28 Ekim 2019 Pazartesi

Sosyalizm Kazanacak



Sosyalizm Kazanacak




Ekvator, Ekim 2019
Yusuf KÖSE

Emperyalist burjuvazinin kapitalist sistemi dünyayı uçuruma doğru hızla götürdüğünü neredeyse burjuvazinin kendisi de kabul eder duruma geldi. Kapitalist sistem ciddi bir bunalım içinde ve artık sistemi yönetemez duruma gelmiş durumdadır. Sermaye büyüdükçe ve merkezileştikçe daha fazla saldırganlaşıyor. Birkaç yüzyıl denebilecek süreçte işçi sınıfının ağır bedeller karşılığı kazandığı demokratik ve ekonomik hakları gasp ediyor. 
 
Burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı kazandığı ve koruduğu değerler, yine burjuvazi tarafından birer birer ortadan kaldırılıyor. O hakların savunması da işçi sınıfının sosyalizme giden yolda bir adım olan demokratik mücadelesinin bir parçası oluyor.

Kapitalist ekonomik sistem daha sık durgunluk ve krizlerle karşı karşıya kalıyor. Burjuvazi, borçlarla ayakta durmaya çalışıyor. Sermayenin aşırı üretimi de sermayenin büyümesine yetişemiyor. Ve krizler sermayenin büyük bir bölümünü imha edince burjuva bataklığı genişeleyerek derinleşiyor ve bu gelişmelerle beraber işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesi; özel mülkiyetçi sistemin kaçınılmaz olarak ürettiği işçi sınıfının elindeki yağlı urgan, burjuvazinin boğazına dolanmaya devam ediyor. 
 
Son yıllarda dünya işçi sınıfı ve emekçilerindeki hareketlenme, kapitalist toplumsal sistemin daha fazla gericileşmesine koşut artıyor. Sermayenin palazlanması ve daha az ellerde birkmesi, burjuvazinin genel bunalımını da derinleştiriyor, bu da burjuvazinin işçi sınıfının kazanımlarına daha fazla saldırmaya itiyor. Burjuvazinin işçi sınıfına saldırısı kitlelerin sokakalara dökülmesinde yankısını buluyor.

Özellikle ikibinli (21.yy) yılların başından itibaren, kitle hareketlerinin artışına da tanık oluyoruz. Tunus’ta başlayıp Kuzey Afrika ülkelerine yayılan işçi hareketleri ve peşinden “Wall Street’i İşgal Et” le devam edip Mısır ve (GEZİ ile) Türkiye’yi de hareketlendirip bugünlere taşınan kitile hareketlerindeki yükselen ivme, kesintisiz olarak varacağı yere doğru yoluna devam ediyor. 
 
Arjantin, Brezilya, Şili, Peru, Cezayir, Sudan, Irak, Lübnan, Gaza, Mısır, Hindistan, Bangladeş, Endonezya, Hong Kong, Yeni Zellanda, Avusturalya ve Avrupa ülkelerinin çoğunda, ve faşist molla rejiminin yoğun baskılarına rağmen İran işçi sınıfının diz çöktürülemeyen mücadelesi, ve daha adını sayamadığımız bir çok ülkedeki işçi ve emekçi hareketleri; kapitalizmin miadının çoktan dolduğunun işaretini de veriyor. Ve bu hareketler ile doğanın katliamına karşı yükselen öğrenci gençlik1 ve işçi hareketinin birliği de eklenince, kapitalist sistemin karşısında büyük bir sınıf hareketinin sosyalizm için örgütlü mücadelesine doğru bir gelişmenin kaçınılmaz eğiliminin de göstergesi oluyor.

Kitele hareketlerindeki bu gelişmeler, kapitalist sistemin ölüm çanlarının çalmaya başladığını gösteriyor. Çünkü, kitle hareketlerinin ezici çoğunluğu, kapitalist sisteme olan güvensizliğini net olarak belirtiyor. Sokaklara hangi gerekçelerle çıkarlarsa çıksınlar ve hatta Lübnana’da hükümetin “WhatsApp aramalarının vergilendirilmesi”ne, Şili’de metro ücretlerine zamlara karşı ayklansada, sorunun özü kapitalist sisteme karşı doğrudan eyleme dönüşebiliyor.

