24 Haziran 2016 Cuma

AB EMPERYALİST BİR BİRLİKTİR: DAĞITILMALIDIR








AB EMPERYALİST BİR BİRLİKTİR: 

DAĞITILMALIDIR



Yusuf KÖSE
24 Haziran’da İngiltere'de yapılan AB referandumu sonucu, AB emperyalist burjuvazisi içinde paniğe yol açtı. Brexit’in domino etkisi yaparak ABexit’e dönüşmesinden korkmaya başladılar.

Avrupa Birliği, “... başta ABD ve Japon emperyalist tekellerine rakip olarak ortaya çıkmışsa da, işçi sınıfı, ezilen halklar ve ezilen ulusların karşısında yer alan bir bloktur. Başta da Avrupa işçi sınıfı ve halklarına karşı oluşturulmuş emperyalist bir birliktir.”1

Emperyalist AB’ni ortaya çıkaran gerçek, emperyalist tekeller arası savaştı. Dünyayı yeniden ve yeniden paylaşmak, emperyalist tekelleri de farklı bloklaşmalara götürdü ve götürmeye devam edecektir. Emperyalizmin karakteristiği, “birliği” değil, bölünmeyi içerir. Emperyalistler arası “birlik” geçici, sermayelerini büyütme, birbirlerine karşı egemenlik alanlarını genişletme savaşı ise esastır. 
 
AB’nin oluşumu, işçi sınıfı ve emekçilerin istemleri ve doğrultusunda bir birleşme olmayıp, emperyalist tekellerin sınıfsal çıkarları doğrultusunda ve onların dayatmasıyla oluşturulmuştur. Bu bağlamda da böylesi bir birliğin, işçi sınıfı açısından savunulacak hiç bir yanı olmadığı gibi, tüm emperyalist birliklerin karşısında olmak, işçi ve emekçilerin çıkarınadır.

Emperyalist AB’nin uygulayıcısı ve savunucuları en büyük AB tekelleriydi. Başta’da Almanya, Fransa ve İngiliz tekelleriydi. Özellikle Alman emperyalist tekelleri, AB’nin oluşumunda başat bir rol oynadılar. Alman burjuvazisi, uluslar arası alanda diğer emperyalist ülkeler ve bloklar karşısında daha güçlü yer almak için AB blokunun gerçekleşmesi için büyük çaba harcadılar. AB’nin oluşmasından sonra ise, Alman emperyalizmi her alanda, dünyanın paylaşımında kendilerininde olduğunu diğer emperyalist ülkelere ilan ettiler.

AB çelişmeli bir birlikti. Böyle bir birliğin dağılmasını da içinde barındırdığı ve barındıracağı çok açıktır. AB ülkeleri arası “kalkan” sınırlar, esas olarak tekellerin çıkarları içindi. Sınır kapılarının “açık” olması işçilere ve emekçiler için değil, burjuvazi içindi. (İstedikleri anda kapatıyorlardı. 2008 ekonomik krizinde ve göçmen krizinde kapttılar.) Bir taraftan tekellerin her yere özgürce ellerini kollarını sallayarak girmeleri, ucuz iş gücünden yaralanmaları ve sermaye birikimlerini artırmaları gerçeği varken, öbüt yandan ise, işçi sınıfının daha fazla ezilemesi ve baskı altına alınması gerçeği vardı. 
 
AB oluşumu ve peşinden ise tek bir para birimi Avro’ya geçilmesiyle beraber, işçi ve emekçiler üzerindeki baskılar dahada artmıştır. Halkın alım gücünden önemli bir düşüş olduğu gibi, ekonomik ve demokratik haklara bundan sonra daha fazla saldırı olmuştur. Başta Fransa ve Almanya olmak üzere yoksullaşma artmıştır.

