31 Mayıs 2013 Cuma

BURJUVAZİ TAHTINDAN İNDİRİLMEDİKÇE.....





BURJUVAZİ TAHTINDAN İNDİRİLMEDİKÇE BİZLERE GÜN YÜZÜ YOK!


Yalnız ölüm kurtarabilirdi beni,
Oysa benim işkencelerimin sonu yok
Zeus tahtından inmedikçe.[1]



Yusuf KÖSE
Direnmek, haksızlıklara baş kaldırmak, ezilenlerin yanında yer almak, insanın, çoluğun-çocuğun, kurdun-kuşun hakkını savunmak, doğayı korumak, özgürleşmenin ilk adımlarıdır. Sessiz kalmak, yanında düşene el atmamak, birlikte hareket etmemek, güçlünün karşısında boyun eğmek, zalime karşı dur dememek, olaylar karşısında duyarsız kalmak, insan düşüncesinin/ruhun köleleşmesinin doruk noktasıdır.

Burjuvazi tahtından indirilmedikçe, hiç kimse rahat yüzü görmeyecek. Hiç kimse yatağında rahat rahat uyuyamayacak ve ertesi gün dinç uyanarak yaşamaya sıcak bir merhabayla başlayamayacak.

Bütün insanlık tarihi, direnenlerin zalimlere karşı mücadele destanlarıyla doludur. Tarih yalnız ve yalnız direneleri yazar, direnenleri kale alır. Gerisi ise, tarihin sayfaları arasında yok olur gider. Çünkü, insanlık tarihini ileriye taşıyan, daima yeniyi ve yeniyi yakalayan, iyi şeyleri yaratan sadece ve sadece direnenlerdir. Gerisi ise direnenlerin peşinden gelir. Direnmeyenler, “etliye-sütlüye” karışmayanlar, ya zalime kul/köle olurlar ya da üzerlerinde ölü toprağı taşırlar. 

Tarih, kitlelerin zalimlere karşı ölümüne mücadeleleriyle doludur. Bizim tarihimizde böyledir. Bir avuç kan emici zalime karşı baldırı çıplakların hikayesidir bu. Küçümsenen, horlanan, cahil olarak görülen, yoksulların, sömürülenlerin, ezilenlerin hikayesidir direnişler. Destanları da bunlar üzerine yazılır. Zalimin “destanı” ısmarlamadır. Direnen halkların destanı ise doğaldır, doğaçlamadır.

Daha dün, Pir Sultanların, Şeyh Bedrettinlerin, Köroğulların, Dadaloğulların direniş hikayeleriyle insanlar zalimlere karşı direndi. Bugün ise, Mustafa Suhpilerin, Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin direnişleriyle ayağa kalktı ezilenler. 15-16 Haziran direnişleriyle yürüdü zalimlerin üstüne işçi sınıfı. Her 1 Mayıslarda daha bir kalabalıklaştı işçiler, emekçiler.

Kürtler, diğer milliyetlerden halklar katliamlara, yok edilmelere, yok sayılmalara karşı silaha sarıldı. Kıyımlardan geçirildiler. Ama yılmadılar, yenildikleri yerde yeniden yeniden doğruldular. Direndiler, zalimlerin fermanlarını dağ başlarında, meydanlarda, zindanlarda  yırtıp attılar. Onar onar, yüzer yüzer, biner biner öldüler, ama onurlarını zalimlerin ayaklarının altından çekip aldılar. Bu da haramilere dert oldu.

Bu ülkenin işçileri 15-16 Haziran’larda tankların üzerine üzerine yürüdü. Kızıldere’de teslim olmadı, 6 Mayıslarda darağaçlarında cellada aman dedirdi. 18 Mayıslarda zindanlarda işkencecilerini yendi. Bu ülkenin halkları, daha nice adsız kahraman kızlarını ve oğullarını bu savaşta yitirdiler. Ama, yenilmediler. Bu ülkenin devrimcileri bir kere olsun “of” demeden, düşmanın üstüne üstüne yürüdü. Ve bugün tarih onları konuşuyor, onları yazıyor ve onların destansı direnişlerini kuşaktan kuşağa taşıyor.

Bir avuç sermaye kudurmuşcasına saldırıyor emekçilere her yerde. Okullarda, işyerlerinde, meydanlarda,  derelerinde, tepelerinde. 

