28 Nisan 2013 Pazar

BU ÜLKEYE KOMÜNİZMİ DE İŞÇİ SINIFI GETİRECEKTİR!










BU ÜLKEYE KOMÜNİZMİ DE İŞÇİ SINIFI GETİRECEKTİR!


Yusuf KÖSE

İşçi sınıfının ideolojik, siyasal ve örgütsel önderliği üzerine ikiyüz yıldır çok şeyler yazılıp çizildi ve bu öykünmeler, güvenler, güvensizlikler, sınıf kendi kendini tarih sahnesinden silene kadar devam edecektir. Bu gerçeklik, içinde yaşadığımız sınıflı toplumun görmezden gelinemeyecek bir ilkesidir. Bu gerçekliği bir başka biçime büründürerek tarihin yazılımını değiştirecek olan, yine sınıfın kendisidir.

 Kimileri, işçi sınıfının modası geçtiğinden dem vuracak, kimileri ise işçi sınfını sınıf olarak yok sayamaya devam edecektir. Kimileri de işçi sınıfını her zaman olduğu gibi, tarihsel materyalizmin doğru bir saptaması olarak; bu sürecin tarihinin devrimci öznesi olarak göstermeye devam ederek hayatın tamamını kazanarak, tarihin duraklatılan kesitlerini kısaltacaktır.

Bütün bu yazılanlar, işçi sınıfnın sınıf olarak tarihin en devrimci öznesi olduğunun bir kanıtı olduğunu söylemek yanıltıcı olamaycaktır. Çünkü, karşısındaki düşman sınıflar da dost sınıflar da, şimdiki varlıklarını, geleceklerini işçi sınıfının sınıf mücadelesinin boyutuna bağlı olduğunu biliyorlar. Bunların hikayeleri işçi sınıfının hikayesine bağlı olarak gelişti ve gelişecektir.

Sermaye, iktidarını işçi sınıfına karşı koruyor. Bunun için her türlü zoru kullanarak işçi sınıfının sınıf mücadelesini bastırmanın yoluna gidiyor. İdeolojik, siyasal ve örgütsel olarak onu yolundan saptırmaya, zaafa uğratmaya ve örgütsüz bırakmaya, ideolojisinin içeriğini, çeşitli “sol” görünüm altında boşaltmaya çalışıyor.

Burjuvazinin çıkardığı yasalar, aldığı tedbirler, artı-değeri artırma, sermayenin iktidarını sağlamlaştırma ve emeğin gerçek yaratıcısı, artı-değerin sahibi, işiçi sınıfının sınıf mücadelesini bastırma ve elimine etme üzerine kuruludur. Bundan bağımsız gibi görünen uygulamalar, çıkarılan yasalar, yine işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi, sınıf olarak ayağa kalkamaması üzerine örülüdür. 

Çünkü burjuvazinin varlığı, işçi sınıfının sömürüsü üzerinde şekillenmiş ve sömürü varolduğu sürece burjuvazi de varolacaktır. Bundandır burjuvazinin işçi sınıfı düşmanlığı. Burjuvazi, işçi olmadan ve işçi düşmanlığı yapadan da yaşayamaz. Onun tüm hareket tarzı işçiler ve işçilerden gasp ettiği artı-değer etrafında döner.

Bu ülkeye, demokrasiyi getirecekse, yani, demokratik hak ve özgürlükleri kazandıracaksa, sosyalizmi ve komünizmi getirecekse, Türk, Kürt ve diğer azınlık milliyetlerden işçi sınıfı getirecektir. Emekçiler, ezilenler, yoksullar, işsizler, kısacası işçi sınıfı etrafında örgütlü bir güç haline gelmiş tüm emekçiler getirecektir. Bu ülkede, ezilen ulusları ezilemekten kurtaracaksa yine işçi sınıfı ve onun etrafında örgütlenmiş, onunla birlikte hareket eden  emekçiler getirecektir. 

Bu ülkede; cinsiyetinden, ulusal aidiyetinden, dini inancından dolayı horlanmaları, baskıları yine işçi sınıfı ortadan kaldıracaktır.

Bu ülkeye, bu ülkede yaşayan uluslara “barış”ı gertirecekse, halklar arasında düşmanlığı geliştiren ve körükleyen burjuvazi değil, işçi sınıfı getirecektir. Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin etmesini yine işçi sınıfı sağlayacaktır. Savaşı ve savaşları yine işçi sınıf ortadan kaldıracaktır.

