27 Ocak 2019 Pazar

KAPİTALİZM VE DOĞA



25 Ocak 2019 Berlin



KAPİTALİZM VE DOĞA


Yusuf KÖSE

Bir lise öğrencisi kızın, doğanin hızla bozulmasına dikkat çekmek için İsveç parlementosu önünde başlattığı „Fridays for Futura“ (Gelecek İçin Cuma Günleri) eylemi; Avrupa çapında öğrencilerin sahiplenmesiyle, iklim eylemleri yaygınlaşarak büyüyor.1

Ortaokul, lise ve üniversiteli gençlerin „Bizim Geleceğimizi Çalıyorsunuz“ çığlıkları ve her cuma yapmaya başladıkları „İklim Grevi“ eylemlerini, kapitalistlerin ciddiye alma olasılığı yok. Ciddiye alır gibi gözükmeleri, kitlelerin tepkileri yanı sıra, dünyanın iklimsel bozulmasının geri dönüşümsüz oluşunun bilimsel verilerinin artık inkar edilemez oluşundandır.

Gençler kendi geleceklerini karanlık gördükleri için, geleceklerinin kirlenmesine ve çalınmasına karşı mücadele etmelerinden başka çareleri yok. Bunun farkındalar. Kapitalist sistem var olduğu sürece, doğanın katledilmesi önlenemez.

Kapitalistlerin, artı-değer elde etmek ve birbirleriyle ölesiye rekabet etmeleri nedenyile, gözlerinin „kăr“dan başka bir şeyi görme olasılığı söz konusu değildir. Kapitalizm kendi kirlettiği, tahrip ettiği ve katlettiği doğayı koruyamaz. Çünkü kapitalizmin ekonomi-politiği, doğanın aşırı tüketilmesini, tahrip edilmesini ve ekolojik dengenin geri dönüşümsüz bozulmasını koşullar.

Kapitalizm, tüm canlıların sadece „geleceğini çalmıyor“, tersine onu yok ediyor ve öldürüyor. Kapitalist sistemin devam etmesi, her geçen gün dünya üzerinde yaşayan tüm canlıların da hızla yok olmasına neden olmaktadır. Öğrencilerin; „kapitalizm yaşatmaz öldürür“ diye meydanlarda haykırması bundandır.

Burjuvazinin en kalantorları her yıl olduğu gibi, bu yılda Davos’ta (22-25 Ocak 2019) „kapitalizmi kurtarma“nın yanında daha fazla palazlanmanın, daha fazla artı-değer elde etmenin ve elbette bununla beraber daha fazla doğayı yok etmenin planları için çokça konuştular. Gündemlerinde olan „İklim“ ise, aslında kendi ekonomi-politik iklimlerinden başkası değildi.

Kapitalizmin doğayla ilişkisi, onu daha fazla nasıl sömüreceği ve tüketeceğiyle ilgili olabilir. Doğayı korumak, ekolojik dengeleri bozacak üretimin durdurulması ve doğanın tahribatının önlenmesi konuları tekelci burjuvazinin gündemleri dışında kalır. Bu tür konuları, kamuoyunu oyalama ve aldatmak için yüksek maaşlı memurlarına basın açıklaması olarak bırakırlar. Doğayı katledenlerin, doğa koruyuculuğu, ağzında peynir olan Karga ile Tilki maslı gibidir. Burjuvazinin, „doğayı koruma “ politikası, doğanın hala canlı kalan son kalıntılarını nasıl yutacağı üzerindedir. Bu nedenle olacak ki, doğaya en fazla zarar verenler, doğaya en fazla karbon salan 1500 aşkın özel jetleriyle Davos’a teşrif etmişler.

 

BM İklim Protokolleri ve Yalanları

BM (Birleşmiş Milletler) nezdinde 11 Aralık 1997’de, Japonya’nın Kyoto kentinde çevrenin korunması için; üçüncüsü düzenlenen, „Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi“ 2005 yılında yürürlüğe girmesi şartıyla imzalandı. Ancak, bu sözleşmeyi ABD imzalamasına karşın uymadı. Doğayı en fazla kirleten ve zarar veren ABD emperyalizmi, insanlığa adeta meydan okudu ve okumaya devam ediyor. Kanada ise önce „uyacağını“ söyledi, daha sonra ise bu protokoldan imzasını geri çekti. Çünkü Kanada tekelleri bütün ülkelerde doğaya en fazla zarar veren ve zarar verici faaliyetlerde bulunanlar olarak bilinmektedir.
Kyoto Protokolünün en önemli özelliği, atmosfere karbon salınım oranını 1990 yılının düzeyine çekmeyi öngörmesiydi. Elbette, bunun yarıya düşürülmesi bir yana, her yıl atmosfere karbon salınımı daha da arttı ve bilim insanları sıcaklığı „1,5 santigrat“2 (endüstriyel öncesi duruma göre) ile sınırlanmasını önermek zorunda kaldılar. Eğer iki dereceye çıkarsa sıcaklık, „hepimiz batacağız“ uyarısında bulundular.

Doğanın kurtuluşu, insanın sömürü ve sınıfsal baskıdan kurtuluşundan ayrı değildir. „Bilim İnsanları“ öncelikle buna işaret etmelidir. Kapitalist ekonomi sürdükçe, dünya ısısının artışının 1,5 derce ile sınırlandırılması olası değildir.3 Bilim insanlığı, burada, kapitalizm savunusuyla daha fazla çelişir durumundadır. Çünkü sorun, kapitalizmi kurtarmak değil, insanlığı ve onun geleceğinin kurtarmak esas olmalıdır. Ayrıca, ne yapılırsa yapılsın kapitalizmin kurtuluşu ve geleceği yoktur.

BM nezdinde her üç yılda bir yapılan „İklim Konferansları“ ne yazık ki, bir sonuca ulşamıyor ve ulaşamaz. Paris İklim Zirvesi (30 Kasım – 11 Aralık 2015) ve 2018 yılı sonunda Polonya’nın Katoviçe (Katowice) kentinde 2018 Aralık ayının başında yapılan 24. COP (İklim Değişikliği Konferansı) görüşmeleri ve sonuç, yine „iyi temenni“ dilemelerin ötesine gidememiştir ve gidemez de. Doğayı kirleten, onun canlılığını yok eden kapitalist üretim olanca hızıyla devam etmektedir. „İklim Zirveleri“nde zırvalayan burjuvazi ve onun maaşlı memurlarının, kitleleri oyalamanın ötesinde, ağızlarından tek doğru bir sözcük çıkmadı.

Kapitalizmin varlığı iklimle uyuşmamaktadır. Kapitalist üretim sistemine son verilmedikçe, doğa ve üzerinde yaşayanlarında kurtulma olasılığı ne yazık ki yoktur. BM’yi oluşturan ülkelerin bunu kabullenmesi kendi varlıklarını inkar olacağından, burjuvazi kendi kendine yok olmaz, yok edilmesi gerekiyor.

Yenlenebilir enerjinin sınırlılığı ve enerji üretiminin esas olarak fosil yakıtlarına dayanması, „bilimsel raporları“ da bilimsel olmaktan çıkarıyor.

Bazı ülkelerin karbon salımı 2015
Örneğin, Almanya’nın yenilenebilir enerji tüketimi %12 iken, %80‘i fosil yakıt, geri kalanı ise nükler enerjiden elde edilmektedir. AB ortalaması ise, yenilenebilir enerji kullanımın toplam oran içindeki payı %10 civarında. %85’ini ise fosil yakıt ve geri kalanını (%5 kadar)4 nükler enerji kullanılıyor. Bu bilgilerin yanında Almanya’da sera gazı salınımı bir önceki yıla göre artmıştır. Almanya’da halkın çevre konusunda duyarlı olmasına karşın, dünyanın 4. Büyük kapitalist ekonomisinin durumu bu. Yani, burjuvazi kitlelere yalan söylüyor. Kapitalist sistemin doğayı tahribatının boyutu sürekli gizleniyor ya da manipüle ediliyor. 



Türk egemen sınıfları doğanın talan ve tahribinde geri adım atmıyor. Toplam enerji üretimi içinde yenilenebilir enerjinin oranı yaklaşık %13 iken, geri kalanı ise fosil yakıt kullanımından tedarik ediliyor. Türkiye, Paris’te sera gazı salınımını azaltmayı vaadetmiş olmasına karşın, ancak, ekonomik veriler Türkiye’nin 2030 yılında sera gazı salımını 2015’teki seviyesine indirmesini söz konusu olmayacağı gibi, tersine, bunun iki katına çıkartacağını göstermektedir.

Kapitalizm koşullarında doğanın geridönüşümsüz tahribatı belki geciktirilebilir ama önlenemez. Öncelikle bunun bilinmesi gerekiyor. Bugün, doğa ve ekolojik dengelerin bozulmasını protesto eden kitlelerin bunu öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi gerekiyor. Buna rağmen bütün dünya da kapitalizm tarafından doğanın tahrip edilmesine karşı protesto gösterileri artmaya devam etmektedir.

Doğanın tahribatına karşı kitlelerin duyarlılığı her geçen gün artması olumlu bir gelişme, ancak yeterli değildir. Çünkü, doğanın katili kapitalist sistemdir ve mücadelenin odağına bu sistemin yeryüzünden silinmesi ve yerine ise sosyalizm konmalıdır. 27.01.2019
1 26 Kasım 2018 tarihinde Almanya çapında yapılan „Fridays For Future“ eylemlerine 26 bin öğrenci katıldı. Yine 19 ve 25 Ocak 2019 tarihlerinde 55 şehirde yapılan gösterilere 30 binin üzerinde öğrenci katıldı. Yine Belçika’da 30 binin üzerinde ortaokul, lise ve üniversite öğrencileri iklim için yürüdü.


2 IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli -1988’de kurulmuştur-). „900 bilim insanı“ tarafından hazırlanan son ropar, gerçeğin tamamını ortaya koymaktan oldukça uzaktır. Karbon salımını sınırlamak, kapitalist rekabeti ve üretimi sınırlamak olacağından, sorunun özüne inme yerine, işi kısmi zararlarla yaşamaya devam edelim raporu hazırlamışlardır. Bkz. IPCC Ekim 2018 (www.deutsches-klima-konsortuium.de/IPCC-ar6). Yine de IPCC’nin roporu dünya için SOS vermektedir.

3 Bu konuda Marksist-Leninist Bir bakış açısıyla ele alınan, Stefan ENGEL’in “Katastrophenalarm” (Felaketin Alarmı), sosyalist doğa anlayışını ve burjuvazinin doğayı nasıl felakate götürdüğünün bilimsel verileriyle ortaya koyan önemli bir eser.

4 Rakamlar, Eurosat 2016’a ait.



4 Ocak 2019 Cuma

Dogmatizmin Eksensiz Çukurunda Yön Arayan Bir "Sefil Faust"(lar) Hikayesi




Dogmatizmin Eksensiz Çukurunda Yön Arayan 

Bir "Sefil Faust"(lar) Hikayesi

Bazıları tarihin önünde yürür, bazıları ise onu yazar. Bazıları ise ilerleyen tarihin ne tarafında yer alacaklarında kararsızdırlar.


Yusuf KÖSE

Giriş:
Devrimci mücadelenin ve bu mücadele içinde yer alan örgütlerin tarihini yazmak, sınıf mücadelesini ilerletmek ve gelecek kuşaklara deneyimler aktarmak açısından, hiç kuşkusuz büyük bir önem taşımaktadır. 
 
Tarih yazımında, burjuva sınıfı adına tarih yazıcılarıyla işçi sınıfı adına tarih yazıcıları arasında niteliksel bir sınıf varkı vardır ve bu eşyanın tabiyatına da uygundur.

Bir kapitalist, ticari faaliyetlerini her türlü etik kaygılardan uzak kar marjini maksimize etmek amaçlı sürdürür. Kapitalist sistemin savunucuları tarih yazıcıları da buna göre kalemlerini oynatırlar. Kapitalistin karının düşmemesi için kitlelere yanlış bilgi sunarlar ve onları değersizleştirme amaçlı hareket ederler. Çünkü, kapitalist için artı-değer oranını yükseltmek önemlidir. Artı-değer oranı yükseldikçe çalışanların (işçilerin) değeri de (insani ve yaşam olarak) değersizleşir1. Burjuva sistemin savunucuların “ahlaki” kuralı budur.

Bir markist bir kapitalist gibi hareket edemez. Bir marksist faaliyetlerini, değerlendirmelerini, olgulara yaklaşımı ve analizleri, öznel imgelere göre değil, somut olgulara ve o olguların yer ve zamanı içinde ele alıp bütünlüklü değerlendirmesi, bilimsel bir yaklaşım olur. Bu marksistin ahlaki kuralıdır.

Sözü uzatmadan Mehmet Ali Eser’in (bundan sonra MA şeklinde yazacağım), Kardelen Yayıncılık tarafından yayınlanan, “Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü TKP/ML” adlı, kitabının içeriğine ilişkin görüşlerimi kısaca aktarmaya çalışacağım. Çünkü ele aldığı tarihsel kesit, doğrudan beni de ilgilendirdiği için sessiz kalmayı kendime ve o süreci yaşayanlara ve mücadele edenlere karşı (easas olarak da MA’nin kendisine) haksızlık olacağını düşünüyorum.

MA’nin, bu kitapta yer verdiği teorik görüşlerine ve tüm değerlendirmelerine yanıt vermeyeceğim. Bu konuda çok kitap yazıldı ve yazılmaya devam ediyor. Bu konuda kitap yazanlardan birisi de benim. Ancak benim kitabım, sorunu kişiselleştirme yerine, bu sorunların teorik kaynağına iner2. Bu sınıf mücadelesi tarihi açısından iyi bir şey. MA’nin de kendine TKP/ML’yi kendi bakış açısına göre değerlendirmesinde bir anormallik yoktur. O kendi sınıfsal meşrebine uygun görüş ve yaklaşımlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak, devrimcilerin tarihi tam da anti-komünist burjuva liberallerine yakışır ve burjuvazinin argümanları ile ele alınırsa, o “devrimcilerin tarihi” değil, olsa olsa burjuva argümanlı anti-komünist propaganda olur.

Sözü edilen kitabın içeriği, yeni kuşaklara deneyimleri öğretici bir şekilde aktarma yerine, adeta son durağını sağlamlaştırma ve yeni ev sahiplerine kendini kabul ettirme izlenimini veriyor. Yazarın, Machiavelli’nin “hükümdarı”nı okuyup okumadığını bilemem, okumuş olması da gerekmiyor; makyavelizm, küçük burjuvazinin politik arenada olmazsa olmaz içkinliğidir.
Böyle bir yazı yazmak ve kişiler ile “uğraşmak” esasta benim yöntemim olmamasına karşın, bazen zorunlu olarak tamda hazzetmediğim konulara girmek zorunda kalıyorum. “Niyetler”, “artniyetler”, “böyleydi”, “şöyleydi” vb. vb. kısır döngülü konular ister istemez insanı, söylenmemesi gereken sözleri de sarf etmeye götürüyor.

Benim kitaplarım ortada. Eleştirileri buradan bekleme hakkım var. Ben hiç bir yoldaşımı ya da kısa süreli de olsa yol arkadaşlığı yapmış olduğum birini “niye böylesin” vb. gibi eleştirler getirmem. Onu oraya götüren bir siyaset vardır. Çözüm ve devrime katkıda burada yatıyor: Sorunlara siyasi olarak yaklaşmak. Ancak, kendini bir yerelere kabul ettirmek ve “bulunmaz hint kumaşı” misali pragmatizmin tüm tonlarına bürünerek, içinden geldiği yapıyı karalamaya odaklanıp ve “eski yoldaş”larını ise “bataklık” olarak tanıtmak; niyetlerden bağımsız olarak, olsa olsa yoldaşlarını “karalayarak” kendi acizliğini, çapsızlığını, yalakalığını ve siyasi fırdöndülüğünü gizleme yöntemi olabilir. İşte böylesi anti-komünist aciz küçük burjuvaların devrim ve devrimcileri kirletmelerine karşı sessiz kalmamak gerekiyor.