İşçi sınıfı ve emekçiler, dünyanın büyük bir bölümünde kapitalizmin sömürü düzenine karşı sokaklara döküldü. Kitleler, burjuvazinin işçi ve emekçiler için çizdiği sınırları güçlü bir şekilde zorluyor. Mücadelenin daha ileriye gitmesinin somut koşulları dünden daha fazla ve olgunlaşmış durumdadır. 
 
Emperyalistlerin birbiriyle tepişmesi, ölümüne rekabetler ve sermayenin kitlelere yönelik azgınca saldırısı ve hatta faşist TC devletinin Rojava’yı emperyalist işgal savaşının arkasında ve yine Katalanların İspanyol sömürgeciliğine karşı ulusal mücadelesi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinden bağımsız değildir.

Kitle hareketlerinin artan eğlimli gelişmesi, bir önceki yıla göre daha fazla insanın ve daha fazla ülkede sokaklara çıkması, protesto gösterilerinde yer alması, kadınların ve gençliğin bu mücadelelerde düne oranla en ön saflar daha fazla görünür olması, kitlelerin kapitalizme olan güvenlerinin kalmadığı ve yeni bir gelecek arayışı içinde olduğunun da bir göstergesidir. 
 
Bütün dünyada, çürüyen kurulu sisteme karşı sokak gösterilerinde yer alanları işçi sınıfı hareketi dışında saymak ya da “marksist” kılıflı liberal küçük burjuva revizyonistlerinin “prekarya” adlandırmaları; varolan sınıf mücadelesi gerçeğini ve kapitalizme karşı mücadelenin öznesinin işçi sınıfı ve önderliğinin de işçi sınıfının dünya görüşü olan bilimsel sosyalizm olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmiyor.

İşçi sınıfının ideolojik, politik ve örgütlü mücadelesinden uzaklaşanların, işçi sınıfının dünya görüşü Marksizm, Leninizm’den uzaklaşmaları kaçınılmazdır. Bu tür anlayışlar, kadını sınıfından bağımsız cinsiyetçi bir şekilde ele alırken, sermayenin yedek iş gücü olarak bıraktığı ve buna karşı mücadele eden işsizleri ise, işçi sınıfından ayrı gösterme küçük burjuva idelojik savruluşuna götürebiliyor.

Kapitalist sistem bitişe yaklaştıkça, burjuvazinin de umutları tükeniyor. Buna karşı sessiz gibi görünen, ama dünyayı sırtında taşıyan işçi sınıfının umutları da her geçen gün büyümeye devam ediyor. Gelişen bu kitle hareketlerini, kapitalist sisteme son vermenin yükselen yapı taşları olarak okumak yanlış olmayacaktır.

Gelecek, işçi sınıfı ve onun dünya görüşünü savunanların olacaktır. İşçi sınıfı ve onun dünya görüşü Marksizme daha sıkı sarılmanın ve bilimsel sosyalizmin temel ilkelerinin revize edilmesine karşı mücadeleyi yükseltmenin de zamanıdır. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelenin başarıya ulaşması, ancak ve ancak; sınıf içindeki burjuva ideolojisinin bir yansıması olan ve Marksizmi revize ederek liberalleştirmeye çalışan sınıfın dünya görüşüne yabancılaşmış küçük burjuva ideolojisinin mahkum edilmesiyle ete kemiğe bürüneceğini unutmadan...!

Kapitalist barbarlık değil, sosyalizm kazanacaktır! 28.10.2019
***
.


1 20-27 Eylül 2019 arası doğanın katliamına karşı 170 ülkede, 6383 eylemde 7 milyon insan protesto gösterilerine katıldı. Bkz. https://www.mlpd.de/repraesentanten/gabi-fechtner/interviews/repraesentanten

14 Ekim 2019 Pazartesi

ağzında zeytin dalı tutan sırtlan



"ağzında zeytin dalı tutan sırtlan"1
Yusuf KÖSE

Türk devleti, Rojava Kürdistan’ı işgal ederken, işgal hareketlerinin adlarını; “zeytin dalı” ve son olarak da “barış pınarı harekatı” koymakta bir sakınca görmemiştir. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in bir şiirinde söylediği gibi; rolü oynuyor. Bütün emperyalistler ve işgaşlciler, bir başka ülkeye savaş açtıklarında ya da işgal ettiklerinde “barış ve huzur” için oraya girdiklerini ya da savaş açtıklarını söylerler. ABD’nin yakın zamanda Afganistan’ı, Irak’ı ve daha bir çok ülkeyi işgalinde ve saldırısında olduğu gibi. Barışın düşmanları, sıkça “barış”tan söz etmeleri, kendi gerçek yüzlerini gizlemek istemelerinden kaynaklanır.