Sömürüyü, baskıyı, yoksulluğu, açlığı, işsizliği, tüm eşitsizlikleri, cinsiyet, din, dil, ırk vb. ayrılıkları kaldıracak olan yine işçi sınıfıdır. Ve her şeyden önce, tüm haksızlıkların kaynağı özel mülkiyetçi toplumsal sistemi ortadan kaldıracak olan işçi sınfı iktidarı olacaktır.

İşçi sınfının da bir beklentisi var: Kendisine devrimci ve komünist diyen militan devrimci kesimlerden, devrimci aydınlardan beklentisi; işçi sınıf ile daha fazla ilgilenmek, sınıfa güvenmek ve sınıfı aydınlatarak örgütlemek ve harekete geçirmek pratikliği... 

İşçi sınfı elbette, kendiliğindenci hareketiyle, öncüsüz olarak iktidarı burjuvaziden alamayacaktır. İşçi sınıfının düşüncesiyle donanmış öncü şarttır. İşçi sınıfı öncüsüz önünü göremez, hedefini net olarak seçemez. Bunun tersini söyleyenler, burjuvazinin muazzam örgütlülüğü karşısında sınıfı örgütsüz bırakmak isteyenlerdir.

İşçi sınıfının sınıf mücadelesi, yer yer gerilese de, üzeri külleniyor gibi olsa da, tarihin defalarca kanıtladığı gibi, o küllerinden yine geleceği yaratacak devrimci bir enerjiye sahiptir. Sermaye iktidarı, işçileri milliyetlerine göre bölmeye kalkışsa da, şovenizmi geliştirmek istese de, burjuvazi karşısında işçiler birleşmeye her zaman hazırdır. Önemli olan onlara doğruları anlatmak ve doğru devrimci taltiklerle hareket etmektir.

“Kürt sorunu bitse de işimize baksak” yollu anlayışlar, aslında, sınıf mücadelesini ezilen ulus burjuvazisinin kuyruğuna takanlara özgü bir davaranış ve anlayış biçimidir. Yani, sınıfın öncülüğünü, başka bir ezilen burjuvaziye yedekleyenler, elbete işçilerin sorunlarını anlayamayacakları gibi, onlara güvenleri olmadığı için, onların devrimci enerjilerinin yaratıcı gücünün de anlayamazlar ve göremezler.

Sosyalizme inancı kalmamış, sosyalizmi burjuvaziyle uzlaşı iktidarı olarak görenler, sosyalizmi burjuva reforumculuğu olarak kitlelere yutturmaya çalışanlar, sosyalizmi, sınıf uzlaşmacılığı olarak belleyenlerin işçi sınıfı ve emekçilere verecekleri, onların mücadelelerine katacakları hiç bir şey yoktur. Sahip oldukları bilgi dağırcıkları işçi sınıf içinde “sol” görünümlü burjuva liberalizmidir. Bunların sahip oldukları “sol” enerji, maalesef, işçi sınıfnın devrimci yoluna engel olmaktadır. 15-16 Haziranları yaratan çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınfı bu tür oportünist öğeleri de yıkıp geçecektir.

Devrimin şahdamarı; örgütsel haliyle, birliğiyle, devrimci ve dönüştürücü enerjisiyle, sahip olduğu bilimiyle, üretimdeki yeriyle işçi sınıfıdır. Sosyalist bir gelecek inşa edilmek isteniyorsa, çalışmanın esas ağırlığı işçi sınıfı üzerine olmalıdır. Bu sınıftan kopanların geleceği kazanmaları, kapitalist sistemi yıkmaları söz konusu olamaz. İşçi sınıf içindeki çalışmalar ve örgütlenmeler de daha fazla yoğunlaşma, daha fazla militanlaşma ve sınıfla beraber  daha fazla devrimcileşme ilkesiyle hareket edilmelidir. İşçi sınıfının bilimi Markszim-Leninizm-Maoizm’de bu hareket tarzının fazlasıyla temel bilimsel biligileri mevcuttur.

İçinde yaşadığımız burjuva sistemi altüst edecek ve yerine sosyalizmi kurarak sınıfsız, sömürüsüz ve  sınırsız bir dünya yaratılmasına katkıda bulunacak ve onu başarabilecek yegane devrimci güç işçi sınıfıdır.