Olumsuzlukların eleştirilmemesi anlamında değil, olumsuzlukların ideolojik-siayasi yönünü esas almak doğru olan bir yöntemdir. Bu Materyalesit diyalektik yöntemdir. Küçük burjuvazi hataları kişiselleştirir. Kişileri hedef alır ve siyaseti ise kişiler üzerinde yürütmeyi tercih eder.3 MA’da “tarih” yazıcılığında yöntemi “kişi” olmuş. Konuyu önemsemeyip, belkide bir çok defa yaptığım gibi; “girme sosyal medya alanına” diyebilirdim. Ancak, bir devrimci örgüt içindeki karşı-dervimci faaliyeti aklama çabaları ile karşı karşıya kalınca ve bu aklama çabalarının da 40 yılı aşkın bir süredir “tanıdığım” birisinden geldiğini görünce, sessiz kalmayı “kabullenme” olarak gördüm ve sessiz kalmamaya karar verdim. Evet, “sinek küçük ama mide bulandırır.” Bu bağlamda tarihe yanlış not düşenlerin yanlışlarını ortaya koymakta kaçınılmaz oluyor. 
 
Özellikle devrimcileri küçük düşürme, değersizleştirme, burjuvazinin yapmak istediği kriminalize etme ve şeytanlaştırma eğlimlerin içine giren ve buna “devrimcilik” iddiası ile yaklaşan anlayışların neler olduğunu ortaya koymak, bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. 
 
Sınıf mücadelesi salt burjuvaziye karşı değil, ondan etkilenen küçük burjuvaziye karşı da verilmesi olmazsa olmazlardan birisidir. Burjuvaziyle proletarya arasındaki tarihsel mücadele bunu doğrulamıştır. Küçük burjuva “sol”culuğu, burjuvaziye karşı çok “keskin” ve “kararlı” gibi gözüksede, ideolojik sapmalar onu burjuvaziye hizmete götürür ve proleter ideolojiyi “keskinlik” adı altında bulanıklaştırarak burjuva ideolojisinin bir yamağı haline dönüştürür. Bunun “niyetler” ile hiç bir ilişkisi yoktur. Niyetler “öznel”dir. Toplumsal olgular ise nesnel bir gerçekliktir. Biz Marksistler ikincisini esas almak durumundayız. 
 
İnanıyorum ki, MA bu kitabını bütün devrimci inancıyla ele almıştır. Onun devrimci inancı, etiği ve kültürü onu böyle bir yöntemle soruna yaklaşmaya itmiştir. Onun fırtınalı yaşamı, olaylara bakış yöntemine de yön vermiş, karayı ak, akı kara görmesini sağlayabilmiştir. Bu nedenle de totolojik yargılardan kaçamamıştır. Bu yöntemde onu, “yalan çorbacısı” içinde “gerçek” aramaya kadar görütmüştür. Bu onun kişisel kusuru değil. Kusur, onun küçük burjuva düşünce tarzının dışına çıkamamasındadır. Benim eleştirilerim, sınıf bilinçli proletaryaya yabancı olan bu yöntemedir. TKP/ML saflarında örgütlüyken de mücadelemin ağırlıklı yönü, proletaryaya ait olmayan, ama proletaryanın saflarında yer bulan bu tür anlayışlara karşı olmuştur. Kitaplarım bunların tanıdığıdır.

Elbette, her yaşayan insanın anıları olduğu gibi benimde anılarım var. Özellikle bu süreçle ilgili olanı da çok. Ancak, beni ilgilendiren sorunun bireysel yönü değil, siyasi/teorik yönü olduğu için bu yöne ağırlık vermeye çalışıyorum. Bu yazıda, sözü edilen kesitle ilgili olarak bir kaç anıyı, bu sürecin daha iyi görülebilmesi için anekdot olarak paylaşmak zorunda kaldım.

Ancak belirtmem gerekir ki, bu konun doğrudan tanıklarından Halil Gündoğan’ın kaleme aldığı “MKP’nin ‘Tarihi Muhasebesi’nde Öznelcilik ve Dogmatizm4 adlı 450 sayfayı aşan kapsamlı kitabı, MA’yı bütünüyle yalanlamaktadır. Bu konuyla ilgilenenlerin bu kitabı mutlaka okuması gerekir. Ne var ki, MA, bu kitaptan ve onun içeriğinden hiç söz etmemiş, ama H. Gündoğan’ın devrimci olduğuna “kanaat” getirmiş. Aslında MA ile Halil’in yazdıklarını yan yana yayınlamakta yeterli olabilirdi. Ancak, MA’nin yazdıklarının bunu hak ettiği kanısında değilim.

MA, elbette ne bir “Herr Vogt” ne de devrimci bir örgüt içine kullanım aracı olarak sızdırılmış bir kontra NT. Siyasal dengesizlikleri olsa da, o hala bizlerden biri. Bu nedenle cevap verilmeyebilirdi. Fakat, 15 yıl ortalıklarda ordan oraya döndükten sonra, kendi geçmişine bile lanet okurcasına devletin bir kontrasını aklama yolunu seçtiği için cevap vermek kaçınılmaz oldu.

Türkiye Komünist Partisi/ Marksist-Leninist (TKP/ML)

TKP/ML, Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) içinde önemli bir yeri olan bir örgüttür. Kurulduğu günden beri sınıf mücadelesine teorik-pratik açısından önemli kazanımlar getirmiştir. Her şeyden önce TKP/ML’nin kurucusu İbrahim Kaypakkaya’nın ideolojik-politik duruşu ve katkıları devrim mücadelesinde her zaman bir aydınlatıcı olarak duracak ve işçi sınıfı bu komünisti asla unutmayacaktır. Bu bile, TKP/ML’nin TDH içinde taşıdığı özel özgül ağırlığını anlatmaya yeter.

TKP/ML’nin 46 yıllık mücadele yaşamı içinde yer alan binlerce militan devrimci olmuştur. Bir çoğu başından sonuna kadar yer alırken ve hala devam ederken bir çoğuda, değişik süreçlerde o saflarda aktif mücadele etmeyi (benim gibi) terk etmiştir. Bu gerçeklerin yanında, devrimci safları ve duruşları tamamen terk edenlerde olmuştur. Bu yaşananlar, salt TKP/ML’ye özgü olmayıp bütün dünyadaki devrimci ve komünist hareketler içinde geçerlidir. Sınıf mücadelesi sürdüğü sürece bunlar yaşanmaya devam edecektir.

Bu tür gelişme ve olgular keskin sınıf mücadelesinin doğal sonucudur. Bir çokları cezaevi yatmış, bir çokları ise bu mücadele içinde şehit düşmüştür. Ve bu süreç devam etmektedir. Bu olgular sınıf mücadelesinin gerçekleridir. Burjuvazi ile proletarya arasında sınıf savaşımı olduğu gibi, bu mücadele bir komünist ya da bir devrimci örgüt içinde de birincisinin niteliği ile aynı olmasada bir şekilde devam eder.

Komünist Partiler (ya da genel anlamda komünist örgütlenmeler), yaşayan bir organizmadır. Teorik ve siyasal seviyesi en yüksek sınıf örgütlenmeleridir. Bir toplumsal sistemi yıkıp yeni bir toplumsal sistemi kurmaya önderlik etmek amaçlı hareket ettiği için; toplum içindeki tüm siyasal, teorik, ideolojik, ekonomik, askeri ve genel anlamda kültürel sorun ve gelişmeleri yakından takip eder ve bu gelişmelere göre savunduğu sınıfın çıkarlarına uygun siyasal mücadele taktiklerinin yanı sıra düşünce üretir. O, burjuva sınıfı karşısında dezavantajlı bir durumdan avantajlı bir duruma geçmenin mücadelesini sürdürür. Toplum tarihlerinin gelişim sürecinin yanı sıra ideolojik olarak avantajlı olması, pratik olarak avantajlılık getirmiyor. Bu uzun bir mücadelenin ürünü olarak, özellikle de işçi sınıfının önemli bir kesiminin komünistlerin görüşleriyle bütünleştiği zaman, komünistler burjuvaziden avantajı ele alacaklardır.

Konumuza Dönersek:

Konferans/Dabk birliği (1992) ve Ayrılığı (1994)

Öncelikle belirtmeliyim. Adı geçen “Ayrılık-Birlik” süreçlerinin ideolojik, politik, örgütsel ayrıntılarına girmeyeceğim. Bunlar 3. Konferans belegelerinde ve daha sonra çıkan yayın organlarında yer aldı. Yine burada, 1992-94 “ayrılık-birlik” sorunun ideolojik, politik ve örgütsel” ayrıntılarına girmeyeceğim. Bunlarda yazıldı. Özellikle’de TKP/ML’nin 1994 ayrılığının ilk dönemlerinde çıkan Partizan dergilerinde ve daha sonraki açıklamalarında yer aldı. Konferans/Dabk ayrılığı ve birliği konusunda çok şeyler yazıldı. 
 
HH, Dabk’ın “baş düşmanı”ydı. TKP/ML’nin resmi konferansına katılmayan Dabk kesimi, HH’nin olmasa konferansın yapılmayacağını ve Parti’nin kendilerinin peşinden geleceğini düşünüyorlar olmalıydılar. O süreçte HH’yi “baş düşman” ettmeleri için hiç bir neden yoktu. HH, partinin verdiği görevi yerine getiriyordu. Ayrıca, ne HH onları ne de onlar HH’yi kişisel olarak tanıyorlardı. Ancak, ortada “kşisel yıpratma” kampanyası yürütülüyordu. Diğer yandan, HH yeni cezaevinden çıkmıştı ve Parti’de ne oluyor-bitiyor bilmiyordu ve durumu yeni yeni öğrenmeye ve kavramaya çalışıyordu. Partinin “o hale” gelmesinde HH’nin olumsuz yönde kişisel bir katkısı yoktu. Dabk [TKP(ML)] ve peşinden MKP’nin “HH düşmanlığı”nın tarihsel kesiti buradan başlıyor. Elbette bu “düşmanlığın” temelinde HH’nin onların dogmatik, salt askeri bakış açısı, devrimci siyaseti küçük burjuva tarzda çirkinleştirmelerine ve KP’ne uygun olmayan fokocu örgütlenme anlayışlarına karşı duruşu ve eleştirisi vardı.

Öbür yandan, bir sınıf partisi içindeki gelişmeleri “kişilere” bağlamak daha baştan, sorunu yanlış kavramak ve KP’nin niteliğini hiçsizleştirmektir. Oysa sorun ideolojik-politiktir. KP gibi bir örgütlenmede belirleyici olan siyasettir. Doğru siyaset izlenirse doğru şeyler elde edilir ve yanlış siyaset izlenirse hatalar yapılır. Kişilerin hareketlerini belirleyende yönlendirmesi altında bulundukları ideoloji ve politikadır. Toplumsal ve daha özelde sınıf sorunlarını kişileştirmek genelde burjuvaziyi özgüdür. Ancak devrimci saflardaki “sol” küçük burjuvazi de, sınıflar arası mücadeleden kaynaklanan siyasal sorunları kişiselleştirmeyi sever. 
 
Dabk’ın 3. Konferansa katılmamasını MKP’de I. Kongresinde eleştirir ve Dabk’ın bu tavrını “salt askeri bakış açısı” olarak değerlendirir. Kısacası Dabk’ın Konferansa katılmama gerekçeleri, daha sonra Dabk üzerinden şekillenen örgütlenmelerin hepsi eleştirmiş, TKP/ML’nin 3. Konferans’ını meşru görmüşlerdir.

Özelikle her iki süreçte yer alan HH ile ilgili yerli yersiz bir çok bilgiler verildi. İndimedya gibi herkesin yazıp küfür ettiği internet sitelerinden, bazı polis yönetimli internet sitelerine kadar yazıldı ve hala yazılmaya devam ediyor. Özellikle “işsiz” kalmış polis yönlendirimli ya da kendini “küfür”le ve yalanla var etmeye çalışanların görevi haline gelmiş.

Oysa Dabk’ın bir numaralı “düşmanı” yurtdışı örgütlenmesiydi ve Yurtdışı örgütü yüzünden (bunlara 2. MK revizyonisti diyorlardı) konferansa katılmadılar ve katılmama gerekçeleri ise; “revizyonistlerle aynı masaya oturulmaz”dı.5 Parti bu süreçte (salt askeri bakış açısı ve dogmatizm yüzünden) büyük kayıplar verdi çok değerli kadrolarını yitirdi. Salt askeri bakış açısı ve dogmatizm o denli tavan yapmıştı ki, düşmanın bildiği yer/gün/saat ve anda konferansı yapmak istemek, neyle açıklanabilir ki! Bu küçük burjuva anlayışın sonunda TKP/ML, 12 Eylül’den sonra en ağır kayıplarını aldı. Bu anlayış, adeta, TKP/ML’ye, o süreçteki en iyi kadrolarını bir tepsi içinde düşmana sunmaya götürdü.

Bu anlayış ne yazık ki, hiç bir zaman TKP(ML) (Dabk kanadı) içinde yok olmadı. 1992 “Birliği” sürecinde de aynı anlayışlar vardı. Yani, salt askeri bakış açısı ve dogmatizm yıkılmamış, olduğu gibi korunuyordu. İşte, bundan sonraki “birlik-ayrılık” sorunlarını bu çizgiyi gözden uzak tutmadan değerlendirmek gerekir. Çünkü 1994 yılında yaşatılan “ayrılık” bu çizginin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Hatta, MKP’nin 16 Haziran 2005 yılında kadrosal düzeyde verdiği kayıplar, izlenen aynı siyasetin sonucu olmuştur.

TKP/ML, kurulduğundan sonra kendi içinde irili-ufaklı bir çok ayrılık yaşamasına karşılık, 1987 yılında Dabk/Konferans olarak bir ayrılık yaşadı. Her iki tarafta kendini TKP/ML olarak adlandırdı. Konferas kanadı olarak bilinene kesim 1987 yılı Ekim ayı içinde TKP/ML III. Konferansı yapan kesimdi. DABK (Doğu Anadolu Bölge Komitesi) kanadı III. Konferans’a katılmayan gerilla bölgesindeki bazı üye ve iki Konferans delegelesiydi. TKP/ML III. Konferans’ı DABK’ı kendi dışında görmedi ve “istedikleri iki kişiyi MK’ne” verebilecekleri şeklinde bir karar almıştı. Ve uzun yılar TKP/ML, DABK kanadına “birlik çağrısı” yaptı. DABK (Doğu Anadolu Bölge Komitesi) kanadı’da kendini TKP(ML) (buna parantez içinde TKP/ML deniyordu) olarak adlandırdı.

1992 yılında yapılan “birlik”, Konferans kanadı için iyi niyetli bir birlikti. Dabk kanadı için bunu söyelemek zor. Neden mi? Daha baştan bu birliğe samimiyetsiz gelenler karşı çıkanlar oldu. Ama Dabk içinde birliği isteyenlerin başında bazı devrimci kadrolar olmasının yanında NT de istemeye(!) başlamıştı. Ya da bize söylenen buydu.

Çizigin Belirleyiciliği

Sorunlara kişiler üzerinden yaklaşınca hatalalar yapılır ve yanlış yargılara varılır. Bir siyasal örgütün niteliğini belirleyen ideolojik dünya görüşü ve buna bağlı olarak siyasetidir.

Bu konuda KP’ler daha da hassastır. Çünkü en yüksek teori ile kendini yönlendirme amaçlıdır. Belirleyici olan siyaset olduğuna göre, o örgüt içinde kişileri o siyaseten ayrı ele almak ya da örgüteki gelişmeleri kişilere bağlamak yanıltıcıdır. Esas olanı, temel olanı gözden kaçırmaktır.

Konferans-Dabk’ı birliğe iten kendi dünya görüşleri ve izledikleri siyasetin genel olarak bir birine yakın olmasıydı. İdeolojik-siyasal görüşlerinde temelde farklılıklar olsaydı, “birlik” diye bir sorunları olmaz ve böyle bir eyleme de girişmezlerdi. Bunların neler olduğu o süreçte biliniyor. Kaypakkaya’nın temel görüşleri. Yani, “beş temel belge”de yer aldığı savunulan görüşler. Ancak parti, örgüt, çalışma tarzı, parti içi mücadele, yöntem vb. anlayışlarda ciddi farklar vardı. Buna rağmen bu anlayışlar, siyasal gerilikten kaynaklandığı ve düzeltilebilir olduğu görüşü egemendi.