Sermayenin birliği, işçi sınıfının birliğini getirmemiş, tersine, sınıfın uluslar arası birliği önünde en büyük engel olmuştur. Emperyalist birliğin olduğu yerde, işçi sınıfının birliği ve demokratik kazanımları yara alır. Nitekim, AB’nin oluşumuyla beraber, Avrupa işçi sınıfının ekonomik ve demokratik haklarına yoğun bir saldırı olmuştur. Bugün Fransa’da işçi sınıfına karşı saldırının arkasında başta Alman burjuvazisi olmak üzere tüm AB tekelleri vardır. Yunanistan işçi sınıfının mücadelesinin ezilmesi ve zorla “borç” adı altında haraca bağlanması AB emperyalist burjuvazisinin zorbalığının sonucudur.

Yugoslav halkının birbirine kırdırılması ve etnik parçalara ayrılması, Afganistan işgalinin sürdürülmesi, Afrika halklarının tahrip ve açlığa mahkum edilmesi; Irak, Suriye başta olmak üzere Ortadoğu halklarının boğazlanmasının arkasında ABD olduğu kadar AB emperyalist burjuvazisi de vardır. Yugoslavya’daki uranyum bombaları ise başta Alman burjuvazisi olmak üzere AB’nin eseridir.

AB’yi en çok liberal burjuvazi savundu: “Küreselleşiyoruz.” “Sınırları kapitalizm kaldırıyor.” “Dünya birleşiyor”. “Bu bir enternasyonalizmdir.” vb. vb. övgüler, aslında emperyalist burjuvazinin neoliberal politikalarının uygulanmasının ve işçi sınıfına ve doğaya azıgınca saldırı ve tahribatının önün açılmasının ideolojik ve siyasal argümanlarıydı. Sosyalizme karşı AB’ni savunan burjuva ideologları, neoliberal emperyalist politikaların tahribatlarını ve yıkımını gizleyebilme çabası içindeydiler.

Komünistler, emperyalist bir AB değil, işçi sınıfı ve emekçilerin birliğinden oluşan bir AB ve dünya birliği istiyor. Bu ancak kapitalizmin yıkılıp sosyalizmin kurulmasıyla gerçekleşebilir. Sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız gerçek bir birliğin kapılarını ancak ve ancak sosyalizm açabilir. Kapitalizm ise, bugün olduğu gibi halkları ve ulusları kutuplaştırır, ırkçılığı ve şovenizmi gelişitirip  birbirine kırdırır. Sömürücü, yoksullaştırıcı, yıkıcı ve kutuplaştırıcı bir bitrliğe işçi sınıfı ve emekçilerin gereksinimi yoktur. Bu nedele de işçi sınıfı emperyalist AB'yi dağıtarak kendi sınıfsal birliğini kuracaktır.

Yazıyı, “Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi” adlı kitabımın, “Emperyalist Bir Birlik Olarak Avrupa Birliği” adlı bölümün son paragrafını buraya aktararak bitireyim.

... AB’nin demokrasi ve insan hakları anlayışı tümüyle reddedilmelidir. Dünya halklarının ve tüm ezilenlerin bu yağmacılara hiç bir gereksinimi yoktur. Bu aslaklar yeryüzünden atılmadıkça, insanlığın büyük bölümünün sosyal yaşamdan izole edilmesi kaçınılmazdır. Bunun önüne geçmenin yolu; kapitalist toplumun yıkılması ve yerine sosyalizmin kurulmasıdır. Kapitalist sistemde sömürü ve baskı altında yaşamaya mahkum edilen büyük insanlığın sadece ve sadece buna gereksinimi vardır.”2 25.06.2016

***

1 Yusuf Köse, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, sf. 145, El Yayınları, 2005
2 Age, sf. 179

18 Haziran 2016 Cumartesi

HİTLER, MUSSOLİNİ VE ERDOĞANGİLLERİN YARATILMASINDA LİBERALLERİN PAYI!









HİTLER, MUSSOLİNİ VE ERDOĞANGİLLERİN YARATILMASINDA LİBERALLERİN PAYI!