Ve bu ülkeye komünizm gelecekse, onu da işçi sınıfı getirecektir.
***28.04.2013

18 Nisan 2013 Perşembe

ÇUKUROVA’NIN KİRVESİ





Talip ÇAKMAK





“ÇUKUROVA’NIN KİRVESİ”
TALİP ÇAKMAK İÇİN


Yusuf KÖSE

Ölüsüne sahip çıkamayanın dirisi de az olur. Ne yazık ki, Talip Çakmak’ın ölüsüne de sahip çıkamadık. Yaşamının 30 yılını devrime adamış bir insanı, devrimci bir militanı, “birahane de öldü” gerekçesiyle, cenazesine dahi elimizi uzatamadık. Haber, burjuva gazetelerinin cinayet haberleri sayfasında küçük puntolarla yer bulabildi. Onu tanıyan devrimci örgütlerin gazetelerinde ise, nedense hiç yer bulamadı. 50 yıllık yaşamının 20 yılını hapishanelerde, 12 yılını ise dışarıda yine devrimci mücadeleyle geçiren birisini görememişti(!) Diller lal, gözler kör olmuştu adeta... 

Devrimin, küçük bir kaynaktan  derya olup akması, devrimci mirasların her anına sahip çıkmak, kucaklamak ve onları kitlelere aktarmakla da olur.

Talip’in ölümünü duyunca üzüldüm. Ancak, bir türlü, yazıyla da olsa arkasında bıraktığı devrimci mirası dile getiremedim. Bu da benim içimde bir uhde olarak kaldı.  Bir devrimci için en kötü şey öldükten sonra sessizce mezara konulmaktır. Talip, devrimci mücadeleyi dar kalıplar içine sokan bu sessizliği hiç hak etmemişti. 

Talip’in küçük kızı babasını mezarında ziyaret etmiş. Bu görüntü internette dolaşıyor. Talip’in mezar taşında “ruhuna fatiha” yazıyordu. Biliyorum ki, bazıları bu yazıyı  garipsedi. Bu Talip’in suçu değil, bizlerin suçu. Onu ölümünde yalnız bırakanların üzerlerinde taşıdığı kara bir mizah. Oysa, o, böyle bir mezar taşı yazısını asla ve asla istemezdi.

Bir devrimci için ölüm, bazan istenmeyen zamanda istenmeyen yerde gelir. Bazan da “pisi pisine” dedirtecek ölçüde kalleşçedir. Talip Çakmak’ın ölümü de aynen böyle oldu. O bir devrimci olarak hiç de böylesi bir ölümü tercih etmemişti ve etmezdi de.... Ölüm, kalleşçede olsa, kapıyı çalınca, ona karşı koymaktan başka seçenekte kalmıyor. “Ölüm adın kalleş olsun” tam da bu duruma uygundur.

Talip, kardeşinin birahanesinde çıkan bir “kavgada”, kardeşi hemen ölürken, kendisi ise  ağır yaralandı ve beş gün sonra 14 Ocak 2009 tarihinde Adana’da şehit düştü.  Karşı taraf bilerek ve hazırlıklı gelmişti. Hedefleri Talip’ten başkası da değildi. Çünkü Talip bilinen/tanınan  bir isimdi. Daha 1970’lerin sonunda “Çukurova’nın sır vermeyen KİRVE’si olarak ün salmıştı. Devlet, bu tür yöntemle (sıradan kavga bahanesiyle) bir çok devrimciyi katletmişti. 

Orta halli bir ailenin on çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Talip, tutucu aile yapısına karşın, 1979 yılında devrimci çevreleden etkilenir ve Adana Mensa fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlar. Politikaya ilgisi fazladır. Diğer işçilerden en önemli ayrımı da buradadır. Bütün gazeteleri okumaya çalışır. Eline geçen gazeteleri okumadan bırakmaz.

Genç yaşına rağmen olgunluğu, kibarlığı ve efendiliği ile dikkat çeken Talip’i, devrimci örgütlerin militanları kendi saflarına kazanmaya çalışır ve Talip, bütün devrimcilere karşı olgun davranırken TKP/ML militanları ile örgütsel ilişki kurar ve kısa zaman içinde profosyonel devrimci olarak çalışmaya başlar. Kazım Çelik tarafından Mersin-Tarsus bölgesine örgütlenme yapması için gönderilen Talip, buradaki çalışmaları dikkat çeker ve bir muhtarın cezalandırılması nedeniyle göz altına alınır. Polis, Talip’ten muhtarın öldürülmesini kabul etmesini ister.