Türk devletinin Afrin işgalinden sonra Rojava’yı işagal savaşı, bütünüyle Kürtlerin kazanımlarına yönelik top yekün bir saldırıdır. Türkiye-Suriye sınırı boyunca “güvenlik koridoru” dedikleri şey; Kürt nüfusunun yerlerinden edilmesi ve Türk devleti tarafından oluşturulan, “Milli Ordu” ya da “ÖSO” diye adlandırdıkları İŞİD’li çetelerin o bölgeye yerleştirilmesidir. Kürt nüfusun bölgeden ve topraklarından kovulması amaçlanmıştır. Bu bir etnik temizliktir.

Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın kaderi, emperyalistler ve Kürdistan’ı işgal altında tutan ülkelerin elinde olmuştur. Geçmişten beri, İran, Türkiye, Irak ve Suriye devletleri, Kürt kazanımları karşısında birleşmilşler ve Kürtlerin bağımsızlıkları ve kendi kaderlerini özgürce tayin etmeleri önünde engel olmuşlardır. Bu engel, salt bir siyasal baskıyla değil, katlimlar ve her türlü faşist şiddeti yağınlaştırıp ve Kürtler üzerinde kurumsallaştırarak başarmışlardır. Bugün de yaşanan onun bir devamıdır.

Rojava Kürdistan’ın Türk devleti tarafından işgal edilmesinin nedenleri:

Birincisi, Türk devleti Kürt halkının tüm kazanımlarını yok etmek istiyor. Ve aynı zamanda Kuzey Kürdistan ile Batı Kürdistan’ı (Rojava) birbirinden koparmak istiyor. Bunu araya 30 km derinlikte bir “arap kemeri” ile yapmak istiyor. Şimdilik!

İkincisi, Türk devleti, Suriye’nin parçalanma fırsatından yararlanarak buradan toprak almak istiyor. Bunu, ABD, Rusya ve İran’a rağmen yapmak istiyor. Ve bu emperyalist güçler ile anlaşarak Afrin, Cerablus işgal etmiştir. 
 
Üçüncüsü; bütün emperyalistlerin Suriye üzerinde büyük hesapları vardı ve bu bitmiş değil. Özellikle ABD, AB, Türkiye, Suudi Arapistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Suriye’nin cehenneme çevrilmesinde birinci derecede rol oynadılar. İran ve Rusya ise Suriye devletinin yanında yer alarak, Batılı emperyalistlere ve bağlaşıklarına Suriye’yi bırakmak istemediler. Rus emperyalizmi, bölgede etkinliğini yeniden sağlama fırsatını kaçırmadı.

Türkiye ise, Rusya’nın Suriye’de ağırlık koymasıyla birlikte, çok taraflı oynamaya başladı ve Rusya’nın oluru ile Kürtlerin önemli bir bölgesi olan Afrin’i işgal etti.

Rojava’nın işgali Rus emperyalist sermayesinin günümüz Çar’ı Putin, Ruhani ve Erdoğan’ın Ankara görüşmesinde netlendirilmiş ve yeşil ışık yakılmıştır. Suriye devleti’de kendisine “yar” olmayacak bağımsız ya da özerk bir Kürdistan’ın yıkılmasına razıdır. Afrin’de olduğu gibi Rojava’nın Kürtlerden temizlenmesine destek veriyor.