Yusuf KÖSE

Son zamanlarda, bir çok liberal ve demokrat köşe yazarı, AKP iktidarını ve Erdoğan’ın “tek kişi(!)” diktatörlüğünü eleştirirken, Sovyetler Birliği’ni ve Stalin’i anmadan geçemiyorlar. Stalin’i Erdoğan ile eşleştiriyorlar ve Erdoğan’ın uygulamalarını Stalin önderliğinde SSCB olan uygulamalara benzetiyorlar. 
 
Liberal ve reformist burjuva yazar ve aydınların çoğunun Stalin düşmanı olduklarını biliyor ve bunun nedenlerini anlayabiliyoruz. Birinci neden; yaşam biçimleri ve buna uygun düşen düşünce tarzlarıdır. Kapitalist sistemin sömürü düzeninden nemalandıkları için düşünce biçimleri de buna uygun şekilleniyor. Bunlar, yaşadıkları gibi düşünüyorlar ve bu nedenle de, sömürü ve baskının olmadığı sosyalizmin karşısında yerlerini alıyorlar.

Bunlardan biri Murat Belge. 12.06.16 tarihli “t24”1 deki yazısında, Erdoğan’ı Stalin’e benzetmiş. Bunu tek MB yazmıyor. Bir çok sosyalizm düşmanı ve kapitalizm sevici burjuva liberal yazarlar da sık sık yazıyorlar. Kapitalist sistem içindeki faşist bir diktatörü getirip sosyalizm içine sokmaya çalışıyorlar. 
 
Bir türlü gönülleri, Erdoğan’ı Hitler, Mussolini vb.leri ile eşleştirme pek razı olmuyor. Böylece, yeni kuşağa; Erdoğan’ın “iyi” olmadığını söylerlerken, Stalin şahsında sosyalizmin daha da kötü olduğunu anlatmayı amaçlıyorlar. Bunların, kapitalizm ile sosyalizm karşılaştırmaları ancak bu kadar basit olabiliyor. Burjuva liberal düşünce yapıları, sermayenin kanlı diktatörlüğünü eleştirmeye ulaşamıyor.
Her şeyden önce Erdoğan birine benzetilmesi gerekiyorsa, öncelikle, en yakınında ve önceli Mustafa Kemal var. Onun zamanında da tek parti (CHP) vardı. Hiç bir demokratik hak ve ortam yoktu. Ağır baskı ve sömürü koşulları vardı.

M. Kemal ile Erdoğan arasındaki fark; birinin “laik” olması diğerinin ise islam dincisi. Ama yönetme biçim ve yöntemleri aynı. Aynı kapitalist sistemin ürünleri ve yürütücüleri. Erdoğan’a “diktatör” deyip, M. Kemal’e “diktatör” dememek riyakarlıktır. Kürtlerin katledilmesi, yok sayılması, salt bugüne özgü bir olay olmayıp, bu vahşet ve inkar M. Kemal ile başlamıştır. Alevilerin ibadet yerlerinin yasaklanması ve kapatılması ve toplumun sunnileştirilmesi salt bugüne özgü siyasal gelişmeler değildir. Yine, işçi haklarının yok sayılması, sendikaların yasaklanması, hiç bir muhalif siyasal oluşuma meydan verilmemesi ve komünistlerin içeri tıkılması yeni bir olgu olmadığı bilinen bir gerçektir. Bunlar, M. Kemal ile başlamıştır. TC’nin 1925-1950 arasını ne çabuk unuttunuz! M. Kemal iktidarı döneminde, “demokrasinin vaz geçilmez kurumları” dediğiniz hangi parti (CHP dışında) vardı? 
 
