28 Mart 2013 Perşembe

'Barışı, Biz Böyle Bilmiyorduk'







21.03.2013 Diyarbakır



'Barışı, Biz Böyle Bilmiyorduk'


Yusuf KÖSE

Öcalan’ın meşhur „Nevruz mektubu“ okunduğunda, bazıları hayal kırıklığına uğradı. Çünkü, onlar PKK’dan, Kürt işçi ve köylüleri lehine bir devrim bekliyorlardı. „Mektup“, devletin ağızıyla yazıldığını[1] (iki karşıt görüş bunu açıktan belirtiyor, Dip Not’a bkz.)  görünce, „bu kadarı da olmaz ki“ diyebildiler. Oysa, Öcalan, 1999 Şubat’ında bunları fazlasıyla söylemişti. PKK, şimdi bunları kabul etmeye hazır gibi gözüküyor. PKK’nın paradigmasını daha önce 4 bölüm halinde yayınlanan bir yazımda açıkladığımdan, yeniden oraya dönmeyeceğim.

Ağır bedeller ödeyenlere, savaşın en acımasız yüzünü gören ve yaşayanlara, oğullarını ve kızlarını dağlarda toprağa verenlere sorulduğunda, cevapları: „Barışı biz böyle bilmiyorduk[2] oluyor. Çünkü, zulüm gören halk! Savaşan ve ölen halk! Acıların en acısını yaşayan yine yoksullar! Devleti onlardan başka kimse iyi bilemez. Bu nedenle de, devlet tarafından yazılıp Öcalan‘ın ağzından „21 Mart Nevruz mektubu“ (Kürt Newrozu değil) diye Kürt kitlelerine sunulan devlet "barışı"ndan, halk, haklı olarak şüphelendi: „Bu mektup bizim barış mektubu olamaz“ diye... Newroz Meydanı‘nda çoşkulu bir şekilde alkışladıkları ise kendi hayallerinde yarattıkları bir direniş sembolüydü ya da öyle görmek istediklerini alkışlamışlardı. Alkışladıkları; devlete inat, kendi mücadelelerinin geldiği zirve,  Diyarbakır meydanlarında açıktan kutlamaları ve direnişlerinin, ırkçılığa, asimilasyona, jenoside, katliamlara, yasaklamalara ve inkara karşı galip gelmesiydi.  Newroz Meydanı’nda alkışlanan: Türk devletinin, yeni Osmanlıcılığı güçlendirme, bölge halklarına korku salma, çeşitli milliyetlerden Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarına daha fazla baskı uygulama yanında, sömürü ve egemenlik ağını genişletme konseptli „Mektup“ hiç değildi.

Öcalan Kenaya’da yakalanıp Türkiye getirilirken, uçakta: „benim anam da Türk, fırsat verilsin devlete hizmet etmeye hazırım“ dediğinde de, Kürt halkı içine sindirememişti. Sonra, ortaya manipülasyon araçları girdi ve  „başkanın bir bildiği vardır“ diyerek, bu durumu da "mazur" gösterir oldular. Aynı, „nevruz mektubu“ gibi. “İmralı zabıtları“ basında yayınlanmasının arkasından „Apo padişah değilya“ diyenler, dediklerini unutarak, yeni sürece methiyeler düzmeye, „teorik“ derinliklerini kitlelere anlatmaya koyulmuşlar. „yeni süreç“te ise, işçi ve emekçilerin payına, bugüne kadar ne düşmüşse o öngörülmüştür. 

BBC Türkçe İnternet sitesinde, 26. 03. 2013 tarihinde Kumru Başer‘in Diyarbakır’da Kürtlerle yaptığı röportajı yayınladı. 

"Barışı biz böyle bilmiyorduk. Hep onlar (gerilla Y.K.) gelince barış olacak diyorduk şimdi gidiyorlar" diyenler oldu. "Ölülerimize ne söyleyeceğiz" diyenler de.
Dağa çıkan abisini kaybetmiş bir genç kadının gözleri konuştukça doluyor: "Çok zoruma gitti. Karnıma bir yumruk yemiş gibi oldum. Kendim dağda değilim, ama elimden silahım alınmış gibi hissetim. Demek ki hep dağdakileri bir güvence olarak hissediyormuşum" (Kumru Başer‘in Röportajı‘ndan)

Kürt halkı Türk devletinin sözüne inanmaz. İnanması için de hiç bir nedeni yoktur. Bunu yaşayarak öğrendi. Katledilerek, sürülerek, horlanarak ve mapus damlarında yatarak... Jandarma dipçikleriyle, sokak ortalarında sorgusuz sualsiz kurşunlanarak, diri diri çukurlara gömülerek, dışkı yedirilerek; Diyarbakır zindanlarındaki zulümle ve evlerinin-yurtlarının yakılmasıyla... Kürt halkı, Türk devletinin öpücüğünün zehirli olduğunu iyi bilir. Bu nedenle de, Türk devletinin hiç bir sözüne güvenmez. Orta da hala Türk devletinin Kürtlere verdiği herhangi bir söz de yok. Tek söylediği: “silahları bırakın!” Öcalan ise, Türk devletine, bütün Kürdistan’ı işaret ederek, böylesi bir “misak-i milli etrafında  helalleşelim” diyor.

Öcalan’ın meşhur “Mektubu”ndan sonra, bir kişi ise, ropartajı yapan gazeteciye şunları söylüyor:
“Kürdün midesine yumruk atmışlar, 'ah belim' demiş. 'Yahu, midene vurduk, belim diyorsun' demişler. 'Eh, benim arkamda güçlü biri olaydı sen bana vurabilirdin?' demiş."