TKP/ML, 1994 yılında birlik kararı aldığında, bütün tabanı ve kadroları bu kararı onadı. MK’dan sadece bir yoldaş “ilke olarak karşı” olmamasına karşın, “şu anda erken” olduğunu savundu. Yani Konferans kanadı “birlik” iradesini ortaya kondu. Hatta “birlik” olduğunda Konferans kanadının yukarıdan aşağıya bütün tabanında bir sevinç dalgası yayılmıştı.

Ancak Dabk kanadında aynı şeyler söz konusu değil. İşin içinde “düşman” vardı. Dabk’ın önemli kadro ve üyelerinin bir çoğu birliği istiyordu. Ama Dabk içinde egemen olan bir örgütlenme vardı. Düşman ve örgütlenmesi etkisi altında kalan devrimci kadrolar.

İşte görülmek istenmeyen budur. MKP kendi “Muhasebesi”nde de bunu görememiş ya da görmeye yanaşmamıştır. MA’de “Muhasebeyi” tekrarlamanın ötesine gitmemiştir. Yeniden bir kitap yazma zahmetine girmesine gerek yoktu. “Muhasebe”nin6 bazı bölümlerini çıkarıp yeniden yayınlayabilirdi. Daha doğru ve orjinal ısmarlama bir kitap olurdu. Kısacası bazı bölümleri, “Muhasebe”nin silik bir kopyası olmuş. Ya da “aslı varken sahtesine itibar edilmemeli” şeklinde, bir not düşülebilir. Ancak bizim “gezginci şovalyemiz”, Marksizmi bir dogma olarak ele aldığı için, her dönüşün bir kıymeti olacağını sanmış olmalı ki, 180 derece dönüşlü serüvenlere girmekten kendini alı koyamamıştır. Bu dönüşle, “gökten yere indiğini sanırken”, yerden göğe çıktığını göremeyecek denli ağzı açık ikinci sınıf ucuz politikacı rolünü üstlenmiş.

Dabk içindeki düşman 1994 ayrılığından sonra kendi içlerinde yaptıkları “Kardelen Hareketi” ile ortaya çıktı. Yanılmıyorsam 20’nin üzerinde kişi “düşman unsuru-ajan” diye MKP önceli hareket tarafından ölümle cezalandırıldı.

O zaman burada durup düşünmek gerekiyor. Bu kadar ajan bir örgüt içinde nasıl barındı ve bu kadar kişi nasıl kısa sürede fark edilmedi ya da bu kişiler nasıl bir örgüt içinde örgütlenemeye gidecek denli bir ideolojik-siyasal-örgütsel bir zemin bulabildi. Hangi siyaset bunlara zemin hazırladı. Bu durumu, MA’nin “övdüğü”” ne “Muhasebe” yapıyor ne de MA’nin kendisi. İdeoloji-siyaset belirleyiciliğinden söz ediliyor ve bunun doğrulu kabul ediliyorsa, bu kadar çürümüşlüğü ve bir örgütü bir ajanın yönetecek duruma gelmesi ve örgüte her yönüyle hakim olmasının ideolojik zeminini açıklamak gerekiyor. Teorisyen MA de bu konuda “tın” yok7. Kullanımdan düşmüş kişiliklerin takibinden giderek HH ile yatıp kalkmış. Bu yaklaşım aslında, düşmanı yoldaşlaştırmak, yoldaşı ise düşmanlaştırmanın küçük burjuva acizliğidir. Ve bu aynı zamanda, bir çıkış arayan “sol” görünümlü dogmatik küçük burjuvazinin düştüğü eksensiz çukurda yön aramasıdır.

Yoldaşı Düşmanlaştırmak, Düşmanı Yoldaşlaştırmak

MA giller gibi düşünenelerin kaçtığı ve yanına yaklaşmak istemediği bir olgu var: NT ve ajan örgütlenmesi.

Hepsinin yazılarında “AK (askeri komisyon) kliği’nin başını çeken NT”, “HH Hizbi” ya da “HH’nin başını çektiği klik.”

Ben HH’nin bir aşamadan sonra “hizipçilik” yaptığını kabul ediyorum. Hatta o süreçte HH en azını yaptı. Daha erken davaranabilirdi. Ancak bunu o günün örgüt içi koşullarını hesaba katarak değerlendirmek gerekiyor. Siyasi olarak uzak görüşlülük olamamanın yanı sıra, Dabk kökenli kadroların uyanacağını sanma yanılgısı da eklenmelidir. Batı’da Konferans kanadından gelme MK üyelerinin hepisi, örgüt içindeki düşman unsuru Ramis Şişman tarafından yakalatılmıştı.8 Bu kayıplar HH’nın hareket alanını iyice zayıflatmıştı. Yani, HH ile birlikte hareket etme olasılığı yüksek olan MK üyeleri örgüt içindeki (Dabk kanadından gelen) düşman ajanları tarafından etkisiz hale getirilmiştir. O sırada Konferans kanadı mensubu yakalanan MK üyelerinin yakalandığı anda öldürülmemelerinin esas nedeni, örgüt içindeki düşman ajanlarının açığa çıkmasından kokulduğu içindir.9
 
HH ve diğer bir kaç MK (Konferans kanadı) üyesi NT’nin “iyi bir provkatör” olduğu konusunda emindiler. Hatta HH de dahil yine aynı yoldaşlar; “eğer düşman ajanı değilse, iyi bir provokatör” olduğu konusunda görüş biliği içindeydiler. Çünkü bu konuda fazla siyasi uyanıklığa gerek yoktu. NT, kendini her açıdan ele veriyordu. Çıplak gözle, NT’nin devrimci olmadığı görülebilirdi. NT, tavırlarıyla, hareketleiyle, gerillalara ve köylülere davranışlarıyla, yoldaşlık ilişkisi ile; “ben düşmanım” diyordu. Ancak, Dabk kadrolarınca bu tavırlar “devrimci” ilişki biçimine bürünmüştü. 
 
Tamam, anladık. Eğri oturuyorsunuz, bu görüş açısı içinde. Ama, bari doğru konuşun! Kim bu AK kliği ve başını çeken NT kim? 
 
NT (Enver Doğru). 1996 yılında “Kardelen Hareketi” adı altında MKP önceli örgüt tarafından “ajan” denilerk öldürüldü. Yani, NT ajanmış. TKP(ML) (Dabk) MKP ismini aldıktan sonrada MKP belgelerinde “NT ajan” olarak teyit ediliyor.

Peki, NT’nin ajan olmadığı ortaya çıkmadan örgüt içindeki konumu ne? Dabk döneminde de MK üyesi, Birlik döneminde de MK, SB, ve Askeri Komisyon (AK) üyesi. NT’yi Konferans kanadı tanıyor muydu? Hayır. Çünkü birlikte bir faaliyeti yoktu. (NT, 1987 yılındaki Dabk-Konferans ayrılığında kırsal alanda Dabk saflarında kalıyor) NT, ayrı bir örgütün önde gelen kadrosuydu. Ancak, Konferans kanadı, NT’nin “sekter” birisi olduğunu duymuştu. Bu dile getirildi ve Cafer Cangöz, Konferans kanadının bu kuşkusunu; “NT iyi bir yoldaşımız, duyduğunuz gibi değil” diyerek referans vererek, "çekinceleri” gidermeye çalışmıştı. Ancak referans verdiği kişi üzerinde hiç bir etkisi yoktu. Tersine NT’nin Cafer üzerinde büyük bir etkisi vardı.10 Bu sonradan bizim tarafımızdan daha iyi anlaşılacaktı. Ancak geç kalınacaktı.

NT’nin MKP önceli örgüt içindeki etkisi, birinci (yani örgüt sekreteri değil, zaten NT’de hiç bir zaman bunu istememiştir. O resmi olarak öne geçmek istemiyordu) kişi değil, ama her zaman o birinciyidi. Yani, eşitler içinde o en eşit olanıydı. Buna itiraz var mı? MA’de (ısmarlama kitabında) bu durumu teyit ediyor.

NT, Dabk -TKP(ML)- içinde etkindi. Hozotçuluğuyla bir nevi tek adamdı ve bütün en ileri kadrosundan en geri üyesine kadar etki sahibi birisiydi. Cafer’in NT üzerinde bir etkisi olmadığı gibi tersi vardı. (Bunun en yalın örneği; bkz. aşağıdaki 10 nolu dipnot). Bu tür örnekler çok.

Kısacası NT düşman unsuru ve polisin doğrudan yönlendirmesi altında olan biri. Ve bu bir örgütün başını çekiyor. Ve bunla birlikte hareket edenler nedense “masum” oluyor, HH ile birlikte hareket edenler ise “örgüt bölücüsü” olu veriyor.

Ayrıntılara girmeyeceğimi söylemiştim. Ancak, örgüt içinde en etkin ve yetkin duruma gelmiş ve örgüt üzerinde muazzam bir nüfuza sahip bir kontranı; birleşince güçlenmiş bir devrimci örgütü, güçlendirmeyi mi hedefler yoksa bir an önce o örgütü çökertmeyi mi?

Buna “Muhasebe” karar vermişti. Onun kararında, bölünmede NT “tali”, HH “baş çıban.” Çünkü “Muhasebe”de de 300 sayfayı aşkın bir “rapor”da HH başından sonuna kadar yer almış.11 Öyle ki HH’nin 1978 yılında (I. Konferans sırasında) hizipçi olduğu da unutulmamıştı.12 NT ise “düşman ajanı” olarak geçiştirilmiş. Ama o “muhasebeyi” yazanalar, o düşman kişisi ile hiç bir ilişkileri yokmuş gibi kendilerini göstermeye özel bir çaba harcamışlardı. Sanki AK kliği ve onun başını çeken NT apayrı bir örgüt, “muhasebe” yazarları ise başka bir örgütten gelmişler gibi yansıtmışlar. Olayı bilmeyenler, “muhasebeyi” okuyunca”, NT örgütü bölerken onlar yokmuş gibi sanırlar. Oysa, MKP kurucularının hepsi “bir ajanın başını çektiği AK kliği”nin içinde yer alıyorlardı. Dürüst olmak gerekiyor. MKP kurucuları aydan gelmediler. Oradaydılar ve NT ile birlikte hareket ettiler. Kime karşı “HH’nin başını çektiği klik” dedikleri TKP/ML’ye karşı.

Bir taraftan “AK kliğinin başını çeken NT” diyerek itiraf edeceksin, bir taraftan ise hiç bir ilgin yokmuş gibi davranacaksın ya da böyle göstermeye çalışacaksın!

Aslında bunlar yazıldı. Bu yazdıklarıma, özellikle sevgili MA’nin hiç yabancı olmaması gerek. Yoksa, MA’nın “anı-roman2” anlatıcı kahramanı, dönüm dönüm “dönüşüm”sel ve “sol sosyalizm”sel uzun yolculuklara çıkmadan önce bu söylediklerimi bir yerlerde yazdı mı acaba? Yazmadıysa da “onayladı mı” acaba?

Bu duruma sevgili teorisyen MA ne diyor? NT için “ajan” diyemiyor. Bir türlü bu kelimeyi ağzına almaya dili elvermiyor. Etrafında dönüp dolaşıyor. NT’nin ufak-tefek “niyet” ve “heycanları”nı yazmış. Ama bir düşman unsurunun ve içinde bulunduğu bir örgütü peşinden sürükleyecek bir durumda olan bir düşman unsurunun gerçek niyetini yazamıyor. Düşmanı yoldaşaltırma, yoldaşı düşmanlaştırma ılık kalem oyunlarına giriyor. 
 
Örnekler:

NT’nin sınıf yapısına da, kültürel kişiliğine de uygun bir heycandı!” (agk, sf.122)

NT çalışmasını açık yaparken, diğer kliğin başı HH el altından hizipçi bir yöntemle eski KONFERANS kanadı kadrolarına ulaşarak “uyarmak” örtüsüyle faaliyete girişmişti.” (sf. 123-124)

NT, “heycan”lanıyor. NT’nin örgütün en üst düzeyine yerleşmiş bir düşman ajanı olduğunu bilmeyenler MA’nın “heycanı”nı okuyunca; “adam ammada küçük burjuva heycanlıymış” demekten kendilerini alamayacaklar. Düşmanın adamları küçük “heya-ecan”larla işi idare ediyor, örgüt içinde “heycancılık” oynuyorlar, ama HH ve onunla birlikte hareket edenler ise art niyetli “hain” oluveriyorlar. Bunun neresini yorumlamalı? Sağlıklı bir düşünce yapısı diye yorumlamak olası mı acaba? Kendini bilen bir devrimcinin böyle sözler etmesi pek olası olmasa gerek. Bu yaklaşıma, kontra savunuculuğuna soyunulmuş derler? Ancak, ben MA için bunu söyliyemiyorum. Onun savrulduğu çizgi onu bu hale getirmiş demekle yetiniyorum.

Esasında burada her şey ortada. Ajanı oldukça küçük göstermeye, hatta örgüt içindeki düşman örgütlenmesini sessizleştirmeye, önemsizleştirmeye ve düşmanın faaliyetine karşı mücadele edenleri ise düşmanlaştırma, krimanilize etme ve değersizleştirme çabası açık olarak öne çıkıyor.

Ma’nin bu durumu ve yaklaşımını anlatan bizim halkımızın çok iyi deyimleri var. Ancak, çok ağır kaçacak o özdeyişler yerine, Lenin yoldaşın bu duruma düşenler için kullandığı bir tabirle ifade edeyim: Bazıları döndüğü tarafa kendini kabul ettirmek için biat ederken alınlarını öyle bir yere vururlar ki alınları kanar... (Demek ki, küçük burjuva yalakalığı, salt TDH için özgül bir durum değilmiş, yüzyılı aşkın öncede varmış.)

MA, burada örgüt içindeki düşmanın görülmesinin önünü açacağı yerde, onu küllemeye, düşman faaliyetini olumlamaya çalışır bir duruma düşmüştür. Küçük burjuva ideolojik savurganlığı, eksensizliği, devrimci olan birini düşman faaliyetini önemsizleştirmeye çalışır duruma kolayca düşürebiliyor. Devrimcileri kriminalize etme, düşman faaliyetini ise olağanlaştırma buna denir. NT bu görevi iyi yapmıştı. Bu nedenle o saflardaki kadroların önemli bir kesimi birer NT vari olmuşlardı. Dün “ağzı var dili yok” diye tanıdığın sessiz sakin birisi kırda bir NT vari olup çıkmıştı. Buna MA’nin “anı-roman-2”deki kahraman anlatıcısı da çok yakından tanıklık etmesine rağmen, sorunun bu yanını mümkün olduğunca –meşrebine uyan bir biçimde- görmezden gelmeyi yeğlemiştir.13

NT örgüt (Dabk kanadı) içinde etkin olmayıp sıradan sızdırılmış bir ajan olsaydı, ve diğer devrimciler örgüte (dabk) hakim olsaydı, ayrılık zaten olmazdı. Çelişmeler bir şekilde giderilebilirdi. Ancak, birlikten sonra örgüt büyüdü ve kitleler üzerinde etkinliği genişlemeye başladı. Gerilla safına katılanlar çoğaldı. Bu durum düşmanı ürküttü ve bunu bir şekilde önlenmesinin yoluna gidilmesini istedi. NT’yi ve diğer hücrelerini bir kaç koldan harekete geçirdi. (Konu dağılmasın diye bu yönü geçiyorum) Birlik Konferansı’nda önce Konferans kanadının önde gelen kadroları hakkında yıpratma kampanyası başlattı ve peşinden “ticaret” olayını kullanmaya çalıştı.

NT birlik olayına uzun bir süre karşı çıktı. TKP/ML 4. Konferansı’ndan sonra “evet” demeye başladı. Neden mi? Çünkü TKP/ML, gerçekten de güçlenmişti. Kamuoyu gündeminden düşmediği gibi, yeni gelişen kadrolarıyla kendini ileri götürmeye doğru yol alıyordu. İşte düşman NT’ye birliğe “evet” demesini bundan sonra istedi. 
 
