burjuvazisi ilk defa sınıflı toplumun varlığını kabul ettiği gibi, burjuva sınıfının eğemenliğini de artık korkmadan dile getiriyordu. Çünkü, uluslararası alanda SSCB’ne karşı emperyalist burjuvazi anti-komünist ideolojik savaşını yükseltmişti.

Burada bir kere daha belirtelim, bütün faşist ideoloji sınıfların varlığını bilinçli olarak kabul etmez. “imtiyazsız, sınıfsız millet” ya da “sınıfsız toplum” olarak öne çıkarır ki, işçi ve emekçilerin sınıf mücadeleleri engellenebilsin. Mussolini ve Hitler faşizminde de “sınıf” kavramı yoktu. Ve bunu ileri sürenler cezalandırılırdı. Aynı şekilde, Kemalizm döneminde “sınıf” kavramı yoktu ve yasaktı.

1951 yılında 141-142. Maddelerde yapılan değişikliklerin en önemlisi de ölüm cezasının getirilmesiydi.

Madde 141:

Sosyasyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerindeki tahkkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya....” diye devam eden madenin sonunda

“Bu kabil cemiyetlerinm bir kaçını veya hepsini sevk ve idare edenler hakkında ölüm cezası hükümolunur.”[9]

Cezanın bu denli ağırlaştırılması, ABD’nin SSCB’ne karşı açtığı savaşın bir sonucuydu. Menderes hükümeti, CIA’nın 1940’ların sonunda başlattığı anti-kommünist savaşa katkı olarak 141-142’nin daha da ağırlaştırılması ve ünlü 1951 TKP yargılamasıdır. Bu, CİA’nın “Uzun tasma Politikası”nın ilk meyveleriydi. Ne var ki, aynı Menderes 1957 yılından sonra, içerdeki kaostan kurtulmak ve bütünüyle ABD’ye bağlı kalmaktan kurtulmak için SSCB’nin kapısını çalmakta fazla gecikmedi. 1960 Temmuz’unda SSCB’ni ziyaret edemeden ABD’nin de açıktan desteklediği 27 Mayıs Askeri darbesi geldi.

 1961 Anayasa’sında da 141-142. Maddeleri olduğu gibi yer aldı. 1951 yılında eklenen “ölüm cezası” aynen korundu. 1961 anayasası kısmi demokratik haklar getirmesine karşın, komünizmle mücadele olduğu gibi korundu ve hatta anti-komünist mücadele daha da sertleştirildi denebilir. Bütün askeri darbe dönemlerinde de bütün demokratik kişi, kurum, örgüt, sendika ve partilere karşı uygulandı. Bu örgütlenemler kapatıldığı gibi yöneticilerine de 141-142’den hapisceza verildi.

Rus sosyal emperyalizmin dağılması ve SSCB kimliğini terketmesinin ardından, TC devletinin ceza kanunu içindeki 141-142. maddeleri kaldırıldı. Ama yerine, onu karşılayan başka maddeler getirildi. “terörle mücadele yasası” bunlardan sadece biri. Komünist olmak, komünist propaganda yapmak, komünist partisi kurmak ve üyesi olmak  “suç” değil, ancak, demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etmek, işçi haklarını savunmak, Kürt ulusunun ayrılma hakkını savunmak, Kürtler üzerindeki her türlü ayrımcılığa karşı çıkmak ve gerçek anlamda komünist olmak “terörist faaliyetler” içine sokularak cezalandırılmaya devam ediliyor.

1950’lerden itibaren kurulmaya başlanan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” (KMD), devletin aktif desteği ile yürütüldü. O dönemde 1961 askeri cuntasının şefi Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, KMD’nin “onursal başkanlığını” da üstlenmişti. Anti-komünizm propagandaları ve komünizme karşı savaş ABD’nin isteği ve desteğiyle daha da hızlanmış, örgütlü hale getirilerek doğrudan devlet tarafından yürütülmüştür.

Bunların dışında CIA’nın Münih’te 1950 yılında kurduğu anti-komünist “SSCB Araştırmalar Enstitüsü”nün bir benzeri, “Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü -TKAE-” adıyla 1961 yılında kuruldu.[10] TKAE, temel görevi Turancılık ve ırkçılıktı. Özellikle’de SSCB toprakları içinde olan Türki cumhuriyetler’de anti-komünist faaliyetleri örgütlemekti. TKAE’nin kurucusu Ahmet Temir ise, 1936-1943 yılları arsında Nazi işbirlikçisi olarak Almanya’da yaşadı. Temir’in görevi; Nazilerin Ostministerium (Doğu Bakanlığı)’na bağlı olarak, Kızıl Ordu’da savaşıp Nazilere esir düşen Türki kökenli askerleri örgütleyip, Nazilerin safında Kızıl Orduya karşı savaştırmaktı. Türk faşist ve ırkçılarının “Türk milliyetçiliği”,  her zaman, kendilerinden üstün gördükleri faşist ve emperyalist ülkelerin hizmetinde olmayı anlamışlardır. Dünde bu böyleydi, günümüzde de böyledir. Sınıfsal ve ideolojik olarak başka türlü de olamaz. Çünkü, faşizm, ırkçılık ve milliyetçilik burjuvazinin, işçi sınıfı ve emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerini yok etmeye karşı en üst düzeyde geliştirdiği anti-komünizmle birleştirdiği karşı-devrimci saldırganlıktır. 30.07.2021



[1] Halit Çelenk, Hukusuz Demokrasi

[2] Resmi Gazete, 1936: 6713, aktaran, Dr. Cangül Örnek, SBF Dergisi, Cilt 69, No.1, 2014, sf. 118, ayrıca bkz. Uğur Alaca Kaptan, demokratik Anaysa ve Ceza Kanunu’nun 14 ve 142’inci Maddeleri. Pdf.

[3] Çetin Özek, 141-142, Sa: 80-82, aktaran: Halit Çelenk age, sf.232-233, pdf.

[4] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nden aktaran; Dr. Ahmet Çelik, “Atatürk Döneminde Türkiye’de Komünist Propagandaya Karşı Alınan Önlemler” Bkz. History Studies International Journal Of History. December 2018

[5] Ahmet Çelik, “Soğuk Savaşın başlarında Türkiye’de Anti-Komünizm Etkisinde Din ve Milliyetçilik”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt: 30, sy. 1, Ocak 2020

[6] Ahmet Çelik, agM

[7] Süzan Ünal; “Türkiye’de 1923-1960 Yılları Arasında Kapatılan Siyasi Partiler” www.dergipark.org.tr.pdf.

[8] Ahmet Çelik, age M.

[9] Resmi Gazete ile ilanı: 11.XII. 1951 – Sayı 7979, kabul tarihi 3.XII.1951. pdf.

[10] İlker Aytürk, The Flagship Insitution of Cold War Turcology/European Journal of Turkish Studies-Social Sciences on Contemporary Turkey/24/2017