İşte, halkın, Öcalan’ı yorumlaması ve bir başkası ise;
"Kürt isyanlarının çoğu, liderlerinin iktidar pastasından pay almasıyla bitmiş. İsyanın acısını çekenler, çektikleriyle kalmış"

Bunu, isyana önderlik edenlerin sınıfsal niteliğiyle birleştirmek gerekiyor. İsyana ulusal burjuvazi önderlik ediyorsa, bu olasılık her zaman var. Kürt ulusal burjuvazisi, bu savaşta esas bedel ödeyelerin (Kürt işçi ve köylülerinin) çıkarını değil, kendi sınıfsal çıkarını düşünür ve ona göre „barış“ yapar. 

Bu röpartaj, yıllardır mücadele içinde olan kitlelerin koyun sürüsü olmadığını, tersine, mektubun dilinin ve içeriğinin rahatlıkla analayabilecek düzeyde olduğunu ortaya koymaktadır. Mektup Kürtçe’de okundu, ama içeriği ne Kürt halkının ne de Kürt ulusunun istemleriyle birebir örtüşüyordu. Esas olarak „beyaz Türkler“in, yani, Türk burjuvazisinin arzularını, yayılmacı emellerini kitlelere dikte ettiriyordu. Öcalan, „helalleşme“ adına, Kürtlere ikinci bir „Hamidiye Alayları“ kurdurarak Türk burjuvazisinin hizmetine vermeyi vaadediyor.[3]

, Öcalan‘ın  „meşhur buluşu“ ve dünya tarihi literatürüne geçecek (!) olan „Sümer Rahip“lerini, ropartaja katılanlardan hiçbiri söz etmemiş. Hele hele „Türk-islam Sentezi“ni, „Türk-Kürt İslam Sentezi“ne dönüştürme çabaları ( her dönemin –yani burjuva devletin- has adamı Cengiz Çandar, bunu çok önceden yazmıştı) ve „Ortadoğu Konfedaralizmi“ni  formülasyonunu ise, bedel ödeyenler ve ödemeye devam eden işçiler ve emekçiler, zorlu yaşamların kendilerine kattığı deneyimlerinden dolayı kale almamışa benziyor.

Öcalan, „barış“ yerine, adeta, Türk egemen sınıfların kirli savaşını, bütün Kürdistan sathına yayamayı önerdi. Bunun adı „barış mektubu“ değil, olsa olsa, Türk egemen sınıflarına yeni egemenlik alanları açama mektubu olabilir. Öcalan’ın bırakılması ve Kürtçe’nin serbestliği karşısında, Türk egemen sınıflarına bütün Kürdistan’ı sunmanın adı „barış“ olamaz.
Kürtlerin barış yapması, daha doğrusu, Kürtlerin kendi kaderlerini özgürce tayin etmesi, kendi istekleri doğrultusunda kaderlerini belirlemelerine karşı çıkılamaz. Bu sorunda, elbette, sorunun nirengi noktası daburada saklıdır. Öte yandan, Türk ve Kürt savaşının olmaması,  Türk ve Kürt halklarının kardeşçe birarada yaşaması, işçi ve emekçilerin lehinedir. Bu anlamda, “barış” ama eşitlik temelinde bir barış her zaman iyidir. Ancak, buraya ne Türk devleti yanaşmış ne de Öcalan’ın “mektup”unda böyle bir şeyden söz ediliyor... 

Kürtler, yakın tarihleri boyunca savaş istemedi. Türk devleti Kürtleri zorla egemenliği altına aldı ve tüm ulusal haklarını gasp etti. Kürtleri savaşa zorlayan Türk egemen sınıflarıdır. Bu nedenle de, Kürtlerle barışması gereken Türk devletidir. Kürdistan’dan çekilmesi gereken PKK gerillaları değil, Türk ordusu ve Türk devletinin tüm resmi kurumlarıdır. “Demokratik Çözüm” budur. Ve gerçek barış, “onurlu barış” ve  halklar arası kardeşlikde ancak böyle pekişir. Diğerleri ise, kitleleri Türk egemen sınıflarına yamama manevralarıdır. Öcalan’da bunu yapmaya çalışıyor.

PKK harketi, hala demokratik yönünü korumaktadır. Bu yönünü koruduğu sürece, sol çevrelerden destek almaya devam eder, ne zaman ki, bu çizgiden tamamen uzaklaşıp, Öcalan çizgisine, özellikle de Öcalan’ın “Nevruz mektubu”ndaki çizigye oturduğunda, demokratik içeriğini de terk etmiş olur.

PKK, süreç içinde kendine bir “peygamber” yarattı. Peygamber yaratmak kolay, ama onun etkisini kırmak, yaratmak kadar kolay değildir. PKK değil, devlet o peygamberi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışıyor. Kürtlerin Newroz bayramında okunan “mektup” bu konuda şüpheye yer bırakmamıştır.

PKK gerillalarının Kuzey Kürdistan topraklarını terk edecek olması ve terk etmesi, savaşın bittiği anlamına gelmiyor. Ancak, nereye evrileceğini de şimdiden kesin bir şekilde söylemek olası gözükmüyor. Bunu belirleyecek olan, bölgesel gelişmeler ve emperyalist güçlerin buna direk müdahale etmesinin yanında, Türk egemen sınıfların Kürt ulusuna vereceği tavizler ya da tavizsizlik ve PKK’ya önderlik eden sınıfsal güçlerin bu durumlar karşısında takınacakları tavırlar belirleyecektir. PKK, Öcalan'ın mektubundaki çizgiye kayarsa, nereye evrileceği bellidir.

PKK içinde kendine “sol” diyenlerin özgürce örgütlenme şansları yoktur. Bu da, PKK’nın kitleler lehine demokratik mevzide duran politikalardan uzaklaşmasının önüne geçecek bir güç de kendi içinde yok gibidir. Olsa da bunların şansı yoktur.

PKK’nın silahlı ya da silahsız olmasından çok, onun izlediği politika önemlidir. Silahlı olup, emperyalist ve bölgesel gerici güçler yanında yer almak var, bir de silahsız olup, ilerici bir mevzide yer almak var. Tercih elbette ikincisidir. Belirleyici olan siyasettir. Silahlara hangi siyasetin kumanda ettiğine bakmak gerekiyor. PKK, Öcalan ve kankası MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın (yani devletin) konsepti doğrultusunda hareket edecekse, silahları bırakması, o konsepti kabul etmesinden halkların lehinedir. Böyle bir mektubu genel anlamda ezilenlerin kabul etmesi olası değildir. Bu konsept, Kürt ve Türk halklarının üzerindeki zulmü artırma içeriklidir.