ABD ise, Türkiye’nin NATO’da kalmasının yanı sıra, Türkiye’nin iyice Suriye’ye yerleşerek gelecekte Rusya ve İran ile Türkiye’nin karşı karşıya kalmasının koşullarını yaratmak içinde “yeşil ışık” yakmış olabilme olasılığı göz önünde bulundurulsa da, sorunun özü emperyalistler arası bir anlaşmanın sonucu olarak görülmelidir:

Rojava’nın işgali ve Kürtlerin demokratik haklarının yok edilmesi ve Suriye’nin geleceği konusunda esas olarak ABD ve Rusya’nın anlaştığına dair emareler daha fazla gibi gözüküyor. Daha büyük emperyalist çıkarlar için “Kürtlerin feda edilmesi”, emperyalist haydutların nezdinde küçük bir teferruat olarak kalıyor.

Bu nedenlerle ABD emperyalizmi, Türk devletinin Rojava’yı işgaline yeşil ışık yakmış, hava sahasını ise bütünüyle açarak, işgali Türk devleti için iyice kolaylaştırarak, demokratik Kürt hareketi ve demokratik Rojava yönetiminin kısa zamanda boğulmasını amaçlamıştır. 
 
Türk devleti, Bölgede büyük emperyalistler arası çelişmeden yararlanmasını bilerek, kendi işgalci emperyalist emellerine, bir çok baskı, tehdit ve şantajlarla kendine yol açabilmiştir. 
 
Dördüncüsü; ABD emperyalizminin, Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG), Türk devletine karşı koruma gibi bir amacı olmaz ve olamaz. Her şeyden önce Rojava’nın toplumsal yönelimi kapitalizmin sermaye birikimi modelinin dışında bir modeldir. Yani, ilerici bir yönetim modeli ve uluslararası sermaye ile içiçe değildir. Emperyalist sermaye, sermayesini büyütecek ve daha fazla birikim sağlayacak pazarlar ister ve amaçlar. Rojava’nın böyle bir durumu söz konusu değil. Ama, işgalci Türk devleti ise uluslararası sermaye ile içiçe ve onun bir parçasıdır. Ve oldukça büyük bir sermaye ve meta pazarıdır ve bu pazar her geçen gün büyümektedir. Emperyalist bir güç, ilerici bir hareketi destekleyerek, onun bölgede kök sağlamasına destek olmaz, tersine köstek olur. Bugün ABD’nin SDG’ye yaptığı gibi.

Kürt Ulusal Hareketinin bundan ders çıkarması gerekir. Emperyalizmden asla dost olmaz. Çünkü emperyalizmin çıkarları ile ezilen halkların ve ezilen ulusların çıkarları birbirinin zıddıdır. 
 
Beşincisi; bölgede Rojava devrimi, diğer halkalara da örnek olabillir. Böyel bir potansiyel de taşımaktadır. Bu, hem AB’yi hem de ABD’yi rahatsız etmiştir. ABD, Suriye’deki petrol bölgelerindeki varlığını, Suriye devletiyle de anlaşarak koruyabilir. Suriye’nin güney’deki petrol bölgeleri şimdilik ABD’e bırakılmışa benziyor.

Altıncısı; Türk devleti faşist ve aynı zamanda emperyalist bir devlettir. Ortadoğu’da yayılmacı politika izlemektedir. Libya’da, Irak’ta ve Suriye’deki varlığı bu amaçlıdır. Yine Nijerya ve Somali’deki gerici cihatçı çetelere destek vermesi, yayılmacı politikanın bir sonucudur. Ayrıca, Kıbrıs işgalinden beri, işgal ettiği bölgelerden çıkmadığı gibi, kendine bağlı, “ordu” adı altında çetelerde oluşturmaktadır. Yani, bir taraftan kendisi direk işgal ederken, bir taraftanda vekalet savaşı yürütmektedir. Ve işgal ettiği bölgeleri Türkiye’nin bir parçası haline getirmektedir. 
 
Rojava Türk devletinin Ortadoğu’daki emperyal hedefleri önündeki önemli engellerden birisiydi. Ne şekilde olursa olsun bu toplumsal yapıyı yok etmek istiyor.