Talip, 1979”da işkencesiyle ünlü “Tarsus Borsa Sarayı”nda günlerce işkencede kaldı ve sır vermedi. Bundan dolayı adı; “Sır vermeyen KİRVE”ye çıktı.  Talip’in bu direnişi Çukurova’nın her yerine yayıldı ve bir çok insan onun sayesinde devrimci saflarda, TKP/ML saflarında örgütlendi. Bu yakalanmasında 9 ay hapishanede kaldı. Çıkar çıkmaz tekrar mücadeleye başladı ve 1981”lerin başlarında yeniden yakalandı ve ilk uzun hapishane yaşamı başladı. 1991’de cezaevinden çıkar çıkmaz arkasına bakmadan, bireysel çıkarlarını hiç hesaba katmadan kaldığı yerden mücadeleye devam etti. 

Gözleri Toros dağlarındaydı. Daha, Kazım Çelik zamanı Toroslara gerilla olarak çıkmayı kafasına koymuştu. 1993 Haziran’ında, Niğde-Ulukışla’nın Toros dağlarının eteğindeki bir köyde yakalandı. Tekrar ikinci uzun on yıllık hapis yaşamı başladı ve  bu mapusluk 2002 Ekim’ine kadar sürdü.

Talip, 1995 yılında “Uzun Yürüyüş” olarak TKP/ML saflarından ayrılan grubun yanında yer aldı. Uzun Yürüyüş dergisine yazılar yazdı. Ne var ki, bu grupla fazla barışık olamadı. Küçük grupların “devrimi biz yaparız” yollu tavırları, bir çok devrimciyi yarı yolda bırakmasının derslik bir öyküsüdür bu aynı zamanda. Bu kesim de ona beklentilerini verememişti. Çıktıktan sonra da örgütsüz kaldı ve İstanbul’da işçi olarak çalışmaya başladı. İşsiz kalınca, Adana’ya, “iş bulurum” umuduyla gitti.

 Burjuvazi, ondan canını istemişti. Her yakalandığında idamla yargıladı ve idamdan ömür boyu hapise çevrildi. Resmi olarak canını alamayan burjuvazi, onu, bir pusuda maşalarına kalleşçe katlettirdi.

Talip’in yaşamı da, faşist diktatörlüğün sürdüğü ülkelerdeki her militan devrimcinin yaşamından farklı değildi. İşkenceler, uzun yıllar hapisler, aranmalar, tilki uykuları, işçileri örgütlemeler, işçi direnişlerinde ve grevlerinde yer almalar, hesapsız/kitapsız ve hiç bir kişisel çıkar düşünmeden ölümüne mücadele dolu yıllar... Bunların hepsi inandığı devrim davası içindi. O, hiç bir zaman, devrimci olduğu için pişmanlık duymadı...

Talip’in yaşamı, aynı zamanda, militan devrimci bir işçinin yaşam öyküsüdür...

Devrim kolay gelmiyor. Ülke en iyi kızlarını ve oğullarını bu davaya vererek aydınlığı yakalayabiliyor. Talip’de devrim davasının sıra neferlerinden birisiydi. Ölürken de gözleri Toros dağlarının zirvelerine asılı kalmıştı.

 O, Anne tarafından Siverek’in, baba tarafından Çukurova’nın bereketli topraklarında yetişti. Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in, Yılmaz Güney’in eserlerinden beslendi. Kaypakkaya’nın izinden yürüdü. Ve yine o Çukurova’nın bereketli toprakları üzerine düşen bir yağmur damlası gibi hep var olacak, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci direnişlerinde yaşamaya devam edecektir. *** 18.04.2013

2 Nisan 2013 Salı

Küçük Burjuva Liberalizminin Hassasiyetleri








Küçük Burjuva Liberalizminin Hassasiyetleri


Yusuf KÖSE

Ezilenler ve özellikle de işçi sınıfı adına hareket ettiğini söyleyenler, siyaseti, başka sınıfların ağızına bakarak yürütemez, yürütmemelidir de. Elbette, her sınıf mücadele ederken, dostu ve düşmanı da hesaba katacaktır. Ancak, ilkeler söz konusu olduğunda, başkaları “gücenir”, “alınır” ya da “hassas dönem” diye bir kaygı duyulmaz. Çünkü ideolojik ve siyasal mücadele açıktan yürütülür. Bir siyasal kurum, kendi gerçek siyasetini gizlemeye çalışıyorsa, bu oportünizmidir.