Kürt ulusal sorunu demokratik bir sorundur. Bu sorun var olduğu sürece, demokratik yönüde olacaktır. Bu soruna sahip çıkan ezilen ulus burjuvazisi, bu demokratik içerikten fazlaca uzaklaşamaz. İster istemez ezilenler cephesine elini uzatmak zorunda kalacaktır.  28.03.2012
***


[1] Ayrıca Bkz. Dr. Mustafa Peköz; “ Öcalan’ın Newroz mektubu ve Yansımaları”, Sendika org. 23.03.13
Hüseyin Gülerce,  “Ergenekon’dan LAW, Öcalan’dan çağrı”, Zaman, 22.03.2013
Kumru Başer,
Diyarbakır, 26 MART 2013 
[3] Milliyet gazetesi, Öcalan’ın „nevruz mektubu“ndan bir gün sonra „Misak-i milli haritası“ yayınladı. Ayrıca, TV yayınlarında, Türk burjuvazisinin yazarları ve siyasi temsilcileri, “Öcalan” derken, saygıyla söz ediyorlar. Bu tür övgüler, "yeni misak-i milli" hatırınadır. Hepsinin ağızı sulanmış durumda.

21 Mart 2013 Perşembe

KOMÜNİZMİN DEĞERLERİNE ve KAZANIMLARINA SALDIRMAK...!









 
KOMÜNİZMİN DEĞERLERİNE
ve
KAZANIMLARINA SALDIRMAK...!


Yusuf KÖSE

İşçi sınıfı hareketinin gerilediği, burjuvazinin ise ideolojik, siyasal ve fiziksel olarak saldırganlığının arttığı süreçlerde, komünizmin değerlerine yönelik saldırılarda artar. Özellikle, küçük burjuva sol kesimlerde ya da örgütsüz küçük burjuva solcularında, yeni bir arayışlar, işçi sınıfının komünist düşüncelerinde “yanlış”lar bulurlar. Bunlarla da yetinmeyip, saldırı oklarının hedeflerine, uluslararası proletaryanın büyük öğretmenlerini ve onların düşüncelerini koyarlar. 

Bunlar, MarksistLeninistMaoist düşünce ve onların öğretmenlerine saldırdıkça rahatlarlar. Çünkü, burjuvaziye bir adım daha yaklaştıklarını görürler. İdeolojik bağlamda burjuvaziye yaklaştıkça, saldırının dozajı da artar. Artık zıvanadan çıkmışlardır. Bir nevi, burjuvazinin minderinde işçi sınıfının yarattığı tüm değerlere karşı kağıt üstünde “zikir” yaparlar. Ancak, “sol” düşüncenin yakasını da bir türlü bırakmazlar. “Sol”culuktan vazgeçtikleri gün, işçi sınıfını ve ezilenleri kandıramayacaklarını da bilirler ve böyleleri burjuvazinin de işine yaramaz. Burjuvazi, her zaman, kitleleri burjuvazinin hizmetine sokacak düşünce ve bu düşünceyi üreten ve savunan avanaklar arar ve bulur.

Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao burjuvazinin yanında, küçük burjuva oportünizmin  seviyesiz saldırılarına maruz kalmışlardır. Ancak, en büyük saldırı Stalin’e karşı yapılmıştır. Emperyalist burjuvazi ve onun ağızından Kruşçev ve diğer kapitalist yolcular, Marx ve Lenin’in adını kullanarak, Stalin’e emperyalist burjuvazinin ağızından saldırmaya ve onu yıpratmaya devam ediyorlar. Ülkemizde de bir çok küçük burjuva sol akım ve sol ruhu sönmüş “sol”cular, Stalin’e Kruşçev’in ağızından saldırmayı sürdürüyorlar. Aslında, onların hedefi, işçi sınıfının komünist düşüncelerini revize ederek, burjuvazinin ürkmeyeceği bir düzeye çekmek. Bir başka deyişle; MLM düşünceleri, kapitalist sistemin bir yedeği durumuna getirmek ve bunu kitlelere komünist düşünce diye yutturmak.

Chavez öldüğünde,  kendine komünist diyenlerden tutunda, bütün sol kesim haklı olarak onu övdü. Hatta bazıları o kadar ileri gitti ki, onu, günümüzün en keskin sosyalizm savunucusu ilan etti. Chavez’i övmeleri ve ona hak ettiği değerleri vermelerinde eleştirilecek pek bir yan yok. Ancak, reformizmi, göklere çıkarıp, buna karşın Mao’yu “küçük burjuva” olarak değerlendiren “anti-Mao’cu”lara ne demeli. Mao karşıtlığıyla yatıp kalkanlar, siyasetlerini bunun üzerine inşa edenlerin, Chavez’i “sosyalizmin savunucusu” olarak göklere çıkarmaları, soruna nasıl baktıklarının da bir göstergesi olması yanında, bu, aynı zamanda küçük burjuvazinin reformist yanının dışa vurumuydu.

Bazı küçük burjuva kesimlerin “keskin Marksist”liğinin altında, reformist bir hülya yatmaktadır. Bir benzetme yapmak gerekirse, Chavez, günümüzün Sun Yat-sen’iydi. Ancak, onlar, Chavez’i, sosyalizmin “en iyi savunucusu” ilan etmekten geri durmadılar. Bunu yaparken de, sosyalizmin tüm ilkelerini hayata geçiren ya da geçirmek için mücadele eden birisini “küçük burjuva” değerlendirmek, sapla samanı, Marksizmle küçük burjuva oportünizmini birbirine karşıtrımaktır. Bazı küçük burjuvalarımız aynen böyle yapıyorlar. Uluslararası proletaryanın büyük öğretmeni Mao’yu, neredeyse devrimci dahi görmeyecekler. İşte, burjuvazinin istediği de bu. ML öğretiyi daha ileri mevzilere çekerek işçi sınıfının devrim mücadelesinin teorik ve pratik hanesine önemli katkılarda bulunmuş komünizmin bir öğretmenini, reformist birisinden daha geri bir düzeyde ele almak, olsa olsa, küçük burjuvazinin mülkiyetçi zihniyetinin ürünü olabilir.