Sermayenin uşakları, dün 1 Mayıs’ta Takism’de saldırdı. Bugün yine Taksim’de saldırıyor. Ancak, ezilenler her yeri Takisme çevirdi. Nasıl 1 Mayıs’ta bütün kentler 1 Mayıs alanı olmuşsa, bugünde her yer düşmana inat Takism alanı oldu. 

Sermaye ve onun tasmalı uşağı AKP, soluksuz bırakmak istiyor işçileri ve emekçileri. Eline geçen her şeyi satıyor, metalaştırıyor, ranta çeviriyor. Kurdu-kuşu, ağacı, akan dereyi ve yeşili savunan insanlara tüm faşist gücü ve zihniyetiyle saldırıyor. İnsanı insan yapan değerlere, doğayı doğa yapan özlere saldırıyor. 

Zalim, zalime sığındıkça kitlelere saldırır. Bugün bir zalimin adını köprüye, caddeye veririr, yarın bir zalimin adına katliamlar yapar.

Burjuvazi tepemizde oturup tepinmeye devam ettiği sürece, biz işçi ve emekçiler ezilemeye, sömürülmeye ve zulümlerden zulüm beğenmeye zorlanacağız. Bunlar tepemizde durdukları sürece, bizlere asla ve asla gün yüzü göstermediler ve göstermeyeceklerdir. Prometheusen çektiği acıları bize de çektirmeye devam ediyorlar ve edeceklerdir.

Buna karşı direnmek ve örgütlenmek, yine ezilenler olarak birleşmek, örgütlenmek ve direnmekten başka seçeneğimiz; hayatı zalimlerin elinden çekip almak istiyorsak, örgütlenmek ve direnmekten başka yolumuz yoktur.

Nerde olursa olsun, en küçük bir direnişi büyütmek, çoğaltmak ve yeniden çoğalmak, Taksim’de çoğaldığımız gübü hızlıca çoğalamak, aynı karıncalar gibi, birimiz düştüğünde toprağa, düşenin yerini almak, zalimleri kendi kaderleriyle yalnız bırakana kadar çoğalmak zorundayız. Çünkü biz, karıncalar kadar çok, ormanlar kadar kardeşiz. Bu nedenle öldürülmekle  türkenmiyoruz. Biz birleşerek direndikçe, haramiler azaldıkça azalacaklardır.

Hayatımızı bizden çalanlara karşı hayatımızı ve gelecek kuşakların hayatlarını geri almak için: Birleşerek, örgütlenerek direnmeli, vuruşmalı ve kazanana kadar savaşmalıyız! 31.05.2013

***


[1] Tülin Öngen‘in  “Prometheusun Sönmeyen Ateşi” kitabından. (Ayrıca bkz. Azra Erhat’ın Mitoloji sözlüğü)

20 Mayıs 2013 Pazartesi

SERMAYE HUZURU NEREDE BULUYOR?


Bu, sermayenin intiharının fotoğrafıdır!

 
Sermaye, çocuğu kurtarmayı değil, önce ondan ne kadar para kazanacağını düşünür.
 Böyle yaptığı içinde bu fotoğrafı çeken fotoğrafçı gibi kendi intiharını hazırlar.
 
 
 
 
SERMAYE HUZURU NEREDE BULUYOR?

 

 

Yusuf KÖSE

Bilinen bir gerçek var: Burjuvazi, deyim yerindeyse, varlığını huzursuzluğa borçludur. Bu huzursuzluk, kitlelerin sermayeye karşı olan huzursuzluğundan farkılı olanıdır. Ezilen kitlelerin kendilerini huzursuz edenleri huzursuz etme yerine, kendi kendilerini huzursuz etmeleridir.

Emek-sermaye arasındaki çelişki temel bir huzursuzluk, daha çok da işçi ve emekçilerin burjvaziye karşı huzursuz olmasını sağlayan en önemli olgulardan birisidir. Burjuvazi, bunu bildiği için, emek-sermaye çelişkisini öteleyerek, kitleler içinde daha farklı çelişkiler –dinsel, mezhepsel, ulusal aidiyet vb.- yaratmaya çalışarak “böl ve yönet” politikasını uygular. Bunu yaratamadığı zaman, işçi sınıfının ve emekçilerin sınıf bilinciyle ve bu bilinçten doğan direnişlerle karşı karşıya kalır. Bu ise, tüm sermaye çevrelerin korkulu rüyasıdır. Onların tek korkusu; örgütlenmiş, az çok sınıf bilinciyle donanmış yığınların ayağa kalkmasıdır. Ve bu yığınları örgütleyen sınıf örgütleri ve esas olarak da kitlelerle kaynaşmış işçi sınıfının sınıf bilinciyle donanmış partileridir.