Konferans içinde HH ile ilgili “kaçırılıp” -Hollanda vatandaşı olduğu gerekçesiyle- polisin kaybetmekten “korktuğu” unsur aracalığıyla “yaklatma” yalanını sürdü ve Konferans içinde bir bomba etkisi yarattı. Yani, düşman hiçte boş durmuyordu.
 
Konferans’tan sonra Dabk’tan seçilen MK üyeleri şehirlerde (batı) görev almak istemedi. Oysa en çok eleştirileri “şehirlerden çıkmıyorsunuz” şeklindeydi. Bu Konferanstan sonra görev dağılımında; “Siz tecrübelisiniz, şehirlerde siz görev alına” dönüştü. Sonuçta Konferans kanadı MK üyelerinin şehirlerde görevli olanlar altı ay içinde -bir kişi hariç- hepsi yakalandı. Yakalanma NT’nin koruduğu ajan Ramis Şişman vasıtasıyla yaptırıldı. Bu kişi, Karadeniz gerilla faaliyetlerini bitirdikten sonra, dikkatler onun üzerinden dağıtılması için polis onu tutukladı ve Ankara hapishanesinde idareye sığnırken, dönemin TKP(ML)’si, yani daha sonraki ismiyle MKP’liler tarafından yakalanarak hapishanede “düşman ajanı olduğu” gerekçesiyle öldürüldü.
 
Bu gelişmeler yok gibi davranmak ya da bu yakalanmaları olağan görmek, siyasi aptallığın ötesinde “düşmanı yoldaşlatırma” siyasetidir.

İşte NT, “Lordlar Kamarası” yazısını şehirlerin temizlenmesinden sonra Cüneyt Kahraman’a yazdırdı. Bunu MA’de teyit ediyor. Çok şükür!

Evet, MA, siyaseten “saf” bir arkadaşımızdı. Ama, devrimci “uzun yolculuğu”, onu, ağzı açık aptal politikacılık rolü oynamaya götürmüş. Yazık!



.




MA’nin “ahlaklı” Düşman Ajanı NT’sinin Rolü Neydi?

                                                                                   
Formül kalıplara uymuyorsa, 
dogmatik kalıpları kırıp sosyal olgulara uydurmak yerine, 
sosyal olguları önceden belirlenmiş kalıplara sokmak..

 Düşman, özellikle komünist ve devrimciörgütlenmelerin içine ajan sızdırmak için özel bir çaba harcar. Düşmanın bu davranış biçimi devrimci ve komünist örgütlenmeler için yadırganacak bir durum değildir. Düşman, “içeriye sızdırma” işini çok yönlü olarak yapar. Birincisi içerden kazanmak yoluna özel bir önem verir. İkincisi korkutarak, tehdit ederek ya da satın alarak yapar. Üçüncüsü ise kendi adamlarını örgütten birisiymiş gibi örgüte sızması yoluna gider. Teknik dinlemeler bunların dışındadır.

Düşman, bir örgüt içine sızarken sadece o örgüt hakkında bilgi alıp kontrol altına alma, darbe vurma ve etkisizleştirme yoluna başvurmaz, bunun yanısıra örgüt içinden kazandıklarını örgütün devrimci yönünü saptırmasına, karşı-devrimci çizgiyi devrimci bir çizgi gibi gösterilmesine ağırlık verir. Böylece devrimci çizgi ile karşı-devrimci çizgi içiçe sokulmaya ve örgütü devrimci niteliğinden saptırma yolunada başvurur.

Bunun TDH içinde olsun, PKK içinde olsun çok örnekleri vardır. Özellikle PKK’nın mücadele tarihi içinde yığınca örnek vardır ve PKK bunun önemli bir kesimini açığa çıkarmıştır. Bunları PKK kendi örgüt içi ve kamuoyu ile de paylaşmıştır.

NT, büyük ihtimalle örgüt içindeyken kazanılmış birisi ve görevi de örgüte doğrudan darbe vurma yerine, örgütün devrimci çizgisini bulanıklaştırarak karşı devrimci çizginin devrimci çizgi gibi algılanmasını ve kabul edilmesini sağlamaktı. NT, ilk başlarda örgüte darbe vurdurmuş (3. Konferans delegelerinin katledilmesi gibi) olabilir. Ama tepelere çıkmaya başlayıp ve örgüte kendini “lider” olarak kabul ettirdikten sonra, örgütün devrimci içeriğini boşaltma görevini yerine getirmiştir. Bunu da önemli ölçüde başarmıştı.

NT gibi ajan-provaktörlerin karşı-devrimci çizgisinin görülmesinin önündeki engel, küçük burjuva fokocu tarz, bir başka söylemle dogmatizm ve salt askeri bakış açısıydı. NT ve diğer ajan örgütlenmelerini o örgüt içinde yaşatan, derinlemesine örgüt içinde geliştiren bu ideolojik ve siyasal duruştu. Devrimci siyasetin dejenere edilmesi, karşı-devrimci siyasetin “devrimci” tarz gibi algılanmasının önünü açmıştı.

MA’nin, NT için şöyle bir “ılık tanımı” var:

Ayrılıktan 2 yıl sonra kendini TKP(ML) olarak tanımlayan kanadın içinde, ‘düşman örgütlenmesinin birinci derecedeki sorumlusu’ olarak da ilan edilen ‘AK Kliği’nin başı, tüm kararlarda ve kararlara zemin oluşturan gelişmelere de tayin edici rolü olduğu bilinen NT adlı kişinin, bu süreci sofistike kurgulamadığına şüphe ile yaklaşmak, yaşanan gerçeklere şüphe düşürür bir yaklaşımdır ki, bu daha vahim bir görüntü verir.” (129, açYK)

...tüm kararlarda ve kararlara zemin oluşturan gelişmelere de tayin edici rolü olduğu bilinen NT..” bu gerçeklik kabul edilecek ve ondan sonra da “parti birliği”, “ parti sekteri yetkisinin kullanmalıydı” vb. gibi, gerçeklerle örtüşmeyen, o koşullarda örgüt içi duruma ters olan ve örgütün nesnelliğini yok sayan öznelci bir yaklaşım. Ya da söylemiş olamak için söylenmiş boş bir söz. Hadi diyelim, “sekreter” yapmadı, ortada bir de “sekreter yardımcısı” vardı sahi. O neredeydi? Kimin yanındaydı? Hangi “birliğin çabası” içindeydi? O sevgili arkadaşımız AK kliğinin başı olan kişinin bir “düşman ajanı” olduğunu nasıl görememişti? Ve bunların ötesinde hangi tavrı ile NT’nin karşısında yer aldı? Örnekleri var mı acaba?

Burada kısa bir anekdot düşmekte yarar var. Belki o dönemler yayınlanmıştır. NT’nin “sekreter yardımcısını”na gönderdiği bir “not” vardı. NT’nin sekreter yardımcısına (SY) gönderdiği ültümatom üç-dört cümlelik (NT daha uzun yazı yazamazdı) ültümatomdu. Kısaca şöyleydi ve kelimesi kelimesine bu cümle vardı: “Çabuk çık gel, HH’nin uşağı olmuşsun.” NT bu notu; TKP/ML’nin merkezi kitle yayın organı olan İKK’da (İşçi Köylü Kurtuluşu), “küçük burjuva solculuğu” adlı (HH’nın kaleme aldığı) uzun bir yazının yayınlanmasının peşinden SY’na gönderdi. Çünkü o yazıda NT vari anlayış ve davranışlar eleştiriliyordu. Bir nevi örgüt içindeki “sol” gibi gözüken karşı-devrimci faaliyetlere varan anlayış ve davranışların ideolojik-siyasi ve sınıfsal kökleri ele alınıp irdeleniyordu. Bu yazyı SY’de onaylamıştı.14

HH ile Sekreter Yardımcısı (SY) arasında, sekreter yardımcısını aşağılayan bu “ültümatom” üzerine yaklaşık üç saat tartışıldı (1994 Nisan başları olabilir). Zaman zaman sert tartışmalar yaşandı. HH, SY’na; “gitme, gidersen örgüt bölünür” dedi. SY, ise, “gideceğim, NT’yi ikna edip geleceğim” diyordu. HH, “sen onu değil, o senin ikna eder ve bir daha da benim yanıma göndermez” dedi. SY, NT dururken HH’yi dinleyecek haliyi yoktu. Elbette gitti. NT bir Dabk kanadından bir kadroyu çağıracak ve o NT’nin dediğini yapmayacak? Görülmüş bir şey değildi. Bunu MA’nin “anlatıcı kahramanı” da çok iyi bilmesi gerekir diye düşünüyorum. Ama “görmemek görmekten daha iyidir” körebe oynama yöntemini seçmiş.

SY gitti ve bir daha da gelmedi. NT’nin izni olmadan gelemezdi. NT karşısında MK ve Parti üyeliğinden “istifa” eden birisinden irade beklemek saflık olur. HH bunları yazmadı. Ama burada yazayım. SY, gitmekle kalmadı, bir de NT’nin HH’ye telefonda lümpence küfürler etmesini sağladı. Ayrılığın ilk günlerinde gece bir köy evinde konaklarken evin telefonu çaldı ve evsahibi HH’yi SY’nın (ismini söyledi) çağırdığını söyledi. HH, “hani gelecektin ne oldu” cümlesini daha bitirmeden NT’nin sesi duyuldu ve bir daha SY hiç telefona gelmedi. NT, kendine yakışır küfürlerini sıraladı ve HH telefonu hemen kapattı. Sevgili SY arkadaşımız böyle birisiydi. NT karşısındaki duruşu buydu. 15

NT yokken çoğunun tavrı farklıydı. NT’ye karşıymış gibi duruş sergileyenler oluyordu. SY, bizimle beraberken NT’nin “sol sekter-yıkıcı” tavırlarından şikayetçiydi. Ancak NT’nin de olduğu toplantılarda parmaklar NT’nin istekleri doğrultusunda kalkıyordu. Bunun tersi örnek yoktu.

Üç kitap okumak yeterlidir” diyen bir MK (Dabk kökenli) üyesi vardı. Birgün gelip HH’ye NT’yi şikayet etti. HH’de aynen şunları söylemişti ona: “O zaman toplantı yapalım, ama parmaklarını NT’yi onaylamak için kaldırmayacaksın” demişti. Ama her zaman parmağını NT’nin gözlerinin içine bakarak kaldırdı. Çok sonraları da “emperyalizmin ilerici rol oynadığını” keşfettiğini duydum. “Üç kitap”la ancak buraya ulaşılabilinirdi.16
 
Bir başka MK üyesi ise bir başka alemdi. Bir gün bir Dersim Bölge Komitesi Üyesi -Dabk kökenli- kadro gelip HH’ye, bir MK (Dabk kökenli) üyesini (NT’nin has adamlarından) şikayet etti. Yani eleştirdi. HH’de o MK üyesi ile konuştu. O da HH’yi gidip NT’ye “şikayet” etti. Bunun üzerine NT gelip HH’ye: “Benim adamlarıma emir veremezsin” dedi. Söz konusu bu MK üyesi, daha sonra havadan düşman helikopteri ile bütün köyleri, sakladıkları silahların yerlerini ve köylü ilişkilerini, kısaca tüm bildiklerini düşmana göstermiş ve vermişti. SY ve diğer sözü edilen iki MK üyesi de sonradan MKP’nin MK üyeleri olmuştu. Bunu yazmaya çok meraklı değilim, ama AK kliği ile MKP’yi özellikle ayrıştırmaya çalışmanın dürüstçe bir tavır olmadığını belirtmek için yazmak durumunda kalıyorum. Buraya bir not daha düşmeliyim: MKP’nin ilk kongresindeki MK üyelerinin bir çoğu “AK kliği” üyeleri ve Birlik MK’sında yer alanlardı. NT’nin öldürülmesinden sonra MKP’nin başını çeken kadrolar serbest kalabildikleri için MKP içindeki rollerini oynayabildiler.

İşte MKP önceli Dabk kadroların durumu bu haldeydi. NT ve onların ilişkisi, NT’nin onlar üzerindeki etkisinin açıktan görünen yüzü buydu. Bunu MA’nın “anı-roman-2” analatıcı kahramanının bilmemesine olanak var mı? Ve böylesi bir örgütten NT’nin dışında “bağımsız” bir karar çıkmasını beklemek, kuzuyu yakalamış aç kurttan insaf beklemek gibi bir şey. 
 
Bütün bunlar ortadayken “sekreter partiyi toparlayabilir ayrılığı öneleyebilirdi” diyebilmek; düşünme ve konuşma yetisine, ancak aynaya bakarak sahip olabilen ahmak küçük burjuva saf politikacılarına has bir özellik olmalı.

NT, düşmanın kendisine verdiği asli görevini yerine getiriyordu ve getirdi de. Ama başaramadı. TKP(ML) (Dabk kanadı) büyük kayıpların sonucunda uyandı ya da uyandırıldı. Uyandırıldı, çünkü Konferans kanadının yakalanan MK üyeleri, yakalanmaların Ramiz tarafından yapıldığını, Ramiz'in de Bayram Kocabozdoğan'ın da kesin olduğunu (H. Hüseyin Er’in başka hatta aynı görevle görevlendirildiğini), bunların derhal tutuklanıp sorgulanması gerektiğini, bu işin boyutlu olduğunu vb bir MK üyesi 2 defa ve sonra 5 MK üyesi ortak imzayla iletmişlerdi. Sorgulamaların bunlarla başlanması gerektiği, birlikte beraber kuşkulandığından dolayı ilişki kurulmayan diğer unsurlarla devam etmesi gerektiği açıktı. Açık olarak bunların “ajan olduklarını” söylemişlerdi. O yazıyı, Batıdakilere ve kırsaldakilere ulaştırıldı. Kırsaldaki NT ekolu, sorgulamaların önüne geçmek için tavına getirdikleri yapıya telaşla darbe yapmanın nedeni buydu. 17 Nisan tarihli göstermelik bir “toplantıya çağrı” yazıp 18 Nisan tarihli açıklamasıyla ayrılık ilan edip “teslim ol” çağrılarında bulunmanın altında bu telaş yatıyordu. Ayrılıktan sonra da Bayrampaşa cezaevindekiler tarafından, ayrılıktan sonra yakalanan Cafer Cangöz ve A. Hambayat’a doğrudan iletildi ve tartışıldı. Sonunda onlarda ajan olduklarını kabul ettiler. Ne pahasına, büyük kayıplar ve örgütün bölünmesi pahasına. NT unsurun ajan olduğu kendilerine TKP/ML kadrolarından iletilmesine karşın, onlar cezaevinden çıkıp MKP’nin 1. Kongre’sinde NT’nin rolünü mümkün olduğunca küçük göstermeye ve kendilerini AK kliğinin dışındaymış gibi “bağımsız” göstermeye çalıştılar. Ne yazık ki, bu yanlış yaklaşım ve yanlış çizgi onların hayatına mal oldu.

MA, NT’nin davranışlarının “sofistik” olmadığını (dili bir türlü onun ajan olduğuna, düşmanın doğrudan yönlendirmesi altında olduğuna varmıyor) söylemesine karşın, onun gözü yine de HH’de!

NT ile ilgili yukarıda kendisinden yaptığımız alıntıda söylediklerinin hemen peşinden; “... bu değerlendirmemizden OPO ve kişi olarak HH’yi bu sorumluluklarından akladığımız sonucu çıkarılmamalıdır.” (129)

O demek istiyor ki; NT, işleri planlı yapsa da, yine de onun yaptıkları “tali”, HH’nin ise yaptıkları esas. Yani, HH partiyi NT’nin emrine bırakmalıydı. Aynen söylemek istediği bu.

Ahlak ölçeriliği

MA, NT’yi “düşman” ya da “ajan” görmediği açık. O, ahlak “disiplinleri” arasında sörf yaparken, hızını alamayınca kontra NT’nin “ahlakın”da duraklıyor ve konaklıyor. NT onun için “ahlaklı” bir kişilik.

Şöyle diyor:

“’Partiyi koruma’ iddialarının arkasında da iki ay dahi durmayıp parti güçlerini bölüp dağıttıklarına aldırmadan, önce kırı, sonra da örgütü bırakıp gitmekle, ‘düşman’ ilan edilmiş olan NT’nin eline ahlaki açıdan su dökemeyecek ölçüde düşkün ve kaçkın olarak halka, davaya ve örgüte ihanetin özgün biçiminden sabıktırlar.” (129)

Kaypak, siyasi fırdöndülüğü karakter edinmiş kimi küçük burjuva devrimciliği, “devrimin ağzını öpmektense ...”, yeni yerinde siyasi palyaçoluğu yeğlerler.