İşçi ve emekçileri sosyalizmden soğutanlar, komünizmin tarihsel değerlerine saldıranlar olduğunu söylemek abartılı bir saptama değildir. “Sosyalist düşünceleri geliştirme” adı altında, sosyalizmi çarpıtmak ne zaman sosyalizmi ilerletmek oldu ki? 

Elbette, uluslararası proletaryanın büyük öğretmenlerini papağan gibi tekrarlamak, Marksizmi bir doğma olarak ele almak proletaryanın devrimine bir katkı değil, ama, sosyalizme katkı anlamında, burjuvaziye karşı mücadeleyi revize etmek de bir katkı değildir. Bu, olsa olsa, işçi sınıfını burjuvazi karşısında güçsüzleştirmek olur. Küçük burjuvazinin pragmatizmi, işçi sınıfının devrimci düşüncesi karşısında her zaman paniklemiştir. Stalin ve Mao konusunda da aynı durumdadırlar. Ne var ki, uluslararası proletarya, burjuvazi karşısında yeni kazanımlar elde etmek için  Stalin ve Mao’dan öğrenmek durumundadır. 

Sınıf bilinçli proletarya, sosyalizmi yeniden kitleler içinde bir umut haline getirmek istiyorsa; salt, burjuvazinin karşı devrimci kampanyasına karşı mücadele yetersiz ve eksik kalır. Bunun yanında, işçi sınıfı içinde gözüken oportünizme karşı da ideolojik mücadeleyi asla ve asla aksatmamalıdır. İkincisi olmadan, birincisi gerçekleşemez.*** 21.03.2013

10 Mart 2013 Pazar

Kürt Ulusal Hareketi ve Sınıf Tavrı





Roboski; Türk devletinin,  Kürt ulusal sorununu "çözüm planı"ndan acı bir örnek!





Kürt Ulusal Hareketi ve Sınıf Tavrı (I)[1]*

Yusuf KÖSE


Ezilen Ulusun Haklı İstemleri

Ülkemizdeki siyasal gelişmeleri direkt etkileyen Kürt ulusal hareketinin durumunun, sık sık ele alınması kadar doğal bir şey yoktur. Hem hareketin gücü ve etki alanı açısından olsun hem de hareketin işçi ve emekçileri, özellikle de Kürt işçi ve emekçilerini etkileyen yönü açısından olsun, hem de uluslararası ve bölgesel boyutu açısından, sorunu yeniden yeniden ele almak, işçi sınıfının mücadelesi açısından bir zorunluluktur.

Ezilen ulusun mücadelesi ile işçi sınıfının mücadelesinin, birleştiği ve ayrıştığı noktaları doğru bir şekilde ele almak ve ortaya koymak; Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfının ortaklaşa mücadelesi açısından da teorik, siyasal ve pratik bir zorunluluktur. Sınıflar mücadelesinde sınıflar arası ilişkinin belirsizleştirilmesi, bulanıklaştırılması, işçi sınıfının mücadelesine zarar verir.

Sınıf hareketi ile ulusal hareketi karşılaştırmak ya da karşı karşıya koymak pek uygun olmasa da, ülkemiz açısından bunun teorik zorunluluğu da amprik olarak ortaya çıkmaktadır. Sınıf hareketinden kasıt işçi sınıfı hareketidir. Genel anlamda sınıf hareketi; işçi ve emekçilerin, yani tüm ezilenlerin  baskı ve sömürüden kurtuluşunu içerirken, özel de ise, nihai olarak; sınırsız, sınıfsız toplum olan komünizmi hedefler. Ve işçi sınıfı hareketi, iktidarı burjuvaziden almak için tüm strateji ve taktiklerini bu hedefe varmak için belirler. 

İşçi sınıfı hareketinin “ulusal kurtuluş mücadelesi”, ezen ulus burjuvazisinin ve daha genel anlamda burjuvazinin değil, ülkenin bağımsızlığıyla sınırlıdır. Sınıf hareketi, ezilen ulus burjuvazisinin ulusal demokratik haklarını savunur, ama, ezilen ulus burjuvazisinin istemlerini, işçi hareketinin istemlerinin yerine ve önüne geçirmez.

Ezen ve ezilen ulus işçi hareketi, özgürlüğü, ezilen ulus burjuvazisinin özgürlüğü ile asla sınırlamaz. Ezilen ulus burjuvazisinin özgürlüğü, burjuva demokratik bir sorun olmasına karşın, tüm baskılara karşı olması nedeniyle, ulusal hareketin demokratik istemleriyle de yakından ilgilenir ve bu bağlamda UKKTH[1][2] kayıtsız şartsız savunur.

Lenin ve Stalin’in izinden giden Kaypakkaya, ezilen Kürt ulusal hareketinin demokratik içeriğini şöyle açıklıyor:

“Kürt ulusal hareketi genel demokratik bir içerik taşır. Çünkü bir yönüyle, ezilen ulusun egemen sınıflarının zulmüne, zorbalığına, ayrıcalıklarına, bencil çıkarlarına karşı yönelmiştir. Ulusal baskının kaldırılması, milliyetler arasındaki eşitliğin sağlanması, egemen ulusun egemen sınıflarının ayrıcalıklarının kaldırılması, dil üzerindeki yasaklamaların ve sınırlamaların son bulması, her alanda uluslar arasında eşitliğin ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğinin tanınması, bütün bunlar demokratik ve ilerici istemlerdir.”[2][3]

İşte, işçi sınıfı hareketinin, ezilen ulus sorununda desteklemesi ve savunması gereken yer burasıdır. Ezilen ulus hareketinin demokratik istemlerinin desteklenmemesi sosyal şovenist bir politikadır. Ülkemizde, sol içinde  sosyal şovenizm eskiye oranla önemli ölçüde kırılmasına karşın, hala varlığını sürdürdüğünü belirlemek yanlış olmayacaktır.