Burjuvazi, tarihi boyunca hiç bir zaman sınıf örgütlenmelerini savunmadı. Emperyalizmle birlikte ise en gerici dönemine girdi. Gericilik adına ne varsa üstlendi ve gericiliği kitlelere “ilerici öğeler” olarak sundu.

 1970’lerden sonra, (sosyalist ülkelerin tarihsel yenilgisiyle beraber) özellikle de 1980’lerden itibaren kitleleri huzursuz etmek için yoğun bir çaba harcadı. Kitleleri kendi sınıf gücünden yoksun bırakarak etkisiz hale getirmenin yolu; sınıf örgütlenmesini, sınıf mücadelesini geri plana itip, esas olarak burjuvaziye değil, tersine burjuvaziyi güçlendiren, fakat kitlelerin kendilerine zarar verecek olan dinsel, mezhepsel, ulusal vb. çatışmaların içine sokulmasıdır.

Bin yılların gerici dinsel kültürüyle beslenen kitlelerin, dinsel gerici gücün etki alanının içine yeniden yeniden girmesi çok zor değildir. Özellikle sınıf bilincinden yoksun kitlelerin yoksulluktan, ezilmişlikten ve de horlanmışlıktan kurtulmanın yolu olarak din vb. gerici öğeleri kabullenmeleri, sınıfsal kurtuluştan daha önce gelebilmektedir. Kitlelerin üzerindeki bu ölü toprağın, tarihsel gerici mirasın, tarihsel şekillenmeyle yakından ilgisi olduğu gibi, tarih boyunca gericiliğin ve günümüz burjuvazisinin sürekli bu tür gericilikleri kitlelere empoze etmelerinin rolü küçümsenemez. Bu olgu, kitleleri gerçek kurtuluşlarından uzaklaştırıcı ve kendi kendilerine yabancılaştırıcı bir siyasal-ideolojik unsur olarak varlığını sürdürmüştür. Marks’ın; “ölülerimizin bize miras olarak bıraktığı bir kabus” olarak nitelendirdiği şey de budur.

Kitlelerin, dinsel, ulusal vb. gerici kimliklerin içine sokulması ve bu aidiyetlar üzerinden kurtuluşlarını aramaları, kendi kendilerini bitirmeleri, kendi gerçek kurtuluşlarına yabancılaşmalarıdır. Burjuvazinin istediğide budur. Burjuvazinin kabusu, örgütlenmiş işçi ve emekçilerin burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi vermeleridir. İşçi ve emekçilerin kendilerini bitiren kabus ise, sınıfsal olmayan kimlikler içinde birbirlerini elimine etmeleri, bir başka söylemle birbirlerini boğazlamalarıdır. Bu ise, kitlelerin, kendi özgürlüklerini kendi elleriyle boğmalarının adıdır.

Emperyalist burjuvazi, 1970’lerden itibaren Müslüman halkları “yeşil kuşak” dediği gerici projenin içine soktu. Yani, müslüman halklarını birbirine kırdırarak, kendi sömürü ve egemenliğini pekiştirmek. Bunu ise, o ülkelerdeki gerici yönetimler vasıytasıyla yaptı ve yapmaya devam ediyor. Türkiye’de AKP’de bu politikanın ürünü olarak doğdu, beslendi ve geliştirildi. AKP, Ortadoğu’da, kadim ABD uşağı İsrail bir kenera bırakılırsa, müslüman ülkelerde  Mübarek’ten sonra ABD’nin en sadık uşaklarından ve beslemelerinden biri haline getirildi.

Emperyalist sermaye ekonomik krize girdiğinde beraberinde siyasal bunalımın içinede giremiyebiliyor.. Bu ikisinin birlikte olması, kitlelerin devrimcileşmesini de beraberinde getirecektir. Ne var ki, burjuvazi, siyasal bunalımını kitleleri bir birine karşı kırdırarak aşıyor. Bunu Ortadoğu’da en iyi şekilde yapıyor. Kitleleri birbirine kırdrmanın pilot politik alanı burasıdır demek, pek de yanlış olmayacaktır. Emperyalist sermayenin krizi aşmanın yollarından bir olarak Ortadoğu kullanılıyor. Bugün yine Ortadoğu emperyalistler arası çatışmanın odak noktası olarak varlığını sürdürüyor.