Kaçkın”, “ihanet”, “kır kaçkını” vb. gibi “sol” söylemler, sınıfsal kinini nereye yönelteceğini bilmeyen , ama aynaya bakarak konuşan küçük burjuvalara özgü bir söylem. Bu tür anlayışlara göre, önemli olan: “kır”da eli silahlı kalmak. “Ajan”, “düşman unsuru” olup olmaman önemli değil, “dağda olda kimin adına savaşıyorsan savaş!... Tipik salt askeri bakış açılı dogmatik ve fokocu küçük burjuva solculuğu. Kontra NT’yi örgüte “lider” yapan da bu anlayıştı. NT’de bunu bildiği için “en sol”, “en keskin” söylemlerin arkasına gizlenerek MA gibilerinin lideri oluverdi.17 Böylece düşmanın verdiği görevleri rahatllıkla örgüt içinde yerine getirebildi.

Burada MA tercihini, çok açık olarak belirtmiş. “ahlaklı” gördüğü ve ahlaki açıdan “eline su dökülemeyecek” olan düşman ajanı kontra NT’den yana koymuş. Bu yaklaşım; MA’nin ne olduğu, neyi savunduğunu da, herhangi bir yoruma meydan bırakmadan net olarak ortaya koymuş oluyor. 
 
Aslında MA ne savunduğunu bilmediğinden değil, onun savunduğu fokocu küçük burjuva tarzıdır. O çizgi onu düşman ajanını “ahlaklı” görmeye kadar götürebiliyor. Bu küçük burjuvazinin yürüttüğü siyasetin burjuvazi tarafından dejenere edilmiş, dervimci yanının törpülenmiş siyasal biçimidir. MA’nın bu “değerlendirmesi”; devrimci bir örgüt içindeki karşı-devrimci bir unsurun devrimci çizgiyi nasıl da belirginsiz hale getirdiği, karşı devrimci çizgiyi ise devrimci çizgi gibi göstermesinin devrimci kadrolardaki şekillenmiş halidir. “İddialı” bir devrimci teorisyen olarak sahneye çıkan yazarımızın, bir kontrayı övecek duram düşmesinin temelinde, yukarıda betimlediğim devrimci düşüncelere yabancılaşmanın, “devrimci” maske altında karşı-devrimci düşüncelerin “devrimci düşünce” ve “davranış” olarak algılandığının yattığını düşündürmektedir. 
 
Oysa, kontra NT, kendini gizlemeye çalışan birisi değil, bütünüyle açık oynanyan bir kişilkti. Karşı-devrimciliğini “devrimci kültür” ile gizleme gereksinimi duymayan bir provakatör ve oldukça sekter bir kişilikti. Bu kişiliği, belki MA bilmeyebilir (!), ama, çok eminim onun “anı-roman2” anlatıcısı kontra (NT’nin ahlak övücüsü) “kahramanı” çok iyi biliyordur. Örneğin, kızını ve karısını dövdüğünü ve buna bütün Dabk kadrolarının sesini dahi çıkarmadığını vs. vs. 
 
Kontra NT’nin ahlakı burjuvaziye hizmet etmekti. Görevi oydu. HH’nin ahlakı ise işçi sınıfına hizmet etmek olmuştur. Yaşamı boyunca da o çizgisini sürdürmüştür ve sürdürmektedir. Kendine güvensiz küçük burjuvazinin dönüp dolaşacağı yer yine başladığı noktadır. Çizgisi silikleşmiş küçük burjuva devrimciliğidir bu; “ota da konar ... !”

Sevgili terosiyenimiz düşmanı savunduğunun ayrımında bile değil. Bu savunu yeni kontra NT’lerin yeşermesine gebedir. Devrimci teorinin terk edilip “ne ve nasıl olursa olsun illa da pratik” anlayışı; devrimci çizgiyi niteliğinden ve amacından uzaklaştırıcı olmasının yanında, devrimci teorinin devrimci pratiğe yön verişinin reddidir. Devrimci teorinin reddi, karşı-devrimci pratiğin “devrimci pratik” olarak algılanmasına da neden olur ve olmuştur. “AK kliği” denen düşman yönetimli çetenin pratiği karşı-devrimci pratikten ayırt edilebilir mi? Bu pratiği H. Gündoğan18 kendi kitabında19 ve daha önceki gazetelerde (Özgür Gelecek) yazdığı için yeniden tekrarlamayı gerekli görmüyorum. MA, buraları bilerek geçiştiriyor ve “lal”cılık oynamayı tercih ediyor. Bir gerçek var ortada. Halil’in yazdıkları ile MA’nın bu konuda yazdıkları birbirinin tam karşıtı. MA’nın yalan çorbasının içine düştüğü çok açık.

Kır”, “silahlı mücadele”, “halk savaşı” diyenler ya da bunu en keskin şekilde savunup ve teorisini yapanlar, 18 ay “mehmetçiğin” saflarında durma sabırını gösterirken, nedense “kır illa da kır” dedikleri yerde, aynı süre kalma sabrını gösteremiyorlar. Ama, başkalarından beklentileri ise kendilerinin yapmadığını yapmaları, yani “kır”da olmaları... 
 
Halkımızın söylemiyle: Ellerinden alan mı oldu? Dersim’in (MA giller için kır tanımına sadece Dersim uyuyor”) dağları orada duruyor. Düşman şimdi daha yoğun olarak ormanlarını yakıyor. Buyurun gidin! MA, NT’yi o kadar övdüğüne göre kendisine de NT’nin yolunda “yoldaş” olmak düşer. Unutmaması için anımsatalım. 
 
MA, HH için, ilk defa doğru bir şey söylemiş: “Ahlaki olarak NT’nin eline su dökemez.” MA’yi her ne kadar eleştirsem de onun da kontra NT’nin “eline su dökmesini” istemem. Çünkü “devrimci” görüşleri savunduğu söylüyor. Hiç bir devrimci karşı-devrimci bir kişiliğin ahlaki değerlerine sahip olamaz. Arada sınıfsal fark var.

Birisine “düşman ajanını akla” dense, olsa olsa ancak bu kadar aklanabilir. Karşı-devrimci bir unsuru aklama görevi anlaşılan MA’ye verilmiş. Ancak, bu konuda da MA’nın da “eline su dökülemez.” Gerçekten bir uçtan bir başka uca sıçramak ve yalakalık derecesinde yerlerde sürünmek kimseye nasip olmaz. Faust gibi Mefisto’sunu arayan adam... Mefisto’da, MA’ye, kontra NT’yi “ahlaklı” gösterme iblisliğini yapmış.

Bir uçtan bir uca sıçramak” derken abartmıyorum. MA, ÖO döneminde cezaevinden çıkana kadar ne HH ile ilgili ne de TKP/ML ile ilgili böyle düşünüyordu.20 Formül kalıplara uymuyorsa, dogmatik kalıpları kırıp sosyal olgulara uydurmak yerine, sosyal olguları önceden belirlenmiş kalıplara sokmak... İşte bunların düşünce yapılarının işleyiş şekli. Ayrıca tanık göstermeye gerek yok, yazılanlar ortada. Yazılan yazıların kendileri tanık. Şimdi o yazılar, MA’nın bu durumunu görünce, büyük olasılıkla; “biz ortada mı kaldık” diye düşüneceklerdir.

Sevgili MA, o denli ahlaklı ve “çok marksist” bir “devrimci” ki, 3. Konferans kadrolarını eleştirmekten, onların devrimciliğini sorgulamaktan geri kalmıyor. Bir avuç TKP/ML kadrosunun 12 Eylül sonrası partiyi büyük bir özveri ile toparladığını inkar ediyor. Normal, çünkü o, o zaman, büyük bir huşu içinde “vatan görevini ifa”lardaydı. MA’nın görmek istemediği veya küçümsediği kadrolar ise kelle koltukta mücadele veriyorlardı. İki farklı nitelikte hizmet türü! İşte bu “huşu” içindeki ahlaka “su dökülemez”. Bunu da kabul ediyorum! Çünkü bu biçim ahlaka “su dökme”, hiç bir zaman HH ve yoldaşlarının tarzı olmadı.

Kendine yabancılaşan, farklı farklı tarihlerde farklı karakterlere bürünenelerin yoldaşlarına karşı da yabancılaşmaması düşünülemez. İşte tipik bir örnek: MA!

Konferans Kanadının Birlik Kararı

MA’nın Konferans kanadının “birlik” konusundaki kararını “yorumlaması”da, bir “ahlaki” sorun olarak karşımıza çıkıyor. İnsan hata yapmasını, kızmasını, birilerini kırmasını bildiği gibi utanmasını da bilmesi gerekir. Özellikle bir devrimcide “utangaçlık” olmalıdır. Bu yoksa, bir çok şeyi eksik kalır.

MA, “Konferans kanadı”nın “birlik” kararıyla ilgili başlık:

“’Konferans Kanadı’ Önderliğinin Birlik İsteği, Girdabına Girdikleri Yozlaşma Nedeniyle Örgütü Yönetemez Hale Gelmiş Olma Grçekliklerine ‘Birlik’ İşiyle Örtü Bulma İhtiyacıdır.” (113)

MA’nin başlığı bu ve yorumu da bu. Bir de eklemiş, “başlık sarsıcı gelebilir” diye. Ben, bu başlıkta sarsıcılık değil, ama bir “utanmazlık” görüyorum. 
 
Neden mi?

Eğer, Konferans kanadının “birlik kararı” ilk defa 4. Konferans’tan sonra olsaydı, belki yorumda haklı yanlar var denebilirdi. Ama Konferans kanadının “birlik” kararı 3. Konferans’tan (1987 Ekim) bu yana var. Yani, birlik (1992 Nisan) gerçekleşene kadar bu karar sürüyor. Durum bu olunca MA’nin “başlık sarsıcı gelebilir” demesinin nedeni de budur. Oldukça kötü niyetli ahmakça bir “yorum”. Devrimci siyasi ahlakın çöpe atılıp o kadar insanın gözlerinin içine bakarak söylenen “yalan çorbası.”

Şunları söylemesi “yönetemiyorlardı”, “yozlaşmışlardı” demesi çok önemli değil. Ama “birlik” kararını çarpıtması kabul edilemez. 
 
Elbetet hatalar ve ideolojik zaaflar vardı. Bunu salt kişilerle örtüştürmek, sondan başa doğru gitmektir. Hiç bir kişi dört dörtlük değildir. Ancak MA’nın 180 derece şuhu dönüşü ile o dönemin kadrolarını kıyaslamak, ateş ve örsle yoğrularak o sürece gelen kadrolara büyük bir haksızlık olur. Onların devrimci mücadeleye katkıları MA’nin tahayyül sınırlarının dışında kalır. Bunu MA’da “Kazanacağımız Günler İçindi” anı-romanında bir kısmını anlatmıştır. 
 
Teori ve pratiğin birliği yoksa, çürüme ve yozlaşmada olur. (Bu görüşlerimi; Tarihin Önünde Yürümek ve Marksizmi Ortodoksça Savunmak kitaplarımda etraflıca ele aldım) Bu, TKP/ML’nin başından beri içinde yaşadığı bir çelişmedir. Dogmatik görüşlerini yenemediği için, toplumsal koşulların gerisinde kalan teori, pratiğin iman gücüyle yürütülmesine yetmez ve kaçınılmaz olarak yozlaşma başlar. Teori ve pratiğin diyalektik birliği sağlanmadığı sürece, komünist olarak doğan partiler birer küçük burjuva partilere dönüşür.

İşçi sınıfının yoğun olduğu yerlerde değil; artık devrimin nesnel gücü olmasını 1960’lardan itibaren hızla yitiren köylülükle uğraşmak zaten yozlaşmanın temelidir. Ülke nüfusunun hemen hemen yarısının (40 milyon) Marmara bölgesinde yaşadığı günümüzde, hala “kır” hikayesi yazmaya çalışmak, yozlaşmaya devam etmektir. Bunun adına ister “sosyalist halk savaşı” densin isterse bir başka şey. Teorinin başına “sosyalist” koymak, o teorinin doğruluğunu kanıtlamaya yetmez. Teori sosyal olgulardan çıkarılır. Sadece son bir kaç yıl bile dikkate alındığında, işçi sınıfından kopuk hareketlerin kaderi bilinen sonla sonuçlanır.
 
Bunları MA’ya anlatmanın bir anlamı var mı bilmiyorum. Proletaryanın saflarında bu tür anlayışlar yığınca... Bu nedenle de, işçi sınıfı, salt burjuvazinin doğrudan saldırısı altında kalmıyor, aynı zamanda proletarya saflarında olduğunu söyleyen küçük burjuva anlayışlarla da çarpışmak zorunda kalıyor. Ve bu anlayışlar yenilmeden proletaryanın birliğini sağlamanın olasılığı söz konusu olamıyor.

Küçük burjuva dogamatizmin nüfuzu altındaki MA’nın “derin” teorisyenliği aşagıdaki yorumundan belli oluyor:

Özü örgütlü silahlı şiddeti oluşturan Halk Savaşı stratejisi konusunda da III. Konferans’ın kafa karışıklığı içinde olduğu şu cümlede somutlanır: ‘Mevcut durumda silahlı mücadele esastır’ Oysa ML’nin stratejiye ilişkin hiçbir dokümanın da, Halk Savaşı Stratejisi’nin sürekli araçlarından olan ‘silahlı mücadele’, duruma ve döneme indirgenmemiştir.” (açYK)

MA’ya göre III. MK’nın şehirlerde silahlı eylemlere ağırlık vermesinin nedeni bu “yanlış” bakış açısıymış. Ne büyük bir saptama. Ne büyük bir “hata”. Bütün dogmatikler meselenin ana nedenini anlamadığı için, “silahlı mücadele” ile oynayıp dururlar. Formül kalıplara uymuyorsa, dogmatik kalıpları kırıp sosyal olgulara uydurmak yerine, sosyal olguları önceden belirlenmiş kalıplara sokmak... İşte bunların düşünce yapılarının işleyiş şekli. Oysa, aynı süreçte Dabk kadrolarının hemen hepisi “kır”daydı. Ne oldu? Niye gelişmedi halk savaşı? 46 yıldır aynı hikaye ve aynı sözcükler. Bir adım ilerleme olmadı gibi, büyük bir devrimci enerjinin boşa heba edilmesi. 
 
Bunları “Tarihin Önünde Yürümek” adlı kitabımda geniş olarak ele aldığım için, geçiyorum. Ancak, küçük burjuva dogmatikleri, sınıf hareketi ile ulusal hareketi özdeşleştirdikleri için, “PKK geliştiyse biz neden gelişmeyelim” totolojisine sığnıyorlar. Engels’in sözünü bir kere daha buraya aktarayım. MA giller için yararı olmasa da yeni genç devrimci kuşaklar için yararı olabilir:

İlkeler araştırmanın çıkış noktası değil, sonucudur; doğa ve insanların tarihine uygulanmazlar, bunlardan soyutlanırlar; doğa ve insan dünyası ilkelere uymaz, ilkeler ancak doğa ve insan tarihine uydukları ölçüde doğrudur. Sorunun tek materyalist anlayışı budur.”

Toplumsal gerçeklikleri dar dogmatik kalıplar içine hapsetmeye çalışanların, siyasal yaşamlarında sık sık taraf değiştirmekten bitap düşmeleri de normal.

Birlik Sürdürülebilir miydi?

Bu soruya yanıt vermeden önce, iki örgütün de durumuna bakmak gerekiyor.

TKPM/ML (Konferans) 4. Konferansını yeni yapmış ve güçlenerek çıkmıştı. Gençlik içinde ve diğer alanlarda çalışması ilerleme gösteriyor ve yeni kadrolar kazanmıştı. Kendi içinde çelişmeler olsada (bu olağan bir şey), kendi mücadelesine engel olabilecek düzeyde değildi.
Dabk [TKP(ML)], kadrolarının esasını dağda toplamıştı. Kadorlar burada “atıl” kalmıştı. Batı’da merkezi bir örgütlenmesi yok, legal dergi sorumlusu aynı zamanda Batı sorumlusuydu. Hücre tipi örgütlenmeden ve illegal çalışma kurallarından oldukça yoksun ve uzaklaşmıştı. Böyle bir örgütlenme ve çalışma tarzı adeta düşmana davetiye çıkarmıştı ve elbette düşmanda içeriye sızmak için bu çalışma tarzını “çok hoş” karşılamış ve boşlukları doldurucu bir yöntem izlemişti.