“Barışı, Biz Böyle bilmiyorduk” adlı yazım, her zaman yayınlanan bir sitede yayınlanmadı. Yayınlanmamasının gerekeçelerden bazıları ve esası ise; “hassas” ve “kırılgan” bir dönemden geçildiği. Kim geçiyor, elbette işçi sınıfı ve emekçi hareketi değil, PKK şahsında Kürt Ulusal Hareketi. Evet gerçekten, hassas bir dönem. Özellikle Öcalan’ın ”Newroz Mektubu”ndan sonra yeni bir “süreç” başladı. Eğer, Öcalan’ın dediklerini PKK uygularsa, bu ulusal hareket için diğerlerine pek benzemeyen bir “dönem” ya da “dönemeç” olacaktır.

Burada, yeniden bu konuya girmeyeceğim. Ama, işçlerin çıkarlarını savunduğunu söyleyen bir siyasal kurum için, hassaslık, daha çok, işçi sınıfı lehine olmalıdır diye düşünüyorum. Ezilen ulus burjuvazisinin lehine, işçilerin aleyhine yönelik siyasal  geri bir duruş; sınıf uzlaşmacılığı ve küçük burjuva liberalizmidir.

Kürt ulusal hareketi, kendi siyasal çizgilerini belirtirken, saptarkan ve savunurken işçi sınıfının “hassasiyetlerini” hiç dikkate almıyor. Ya da daha genel anlamda işçi ve emekçilerin hassasiyetlerini dikkate almıyor, tersine, herkesi kendi hassasiyetlerine ortak etmeye çalışıyor. Bu istem onun en doğal hakkı. Ama, bu değerlendirilmesi gerekir. Eğer söz konusu hassasiyetler, işçi ve emekçilerin de ortaklaştığı noktalarsa, elbetteki burada ortak hareket edilebilir. Buna rağmen bu, ittifak ya da eylem birliği içindeysen de, karşı tarafın görüşleri eleştirilmez anlamına gelmiyor. “Eylemde birlik ajitasyonda serbestlik” diye bir ilke vardır. Bu Marksistlerin, eylem birliği ve de ittifaklarda vazgeçemeyeceği ilkelerden biridir. Kürt ulusal hareketi, kendi politikalarını “hassas politika” olarak gösterme hakkı varken, işçi sınıfının böyle bir hakkı neden olmasın? Bu hak, işçi sınıfına çok mu?

Karşılıklı eylem birliklerinde, bir taraf susuyor ve karşı tarafın görüşlerini öne çıkaran yazıları yayınlayıp, bunu eleştiren görüşlere ise ambargo konuyorsa, bunun adı “eylem birliği” ya da “ittifak” değil, tek taraflı olarak diğer tarafın görüşlerine teslim olmak ya da onu kabul etmek anlamına gelir. “Dostlarımız gücenir” diye, dost dediklerinin görüşlerini kendi sitende yayınlayacaksın, ama, “dostlarını” eleştirenlere de ambargo koyacaksın ve bunun adına “demokratik bir davranış” diyeceksin.

İşçilerin adını taşıyan bir sitede yer verilen yazıların neredeyse  %90’nı anti-Marksist, troçkist ve reformist içeriklidir ya da bunları yazanların dünya görüşleri böyledir. Ama, biraz marksizmden fazla söz eden ona daha fazla değer verilmesini isteyenlere de ambargo koyacaksın. 