Ezen ulus egemenlerin ezilen ulusa karşı baskı politikası, her zaman çeşitli uluslardan işçi ve emekçileri karşı karşıya getirdiği gibi, ister istemez, onları, sınıfsal sorunlardan ulusal soruna kaydırır.  Bugün ülkemizde olduğu gibi. Ezen ulus burjuvazisi, ezen ulus ırkçılığını ve milliyetçiliğini; “vatan, bayrak, millet, din vb.” argümanlarla, “birlik/beraberlik” çağrılarının arkasına gizlenerek, kitleleri sınıf sorunlarından uzaklaştırmaya ve birbirine karşı kırdırmaya çalışırken, ezilen ulus burjuvazisi de, ezilen ulus işçi ve emekçilerine, yeğane kurtuluş yolunu, “ulusun özgürlüğünde” olduğunu ileri sürer.

Türk egemen sınıfların, Kürt Ulusal Hareketinin haklı ulusal talepleri doğrultusunda mücadele vermesini, “bölücülük” olarak kitlelere göstermesinin hiç bir haklı yanı olmadığı gibi, kendi burjuva bencil çıkarlarını, bütün toplumun çıkarları olarak ortaya koymaya çalışması da aynı şekilde çıkarlarının bir gereğidir. Ve bunu Türk işçi ve emekçileri içinde şovenizmi geliştirmek içinde kullanır. Böylece, kitlelerin gerçekleri görmesinin önüne ırkçılık perdesini çekerek, ezilen kitlelerin burjuvaziye olan öfke ve bu öfkenin birleşerek burjuvaziye karşı güçlü bir birlik oluşturmasının önüne geçemek ister.

Kitleler içinde şovenizmin gelişmesi, çeşitli uluslardan işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesini güçleştiriyor, aralarındaki sınıf dayanışmasını yıkarak, egemen burjuvazinin ikitidarını pekiştirme ve sürdürme aracı haline getiriyor. Oysa, sermaye sınıfı, işçileri sömürürken, onların alt kimlikleriyle değil, sınıf kimlikleriyle ilgileniyor ve sınıfsal olarak ortak hareket etmemeleri için işçiler arasında milliyetçiliğin gelişmesini sağlayıcı politikaları sürekli gündemde tutuyor.

TC’nin  kuruluşundan beri ırkçı poltikaları, kitleler üzerinde bir sindirme ve ideolojik olarak yönlendirme aracı olarak kullanan Türk egemen sınıfları, ülkemizin çok uluslu olması nedeniyle, her zaman bir “bölücü” milliyet ya da ulus bulmuştur. Kürtler her zaman egemenlerin “baş düşmanı” olmakla beraber, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve söylem düzeyinde ise Rusları (SSCB zamanı), ırkçı söylemlerinin hedefleri haline getirmişlerdir.

Türk egemen sınıfların, Kürt ulusunu baskı altında tutmaları ve tüm ulusal haklarını gasp etmeleri, dillerini yasaklamaları, katliam da dahil jenoside varan politikalara baş vurmaları, ezen ulus burjuvazisinin sınıfsal çıkaraları gereğidir. Bunun karşısında olmak; asgari oranda demokrat olmanın bir gereği ve demokratik bir duruştur. Ayrıca, ezilen ulusun ise, buna karşı mücadelesi ise haklı ve meşrudur, desteklenmelidir.


Ezilen Ulus Hareketinin İkili Niteliği ve PKK’nın “Sınıfsız”lığı

Burada PKK’nın teorik açılımlarını fazla irdelemeyeceğiz, konumuz bağalamında, sınıfsal niteliği ve yönünün daha iyi analaşılabilmesi açısından, kısa kısa vurgulayarak geçeceğiz.

Her ezilen ulusal hareketin ikili bir niteliği vardır. Birinci niteliği, ezen ulus baskısını ortadan kaldırarak ulusal hakları alma mücadelesi ve ikici niteliği ise; ezilen ulus burjuvazisinin çıkarlarını bütün işçi ve emekçilerin çıkarı olarak gösterip, kendi burjuva çıkarlarını garanti altına almak, işçi ve emekçileri kendi ulusal bayrağı altında toplamaktır.

Bu ikili karakter, ezilen ulus burjuvazisinin sınıf karakteri gereğidir. Başka türlü olması da sınıfsal davranış karakterine terstir. Ezilen ulus burjuvazisinin bu yönü görülmeyip, “kurtuluş”, “özgürlük” sloganlarına takılıp, bunların kimler için olduğu bilinmezse, işçi ve emekçilerin mücadelesi kolayca ezilen burjuvazinin politikalarına alet edilebilir.

PKK, kendini “Kürt özgürlük hareketi” olarak niteliyor. Bu özgürlükten kasıt Kürt burjuvazisinin özgürlüğüdür. Kürt işçi ve emekçilerin özgürlüğü değildir. Ancak, Kürt işçi ve emekçilere de bu özgürlüğün kendileri için olduğu söylenirken, sınıf sorununa, işçi ve emekçilerin sömürülmesi ve sınıfsal baskı altında tutlmasına karşı her hangi bir eylemi ya da programsal olarak bir çözümü gündeme getirmez. Bunu söylem düzeyinde bile olsa yapmaz, yapamaz.