Bugün dünyada birbirini boğazlayan halklar müslüman ülkelerde daha çok oluyor. Gericilik buralarda diz boyu. Kendine “allahın askeri” diyen bir kişi, rahatlıkla düşman belletilen kişinin kalbini ya da ciğerini çıkarıp yiyebiliyor. Bu tür unsurlar, bu denli insani kimliğine yabancılaştırılmış ve insani kimlikten uzaklaştırılmıştır. Hayvanlar, karınlarını doyurmak için avını öldürür. Bunlar ise, “allah” belledikleri emperyalist burjuvazinin ya da uşaklarının hizmetinde  onların isteklerini yerine getirmek için “cihat” yapıyorlar. Gericiliğin sınır tanımadığı nokta da burasıdır. Adı ne olursa olsun, gericilik, emperyalizmden bağımsız ele alınamaz. Onun, ya dolaylı ya da direkt hizmetindedir. Bugün Suriye’de “cihat” yapanlar, emperyalist burjuvazinin ve uşaklarının direkt hizmetinde paramiliter güçlerdir. Onlar, Suriye’de ezilen yığınların kurtuluşu için Esad gericiliğine karşı savaşmıyorlar, tersine, emperyalist burjuvazinin çıkarlarını egemen kılmak için kitleler üzerinde vahşet üretiyorlar.

Reyhanlı’da olan da bu vahşetin küçük bir parçasıdır. Bu vahşet, Reyhanlı için büyük, ancak dünyada olanlar için ise küçük bir parça. Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Türkiye ve daha bir çok müslüman ülkelerde ya da Afrika’nın geri ülkelerinde, Latin Amerika’nın paramiliter güçlerle korunan modern Latifundialarında yaşananlar, Çin, Hindistan ve Bangaldeş ve daha bir çok Güney Asya ülkelerindeki köle işçilerin ve köle işçi çocukların varlığı, emperyalist ve yerli (!) sermayenin çıkarlarından, onların politikalarından ayrı ele alınamaz. İşte, genel anlamda sermayenin huzuru budur. Kitleler için huzursuzluk olan; can güvenliği, yoksulluk, her türlü alçaltılma ve aşağılanma, burjuvazi için ise gerçek bir huzurdur. Burjuvazi sermayesini böylesi koşullarda büyütüyor ve krizini bu tür yollarla atlatmaya, egemenliklerini bu yollarla kitlelere kabul ettirirmeye çalışıyorlar.

Irak savaşının arifesinde o zamanın ABD dışişleri bakanı Powell’in, “maliyetimiz en fazla 9 bin ABD askeri olacak” demesiyle, C. Çandar vb. gibi kirli mendillerin Reyhanlı’ı vb. burjuvazinin kitle katliamlarını “maliyet” olarak hesaplamaları, sermayenin kitlelere bakış açısının dışa vurumudur. Aslında, bunların “maliyet” dedikleri de ölen insanlar değildir. O olay sırasında sermayenin giderleridir. Çünkü sermaye için her şey metadır. Bu nedenle, burjuvazi de insani bir his aramak, daha baştan her şeyi kaybetmek demektir.

Şu anda Avrupa’daki halkların huzuru pek kaçıtrılmıyor. Ancak, buralarda da sınıf mücadelesi geliştiğinde ya da emperyalist sermayenin ekonomik-siyasal krizi derinleştiğinde, diğer ülkelerde izlenen politikalar buralarda da izlenecektir. Tarih bunun tanıklığını yapmıştır.

Kürdistan’da savaş sürerken, Türk sermaye kesimi büyümüş ve oldukça palazlanmıştır. Yine ABD Afganistan, Irak vb. ülkeleri işgal ederken, ABD burjuvazisi sermayesine sermaye katar. Egemenlik ve sömürü alanlarını genişletir. Yani, söz yerindeyse, savaş burjuvaziye antibiyotik ilacı gibi gelir. Bu nedenle de, bunların huzur bulduğu ortam; kitlelerin birbirini boğazlamaları ve kitlelerin üzerine tonlarca bomba atmalarıdır. Eğer, “savaş çıkacak” sözü dahi, burjuvazinin kumarhanesi borsalardaki endekslerin yükselmesini sağlıyorsa, katilin kanlı gömleğinin nerede aranması gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkar.