Yine benzetme konusunda daha uzağa gitmelerine gerek yok. Menderes-Celal Bayar ikilisi altındaki on yıllık yönetime bakmaları bile yeterli olur. Kutuplaştırma, islamlaştırma, Türkleştirme, azınlık milliyetlerin zorla göç ettirilmesi ve üzerlerindeki her türlü ağır baskı; tüm demokratik hak ve özgürlüklerin yok edilmesi, muhalif olanlara karşı ağır baskı koşulları, muhalif basının susturulması vb. uzayıp gider...

Bugün olduğu gübi, dün de “her mahallede bir milyonerin” (yandaş sermaye ve sermayenin merkesileştirilmesi vb.) yaratılmasına karşılık, aşırı sömürü, küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi, yoksulluk ve yolsuzluklar...

Bütün bunlar aynı sistem içinde, kapitalist sistem içinde olan gelişmelerdir.

Demokrasi”cilik oynayan gelişmiş kapitalist ülkeler gelince, onlar, Erdoğan vb.lerinin yaratıcı ve besleyicileridir. Bugün, Türkiye’deki gelişmeleri Batı sermayesinin çıkarlarından bağımsız ele alamazsınız. Yine Kürdistan’ın yerle bir edilmesi, Suriye’nin talan edilmesi ve Milyonlarca Ortadoğulu halkın yaşamlarına son verilmesi, sizin çok sevdiğiniz ve sosyalizme karşı ısrarla savunduğunuz kapitalist sistemin ürünüdür. Batı’da –bugün için- Erdoğan gibi “tek kişi”2 diktatörlüğü yoktur, ama, işçi ve emekçilere karşı tekelci sermayenin diktatörlüğü vardır.

Nasıl ki Erdoğan ve daha nice faşist diktatörün yaratıcıları ve besleyicileri Batı sermayesi ise, İŞİD vb. terör örgütlerin yaratıcıları da onlardır. Ve bunların hepsi, sosyalizmin değil, kapitalist sistemin ürünüdürler. Kapitalist sistem var olduğu sürece, yukarıda sayılanların hepsi bir şekilde yaşanmaya devam edecketir. Ama, daha ağır bir şekilde olmak şartıyla yeniden ve yeniden yinelenecektir. 
 
Liberal aydınlarımız, Erdoğan’ı eleştiriyorlar, ona karşı çıkıyorlar, ama, onu yaratan ekonomik sisteme karşı çıkmıyorlar. Sanki Erdoğan vb.leri uzaydan gelip tepeye kondu(!) Oysa bu tür soytarı kralcıkları, kapitalist sistem halkın karşısına çıkardı ve yaşadığı sürece de çıkarmaya devam edecektir.

Türk burjuvazisi, AKP iktidarı süreci içinde “altın dönemi”ni yaşıyor. Bu sözler, ülkenin en büyük tekeli Koç Holding yöneticilerinin ağzından salya gibi dökülüyor. Türk egemen sınıfların “Erdoğan severliği”, İSO’nun; “Türkiye’nin 500 büyük Sanayi Kuruluşu Araştırması”na3 kısaca göz atıldığında daha kolay anlaşılır.

Liberal aydınların “kem sözleri” sadece Erdoğan için, ama onu ayakta tutan sermaye için değil. Dilleri bir türlü sermayeyi “diktatör”, “faşist” ve “anti-demokratik” olarak adlandırmaya varmıyor.
Erdoğan’ı Stalin’e benzetmek, siyasal ve sosyal sapkınlıktır. Neden mi? Çünkü, Stalin bir komünist kişilik ve Erdoğan ise faşist bir kişiliktir. Stalin, işçi ve emekçilerin dostu ve önderi iken, diğeri ise işçi ve emekçilerin düşmanı, sermayenin ise dostudur. Stalin, yaşamı boyunca sömürü ve zulüme karşı çıkmış, kapitalizme karşı mücadele edip, sosyalizmin kurulmasında en çnde yer alan önderlerden biridir.

Uluslararası proletaryanın önderi ve ezilen halkların dostu Stalin ile Erdoğan’ı aynı kare içinde anmak bile, sapla samanı birbirine karştırmanın ötesinde bilinçli pespaye “Akit”çilik yapmaktır.