PKK, ilk programında kendini, Kürt işçi sınıfının sınıf partisi olarak nitelerken, Öcalan’ın yakalanmasından hemen sonra  gerçekleştirdiği kongreden sonra bunu değiştirdi ve gelinen aşamda ise, “sınıf” sözcüğüne de karşı çıkar oldu. Yani, kendisini bir sınıf partisi olarak nitelemiyor. İşçi sınıfı ve işçi sınıfı mücadelesinin artık gerilerde kaldığını ve bunun aşılması gerektiğini vurguluyor. PKK lideri Öcalan, İmralı'ya getirildikten kısa bir süre sonra, bunları “aştığını” ve “yeni” bir paradigma çıkardığını ileri sürmeye başladı.

PKK’nın ilk programından ilk iki maddeyi buraya alalım:

MADDE 1: Kürdistan İşçi Partisi, Kürdistan işçi sınıfının Marxsizm-Leninizmle donanmış siyasi partisi olup Türkiye Kürdistanında kurulmuştur.

MADDE 2: Kürdistan İşçi Partisi'nin nihahi amacı, her türlü sınıf egemenliğine, sömürü ve zulme son vererek, sınıfsız toplumu gerçekleştirmektir. Kürdistanın bütünlüğünü sağlamayı hedef edinen Kürdistan İşçi Partisi ilk aşamada, Türk sömürgeciliğini, onunla uzlaşan Kürt komprador burjuvazisi ile feodal gericiliği ve bu güçleri ayakta tutan emperyalizmin yurdumuz üzerindeki egemenligi yıkıp Kürt ulusunun KENDİ KADERİNİ BİZZAT KENDİSİNİN TAYİN HAKKINI gerçekleştirecektir.“ (Sosyalist Forum sitesinden)

PKK’nın ilk programı’nı Mazlum Doğan 18.06.1981’de mahkemede verdiği „savunma“ da, şöyle belirtiyor:
“Partimiz, önüne yüce görevler koymustur. Bunlar, azami olarak sınıfsız toplum yaratmak, yani sınıfları ortadan kaldırmak, her türlü sömürü ve zulme son vermek göreviyle, asgari olarak ülkenin bagımsızıik ve demokrasiye ulastırılma görevidir.“

PKK’nın ilk programındaki maddeler ile M. Doğan’ın savunması arasında birebir bir uyuşma var. Bu anlamda, PKK’nın ilk kurulduğu dönemde ML’den önemli ölçüde etkilendiği ve onu kendisine rehber edindiği açıktır.

Bugün ise, bu programdan geriye bir şey kalmamıştır, bunun yerini;

„… klasik devletçi, iktidarcı, milliyetçi ve şiddeti esas alan zihniyet ve politikaları aşan, demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü paradigmaya dayanan, halkların eşit ve özgür birliğini esas alan Demokratik Konfederalizm çözümü geliştirilemezse…“ (PKK’nın son programından)  reformist anlayışı almıştır. PKK’nın ilk programı sınıfsal iken, ikincisi ise, „sınıflarüstü“, yani, ezilen sınıflara egemenlik tanımayan, ezen sınıflara ise egemenliklerine devam ettiren ve kapitalist düzenin kısmen reforimize edilmesine denk düşen bir programdır.

Pratik olarak son programın, sınıflar mücadelesi dünyasında hayat bulmasının nesnel bir dayanağı da olmadığı gibi, teorik olarak da hiçbir  bilimsel tutarlılığı yoktur. O, sınıf ve sınıf mücadelesini reddederken, burjuvazinin „sınıflar yoktur, millet vardır“ desturuna gerilemiştir. „ulusu da reddetmesi, kendi pratiği ile çeliştiği gibi, verdiği mücadelenin esas yönünü Kürt işçi ve emekçilerinden gizleme tavrıdır. Bu anlayışın ideolojik yönü budur. Birinci program daha radikal iken, son program ise, „teorik ve felsefi“ sözcükler ve kavramlarla bezenmiş bir burjuva programdır.

Burjuvazi ne olacak, sömürü ve sınıf baskısı nasıl ortadan kalkacak, Kürt köylüsü ve işçisinin üretim ilişkisi içindeki yeri nerede olacak, burjuvaziden iktidar nasıl alınacak, özel mülkiyet sistemi nasıl ve hangi sınıflar aracılığıyla ortadan kaldırılacak vb. gibi sorulara hiç yanıt vermiyor. Bu anlayışa; TC’nin egemen sınıflarının, „sınıfsız, imtiyazsız bir zümreyiz“ anlayışının, yeni kavramlarla ve sözcüklerle bezenmiş ezilen Kürt burjuvazisinin versiyonu dense yeridir. PKK, Kürt burjuvazisini de, Kürt işçi ve emekçisini de, Kürt köylüsünü de „Kürt halkı“ kavramı içinde birleştirmiştir. Böylece, sınıfları ortadan kaldırmış oluyor. Bu programa göre, burjuvazinin özel mülkiyet edinme hukuku olduğu gibi hükmünü sürdürecektir. Böylesine bir yaklaşımın, işçi ve emekçiler lehine bir açıklamasını yapmaya çalışmak beyhude bir çabadır.

Bilindiği gibi, PKK’nın ilk kongresinde savunduğu, “Birleşik Kürdistan’ın bağımsızlığı” ilkesi de “misaki milli sınırlar için de demokratik özerkliğe” evrilerek “ana dilde eğitim”e kadar geriledi. Daha bir çok görüşleri temelden, en azından program düzeyinde değişti. Daha doğrusu, Türk egemen sınıfların benimseyeceği bir düzeye çekildi. Bunun “felsefi ve teorik” yanları da İmralı’da dolduruldu. Anarşizmin tutarsız burjuva teorileri bir nevi PKK’nın “yeni teorik açılımlarına” dayanak oldu. Özellikle, sınıfların varlığının inkarı, burjuvazinin çıkarlarını koruma temelinde ezilen sınıfların çıkarlarını savunulmasının terk edilmesine dönüştü.