Burjuvazi, bugün meydanlarda at oynatıyorsa, her atrafta savaş çıkartabiliyorsa, bu sınıf mücadelesinin geriliğinden kaynaklanıyor. Sosyalizmin kitleler üzerindeki etkisinin olmamasından kaynaklanıyor. Kitlelerin yoksulluğu, devrimci direnişe her zaman yol açmıyor. Kuzey Afrika (Tunus, Mısır vb.) ülkelerinde olduğu gibi, kitlelerin hoşnutsuzluğu ya da direnişleri, sınıf örgütlerinin önderliğinden yoksun olunca rahatlıkla başka kanallara aktarılabiliyor. Bu aynı zamanda sosyalizmin kitleler üzerinde etkisinin olmamasından ya da da ha geri düzeyde oluşundan ileri geliyor.

Bütün bunlara karşın, sosyalizm olgusu, sınıf mücadelesi olgusu ve emek-sermaye çelişkisi bir gerçektir. Emek-sermaye çelişkisi her an sınıf çatışmasını üreten sosyal bir gerçekliktir. Bunun siyasal alana yansıması, bunun kitlelere yansıması, yansıtılması gerekiyor. Sermaye, kitleleri bir birine kıradırarak huzur bulurken, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenlerde örgütlü sınıf mücadelesi çerçevesinde hareket ettiklerinde, sermayenin huzuru kaçarken, kendi huzurlarını kazanacaklardır. Yani, kendi iktidarları sosyalizmi kazanacaklardır.

Burjuvazinin kitleler karşısında en büyük silahı, yalandır ve  yalanlar etrafında örgütleyerek onları kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda çatıştırmak ve ehlileştirmektir. Devrimcilerin ise en büyük silahı gerçeklerdir. Kitlelerin kendi gerçeklerini kitlelere taşımak ve onları sınıf mücadelesi doğrultusunda örgütleyerek mücadeleye sevk etmektir.

Sınıfın öncülerinin ve ileri unsurlarının sosyalizme olan inancı geliştikçe, işçi sınıfının ve emekçilerin sosyalizme inancı yendien kazanılacaktır. Sosyalizme inanmayanlar, yenilgi döneminde kalarak, onunla yatıp onunla kalacaklardır. Bu da burjuvazinin kitleleri ideolojik-siyasal olarak manipüle etmesine hizmet edecektir. Çünkü direnmeden kazanmanın, çatışmaya girmeden ise karşı-devrimin kalelerinin yıkılma şansı hiç yoktur. 20.05.2013

***

1 Mayıs 2013 Çarşamba

“CEHENNEMİN GİRİŞ KAPISI”NI YIKAN



O’nun yolunda düşen yoldaşlarımın anısına...


“CEHENNEMİN GİRİŞ KAPISI”NI YIKAN KAYPAKKAYA
VE
ONUN ÖĞRETTİKLERİ...

Yusuf KÖSE

Doğanın bahar üretkenliğiyle, işçi sınıfının sınıf ruhunu haykırdığı 1 Mayıs’ıyla; Mayıs ayı, Kaypakkaya ayı desek, diğer aylar gücenir mi bilmiyorum. Bilinen bir şey varsa, o da, Kaypakkaya’dan öğrenmenin ayı ve günü olmadığıdır. 

Kaypakkaya’yı Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) 40 yıldır okuyor ve ondan öğrenmeye devam ediyor. Bu ne bir abartı ne de bir övgü gereksinimidir. Bunun böyle olmasının nedeni: Kaypakkaya’nın felsefesi diyalektik materyalizm, bilimi ise tarihsel materyalizm oluşudur. Genç yaşına rağmen, bu bilgilerle ve içinde olduğu devrimci pratikle an ve an kendini geliştiren Kaypakkaya, MLM teroi ile donadıktan sonra, kendinden emin bir şekilde, ne yaptığını bilen ayaklarını sağlam yere basan birisiydi. 

Kaypakkaya, 1970’lerin başında TDH içine bir ışık gibi sızmış, Türkiye işçi sınıf içindeki oportünizm ve revizyonizmin üzerine ise adeta bir meteor gibi düşmüştür. Ve bundan sonra, TDH içindeki ideolojik, siyasal ve teorik tartışmaların seyri de içeriği de değişmiştir. Materyalist epistomolojik tartışmanın niteliği ise küçük burjuva entellektüellerin akademik tartışma aracı olmaktan çıkarılıp, proletaryanın sınıf mücadelesini aydınlatır bir duruma getirilmiş; “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” Leninist ilkesi, yeniden, devrimci militanın kitleleri mücadeleye sevk etmenin yol gösterici ışığı omuştur.

 Marksizm, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde yerli yerine oturmaya başlamıştır.