Yazımın yayınlanmamasının gerekçelerinin başında Öcalan’ın mektubnu eleştirmemden kaynaklandığı için, buraya kısa bir vurgu yapıp geçeceğim. Öcalan'ın, sözü edilen mektubunda, Kürtlerin Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’na yer yok, daha çok Türk burjuvazisine el uzatma ve sınırları genişletme "helalleşmesi" var. Bunu eleştirmenin neresi “sakıncalı” acaba? Üstelik, "İmralı Zabıtları"nda geçenleri ve daha başka görüşlerine hiç değinmedim. Ama, benim yazımda; Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının tutarlı savunusu var ve “Kürdistan’dan çekilmesi gereken biri varsa, Türk devleti ordusuyla beraber ve tüm kurumlarıdır” demişim. UKKTH tutarlılık budur. Demokratik çözüm budur. Halklar arası kardeşlik ancak ve ancak böyle sağlanır demişim. Kürt ulusal burjuvazisi de hiç bir zaman UKKTH konusunda tutarlı olmamıştır. Komünistler bu konuda tutarlıdır. MLM bu konuda tutarlıdır.  Bu tavır; küçük burjuva liberalizminin sınıf uzlaşmacı küçük kasaba eşrafı politikacılığıyla, MLM ilkeleri tavizsiz bir şekilde savunanlar arasındaki önemli bir ilkesel farktır.

Kürt ulusal hareketinin yanlışlarını eleştirmeyenler, onların hatalarını alkışlayanlar, ona iyilik değil, kötülük yaptıklarının da farkında olmalıdırlar. Susarak geçiştirmek ya da “eleştiri” adına sorunun özüne değinmemek, devrimci bir tavır değildir. Kürt işçi ve emekeçilerin aydınlatılması, ulusal burjuvazinin tutarsızlıklarına göz yumarak olamaz. Devrimci eleştiriler kitleleri geriletmez. Devrimcilik adına reformist sınıf uzlaşmacı tutumlar kitleleri geriletir, onları kör karanlıklara teslim eder.

Burada, Kaypakkaya’ya ihtiyaç var;
“... Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının gerici ve milliyetçi emellerine karşı da mücadele ederiz. Türk egemen sınıfları lehine her türlü eşitsizliğe ve ayrıcalığa, ulusal azınlıklara yönelen her türlü baskı ve zulme karşı mücadele ederken; ulusal azınlığın burjuva ve toprak ağalarının milliyetçi emelleriyle de mücadele edilmezse, bu kez bir başka milliyetçilik, Kürt milliyetçiliği güçlendirilir; Kürt proletaryasının sınıf bilinci, burjuva milliyetçiliğinin sisleriyle karartılır; Kürt işçileri ve köylüleri milliyetçiliğin kucağına itilir; Kürt işçi ve emekçileriyle Türk işçi ve emekçileri arasındaki birlik ve dayanışma baltalanır.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf. 238-239, Umut Yayımcılık)

Kaypakkaya, net söylüyor. Görüşlerini açıktan belirtiyor ve bu görüşler, aynı zamnda Lenin ve Stalin’in görüşleridir.

Sadece, PKK’ya “silah bırakın”ı “gerici” olarak değerlendirmek, sorunun esasını görmemektir. Esas tehlike; bu hareketin demokratik içeriğini İmralı’da boşaltma çabalarının sürdürülmesidir. Bu görülmelidir. Başbakan Erdoğan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın, Kandili  tehdit ederken, hangi sopayı salladığını görmezden gelmenin,  hangi sınıfın politikası olduğunu sormak gerekmiyor mu?

Kürt işçi ve emekçileri kazanma, aydınlatma ve iki halk arasındaki kardeşliği geliştirme kaygsısı varsa, Kürt ulusal hareketin tutarsız görüşlerini, Türk egemen sınıflarıyla uzalaşıcı yanlarını açığa çıkarıp eleştirmek durumundadır. “Hassas bir süreç”, “kırılgan bir dönem” vb. adı altında gerekçe gösterip eleştirmemek ve bu yanlışları eleştirenlere yer vermeyip, salt küçük burjuva reformistlerine yer verenler, sınıf uzlaşmacı tavırlara ortak oluyor demektir.

Devrimcilerin “hassasiyetleri” işçi sınıf ve emekçilerin, daha genel anlamda ezilenlerin çıkarlarını ve esas olarak da işçi sınıfının sınıf çıkarlarını kapsar; fakat, burjuvazinin ve küçük burjuva reforumculuğunun hassasiyetlerini kapsadığını hiç duymadım.

Kısacası, devrimci olmayanların devrimcilik yapmaya çalıştığı bir yerde, küçük kasaba eşrafı politikacılığı her zaman cazip geliyor olmalı ki; Marksizmden, sosyalizmden, komünizmden, işçi sınıfının dünya görüşünden ve onun ilkelerinden söz etmek “sert” kaçıyor olsun! *** 02.04.2013