Genel Sekreter İsmail Bulut olmasına karşın, hiç bir etkinliği olmadığı gibi, diğer kadrolarında etkinliği yoktu ve herkes adeta NT’nin ağzından çıkacak lafa bakıyordu. Bu durumu MA’de teyit ediyor. NT’nin provakatör, hozzotçu ve sekter tavrı, çoğu militanın karakteri halini almıştı. Almanların dediği gibi “vorbild” olmuştu. Şehirden gelenler küçümseniyor, gerillalara tokat atılıyor, köylülere karşı sert davranılıyor vb. yanında salt askeri bakış açısı ve dogmatizm egemendi. 
 
Batı’da kimin bir sorunu olsa kıra NT’nin yanına koşuyordu ve NT istediği kişiyi çağırıp konuşuyordu. Ancak, bir çok köylüler için NT, “ikinci Sakallı” (yani, Yeşil, M. Yıldırım) idi. Köylülerin gördüğünü kendi örgüt “yoldaşları” göremiyordu. Köylülerin “2. Sakallı” olarak adlandırdığı kişiyi MA aklama derdine düşmüş.

TKP/ML işte böylesi bir örgüt ile “birlik” yaptı. Elbette bu bir ciddi hataydı ve siyasi körlüktü. Salt, “salt askeri bakış açısıyla” soruna yaklaşılmıştı. Yani, gerilla savaşını büyütmek amaçlıydı...

TKP/ML, çok basit bir şekilde düşündü: “Dabk bizim saflardan ayrılan bir örgüt ve uzun yıllardır her iki örgütte “Halk savaşı”nı savunuyor ve bunu geliştirmek istiyor. Bazı farklı düşünceler olsa da Kaypakkaya’nın görüşlerini savunan bu iki örgütün birleşmesi önünde her hangi bir engel yok.” İşte TKP/ML’yi “Dabk”la birliğe götüren bu anlayış oldu.

Dabk kanadında da birliği savunanların niyetleri buydu. Başka siyasal hesaplar olur mu? Elbette olur. Koyun pazarında alış veriş yapılmadığına göre, her iki tarafta kendi siyasal görüşlerinin egemenliği için çaba harcar. Ancak buna gerek kalmadı. Birlik açıktan “polis” denetimine girdi. Bir taraf bunu gördü, bir taraf ise bunu göremedi. Onca yaşanmışlara rağmen MA’nın göremediği gibi, o dönemin Dabk kadroları da göremedi. Halkımızın deyimiyle ifade edersek; “paçalarından karşı devrimcilik akan” birisi, karşımıza “komünist önder” ve hatta “ikinci ibrahim” olarak çıkarıldı. Oysa köylüler basit bir gözlemle, sorunu görmüşlerdi: “İkinci İbrahim değil, ikinci Sakallı!”

Birlik korunabilir miydi? Elbette! Eğer Dabk kandı NT’nin etkisinde olmasaydı, Dabk’ı tek başına NT21 yönetmeseydi, birlik yürütülebilir ve giderekte iki taraf tek bir taraf haline gelebilirdi. Sancılı bir süreçte olsa sorunlar çözülebilirdi. 5 yıl ayrı kalmış, ayrı örgütlenme ve kültürel şekillenmeye sahip olmuş iki örgütün sancısız bir şekilde birleşmesini beklemek siyasal körlük olurdu. Bunu Konferans kanadı biliyordu. Konferans kanadının bilmediği, Dabk içinde yuvalanmış ve etkin hale gelmiş polis örgütlenmesiydi. Dabk’ın ileri kadroları bir ajan provokatörün etkisi ve yönetimi altındaydı. Sorunun esas yanı buydu. Bu görülmezden geldiği sürece, aynı hataların işlenmemesi için hiç bir neden yoktur.
Devam edecek:


HH Hala “Hizipçiliğe (Devrimciliğe)” Devam Ediyor!

Durum bu kadar nettir. 1993-94 kış barınaklarında “yaşananları” MA bilmiyor olamaz. Halil Gündoğan bunu yazdı. Eğer yalan yanlış yazmışsa “kitabında” yer verebilirdi. Halil’in yazdıklarını okumamış ya da duymamış olamaz. Barınaklarda Konferans kanadından gelen ileri üye ve kadrolara ve gerillalara ne gibi eziyetlerin yapıldığını 24 yıl önce yazıldı ve yayınlandı. Düşmanın yapmayacağını, MA’nın “ahlaklı” NT’si ve onu önder kabul eden yoldaşları yaptı.22 Yani, ortada tek bir düşman unsuru NT yoktu. Onu önder kabul eden ve onun izinden giden MKP kurucuları da işin içindeydiler. MA, bunları unutmamıştır, ama anlaşılan o, “zaman aşımını” tek taraflı uyguluyor!

Halil’in yazdıklarını (kendi yaşadıkları) Özgür Gelecek Gazetesi’nde yayınlandı. O dönemde MA’da büyük olasılıkla “hınçla” okuyordu bunları ve “bu devrimcilik değildir” diye bağrdığından hiç şüphe duyulmaz. (MA’nın iki dönemi var: Saf devrimci dönemi ve yalan çorbası devrimciliği)

Tablo ortada. Bir devrimcinin böylesi bir tablo karşısında ne yapması gerekir diye sorsalar MA’ye, o, örgütü; “parti disiplini” ve “hizipçilik yapmama adına” polise teslim et der! Yazdıklarından bu çıkıyor. Son iki kitabını (Kırda Ateş Politik 2 ve TKP/ML) okuyana kadar böyle bir ciddi eksen kayması içinde olduğunu bilmiyordum. “Kırda Ateş Politik 1 “, biraz idare ederdi, her ne kadar dogmatik-fokocu ve öznelcilik ağırlıklı olmasına karşın. Ancak, bu son yazdığı açıktan düşmanı “yoldaşlaştırma” eğilimli olmuş. Üzüldüm! Bir devrimcinin yol alabilmesi için bu tür yöntemlere girmesine gerek olmadığını düşünenlerdenim. 
 
O günkü koşullarda, HH yerine bir başkası da olsa “hizipçilik (devrimcilik)” yapacaktı yapmak zorundaydı. Çünkü karşısında normal bir parti işleyişi olmadığı gibi, normal bir durumda söz konusu değildi. Düşman açıktan geliyordu. Bütünüyle partiyi ele geçirmeye ve partinin ileri gelenleri saf dışı etmiş ve etmeye de devam ediyordu. Şehirlerdeki MK (Konferans kanadı kökenli) üyelerinin peş peşe yakalanması, P. İçindeki (Dabk kanadından gelen) ajanlar tarafından yakatılmıştı. Ve düşman, Parti içinde etkin bir örgüt kurmuştu ve derinlemesine bunu genişletiyordu. (Kardelen Hareketi bunu doğruladı)

Hangi “parti”den ya da parti disiplininden söz edilebilir? Karşı taraf, karşı-devrimci yöntemlerle bütün tasfiyeciliğini ve üstelik zor kullanarak yapacak, ama bir taraf ise, “aman ha, parti disiplininin dışına çıkmayayayım!” mı demesi gerekiyordu? Düşmanın ve onun peşinden giderek açıkça düşmana hizmet edenlere sessiz kalmanın disiplinle, hizipçilikle hiç bir ilişkisi yoktur. En basit şekliyle, burada yapılması gereken devrimci görev: düşmanın Partiye verdiği ve vereceği zararı en aza indirgeyebilmektir.

Eğer yaptıklarıma “hizipçilik” denecekse, ben elbette açıktan hizipçilik yaptım. Yoldaşlarımı elimden geldiği kadar uyarmaya çalıştım. Ulaşabilidiğim her yere haber saldım. Bunları yapmamak ihanet olurdu, MA’nın dediği “NT’nin ahlakı”na sığınmak ise karşı-devrimcilik olurdu. Bu sizin anladığınız anlamda hizipçilik değil, devrimci bir görevdir. Bugünde olsa tecrübe kazanmış biri olarak yine yaparım. Düşmana karşı severek yaparım. Bana “hizipçi”, “klik başı” demeniz, beni hiç gücendirmedi, tersine onurlandırdı. MA gibi eksensiz ahmak politikacılar ise çok sonradan “Mohaç” zaferine çıktı. 
 
Hala, normal bir parti işleyişi varmıymış gibi, “baş öğretmenvari” şunlar yazlabiliyor:

Çatışmanın başlangıcı olarak örgütün inandırıldığı, NT imzalı talimatla çakılan kıvılcıma karşılık olarak ‘Hiçbir yönetici organı tanımayın’ çağrısı yapan ve başını partinin sekreteri sıfatını taşıyan kişinin çektiği OPO’dur.23 Ancak adı üzerinde, “tüm yönetici organları” bulunan bir partide, o partinin sekreteri de olsa, tüm bu “yönetici organlar” yönetici iradesine ve partiyi birlik içinde yönetme amaçlarına aykırı bir ayrılığı benimsemese dahi, kişinin restine ‘reste rest’ siyasetini izlemeleri halinde ‘tanımama çağrısını’ değiştirmesleler de, durum bir ‘bölünme’ değil, bir ‘kopma’ olarak sonuçlanırdı. Yani bu gelişme hangi yönde sonuçlanacağını tayin edecek olan tutum, yönetici organların organsal iradeleridir.”(sf. 126-27) 
 
Hala ahmakça yazılabiliyor. “... yönetici organların organsal iradeleri” şeklinde. Sanki böyle bir irade varmıymış gibi. Karşı-devrimin etkisi altında bir AK kliği (Dabk kandı) varken hangi “irade”den söz ediliyor? Bilinçli olarak “saf”lık oyunu oynanmaya devam ediliyor. MA, o süreçte ortada bir iradenin kalmadığını bildiği halde, “varmış” gibi yazmasını, hangi “ahlak” kuralları içine sığdırmak gerekiyor acaba?

Yukarılarda yazdığım gibi, ne MKP’nin “Muhasebesi” ne de onun izinden giden MA, NT’nin esasta “düşman unsuru” olduğunu kabule yanaşmadıkları gibi, onun rolünü ve sığınak dönemlerinde devrimcilere yapılan düşmanca uygulamaları, bilinçli olarak görmezden geliyor(lar). Yukarıda söyelenler nasıl kabul edilebilir. Bu kadar saflık olabilir mi? Konferans kanadının bütün Batı’daki MK üyeleri yakalanacak, sığınaklarda24 açıktan tehditler ve tutuklamalar yapılacak, gerillaların elinden silah alınacak, Konferans kanadının önde gelen yönetici kadrolarının isimleri açıktan deşifre edilecek, ve resmen “bu iş Mart’ta bitecek” denecek, buna rağmen “birlik”, “disiplin”, “hizip” kaygıları taşınmaya devam edecek. Bunlar ya Hz. İsa soyundan geliyorlar ya da sınıf mücadelesinin ne olduğundan bir haberler. Ya da “ahlaklı” NT’nin ahlakının karşı-devrimci olduğunu bilerek gizleme telaşı içindeler.

Hangi MKP kurucusu NT’nin yaptığına karşı geldi? Hemen hemen bütün kararları oy birliği ile alınmış. NT’nin sözünden çıkamayan onun her dediğini yapanlarla “birlik” ve “parti disiplini” nasıl korunuyor ve parti sekreterinin burada rolü olabilir mi? 
 
Ve MA, NT’sine toz kondurmaya kıyamamış olmalı ki; “başını partinin sekreteri sıfatını taşıyan kişini çektiği OPO’dur” diye biliyor. Sanki, NT’ye karşı çıkan Dabk kadroları varmış gibi ve bunu hiç bilmiyormuş gibi konuşuyor. Sanırım, bunu, olayın üzerinden 25 yıl geçtikten sonra huşu(!) içinde yazabiliyor olmalı. Bunu söyleyebilmek için manda (mandalardan özür diliyerek) gönünden maske takmış olmakta MA’yi, karşı-devrimci faaliyeti aklama durumuna düştüğü durumdan kurtarmaya yetmez.

Çelişkiye bak: 
 
NT: AK kliğinin başı

NT: AK kliğinde etkin 
 
Kim bu NT: MKP 1. Kongreseine göre “ajan” ve MKP önceki ismi olan TKP(ML) (Dabk) tarafından “düşman ajanı olduğu” gerekçesiyle öldürüldüğü ilan edilen kişi.

NT: ajan

Kim Bu AK Kliği:

Dabk kanadından gelen kesim ve daha sonra MKP adını aldı.

1994 ayrılığından sonra Dabk kanadının “Kardelen Hareketi” tespiti: NT’nin başını çektiği ajan örgütlenmesi Konferansı ele geçirmek üzereydi. 
 
Ama “hizipçi ve bölücü olan HH”

Ve Dabk [TKP(ML)] 1997 yılında yaptığı (Kardelen Harekatı olayının hemen arkasından) Konferans’ta şu belirlemede bulunuluyor: “Düşman Konferansımızı içten ele geçirmek üzereydi.” Bu sizlere bir şey anlatmıyorsa, benim, MA giller gibi düşünenlere anlatacağım bir şey olamaz. Çünkü, materyalist diyalektik kavrayış ve anlayış eksenin dışına çıkmışlardır.
Boş ve gereksiz konuşuyorsunuz. Yazdıklarınız, okuyanlara bir yarar sağlamadığı gibi, yazanlarada faydası yok. Herkes güler. NT denen bir ajanın peşinden gidilmiş! Öncelikle bunun ideolojik, siyasi sorgulanmasını yapmalısınız. Siyasal, ideolojik ve örgütsel körlük açıklanmalı. NT’nin o süreçte örgüt içinde ne denli etkin olduğunu şimdi 35 yaşın altındaki gençler anlayamaz ya da bilemez, ama bizzat yaşamış olanların bunu yok saymalarına ve bunu “devrimcilik” adına yapmalarına anlam vermek zor olmasına karşın, yine de bir adlandırması olmalı: Yoldaşı düşmanlaştırmak ve düşmanı yoldaşlaştırmak. Bir daha tekrarlıyorum: Dogmatizmin ve fokocu tarzın eksensiz çukurunda yön aramaktır. Küçük burjuva aymazlığı ve savrulmasıdır.

Parti içindeki gelişmeler, bir başka söylemle, düşmanın parti içindeki tahribartı “reste rest” olarak ele alınmış. Düşmanın önderliğine ve alt kademelerine yerleşmiş ve yuvalanmış bir örgüt içindeki durum bu kadar basit ele alınabiliyor.

Darbecilik nitelemesi... Bu niteleme, HH ve OPO’nun mahkum edilmeyi hak eden tutumlarına rağmen, dün olduğu gibi bugün de doğru bir nitelemedir.” (127)

Onca laftan ve çok “değerli analizler”den sonra bir de bu var. Partiyi HH “böldü”yse, NT’nin başını çeken AK kliğinin darbe yapması nereden çıkıyor? M. Ali ne yanda duracağına bir türlü karar verememiş. Her halde uzun ve yorucu yola çıkmadan önce yazdıklarını ve o günkü duruşuna “helal” gelmesin diye bunu da ekeleyim olsun bitsin mi” demek istiyor. Bari bir de; “yeniden inşanın şehitleri” diye ekleseydin, her şey tastamam olurdu. 
 
Ajan NT önderliğindeki AK “darbeci”, “HH25 hizipçi ve bölücü” ise, siz kimsiniz? O dönemde neredeydiniz? NT nin ve HH bu işleri tek başına mı yaptı? Örneğin, MA’nin “Kırda Ateş politik 2” adlı inkar ve çarpıtmalarla doldurulmuş “anı-roman” kitabındaki anlatıcı “kahramanımız” nerede yer aldı acaba? Hangi kliğin peşindeydi? Oradan buraya düşmenin ve savrulmanın bir açıklaması olsa gerek? “Devrimciliği” oldukça geri plana itip onun yerine riyakarlığa göz kırpan şuhusal “dönüşüm” bu olsa gerek! Son yılların sosyal medyasına düşen klişeleşmiş söylemle: “ ... hepmiz orada değil miydik?”