Kaypakkaya; Marksist teoriyi, ülke içinde ayakları üstüne diken bir komünist önderdir, demek, öznelci bir yaklaşım değildir. Bunu, 1972’lere kadar TDH içinde tartışılan  konular ve bunların içerikleri dikkate alınırsa, bu belirlemenin hiç de aşırıya kaçmadığı kendiliğinden anlaşılır.

Kaypakkaya’dan önce, reforumculuk ile sosyalizm arasında gidilip geliniyordu. Marksist teori, kah  sosyal şovenizm güzergahında, kah kemalizm şakşakçılığında kah ise sınıf uzlaşmacılığı bataklığında boğuluyordu. İşçi sınıfının ideolojik, siyasal ve örgütsel önderliği ise halkçılıkla yer değiştirmişti. Kaypakkaya’nın görüşlerinin gün yüzüne çıkmasıyla, TDH; bilimsel sosyalizm, işçi sınıfının ideolojik siyasal ve örgütsel önderliği, sınıf mücadelesinin kesintisiz sürdürülmesi ve özel mülkiyetçi sistemin bütünüyle ortadan kaldırılması tartışmalarıyla yakından tanışmıştır. Daha açıkcası, TDH içinde, Marksist bilgi teorisini kavrayış ve onun pratik anlamı gerçek yerine oturmaya başlamıştır. 

TDH içinde yer alanlar, Kaypakkaya’ya kadar, “Kemalist Kadro Okulu”nun burjuva entellektüellerinden ve siyasetçilerinden ciddi bir şekilde etkilenmişlerdi. Özellikle o dönemin T”K”P’sinden devşirme “kadro”lar sayesinde, burjuva Türk devletinin niteliği “ilerici” ve hatta “devrimci” olarak ezberlettirilmişti. Kaypakkaya, bunalara bir set çekti. Bu düşüncelerin Marksist değil, burjuva düşünceler olduğunu açık bir şekilde ortaya koydu. Marksizm ile sınıf uzlaşmacılığını birbirinden ayırdı. 

1970’lerin TDH, daha çok da, Kemalizm, burjuva devletin niteliği, Kürt ulusal sorunu gibi konularda, o güne kadar tanık olmadıkları bir düşünce sistematiği ile karşı karşıya kalarak, yer yer sert karşı koyuşlarla Kaypakkaya’yı dıştalamaya çalışmıştır. Ancak, süreç içinde, bazan utangaçca, bazan ise bilerek ve öğrenerek, kendi hata ve eksikliklerini, Kaypakkaya’nın doğrularıyla tamamlama yolunu seçmişlerdir. Bazıları ise, büyük “marksistler” kisvesine bürünerek, onu görmezden gelip, ama onun düşüncelerini kendi düşünceleri olarak yarım-yamalak da olsa “teorilerine” geçirmişlerdir.

1990’lardan sonra, bazıları da var ki; (bunlar, M. Suphi’den sonraki T”K”P gelenekçileri ve devamcılarıdır) sınıf uzalşmacı teroileri terk etmeyerek, işçi sınıfı içine oportünist öğeleri itelemeye devam ediyorlar. Haksızlık etmemek için, bunlar da, “burjuva Kemal”in iç yüzünü, Türk devletinin niteliğini, Kürt ulusal sorununa bakışlarını, eskiye oranla kısmen de olsa olumlu anlamda değiştirdiler. Ancak, hala Kaypakkaya’yı “çok aşırı” bulmaya devam ediyorlar. Çünkü Kaypakkaya’da sınıf uzlaşmacılığı teorisi yoktur.

Bazıları da var ki, Kaypakkaya’nın “maoculuğu”nu çok “iğreti” bulurlar. Bu tür argümanlar ve de teroik girişimler; Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan en önemli nesnelerden birini Kaypakkaya’dan alarak içini boşaltama denemeleri ve küçük burjuva kırılmalarıdır.

Kaypakkya’nın TDH katkıları salt bunlarla sınırlı olmayıp, esas olarak da, işçi sınıfının öncülüğünü net olarak ortaya koyarken, proletaryanın öncü örgütü olmadan iktidarı alamayacağını; işçi sınıfının öncülüğünü halkçılığa indirgeyen ya da proleter öncüsüz halkçı devrimci anlayışları eleştirmiş ve anti-MLM olduğunu belirtmiştir. Kaypakkaya’nın en büyük katkılarından biri; Marksist teoriyi halkçı düzeye indirgeyen 50 yıllık revizyonist-oportünist anlayışı mahkum etmesidir. Bu bağlamda, Kaypakkaya, komünist ve devrimcilerin işçi sınıfına ideolojik-siyasal yabancılaşmasını kırmıştır.