Yedincisi: Suriye sınırları içinde olan Kürdistan topraklarının Türk devletine bırakılması, salt bir lutüf değil, emperyalistler (ABD, Rusya, Türkiye ve İran) arası bir anlaşmanın sonucudur. Türk egemen sınıfları, adı geçen emperyalist devletlerle girdiği çeşitli anlaşmaların sonucu, Suriye’nin kuzeyini kendi payı olarak koparmıştır. Gerisi, askeri işgal ile orayı Kürtlerden temizlemek kalmıştır, onu da yine diğer emperyalistlerin desteği ile ele geçirmeye çalışıyor. İşte sorunun özü budur. İran’ın bu işgale onay vermesinin esas nedeni ise; bağımsız bir Kürdistan’a giden yolu tıkamak içindir. Çünkü kendisi de aynı sorunla karşı karşıyadır. Öbür yandan Rusya ile beraber Türkiye’yi ABD ekseninden uzaklaştırabilmek içindir.

Kısacası Suriye, ABD, Rusya ve Türkiye arasında paylaşılmıştır. Ama, Türk devleti’nin işgal ettiği bölgelerde “huzur içinde” işgalci olarak kalması kolay değil. Kürtleri bütünüyle karşısına almıştır. Üstelik Kürtler, örgütlü, silahlı ve yıllardır savaşma tecrübesi olan silahlı güçlere sahiptir. İşgalcilerin hiç biri işgal ettikleri bölgelerde kalmadığı gibi bunlarda kalamayacaktır. Kürdistan ile Kıbrıs aynı değildir. Bu unutulmamalıdır. Kürdistan dinamik bir yapıdır. Bu dinamik yapı işgalcilere rahat yüzü vermeyecektir. Rojava’yı kurtarmak için 11 binin üzerinde evladını şehit veren Kürt halkı, işgalcileri topraklarından kovmak için bir kaç onbir binin daha feda etmekten çekinmeyecektir. 
 
Sekizincisi; Türk devleti Suriye Kürdistanı’nı işgalle sınırlı kalmayacak, Irak Kürdistanı’nı da işgal etme olasılığı her zaman vardır. Fırsatı’nı bulduğunda işgal etmekten kaçınmayacaktır. Ve Türk devletinin işgaller serisi Rojava ile sınırlı kalmayıp, çevresindeki olası gelişmeleri değerlendirerek, zayıf düşen komşusunu işgal etmekten çekinmeyecektir. Bu emperyalist sermayenin hegomanik karekteristiği ile doğrudan bağlantılıdır. Silahlanmış yeni bir emperyalist güç, yayılmacı eğiliminin eyleme dökmekten kaçınmayacaktır.

Türk egemen sınıflarının bütün kesimleri işgale onay vermişler ve desteklerini açıklamışlardır. Özellikle tüm sermaye kesimleri, Türk ordusuna “başarı” dilemişlerdir. Çünkü, kendi emperyalist yayılmacı emellerini orduları vasıtasıyla yaşama geçiriyorlar. Sermaye, hiç bir zaman barışçıl olmaz. Doğuşu kanlıdır ve birikimini artırdıkça daha daha fazla kanla beslenmeye (birikime) ihtiyaç duyar. En “barışçıl” göründüğü dönemlerde de işçi sınıfının mücadelesinin buna izin vermemesindendir.

Sermaye, savaş dönemlerinde daha fazla kar elde eder. Sermaye birikimlerini artırırlar. Çünkü, kitleler üzerinde daha fazla baskı artarken, işçi sınıfı üzerindeki sömürü de artar. Sermaye, savaş tamtamları arasında, ekonomik kriz altında ezilen kitleleri milliyetçilik afyonu ile susturmaya çalışacaktır.

Türk ekonomisinin içinde bulunduğu krizle beraber tek adam rejminin de kriz içinde olması, işgalci savaşı; bu krizleri ötelemek amaçlı zaman kazanma aracı olarak kullanacaklardır. Bütün burjuva görsel ve yazılı medyasında savaş naralarının atılması ve mehter marşı eşliğinde propaganda yapılması kitleleri kendi sorunlarından uzaklaştırarak, sermayenin gündemine odaklanmalarını sağlamaktır.