MA (bunun kafasına sonradan taş düştüğü açık) gillerin tek derdi HH’nin devrimciliğe devam etmesi olmuştur. Bütün yıpratıcı söylemlere, kriminalize edici savlara, her türlü belden aşağı sözlere karşın HH’nin yoluna devam etmesi sanırım “ahlaklı NT” gillerin zoruna gidiyor olmalı ki, “değersizleştirme” çabalarına ara vermeden devam ediyorlar. Üzücü olan taraf; kendine devrimci (bundan kuşkum yok) diyenlerle düşmanın bu konuda birleşiyor olmasıdır. Çünkü düşmanda bu fırsattan yararlanarak boş durmuyor. Bu nedenle, sevgili MA bu yazdıklarında yalnız değil. Ortakları var. Madem öyle, Bana da, burada, Nazım’ın sözünü bir kere daha tekrar etmek düşüyor: “İt ürüyor, kervan yürüyor”....!

Ticaret”

<<“KONFERANS Kanadı” Önderliğinin Birlik İsteği, Girdabına Girdikleri Yozlaşma nedeniyle Örgütü Yönetemez Hale Gelmiş Olma Gerekçelerine “Birlik” İşiyle Örtü Bulma İhtiyacıdır.>> (108) diyor MA. Vargısı bu.

Yukarıda (Konferans Kanadının Birlik Kararı, bölümünde) belirttim, ama bir daha tekraralıyayım: Konferans kanadı 3. Konferans’tan beri “birliği” savunuyordu. Birliği istemeyen ise Dabk kanadıydı. Dabk kanadının birliği istemesinden sonra “birlik” masasına oturuldu. Bu gerçeği MA bilmiyorsa, askerlik anıları yazar gibi ulu orta yalanları sıralamasına gerek yok. 
 
Tabi “yozlaşmayı” MA “ticaret” olayına bağlıyor. Bu olayı başta NT önderliğindeki kesim olmak üzere, MA gibi sonradan alık ve ılık politikacı olanların dışında da kullanmaya çalışan olmadı. Unutmadan eklemek gerekiyor: Bir de Polis. Özellikle internet sitelerinde hep bu olayı verir. “Ticaret parasını paylaşamadıkları için örgüt bölündü”. Tam MA’ye uygun bir başlık olabilirdi. Bunu sevgili MA geliştirmeye çalışmış. Ancak, bu konuda zahmete girmesine gerek yok. Aç interneti oku okuya bildiğin kadar. Yaralanmak isteyenlere yeterince kriminalistik “malzeme” var. En son “nesra.org” diye bir siteye koymuşlardı. Sonradan baktım kaldırmışlar. Ayrıca, bu konuda bir polis uzmanının bin sayfalık bir kitabı yayınlandı. 
 
İçeriği çokca çarpıtılmasına karşın, bu olayın siyaseten doğru bir yanı yok. Bu konun özeleştirisi verildi. Ancak her komünist örgütlenme, özellikle de illegal ve silahlı mücadele yürüten örgütlenmeler zaman zaman bu tür hatalara düşmüşlerdir. Bu ilke olarak yanlıştır ve örgütte bu yanlışı bir kere yapmış ve bir dahada böyle bir yoldan yararlanma yoluna gitmemiştir. Amaca giden her yol mübah değildir. Bu ilke doğrudur ve Parti’de o süreçte esas olarak bu ilke doğrultusunda hareket etmiştir.

Öncelikle, bu olayın “magazin”leştirilen yanı ile esas mahiyeti farklı olmasına karşılık, bunun yapılması, örgütün silahlandırılması amaçlı olmuştur. Yani, salt askeri bakış açısının bir ürünüdür. Kaygılar bireysel değil, örgütsel ve sınıf mücadelesinin ilerletilmesi amacıyla bu yararlanma olayı yaşanmıştır.

Durum bu olunca, bunu genelleştirmek ya da genel bir hal almış gibi sunmaya çalışmak, amacın dışına çıkmaktır. Ağzı açık aptal poltikacıların verdiği söylemler gibi, bunu da ağzımdan çıkarırsam “iyi olur” diye düşünmüş olunmalı!

Tutuğunuz şey sizi şekillendirir. (sf. 108) Genel olarak doğru. Ancak, MA unutmuş olabilir, ama ben anımsatayım. MA’nin ilk kitabı “Kazanacağımız Günler İçindi”. İşte tutulan o gerçeklerdir. Bir hatadan yola çıkarak böyle bir yargıya varmak, sonradan eksen kayması durumuna düşmüş olanlar için geçerli olabilir. Çünkü söylediklerinin nereye uzandığını ölçebilecek kadar idrak sahibi değillerdir.

Peki, MA’nin tutuğu ne diye sorulursa, grupçuculuk oynayıp, sonra daha büyük bir yere kapağı atmak. Yani, “birlik” lafı edenlerin, birlikten anladıkları grupçuculuklar üzerinde pazarlık yapıp, daha “iyi bir mevki (!)” elde etmek olmuştur. Oysa, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını düşünenler, doğru gördüğü bir siyasal yapı ile sığır tüccarları gibi pazarlık yapma yerine, gidip o örgüte katılması gerekir. MA’nın yaklaşık son 15 yıllık serüveni bunun tersi olmuştur. Evet, burada şimdi konuşabiliriz: “Tuttuğunuz şey sizi şekillendirir.” MA son 15 yıldır hangi çizgiye sıkı sıkıya yapışmıştı acaba? Düne kadar bir elin parmak sayısını geçmeyen “grup” üzerine oturup sonra birden “birlik” pazarlığına girişmenin “su dökülmeyecek” bir ahlak olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Çünkü bu ahlak devrimci proletaryanın ahlakı olamaz. Olsa olsa iflas eden küçük tüccarların kendini kurtarma yöntemleri olabilir. Bu nedenle böyle ahlaklara “su döküp” yeşertmemek en iyisidir.

Grupçuluğu savunduğum çıkarılmasın. Dönüm dönüm “dönüşüm”cüler ile yolu “uzun yürüyüp” ama bir türlü yol alamayanların bir olup, sonra daha büyük bir çatı altında yer aldıklarını öğrendiğimde sevinmiştim. Nihayet “doğru olanı yaptılar” demiştim. Bu bir sonuç. Ama bu sonuca varmadan yol alınan güzergah hayli hastalıklıydı. Grupçuluk her zaman hastalıklıdır. 
 
Eline Kılıç Almış!

Mohaç” zaferine çıkmış kahraman teorisyenizmiz, eline bir de kılıç almış ya da vermişler. Burasını bilemiyorum. HH’nin “kırıda terk ederek” yurt dışına “ahlaksızca kaçtığını” söylemekten geri durmayan MA, nedense çok sevdiği belli olan “kır”dan hep uzakta kalmış. Oysa oralar kimsenin “malı” değil. Buyurun gidin, oradan şehirlere doğru “parça parça” gelin. Elinizden alan mı var! Ha sahi 15 yıldır kır düşkünü MA hangi kırlarda “piknik” yapıyordu? “Çok devrimci”siniz. Sizden başka ne “komünist”, ne “devrimci”, ne de “marksist” var. Buna sözüm yok(!) O zaman “çok” devrimci ve “biricik” Marksist olanların savunduklarıyla pratikleri uyum içinde olması gerekmiyor mu? Yoksa ben mi yanılıyorum?
Uzak görüşlü ve bilgiç teorisyenimiz, son geldiği durağa kaç yılda gelebildi acaba. 15 yılı aşkın bir sürede oraya vardı. Neredeydin şimdiye kadar sorma zahmetine giren olabilir. Ya da “hangi güzergahlarda at koşturuyordun da birden bire “doğruyu” ve olman gereken yeri buldun” da diyen olabilir. “HH’nin başını çektiği klik” saflarında bir süre yer alıp, şu anda durduğun yere yönelik neler düşündüğünü ve neler yazdığını bir düşün bakalım, ahlak timsali! Diyen de olur umarım.

Psikolojik ve patolojik değil ama, sosyo-sınıfsal olduğu kesin gibi. İnsanlar bir zaman bir başka cephedeyken, karşısında yer aldığı cephenin tarafına geçince, geldiği yere daha fazla “hınçla” saldırıyorlar. Bu salt küçük burjuva devrimcilerine özgü olmayıp, günümüz burjuva politikacılarında daha sıkça gördüğümüz ve tanık olduğumuz bir davranış biçimi. Mutlaka bunun sosyo-ekonomik bir yönü vardır. Bu davranış biçimi genel olarak bir küçük burjuva düşünce tarzıdır. Bir zamanlar iktidar partisinin karşısında olupta şimdi iktidar partisi saflarında olan bakan ve diğer politikacıların yularını elinde tutan sahiplerine övgülerine bakın.

Bunlar insanı tiksindiren davranışlar olarak göze çarpıyor. Bu tür politikacıların güvenilir olduğu söylenebilir mi? Elbette ki hayır. Eminim ki, yeni sahipleri de onlara güvenmiyor, ama “kullanıyor”.

MA ile bunların benzerliği var mı? Bunu kendisi düşünmeli derim.

Karşı-devrimin Faaliyetlerini Aklama Görevi Üstlenmek...

Yukarılarda MA’nin, “ahlaken eline su dökülemez” dediği NT gibi, devrimci bir örgüt içine sokulmuş karşı-devrimci unsuru aklama çabalarına girişmesi, son konaklandığı yerin iç çatışmalarının bir yansıması değildir umarım. Çünkü MA, açıktan karşı-devrimci faaliyet yürütmüş (kendi örgütü tarafından da teyit edilmiş) birisini savunmaya geçmiş. Ne pahasına devrimci faaliyet yürütenleri “değersizleştirme”, “kriminalize etme”, “şeytanlaştırma”26 uğraşları ile. Oysa, aynı faaliyeti devletin kontrolündeki kontra NT’de yürütmüştü ve buna Dabk kanadının kadrolarının önemli bir kesimini de ortak etmişti. Bu “şeytanlaştırma” ve “kriminalize etme” MKP 1. Kongre raporlarında da net olarak su yüzüne çıkmıştı. MKP bunu 3. Kongre’de önemli ölçüde son vermesine ve kişileri hedef alan önceki yaklaşımları konusunda “özeleştiri” vermelerine karşın, MA kendi cephesinden doyuma ulaşma bir yana, karşı-devrimin yönlendirdiği koroya çekincesiz katılım sağlamışa benziyor.

MA’nin devrimcileri kriminaliz etme çabası İsmail Oral’ın katledilmesine yorumlamasında da kendini ele veriyor.

... bu açık infaz yöneliminde İsmail Oral’ın seçimi, onun “Tuzla Olayı”nın soruşturmasında aldığı rol ve örgütteki “kara deliğe” ulaşma ısrarına karşı, devletin bir karşı tutumuydu.” (96)
Devletin böyle bir tutumu olmaz mı? Elbette olur. Düşman komünist örgütlerin en üst kadrolarına karşı her zaman yönelmiş ve yönelmektedir. Ya yakalayarak ya da öldürerek onu etksiz hale getirme faaliyetini devamlı sürdürür. Ancak MA, burada kitabının başından beri sürdürmeye çalıştığı “öznelci” niyetini yine konuşturmuş. İ. Oral, Tuzla olayını o anda araştırmıyordu. İsmail Oral yoldaşın (19 Mayıs 1991) katledilmesi devletin (polis) Bahçelievler olayının açık bir intikamıydı. İsmail’in evi önceden polis tarafından tesbit ediliyor ve ev telefonu dinlenmeye alınıyor. İsmail, ev telefonundan hem Yurtdışı örgütsel bağlantılarla hem de Türkiye içinde (örneğin Ankara) belli yerlerle konuşuyor. Ev telefonlarıyla örgütsel konuşmalar ve bağlantılar kurmak en önemli illegal kuralları ihlal etmektir. İsmail gizlilik kuralları dışına çıkıyor. İsmail ile birlikte aynı örgüt evini paylaşan Barbara Anna Kistler’in yargılandığı mahkeme dosyasında bütün bu bilgiler mevcuttur.
 
İsmail’in katledilmesi üzerine Parti, “düşman bizi göbeğimizden vurdu” saptamasında bulunmuştu. Bu doğruydu. Ancak bu, MA’nın “niyetli” açıklamasıyla bir ilgisi yoktur.

Yani İsmail Oral’ın bu şekilde katledilmesinde güdülen esas amaç, o’nun “Tuzla Olayı’ndaki “gizi” çözme ısrarına karşı bir hareket olarak, onun şahsında benzer kararlılık gösterme niyetinde olanlara açık mesaj vermekti. III. Konferans önderliği de bu mesajı doğru okumuş olacak ki, yozlaşma eğilimine girmiş küçük burjuva önderlik niteliğine uygun düşen teslimiyetçi tutum “hesap istemek”ten men etti.” (96)

Stendhal, Armance romanında; “utangaçlık kendini bilen, iddiası olan bir sevginin ürünüdür” der. MA’da bu yok. O “utanmaz”ca niyet okumalara devam etmiş. İç, kötülüklerle dolu olunca, kalem kağıda değdiği anda ne yazdığını da bilmez oluyor.

Özgül koşullar, örgütün içinde bulunduğu nesnellik göz ardı edilince, binbir türlü yorumlar yapılabilir. Oysa, Parti 4. Konferans’a hazırlanıyordu ve en önemli kadrolarından biri katledilmişti. Buna karşı “,intikam” hevesiyle hareket etmek olsa olsa MA gibi, koşulları doğru değerlendiremeyen, teoride “sol” olup, pratikte sağcı olan dogmatikler için geçerli olabilirdi. MA’nın bu tür yaklaşımları yeni değil. Behzat Frik’in27 katledilmesi olayına da aynı anlayışla yaklaşmıştır. Onun için önemli olan “cevap” vermek. Ama gerisini düşünmüyor. Bu küçük burjuva solculuğudur. Parti, 4. Konferans hazırlıkları yaptığı bir süreçte daha ileri gidemezdi. 
 
Hayatlarında düşmana bir yumruk bile atmamış olanların “sol”culuk yapmaları ne kadar kolay. Başkalarına, “neden saldırmıyorsunuz, saldırın” diye fetva verenlerin, yaşamları boyu “saldırı” olayından uzak durmaları ise bir başka gerçeklik. Küçük burjuva “sol”culuğu sınıf mücadelesini, İzmir’in Kordon Boyu’nda yürümeye benzetiyor anlaşılan. Onlar için “koşullar” her zaman uygun (!)

Sonuç Yerine

MA’nin, hayal aleminde yüzen ve koşulları gözardı eden küçük burjuva “sol” anlayışlarını nesnel gerçekliğin yerine geçirmeyi sevdiği belli. Bence bunların yerine roman yazsa daha iyi eder. (“Askerlik anılarını” –en az 18 ay bir tecrübe var- yazsa daha makbule geçer ama, bunu, yine de kendi iradesine bırakalım) Piyasa da yeterince dogmatik ve öznelci küçük burjuva “sol”culuğu var. Bir önerim de; MA’nın eski (benim tanıdığım dönem içindeki) yüzü daha sevimliydi. Yeni yüzü kendine hiç yakışmamış. Çok sırıtıyor. Ya da ben eski yüzünü pek iyi görememişim. Belki de bugünkü gerçek yüzü. O, “anı-roman 2” kitabının anlatıcı kahramanını HH’nin “adamı” olarak bildiğini yazmış. Öznelci ve art niyetli bir yorum elbet. Ya da o “anlatıcı kahraman” bir yerlere yamanmayı bir ilke haline getirmiş. Bilemem! Ismarlama usulü ele alınan bu kitabında da o çıkıyor. Oysa HH’nin hiç adamı olmadı, ama çok yoldaşları oldu. HH’nin, mücadeleye başladığı günden bu yana yoldaşları azalmadı her geçen gün –ulusal çitleri de aşan bir şekilde- çoğalmaya devam ediyor. Bundan hareketle, “dostlarım (ve yoldaşlarım) var ağaç yapraklarından çok28 şiir mısrasını mütevaziliğe sığınmadan tekrarlayabilirim.