Kaypakkaya’nın teorisi bütünlüklüdür. Onda eklektizm yoktur. 

Kaypakkaya; TDH’ne, “devrimci ihtilalciliğin”, işçi sınıfının teorisiyle donanmadığı zaman, halkçı devrimcilikten ileri gidemeyeceğini, anti-emperyalist ve “yurtseverlik”le sınırlı kalacağını da göstermiştir. Özellikle de, işçi sınıfıyla burjuva sınıfı arasındaki antagonist çelişmenin realitesinin, hayatın her alanına yansıdığının görülememesi, işçi sınıfının kendi sınıf realistesinin inkarı olmuştur. Kaypakkaya, 50 yıllık birikmiş ve küllenmiş bu inkarı kıran komünist bir önderdir.

TDH’nin bütün olumlu ve olumsuz yanlarına karşın, son 40 yıl içinde Kaypakkaya’dan çok şey öğrendikleri bir gerçektir. Bunu inkar edenler varsa, öğrenmediklerini açıkalmaları gerekiyor. 

Kaypakkaya, proletaryanın kızıl bayrağını hep yukarılarda taşıdı. Onun kızıl rengini lekelemek isteyenlere karşı MarksistLeninistMaoist teori ışığında proleter disiplin ve kararlılıkla karşı koydu.

***

Kaypakkaya, TDH içinde yetişmiş bir militan olarak, onun halkçı yanlarından etkilenerek devrimcileşmişti. O, Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’yu okudukça, görüşleri, süreç içinde, TDH’nin geleneksel görüşlerinden ayrılmaya, yerli yerine oturmaya başlamıştı. Marksist teorik derinliğin ve bilmsel bilginin kendisindeki gelişmine koşut olarak, Kaypakkaya’yı TDH’nin halkçı teorisinden kopuşu esas olarak 15-16 Haziran İşçi direnişi yaratmıştır. 

Devlet zoruyla bastırılan işçi hareketi, Kaypakkaya’yı zorunluluğun bilincine vardırırken; özgürlüğünde, zulüm yuvası devletin, yine işçi sınıfı önderliğinde köylülerin ve tüm ezilen emekçilerin zoruyla yıkılarak  kazanılabileceği bilincini yarattı. İşçi hareketinin bu gelişimi; Kaypakkya’da, devletin niteliğine, Kemalizme, ulusal soruna ve işçi sınıfının önderlik sorununa yaklaşımında, nitel bir bilinç sıçraması yarattı ve düşünceleri bütünüyle değişerek Marksist bir rotaya oturdu. Kaypakkaya’nın o süreçte, içinde yer aldığı (TİİKP)[1] örgütüne karşı Marksist içerikli ilk ciddi eleştirileri bundan sonra başlamıştır

Nasıl Marx, işçi sınıfının biliminin yaratırken “bilimin eşiğinde, cehennemin giriş kapısında” bilinciyle hareket ettiyse, Kaypakkaya’da, 50 yıllık sınıf uzlaşmacı oportünist teoriler karşısında, cehennemin giriş kapısını kırarark adımını içeriye atmıştır. İşte bundan sonra, TDH’nin bir çok temel ideolojik-siysal konularda ezberi bozulmuştur. 

Nasıl ki, “maddi yaşamın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel yaşam sürecini koşullandırı”yorsa (Marx), komünist militanlığı belirleyen de; işçi sınıfının sınıf bilinciyle ve onun sınıf çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi ve bunu yaşama geçirmeyi zorunlu kılar.

Kaypakkaya’yı yaşadığı tarihsel mitin içinde bırakarak, onu ileri taşımamak, onun yaşayan düşünceleriyle çelişir. Çünkü o, işçi sınıfının alegorik bir miti değil, düşünceleriyle yaşayan bir öznesdir. 

Kaypakkaya, okuyan, öğrenen ve öğrendiklerini pratiğe geçirmeye çalışan ve kendini kendi hataları üzerinde de eğiten komünist bir kişilikti. O, düşüncelerini yüksek sesle söyleyen ve hatalarını yüksek sesle kabul eden, doğruları ise anında alan bir işçi sınıfı militanıydı. O, kitlelerin hem öğretmeni hem de öğrencisiydi. O nedenle de hatalarını gördüğü anda düzeltme yolunu teredütsüz seçmiştir.