Dokuzuncusu: Türk devletinin Rojava’yı işgal harekatını salt “iç krizin yönünü değiştirmek”, hükümetin “içerde zayıflamasına” bağlamak, sorunun özünü ya görememek ya da çarpıtmaktır. Kürtler söz konusu olduğu zaman, “iç sorunlar”a bağlanıyor. Seçim dönemlerinde Kürtlere yönelik saldırıların boyutunun artması da “seçimi kazanmaya” bağlanıyor. Oysa, TC var olduğu günden beri Kürtlere saldırıyor. Afrin’in işgal edilmesi de “iç hesaplara” bağlanmıştı. Liberal burjuva aydınların Türk devletinin Kürtlere yönelik saldırıları bu şekilde yorumlamaları normal karşılanabilir. Ancak, kendine marksist diyenlerin böyle yorumlamaları, işgalci güçlerin sınıfsal niteliklerini yanlış değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Devletin işgalci karakteri ve işgal girişimleri esas olarak iç sorunlarından değil, emperyal amaçlı hareket etmesindendir. Bu gözden kaçırılmamalıdır. Elbette, iktidardaki güçler, bu işgal savaşını kendi lehlerine çevirmek içinde kullanacaklardır ve kullanıyorlarda. İktidarda kalmak ya da iktidar ömrünü kullanmak için, iktidardakiler bunu hep yapar. 
 
Onuncusu: Türk devleti, işgalci saldırılarıyla güçlü gibi gözükmesine ya da kendisini güçlü göstermesine karşın, şu anda en zayıf olduğu andır. Kuzey, Güney ve Batı (Rojava) Kürdistan’ında savaş içindedir ve düşmanlarını giderek çoğaltmaktadır. Ayrıca, Akdeniz’de “gaz” arama çalışmalarıyla da, krizlerine yeni bir kriz daha eklemiştir. İç ekonomik ve politik krizin yanında bu kadar dış kriz ile karşı karşıya kalan bir devletin, daha büyük bir krizle karşılaşma olasılığı oldukça yüksektir. İşgal savaşı ekonomik ve politik krizi kısa bir süre “ötelesede”, krizi daha da derinleştirecektir.

Rojava’nın işgali, Türk devletini, işgal boyunca kızgın demir üzerinde yürümeye zorlayacak ve yakın bir süreçte gelişmeler, Kürtlerin özgürleşmesinin daha güçlü bir şekilde yolunu açacaktır. Aynı şekilde ülkede de pompalanan ezen ulus miliyetçiliği, işçi sınıfının kendi sorunlarının üzerini uzun süre örtemeyip, sınıf mücadelesinin gelişmesini durdurmaya yetmeyecektir.

İçeride, işçi ve emekçileri bir süre “milliyetçilik” afyonu ile sustutabilir, ancak, yaşamın gerçekleri karşısında ne din ne de milliyetçilik, insanların direkt karşı karşıya olduğu yaşamsal araçların yerini alamaz. Çok yönlü baskıların ve devlet terörünün şiddetinin arttırılmaya devam etmesi de, tek adam rejminin ömrünü uzatmaya yetmeyecektir. İçerde pompalanan Kürt düşmanlığı ve işçiler arasındaki kutuplaştırma politikaları da işçi sınıfı ve emekçileri daha fazla oyalayamayacağı bir gerçektir.

Ve Rojava’nın kaybı, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen dünya halklarının kaybı olacaktır. Her şeyden önce de Türk, Kürt ve diğer azınlık uluslardan işçi ve emekçilerin kayıbı olacaktır.
İşgalin başarıya ulaşması halinde, işçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürü daha da ağırlaşacaktır.

Türk işçi sınıfı ve emekçileri bunları dikkate alarak, emperyalist işgale karşı mücadelede en ön saflarda yerlerini almalıdır. 13.10.2019

1 HH Korkmazgil’in ‚Tuhaf‘ şiirindeki bu mısralarını, Gazete Duvar’da, Tolga Tören’in, „ Volksvagen neden Türkiye’yi seçti?“ başlıklı yazısından aldım.

4 Ekim 2019 Cuma

”İklim Krizi”, Kapitalizmin Genel Bunalımının Bir Parçasıdır






İklim Krizi”,
 Kapitalizmin Genel Bunalımının 
Bir Parçasıdır



...belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki ilerleme, aynı zamanda, bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir.” Karl Marx



Yusuf KÖSE

Kapitalizm genel anlamda bir bunalım içindedir ve bu bunalım giderek derinleşmektedir. Sık sık ekonomik durgunluk ve krizlerin yanı sıra, kitlelerin öfkelerinin kabarması, politik krizleri daha da derinleştirici bir rol oynamaktadır.