PKK’nın “kapitalizme karşı” oluşu, salt söylem düzeyindedir. Kapitalizmin yerine koyacağı “demokratik özerklik” dediği konsept, kapitalizm karşıtı değil, onun liberalleştirilmiş halidir. Avrupalı Yeşillerin programıyla birebir örtüşmesede bazı benzer yanları da vardır. Avrupalı Yeşiller ise tekelci sermayenin, “ekolojıst ve cinsiyet örgürlükçü” söylemlerle yumuşatılmış birer stepneleridir. Alman Yeşiller ise tekelci sermayenin asli unsuru haline gelmiştir.

 Her ne kadar işçi partisi adını almışsak bile bir sınıf partisi de değildir.“ (M. Karasu, „ Tarihe Damgasını Vuran PKK'nin Kuruluş Öyküsü“, PKK WEB Sitesi)

Karasu, açık olarak belirtiyor. İsimleri her ne kadar işçi partisi olsa da, PKK bir işçi partisi değil. Sınıf deyince genelde işçi sınıfı anlaşılır. Karasu’da bunu belirtiyor. Ancak, burjuva sınıfından hiç söz etmiyorlar. Burjuvaziyi ürkütmemek için işçi sınıfının partisi olmadıklarını açık olarak belirtiyorlar. Onlar, “sınıf” sözcüğünden yalnızca işçi sınıfını anladıkları için, burjuvaziyi sınıf kavramının dışında tutuyorlar. Burjuvazi de aynen böyle düşünüyor. Kendilerini sistemin asli ve vazgeçilmez unsuru gördüklerinden, karşılarında alternatif olabilecek bir sınıfın varlığını yok sayarak, burjuva iktidarının alternatifsiz olmasını yeğliyorlar. “Demokratik Cumhuriyet” projesi de, Kürt işçi ve emekçilerine bunu benimsetmek amacıyla ele alınmıştır. PKK’nın “yeni pradigma”sından çıkan sonuç budur.

PKK’nın kendisi silahlı savaşçı bir partidir ve silahlı savaşımla ve bir sınıfa (Türk egemen sınıflarına) karşı mücadeleyle bugüne gelmiş ve hala silahlı savaşımını sürdürmektedir. Ama o, Marksizmi, “sınıf savaşımını kutsallaştırmakla” eleştirir. Kendisinin bugüne savaşla geldiğini unutarak... 

„Aslında reel sosyalizm, sosyal demokrasi, ulusal kurtuluş, liberalizm ve muhafazakârlığa kapitalizmin en büyük mezhepleri olarak bakmak daha doğru olur.“ (PKK’nın son programından) 

PKK, programının kısa girişinde „bilimsel-demokratik sosyalizm“ gibi sözler kullanmasına karşın, onun programının aslında böyle bir şey söz konusu değil. Yukarıda ki alıntıda da görüldüğü gibi, sosyalizmi kapitalizmle aynı görüyor. Öcalan, savunmasında, herşeyi reddederek, yeni bir sistem ortaya çıkardığına inanılmasını istemiş. Oysa, yaptığı kapitalizmin kutsanmasından öte bir şey değildir. PKK’da  bunları olduğu gibi program haline getirmiştir.

PKK’nın destek ve savaşçı kitlesi dikkate alındığında, açıktan Kürt burjuvazisinin programatik görüşlerini savunamaz. Ancak, “teorik ve derin felsefi” görüşler adı altında, kitlelerin bilincini bulanıklaştırıp, ezilen ulus burjuvazisinin pratik çıkarlarını savunabilir. Bu nedenle de “Kürt özgürlük hareketi”, “halk savaşı”, “demokratik cumhuriyet” vb. söylemlerle kendini ifade etmesi, bu söylemlerde, Kürt işçi ve köylülerinin özgürlüğüne yer olmadığı açıktır. Çünkü, Kürt işçi ve emekçilerinin özgürlüğü sınıf mücadelesinin hedeflediği sosyalizm ile gerçekleşir. Nihai hedefi ise komünizmdir. Sosyalizm ve komünizmi içermeyen bir program, işçi ve emekçilerin programı olamaz ve onları özgürlüğe kavuşturamaz. Parti programına “halkçı” bir görüntü vermek de, onu, özünde bir burjuva programı olmasından kurtaramaz.

 PKK, kendisinin bir “sınıf partisi olmadığını” özellikle vurgulasa da, partinin içinde ve savunduğu görüşlerde Kürt küçük burjuvazisinin önemli bir izi bulunmakla beraber, o esas olarak ezilen Kürt ulusal burjuvazisinin temsilcisidir. O, “sınıfsız, devletsiz bir demokrasi” savunduğunu ileri sürse de, “Türkiye Kürt sorununu çözerse, bölgede en güçlü devlet olur” (A. Öcalan, A. Türk ve BDP eş başkanlarının yaptıkları konuşmalardan) belirlemelerini de asla ve asla eksik etmiyorlar. Ayrıca, Öcalan’nın avkatlarıyla konuşmalarında Türk devletinin bölgede nasıl güçleneceğine ilişkin epey bir “çözümlemesi”, daha doğrusu Türk egemen sınıflarına öğütleri vardır. Hem “devlet” olgusuna karşı çıkacaksın, hem de savaştığın, seni ezen bir devletin güçlenmesini isteyeceksin. Bunu; “Türk ve Kürt burjuvazisi birleşirse, bölgede, epey bir pazara sahip olur” anlamında anlamamak olası değildir. Ezilen Kürt burjuvazisinin pazardan pay kapmak için tavizin sınırının tek yanlı olarak belirsizleştirilmesi ezilen burjuva sınıfın bencil çıkarlarına denk düşmektedir.

PKK ve ona bağlı güçler, İmralı sürecinden bu yana Kürt sorununu “dil ve kültür” sorununa indirgemişlerdir. Bunun böyle olması, ezilen Kürt ulusal burjuvzisnin daha fazla zarara uğramadan pazardan bir pay kapma tavizleri ve taktikleri olarak yorumlanmalıdır. Kürt pazarının bütününe hakim olamayınca, asgari düzeyde de olsa bir pazara sahip olmak, hiç yoktan iyidir diye düşünmektedir. Kürt ulusal hareketi, gelinen aşamada, ne kadar uzlaşıcı olursa olsun, dil ve kültürel haklardan vazgeçemez. Bunlardan vazgeçtiği anda, bütün haklarından vazgeçmesi olur ki, bu da onun ulusal intiharıdır.