Ayrıca, karşılaştırma yapılacaksa öncelikle her iki ülkenin işçi ve emekçilerin ne gibi haklara sahip oldukları ortaya konmalıdır. Stalin öndeliğindeki SSCB’de, işçi ve emekçilerin sahip oldukları ekonomik, demokratik (siyasal ve sosyal) haklar, o güne kadar tarihte ve elbette kapitalizmin dünü ve bugününde hiç bir zaman olmamıştır. Stalin ve sosyalizm düşmanlığının nedeni de budur. Sosyalizmin işçi sınıfı iktidarı olmasındandır. Sosyalizm de işçiler ve emekçiler özgürdü. Sosyalizmde burjuva sisteminin yalakaları liberallere de yer yoktu. Sosyalizm, burjuva liberallerin tahayyüllerinbin alamayacağı kadar özgürlükler sistemidir.

Erdoğan’ın başında bulunduğu ülke halkının durumunu ise burada yeniden tekrarlamaya gerek yoktur. Sıradan faşist bir kişiliğin temsil ettiği bilinen sıradan faşist bir düzen. Türkiyeli işçi ve emekçilerin yaşam koşulları ise ortadadır. Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ITUC) tarafından yayınlanan, “Global Haklar Endeksi Raporu 2016”ya göre, “Türkiye, çalışanlar için dünyanın en kötü 10 ülkesinden biridir.”4

Tek kişi” diktatörlüğüne ve “faşizm”e karşı çıkışta tutarlı olmak için, öncelikle bunları yaratan ekonomik ve sosyal sisteme köklü bir şekilde karşı olmak gerekir. Kapitalizme karşı çıkmadan, onun kaçınılmaz doğal siyasal biçimlerine karşı çıkmanın tutarlı bir siyasal duruş olmadığı açıktır.

Stalin düşmanlığı, sosyalizm düşmanlığıdır. Bu belgeli ve tarihsel bir gerçekliktir. Kapitalizmin dünyayı nasıl bir cehnneme çevirdiğini unutturup, Stalin şahsında sosyalizm düşmanlığı, belki bir süre işçi ve emekçilerin kafasını karıştırabilir. Ama, bir Arap Atasözünün söylediği gibi: “Hava kapalı diye yıldızların yok olduğunu sanma.” Bugün, gökyüzü kapitalist sistem tarafından iyiyce sislendirilmiş, ancak bu koyu sisli hava, işçi sınıfı ve onun sosyalist iktidar gerçekliği ve onun gelecek oluşu gerçeğini ortadan kaldırmaya yetmiyor.

Yetmez ama Evet”cilerin, Stalin gibi birini eleştirme haklarının olmadığı, bugün yaşanılanlardan dolayı açık değil mi? Erdoğan gibi bir faşist kişiliği halka şirin gösterenler başta onlardı. Komünistler değildi. Komünistleri “ütopyacı” kendilerini ise “gerçekçi” diye adlandıranların, gerçekleri Erdoğan ve Türkiye’nin geldiği bugünkü noktadır.

Ayrıca, Stalin konusunda aydınlanmak istiyorlarsa, onlara yardımcı olunabilinir: Öncelikle, “Kapitalizmin Kara Kitabı”5, “Kuruşçev’in Yalanları”6 ve “Sovyetler Birliği Hakkında -En Çok Söylenen- Yalanlar ve Gerçekler-, Mario Sousa7 ve “Sovyetler’e arşı Büyük Komplo”yu8 okumları yeterli olur.18.06.201