Kaypakkaya, insanlığın, tarihin öte yanından alıp kendi boyunlarına takarak bugüne taşıdıkları kölelik halkası olan özel mülkiyet sistemini, işçi sınıfının gücü ve bilimiyle yıkılacağına inanmıştı. Düşmanın karşısına da bu inançla çıkarak, onu kendi ininde mağlup etmesini bilmiştir.

Kaypakkaya’dan öğrenmek; onu olduğu gibi savunmak değil, onun eksik ve hatalarını da ortaya koymaktan kaçınmamak olmalıdır. Kaypakkaya, kendinden önceki devrimci kuşağa aynen böyle yaklaşmıştır. Eksik ve hataları görmezden gelmeden, onların üstüne üstüne giderek, kendi doğrularını yaratabildi. Kaypakkaya, böyle bir özelliğe sahip olmasaydı, bugüne ulaşamazdı. Onu yaşatan, onu tartıştıran ve onun düşüncelerini devrimci-komünist militanlarda yol gösterici bir öğe yapan; hiç kuşkusuz, devrimci teorinin bir doğma değil, bir eylem kılavuzu olmasındandır.

Kaypakkaya’nın doğruları kadar eksikliklerini de ortaya koymak, onun öğretilerinin canlılığının bir gereğidir. Kaypakkaya’yı 40 yıl öncesinde dondurmak, Kaypakkaya’ya yapılan bir haksızlıktır. 

Kaypakkaya’nın en büyük hatalarından biri, ülkeyi, “yarı-feodal” değerlendirmesidir. Kendi araştırması olan “Çorum ve Kürecik”in ekonomik araştırması ve analizleri, bilimsel bir yöntemle ele alınmasına karşın, Türkiye için aynı yöntemden hareket etmemiştir.

Sosyo-ekonomik yapıdan hareketle, ülkede devrimin yolunu “Halk Savaşı” olarak belirlemesi, öznelciliğin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda, Türkiye devriminin gelişimini Çin Devrimi gibi gelişeceğini varsayarak şablonculuğa düşmüştür.[2]

Kaypakkaya, o (12 Mart cuntası) süreçte siyasal durum değerlendirmesini ve özellikle de  “işçi ve köylülerin büyük çoğunluğu silahlı mücadeleyi kavramıştır” saptaması, sosyal gerçeklikle uyuşmuyordu. Kaypakkaya’yı, yerelden bağımsız, böylesi öznelci saptamalara götüren,  o günün dünya konjonktüründeki işçi, emekçi ve ezilen ulus hareketlerindeki gelişmelerdi. 

Genç bir komünistin bu tür hatalar yapması anlaşılır bir şeydir. 24 yaşın son beş-altı yılını, okuyarak, yazarak, eylemlere katılarak; örgütlü mücadele içinde o günün sınıf mücadelesi tarihi onu öne çıkarmıştır. İşçi sınıfı hareketi içindeki oportünizme karşı mücadelesinin bir ürünü olarak, işçi sınıfının öncü örgütünün kurulmasına önderlik yapan bir komünistin, kendi teorisini sosyal gerçekliğin mihenk taşına aktaramadan, aktardıklarını ise sorgulayamadan katledilmesi; eksik ve hatalar ona değil, onun yükseklerde tuttuğu bayrağı taşıyanların hanesine yazılır.

Bu nedenle, Kaypakkaya’nın, kuru ve sosyal gerçeklikten uzak soyut övgülere gereksinimi yoktur. TDH içinde, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde onun yeri ölümsüzleşmiştir. Türkiye ve Kürdistan devriminin bayrağında Kaypakkaya’nın yeri her zaman olacaktır. Kaypakkaya’nın gereksinimi; onun sınıf bilinçli duruşunu anlamaya, düşüncelerini yaşayan bir organizma gibi eylem kılavuzu olarak ele alıp, ilerletmeye, bugüne ve yarınlara taşımaya gereksinimi vardır. Kaypakkaya, öğrencisi olduğu öğretmenlerine karşı böyle yaklaşmıştır. Kaypakkaya’nın öğrencilerinden de öğretmenlerine böyle yaklaşmak beklenir.


[1] TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi-Köylü Partisi)
[2] Kaypakkaya’nın bu hatalarını; “Tarihin önünde Yürümek”  (EL Yayınları, Nisan 2013) kitabımda ele aldığım için burada kısa notlar halinde geçiyorum.