Pazarlara egemen olma savaşımının düzeyi, şu anda doğrudan kendi aralarında silahlı çatışmaya dönüşmüş olmasada, bu olasılık giderek artmaktadır. Çünkü burjuvazinin kapitalist sistemi her alanda bir çözümsüzlükle karşı karşıya kalmıştır. 
 
Uluslararası burjuvazi, kapitalizminin kendini sürdüremez duruma geldiğini itiraf etmeye başlasada, bu sorunu, tek tek devlet başkanlarının arasındaki, çelişme ya da bunların birbiriyle dalaşı ya da yeteneksizliklerine bağlama eğilimi içindedir. Sorunun kaynağı elbette ki; burjuvazinin politik arenadaki tek tek temsilcilerinin “marifetliliği-marifestsizliği” değil, kapitalist sistemin kendi iç çelişmelerinden kaynaklanmaktadır.

Burjuvazi, burjuva demokrasisini çoktan terk etmiştir. Kapitalizmin geldiği aşama, daha baskıcı, totaliter ve demokratik hakların yok edilmesini sürekli hale getirme eğilimidir. Avrupa ülkelerin bir çoğunda yasallaşan günlük çalışma süresinin 12 saate çıkarılması ve bunu yagınlaştırma çabası ve eğilimi, burjuvazinin doğayı ve işçiyi daha fazla tahrip etme süreci içine girdiğini göstermektedir.

Kapitalizmin ekonomi-politikasının ürünü olan doğanın tahribatı ve ekolojik dengenin geri dönüşümsüz bozulmaya ramak kalması ya da bazı bilim insanlarının ileri sürdüğü gibi “artık çok geç” olması, kapitalist sistemin hem bir sonucu hem de altından kalkamayacağı bir krizle karşı karşıya kalması demektir.

Aşırı sermaye birikimi için, burjuvazinin birbiriyle ölesiye rekabetinin kaçınılmaz bir sonucu olan kapitalist teknolojinin devasa ilerlemesi, kapitalist sistemin toplumsal gelişmeyi ileri götürdüğünün bir göstergesi olamaktan çıkmış, gelinen aşamada dünyayı, üzerinde yaşayan canlılarla beraber bir uçurumun eşiğine getirmiştir.

Burjuvazi, yaklaşık her on yılda bir peryodik olarak içine girdiği ekonomik krizden çıkabilmesine karşın, iklim krizinin içinden çıkmasının ekonomi-politiği yoktur. Çünkü, onun ekonomik sistemi iklim krizinin yaratmış ve kapitalizm varolduğu sürece iklim krizinin derinleşmesi durdurulamazdır.

İşçi sınıfını aşırı sömürerek sermaye birikimi sağlayan burjuvazi, doğayıda aşırı sömürerek sermaye birikimini artırmaktadır. Ne denli “doğayı kurtarmak” için önlem alırsa alsın, kapitalizm sistem olarak var olduğu sürece yaşayan doğanın ölümü ya da bir başka söylemle iklim krizinin geri dönüşümsüz olarak derinleşmesinin önüne geçilemez.

CO2 salınımının azaltılması da artık bir çözüm değildir. Ya da elektirikli otomobillere geçişte sorun değildir. Burjuvazi fosil yakıtları bitmeden ondan vazgeçmesinin koşulu da yoktur. Marx; “kapitalist asılacağı ipinde kendisinden alınmasını ister” derken, tam da bunu söylüyordu. Çünkü, kapitalist sermayeyi değil, sermaye kapitalisti yönetmektedir.

Ayrıca sorun salt fosil yakıtların kullanılmasıyla ilgili olmayıp, işçinin ve doğanın tahrip edilerek tüketilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Yani, sömürücü özel mülkiyetçi sistemin kendisidir sorun olan.

Toplumsal yapıyla birlikte doğayıda bütünüyle tahrip eden bir sistemin savunucularının, doğayı kurtarması söz konusu olamaz. Doğa ve toplum bir bütündür. Birinin tahribi diğerinin de tahribi demektir. Dünyanın en zengin 8 kişinin serveti (426 milyar ABD doları), dünya nüfusunun yarısının gelirinden (409 milyar ABD doları) fazla olması, kapitalizmin onulmaz yıkıcı ve tahrip edici toplumsal bir sistem olduğunun yalın bir göstergesidir.