*** 


1 Bkz. T24.com.tr
2 (bu tanım gerçeği yansıtmıyor, doğrusu sermayenin faşist diktatörlüğüdür)
3 Bkz. iso.org.tr : “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu-2015”
4 www.diken.com.tr/ 17.06.2016. (Dünyada çalışanlar için en kötü durumda olan 10 ülke ise Belarus, Kamboçya, Çin, Kolombiya, Guatemala, Hindistan, İran, Katar, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri oldu.)
5 Kapitalizmin Kara Kitabı, Evrensel Basım
6 Huruşçov’un Yalanları, Yordam kitap
7 Bkz. Cafrande.org. 23.08.2010, ayrıca, Vikisosyalizm
8 Michael Sayers- Albert E. Kahn, “Sovyetler’e kKarşı Büyük Komplo 1917-1947”, Yurt Yayınları

8 Haziran 2016 Çarşamba

"Bak Bill, İşte Kocakafa!”








"Bak Bill, İşte Kocakafa!”1

Koşullara Boyun Eğmek Değil,
Değiştirmek Devrimciliktir!


Yusuf KÖSE

İslamcı faşist devletin en büyük korkusu, kitlelerin direnme gücünü bütünüyle kıramamış olmasıdır. Onlar, kendi saltanatlarını rahat sürdürebilmek için, öncelikle kitleleri bütünüyle teslim alamk isterler. Teslim almanın ötesinde, bütünüyle sindirmek ve ezmek isterler. Kısa ve uzun vadeli taktikleri budur.

AKP faşist hükümeti, 14 yıldır, kitleleri teslim almanın mücadelesini veriyor ve son 6 yıldır ise, yoğun bir şekilde saldırıyor. Buna rağmen, kitleleri bütünüyle teslim alabilmiş değildir.

En büyük direniş ve mücadele, hiç kuşkusuz Kürt Ulusal Hareketi’nden gelmektedir. Kürtlerin ulusal direnişi, burjuva faşist hükümet için en büyük handikapı. Devlet, Kürt ulusuna yönelik savaşını; bir yandan Kürt düşmanlığını Türk kitleleri içinde derinleştirerek, ezilen halklar ve işçi sınıfı içinde kutuplaşmayı artırmak isterken, bir yandan da toplumsal sorunları; Türk-Kürt düşmanlığı eksenine sıkıştırmaya çalışıyor. Ancak, devlet, bütün bunlara rağmen, Kürt ulusal direnişi karşısında derin bir krizle karşı karşıya kalmış durumdadır.

Faşizm Kürt ulusal direnişini teslim alamadığı gibi, işçileri de teslim alabilmiş değildir. Burjuva gazete ve TV’lerinde yer almasada, hala irili ufaklı işçi direnişleri sürmektedir. Sadece 2015 yılı içinde günde ortalama üç işçi direnişi olmuştur.2 Toplamda ise 1116 işçi eylemi olmuştur. Bunun 31’i dayanışma eylemi olarak gerçekleşmiştir. 
 
2016 yılı da sessiz geçmemektedir. HES’lere karşı olsun, doğanın talanına karşı olsun, eylemlerde bir artış vardır. 

Artvin-Cerattepe Eylemi ve kitleselliği de dikate alınınca, faşizmin hala teslim alamadığı ve bu nedenle de oldukça tedirgin bir durumda olduğu açıktır. Cerattepe eylemi uzun süren bir eylemlik olmuştur. 21 haziran 2015’de başlayıp 2016 Şubat ayı içinde ise daha bir kitleselleşerek büyümüş ve devlet, kitlelerin karşısına asker ve polis gücüyle çıkmıştır. Kitleler, uzun bir direnişten sonra, devlete geri adım attırmıştır.

TC devleti, Kürt illerini karadan ve havadan bombalarken, Batı’da da kitlelerin “barışçı” protesto ve yürüyüşlerine TOMA ve Polis’le karşı koymaktadır.

Bu yılın 1 Mayıs’ın da hemen hemen bütün illerde işçiler sokaklara çıkmışlardır. Bütün baskı, tehdit ve korkutmalara karşın 1 Mayıs katılımları bir önceki yıla oranla düşük olmasına karşın, yine de işçi sınıfı açısından büyük bir başarı olmuştur.