Proleter etik kurallarından uzak, küçük burjuva düşünüş tarzını yenememiş ve onun esiri olmuş küçük burjuva devrimci kişilik ile “yoldaşlık” ise oldukça sancılı oluyor. Özellikle dogmatizmin ve küçük burjuva fokoculuğun Marksizm sanıldığı bir ortamda gelişen devrimci kişilikler, oldukça dejenere ve deforme olmaktadır. Yukarıda adlarını verdiğim kişilerin devrimci niyetlerinde bir sorun yok, sorun kavrayış ve onlara yön veren siyasal çizgidedir. Ancak, niyetlerin sınıfsal içeriğini belirleyen, özümsenen siyasal çizgidir. Siyaset küçük burjuvazinin elinde devrimci olmaktan çıkıp, tam da burjuva entirikacılığına ve çirkinliğine dönüşebiliyor. Ben MA’nin ahvalinin bu çerçevenin içinde olduğunu düşünenlerdenim. Bu ahval, aynada kendini başka gören kişilik halleridir. En basit örnek; yaklaşık 15 yıldır farklı duraklarda dönüşümcülük girişimlerinin ardından birden “birlikçi” kesilmek ve başakalarını da “anti-birlikçi” olarak eleştirmenin açıklaması bu olsa gerek. Yine, MA’nın bir önceki durakta birlikte oldukları, “uzun yürüyüp yol alamayan” yol arkadaşlarının kendi dışındakileri “klikçi” değerlendirip, ama ne hikmetse hep “klik” olarak kalmaları ise başka bir siyasi ucube şekli ve “ayinesi iştir lafa bakılmaz” ahvalleri bu olsa gerek. Bu olsa olsa, yeni ve genç kuşaklara; küçük burjuvazinin içine düştüğü trajedik hallerin siyasi komediye dönüşüm serüvenine örnek olarak gösterilebilinir. Ya da doğanın karşı durulamaz çelişkiler yığını diyalektiğinin bir sonucu Pompeii’lerini kaybettikten sonra, başka mecralarda “yitik cenneti”ni arayan küçük burjuva devrimcilerinin siyasal biyografisi olarakta okutulabilir yazdıkları ... 
 
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Mahur Beste”sinde: “İnsan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur” der. MA’nin iç dünyası bozulmuşa benziyor. Umarım yanılıyorumdur. “Yoldaşı düşmanlaştırma, düşmanı yoldaşlaştırma” iç çelişmesi içine girmiş (gibi). Tanpınar’ın aksine, bunun çaresi var. Çünkü genetik değil, toplumsaldır. Öznelciliği, dogmatizmi ve koşulları gözardı eden yaklaşımları ve nihayetinde küçük burjuva düşünce tarzını bir kenara atıp (Mefisto’dan uzaklaşma), Materyalist düşünce tarzı ve diyalektik yöntemle sorunlara yaklaşmak sorunların çözüm ilacıdır. Böylece, küçük burjuva düşünce tarzının, insanı, kendi kendine yabancılaştıran ve emeğine ihanet ettiren trajedisine izin verilmemiş olunur. 20.09.2018

Bitti.

1 3. Havalimanı işçilerinin son durumu buna örnektir.
2 Bkz. Yusuf Köse, Tarihin Önünde Yürümek, El yayınları 2013
3 Burjuvazinin kamplaştırma politikası ve kitlelerin esas gerçekleri görme taktiğinin küçük burjuva üzerindeki etkisi...
4 Bir örgütün tarihi gerçeklerini görmezden gelmek isteyenler, Halil’in, en zor koşullarda (hapishane) kaleme aldığı bu kitabını yayınlamaya da yanaşmadılar. Kısıtlı olanaklarla ancak yayınlanıp okuyucuyla buluşması yine de sağlandı ve bunu sağlayanlara teşekkürler.
5 Tarihin cilvesi bu olsa gerek; bir süre sonra, birbirine ters gibi gözüken “sağ ve sol” oportünizm aynı kulvarda buluştu. “Revizyonistlerle aynı masaya oturulmaz” diyerek partiyi bölenler, deyim yerindeyse onları çizgi ve önderlik olarak baştacı ettiler. Ve genelde de her iki tarafın hedefinde HH vardı.
6 MKP’nin “Muhasebe” dediği I. Kongre Raporu, devrimcileri devrimden soğutma el kitabı olmuştur.
7 Bir örgütün bu denli yozlaşmasının teorik nedenlerini; “Tarihin Önünde Yürümek” ve “Marksizmi Ortodoksca Savunmak” adlı kitaplarımda ortaya koydum.
8 R. Şişman, 1984’te yakalanınca düşmanla işbirliği yapıyor, o operasyonda yakalanan yoldaşlar bu unsurun durumunu bildiği ve bu nedenle ne hapishanelerde ne de dışarıda ilşki kurmadığını yıllar sonra R. Şişman ile yakalanan yoldaşlardan öğrendik. Bu kişi Dabk ortaya çıkınca düşman tarafından dabk ile ilşki kurmaya yönlendiriliyor.
9 R. Şişman’ın yakalattığı bir MK üyesi yoldaşa düşman şunu söylemiştir: “.. ulan o... çocuğu, anan seni kadir gecesinde doğurmuş, ulan başka zaman seni yakalayacaktık ki ... göreydin. Seni sağ yakalarmıydık, yaşatırmıydık. Sen dua et!..” Yakatılan MK üyelerinin öldürülmemesinin esas nedeni, yakalatan unsur ve diğer ajanların ortaya çkmasını engellemek içindir. Düşman, Tuzla katliamı deneyiminde ders çıkarmıştı. Tuzla’da canımız acıyınca, kayıbın sıradan ve tesdüfi olmayıp bir sızma işi olabileceği için direkt bu yöne yönelerek E. Kaya ve M. Curnaz ortaya çıkarılmıştı.
10 Birlik döneminde Dabk kesimi içinde Caferi kendine engel gören NT, onun bir hatasını kullanarak üstüne gidip MK ve PÜ’liğinden istifasını (Birleşik MK Toplantısı) sağlamıştı. Topalntı için alana çağrılan Konferans kesiminde MK üyelerinden bir yoldaş, durumu öğrenince, daha grup içine girmeden Caferi çağırarak, Nihat’ın çirkin hesap ve emellerinden dolayı kendisinin istifaya zorladığını, bunu görmesi gerektiğini, boyun eğmemesi gerektiği konusunda saatlerce uğraş sonrası Cafer istifasını geri almıştı. Buna rağmen bir kaç gün sonra başlayan toplantıda Nihat’a boyun eğmeye devam edeceği ve etkisi altından çıkmayacağı görülecekti. (HH ve diğer bir MK üyesi yoldaş, teknik nedenlerle bu toplantıya iki gün geç katılmak zorunda kalmıştı, ama bu yoldaşlar gelmeden NT, deyim yerindeyse Cafer’in işini bitirmişti.)
11 Hatta, bir köylünün “Sizin önderinizi besledik o şimdi yurtdışında” dediğini de “Muhasebe”nin önemli notlar bölümüne not etmeyi unutmamışlar. Köylü doğru söylemiş olabilir. Ancak, HH için bu notu düşenler, o notu “Muhasebe”lerine Yurtdışında düştüklerini ise nedense eklememişler.
12 Bunu yazan ya da yazanlardan biri olan birlik döneminin sekreter yardımcısı, nedense “çoban” olduğu döneme ilişkin “anıları”nı o rapora geçmemişti. (Bunları burada yazamayı gerekli görmüyorum) Nedense HH’ye “çömertçe” davrandığı gibi kendisine karşı oldukça “ketum” bir tutum takınmıştı. Muhtemelen “Çoban”la ilgili bu bilgiler NT’nin elindeydi.
13 Sosyal medyada birileri, “HH Doğu Perinçek ile birlik görüşmesi yaptı” diye yazmıştı. Diğer gazetecileri atlatarak ilk kendisi bu “çok özel” ve bu “asparagas haber” üzerine atlayan MA, bana Facebook’tan, “bu konuda araştırma yapıyorum, böyle bir şey varsa cevap verilsin” diye buyurmuştu. Ben, işte, o an MA’nın gerçekten ekseninin kaydığını anladım. Çünkü, birbirini tanıyan iki kişi ve o güne kadar birbiri hakkında “kötü” eleştirisi olmamış (en azından ben böyle biliyordum) birisi, sosyal medya üzerinden mi, böylesi “ciddi” bir konuda bilgi ister yoksa, başka yolları mı kullanır? Ayrıca, böyle bir durum olsaydı, bunu yazmak MA’ye kalmaz, rehber aldığı “Muhasebe” onu çoktan yazardı. İşte, bizim sosyal medyacı MA’nın “tarih” yazarlığı halleri...
14 Bu yazı (1994 Mart ayı olabilir), küçük burjuva “sol”culuğunu anlatan ve onun ideolojik zaaflarını ortaya koyan bir içerikteydi ve oldukça da uzundu. İKK’nın hangi saysında yayınlandığını unuttum ve o yazıyı bir daha da görmedim. Bulunur okunursa yararlı olacağı kanısındayım.
15Sevgili SY’nin önemli bir özelliği vardı. Buraya onu not düşmem gerekiyor. SY, Konferans kanadı kadroları ile beraberken (tabi ki, NT’nin olmadığı bir anda) NT’ye karşı “muhalif”ti. NT’nin olduğu yerde ise Konferans kanadına karşı muhalefet ederdi. NT, SY’nin bu özelliğini bildiği için onu yanına aldı. NT, SY’nin daha bir çok “özel”liğini biliyordu ve yerine göre kullanıma sürüyordu. Bu da NT’nin belirleyici bir özelliğiydi. Dabk kadrolarının açıkları NT’nin darcığındaydı ve yerine göre kullanıma sürüyordu. Bütün provakatörlerin vazgeçilmez özelliklerinden biridir. Bunun eğitimini almışlardır.
16 MA, „Kara Çete“ olayını da büyük olasılıkla zaman aşımına uğratmış olmalı. NT’nin öldürülmesinden sonra yiğit bir devrimci olan Mahmut ve yanındaki 4-5 devrimci katledildi. Ne adına, “Hizipçilik yaptığı” gerekçesiyle. Bunlar nedense görünmezden geliniyor. Bunları anımsatmamın nedeni, devrimci görülenler adeta düşmanlaşmıştı. Düşman çizgisi, doğrudan düşman ajanı olmayanlar üzerinde ciddi bir tahribat yaratmıştı. MA, bu devrimcileri katledenlerle aynı yalan çorbasına iştahla kaşık daldırırken geçmiş vijdanı hiç aklına geldi mi acaba?
17 NT ekolünün, Konferans kanadı kadroları için yaptıkları (ki, bunlar, kitleleri devrimcilerden uzaklaştırma amaçlıydı) lümpence karalama propagandlarını buraya almıyorum.
18 MA, H. Gündoğan’a “bir gülücük” göndermiş. Oysa, NT ve çetesi en büyük eziyeti HG’na vermişti. “Gülücük” yerini bulur mu bilemem. Tanıdığım HG ise, yazdığı: “MKP’nin ‘Tarihi Muhasebesi’nde Öznelcilik ve Dogmatizm” ortada dururken ve MA’yi bütünüyle yalanlarken, o sahte ve riyakar “gülücüğü” kabul etmeyecektir.
19 Halil Gündoğan, “MKP’nin ‘Tarihi Muhasebesi’nde Öznelcilik ve Dogmatizm” ve “Dersim Dağlarında” kitapları. Bu konun doğrudan güvenilir kaynaklarından.
20 Bu konun tanıkları hala sağ. MA’de bunları çok iyi tanır ve kimler olduğunu bilir.
21 Buraya bir dipnot daha düşmek gerekiyor: Kendi söylemleriyle NT’nin öldürülüş şekli biliniyor. MKP bu konuda özeleştiri yaptığı için “biçimi” buraya yazmaya gerek duymuyorum. Eğer doğruysa, bu öldürülüş yöntemi; NT karşısında ezilen kadroların bir intikam alışıydı. Evet, NT karşısında etksizdiler, ama aralarında içten içe diş biliyenlerde yok değildi. Fırsatını bulsalar onu bir kaşık suda boğabilirlerdi. Bu durumu bir çok Dabk kadrosunda gözlemleyebilmiştim. Nitekim zincirlerinden boşalır boşalmaz NT’nin öldürülüş biçimi ortaya çıktı. Bunu bir tartışmamızda NT’ye aynen söylemiştim. “kendi çizginin kurbanı olacaksın”. Örneğin, A. Hambayat “sert” bilinir. Oysa o da, “birlik konferansı” sırasında “NT’yi dengelemek için “sadece üç kitap okumalı”yı MK’e seçelim” önerisi getirmişti. önerdiği kişilik bir ajan değildi ama ondan da beter bir durumu vardı.
22 Ayrılığın hemen arkasından anne ve babasını görmeye gelen bir gencin aylarca (yaralanana kadar) rehin alınması vb. olaylar ise MA’nın “ahlakına su dökülmez” NT vari hareket edenler tarafından gerçekleştirilmişti.
23 Buraya da bir dipnot düşmeliyim. Çünkü OPO’ya (OPO: Ordu Parti Organı. Yani, ordu içindeki partiyi örgütlemekle sorumlu organ. ) haksızlık olur. OPO, AK kliğini tanımama kararını HH’dan bağımsız olarak almıştı. Çünkü OPO’nun bu kararından HH sonradan haberi oldu. Ama olumlu bulduğunu ve doğru bir karar olduğunu da sevinçle eklemekten geri durmadı. Sanırım MA’da “Muhasebe” yazarları gibi, OPO’yu AK kliği gibi “bağımsız” hareket edemez bir organ olarak düşünmüş olmalılar.
24 Bu provokatör-sekter ve ayrıştırıcı ve bölücü tavırlar sadece NT’ye özgü değildi. SY dışında dağdaki Dabk kanadının tüm ileri kadrolarında vardı. Davranış konusunda NT ile dieğrleri arasında bir özdeşlik vardı. NT’yi bu durum kurtarıyordu ve yaptıklarının karşı-devrimci bir tavır olduğunun görülmemesini sağlıyordu.

25 Ayrılık kesinleşip Konferans kanadının gerillaları OPO ile bileştikten sonra, HH, parti üyeliği hariç bütün görevlerinden istifa etmiştir. Konferans kanadının gerillaları binbir zorlukla OPO’ya ulaşabilmişlerdi. Çünkü AK’nin “vurma” tehdidi vardı. Ve o aşamadan sonra HH’nın görevinde kalmasının bir nedeni de kalmamıştı. Birincisi, en çok HH’nin de istediği “birlik” serüveni, bir kabus ile sonuçlanmıştı. Böyle bir cidd hata yapan bir önderliğin yönetimde kalmasının nedeni de kalmamıştı. Bu nedenle HH görevlerinden istifa etti ve OPO’da bunu kabul etti ve yeni bir süreç, KÖK (Konferansı Örgütleme Komitesi) süreci başladı ve bunlar bütün P. üyelerinin uzun tartışmaları sonucu karar altına alındı. HH, kendi hatalarının hesabını da o anda Parti’ye verdi. Yurtdışına çıkışı da bundan sonra gerçekleşti.
26 Buna bir örnek: HH yurtdışına geldiğinde, bir kadın yoldaş onu ilk gördüğünde, şaşkınlığını gizleyemedi; “HH yoldaş, bende seni, mafya babaları gibi, iri yarı, şiş göbekli biri sanmıştım. Çıka çıka karşıma cılız birisi çıktı” demişti. Çünkü, NT giller öyle bir propaganda yapmış ki, HH’yi kendi kişilği dışında göstermeyi başarmışlardı.
27 MA, Kırda Ateş politik 1 adlı kitabında, gerilla birliğin Behzat Frik’in katledilmesine müdahale etmemesini eleştirir. Böyle bir durumda, gerilla birliğinin hepten imha olma olasılığının olmasının onun için önemi yoktur. Dünü, bugünü ve yarını düşünmeden hareket etme anlayışı içinde olan küçük burjuva anarşizmi!
28 İranlı şair Sohrap Sepheri’nin bir şiirinden