Kapitalizm artı-değer üretimidir. Bunun daha geniş anlamı; burjuvazi, işçiyi ve doğayı sömürerek kar elde eder. Kar olmadan burjuvazi ve sermaye olmaz. Aşırı sömürü olamadan kapitalist üretim tarzı işlemez. Kapitalist üretim, insanların gereksinmelerine göre değil, daha fazla kar için üretim yapar, bu da onu, doğayı kaçınılmaz olarak tüketmeye (geri dönüşümsüz tahrip etmeye) götürür.

Marx’ın dediği gibi:

kapitalist üretim, ... insanın yiyecek ve giyecek olarak tükettiği öğelerin tekrar toprağa dönüşünü engelleyerek toprağın verimliliğinin sürekli olması için gerekli koşulları bozmuş olur. Böylece aynı anda hem kentli işçinin sağlığını ve hem de kır işçisinin zihni hayatını tahrip eder. ... “1

Bugün kapitalizmin dünyayı getirdiği yer, tam da Marx’ın 160 yıl önce belirtiği yerdir.

...bütün zenginliğin kaynağını, yani toprak ve işçiyi kurutarak çeşitli süreçleri toplumsal bir bütün içinde birleştirir.”

Aynı bugün olduğu gibi, iklim krizinden dolayı iklim grevinde tüm gençliği ve işçileri birleştirdiği gibi. Ve insanlığı bir uçurumun eşiğine getirmesinde olduğu gibi. Ve gelinen aşamda her işçi, sömürüye karşı mücadele ettiği gibi doğanın tahribatına karşı da mücadele etmek durumundadır. Bu iki görev birbirinden ayrılmaz olmuştur.

Son yıllarda, kapitalizmin artan ölçüde işçi ve doğa üzerindeki yarattığı tahribata karşı kitle hareketlerindeki gelişmeler, işçi sınıfının umutlarını büyütürken, kapitalizmin de sürdürülemez oluşunun ve onun alternatifi sosyalizmin yeniden gündemleşmesinin güçlü eğilimlerini de içinde taşımaktadır.

Kapitalizmin genel bunalımı içine doğanın tahrip edilmesi de gelip yerleşmiştir. Bunu aşmanın yolu, oyalayıcı önlemler yerine, kapitalist sistemin yıkılması, sosyalizmim inşası konmalıdır. 
 
Salda Gölü’nde “mutmain” olan sınıfın, derelere akan tüm suların önlerine “elektrik santralleri” adı altında bentlerin örülerek kurutulması, “altın çıkarma” adı altında doğanın alçakça talan edilmesi karşısında “mutmain” olması için fazladan sermaye birikimi yeterlidir. Ya da BM’in “yeşil kapitalizm” destekçisi, gaz salınımı sahtekarlığı ayyuka çıkmış, dünyanın en büyük emperyalist tekellerinden biri olan VW’nin, “yeşil kapitalizm”den “mutmain” olmaması düşünülemez. Ve BM’nin “yeşil kapitalizmi”ne imza atan ülkelerin doğaya gaz salımında geri adım atmadıklarını, tersine salınımın artığını, istatikler ortaya koymaktadır.
Kapitalizmin barbarlığından doğa da fazlasıyla nasibini almıştır. Bu nedenle de insanlığın ve doğanın kurtuluşu ancak ve ancak sosyalizmle olacaktır.

 

 Absehbar: Tahmin edilebilen. Erlaubt laut EU Verordnung: AB düzenlemelerine göre

IPPC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli)’nin2 bildirdiğine göre, “sıcaklığın iki derece artmasına 26 yıl bir ay” kalmış. Burjuvazi, buna rağmen, doğayı ve işçiyi kurutan sermaye birikimi düzeninden en küçük bir geri adım atmadığı gibi, yıkım ve tahribatında geri adım atmış ya da zayıflatmış değildir. O hala işçi sınıfını ve doğayı sömürmeye devam etmektedir. 04.10.2019
***
1 Marx, Kapital, C1
2 https://www.mcc-berlin.net/forschung/co2-budget.html