Hükümetin çıkardığı “Kiralık İşçi Yasası”na karşı, bir çok büyük şehirlerde direnişler örgütlenmiştir. Başta DİSK, KESK gibi sendikalar olmak üzere bir çok kitle örgütü ortaklaşa protesto gösterileri düzenlemişlerdir. Protesto gösterilerine geniş katılım olmamasına karşın, bu bile, faşist diktatörlüğün tüm baskı ve katliamlarına karşın işçileri susturamadığının bir göstergesidir.

Bir çok madende eylemler sürmektedir. Ücretlerini alamayan Ermenek Cenne Madencilik işçileri işi durdurmuşlardır. Yine, 23 mayıs’ta AVON kozmetik’de işten atılan işçiler direnişlerini sürdürüyorlar. Zonguldak-Kilimli maden işçileri yer altında on gün açlık grevi eylemi yapmışlardır.

KESK’in 29 Mayıs’ta düzenlediği “Laik eğitim, laik yaşam ve iş güvencesi” mitingleri Antalya ve Diyarbakır’da gerçekleşirken, Van ve Trabzon’da ise yasaklanmıştır. Diyarbakır’daki mitinge binlerce işçi katılmıştır.

Kadınlar, hemen hemen hergün sokaktalar. Az ya da çok, ama mücadeleci ve islamcı faşist hükümetin kadınların haklarını gasp eden ve köleleştirici şeriat yasalarına karşı, , TOMA ve polis saldırılarına rağmen sokakarda seslerini yükseltiyorlar.

Mussolini ve Hitler’in kadınlarla ilgili sözlerini tekrarlayıp duran faşist RTE diktatörüne karşı kadınların tepkisi sokaklarda sürdü. İstanbul, Ankara ve Eskişehir gibi bir çok kente kadınlar RTE’nin kadınları aşağılayıcı sözlerine sert tepki verdiler. “Yarım” olan kadınlar değil, kadınları “yarım” görenlerin ırkçı-faşist olduklarını bir kere daha haykırdılar.

İslamcı faşist iktidar, işçi ve emekçilere karşı yoğun saldırılarda bulunmasına karşın, buna karşı verilen tepkiler yetersiz olmakla birlikte , bu durum, önümüzdeki süreçte ölü toprağın kitleler üzerinde kalakacağının da bir işaretidir. Çünkü, komünist ve devrimciler sindirilmeyi, işçi sınıfı ise tepkisizliği kabullenebilmiş değildir.

Devrimci militanlık, faşist saldırıların arttığı süreçte daha bir önem taşır. Bir yandan kitlelerin aydınlatılması ve örgütlenmesine hız verilirken, bir yandan devrimci eylemlerle faşist iktidarın çok yönlü yıpratılması taktikleri öne çıkar. 
 
Karşımızdaki güç, salt gerici şiddetle ayakta tutulan çürük bir zemin üzerinde durmaktadır. İşçilerin sömürüsü üzerine inşa edilmiş faşist devlet terörü, kaçınılmaz olarak karşısında kitlelerin devrimci şiddetin büyümesinin de nedeni olacaktır. 

Koşullara boyun eğmek değil, koşulları devrimci mücadelenin gelişmesi yönünde değiştirmenin politik taktiklerinin yaşma geçirilmesi sonuç alıcıdır. İşte o zaman “bak Bill işte kocakafa!” denebilecek koşullar yaratılmış olacaktır. 08.06.2016

***



1 Mussolini’yi Alman askeri birliği içinde tanıyıp yakalayan bir italyan Partizan’ın sevinçle ve hayretle arkadaşına seslenişi. Partizanlar, Mussolini’ye “kocakafa” derlerdi. Kim bilir yakında birisi de; “’ananı da al git’ diyen diktatör bozuntusu buraya sinmiş” diyebilir.
2 Emek Çalışmaları Topluluğu, İstanbul, Nisan 2016