Kısacası, Öcalan’ın ileri sürdüğü “demokratik cumhuriyet” de, Türk egemen sınıflarının egemenliği altında Kürtler için kısmi kültürel özerkliğin ötesinde bir şey yoktur. Ezilen ulus burjuvazisinden Kürt işçi ve emekçileri için sosyal kurtuluş programı beklemek ise, sınıf bilinçli proletaryanın MLM görüşlerinden uzaklaşanlara özgü, işçi sınıfıyla burjuva sınıfı arasında kalmış küçük burjuvaca bir beklentidir. Öcalan’ın “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk Cumhuriyet” adı altında yayınlanan mahkeme savunmaları, PKK’nın gerçek görüşleridir. O görüşler ise, Kürt işçi ve emekçilerin ezilmesi, Türk egemen sınıflarının egemenliği altında Kürt burjuvazisine hak tanınmasıdır. Gersi ise, sorunun özünü ideolojik ve siyasal olarak bulanıklaştırmaya yöneliktir. 

„Devletin temel ilkelerine, üniter yapısı, anayasal kurumlarına karşı değiliz. Bizim bu kurumlarla bir sorunumuz yoktur. Bireysel haklar ve kültürel haklar önemlidir" (... ) "Bizim taleplerimiz MİT müsteşarının dile getirdiği görüşlerinden daha fazlası değildir". (şubat,2007 notları). (Aktaran,  Rucan Keleş, 'Abdullah Öcalan‘ın açıklamaları ve Kürd aydın duruşu' (2), Rızgari Online)

Bütün PKK’lı ve BDP’li yöneticilerin Öcalan’ın bu açıklamalarından bir fazla ya da eksik söyledikleri yoktur. Aynı zamanda, burada, Kürt işçi ve emekçilerine de yer yoktur. Laf kalabalıkların gerisinde; yazı içinde bir çok defa yinelendiği gibi, Kürt işçi ve emekçilerine yönelik türbünal çıkışlar ve onların desteğini sürekli canlı tutabilmek vardır. ****



PKK’nın Savaşçı Kaynağı ve Kürt İşçi ve Köylüsünün Beklentileri

PKK’nın, Kürt işçi ve emekçilerden, altında toplanmasını istediği bayrak, ezilen Kürt ulusal burjuvazisinin burjuva çıkarlarının sembolü olan burjuva bayraktır. Kürt işçi ve emekçilerin çıkarlarını içeren bir bayrak değildir. Ancak, PKK’nın çağrısına uyarak, onun programı doğrultusunda savaşan da, bu savaşın bütün ağırlığını taşıyanda  Kürt işçi ve emekçileridir. Başta, Kürt köylüsü çoğunluktayken, 30 yıllık savaş süreci içinde, köylerinden şehirlere sürülen Kürt köylüler işçileşerek, PKK’nın savaşan gücü haline gelmiştir. Daha genel anlamıyla, PKK’nın saflarında aktif olarak savaşanlar Kürt işçi ve emekçileridir. 

Ezilen ulusal hareketinin, özünde bir köylü hareketidir. PKK’da başta Kürt köylüsünden önemli bir destek almıştır. 1994’lerden sonra PKK’nın savaşçı tabanı değişim göstermeye başlamıştır. 1994’lerin sonlarında Türk devletinin “alan hakimiyeti” politikası sonucu, yüzlerce Kürt köyü ya yakılmış ya da boşaltılmıştır. Köylüler zorunlu olarak şehir varoşlarına yığılmışlardır.

Devletin bu politikayla amacı, PKK’yı Kürt köylüsünden soyutlamak ve yalnızlaştırmaktı. Yani, gerilla kaynağını kurutmaktı. Ancak, bu, devletin düşündüğü gibi olmadı ve PKK’nın savaşçı kaynağı bu kez şehirler oldu. Aslında bu, kitleler içinde önemli bir yer edinmiş, yani, ezilen ulus emekçileri tarafından “özgürlük hareketi” olarak benimsenmiş bir hareketin, egemen sınıfların yoğun baskı ve katliamlarıyla onlardan soyutlanması pek olası değildir. Çünkü, bu hareket, hitap ettiği kitleler ile küçümsenmeyecek ölçüde bütünleşmişti. PKK, boşalan Kürt köylerinden beslenmese de şehirlere zorla göç ettirilen kitlelerden desteğini aldı ve almaya devam ediyor.

Bütün bunlar, PKK’nın tabanın, esas olarak Kürt köylüsü olmaktan çıkıp, Kürt işçi ve emekçileri olduğu gerçeğini ortaya koyar. Kürt şehirlerinde yapılan kitle mitingi ve gösterileri de bu saptamaları doğrular niteliktedir. PKK’yı “sol”a açık bırakan bir etken de burasıdır. Ayrıca, Kürt ulusal hareketinin sendikalar içindeki örgütlenmeleri, etkinlikleri de dikkate alınırsa, bu saptamanın doğruluğu keniliğinden anlaşılır. Bu veriler, elbette, PKK’nın Kürt köylülerinden destek almadığı anlamına gelmiyor. Ancak, eskisi gibi, köylü kalmadığı ve bu köylülerin şehirlere zorla itilmesi sonucu, ortaya çıkan nesnel bir durumdur. 

PKK’nın tabanın  esas tabanını işçi ve emekçilerin oluşturması, PKK’yı adında taşıdığı gibi, gerçek bir işçi partisi yapmaya yetmiyor. Burada önemli olan programdır. Bir siyasal hareketin niteliği sahip olduğu programdan anlaşılabilir. Program, işçi ve emekçilerin kurtuluşuna yönelik olmadığına göre, Kürt işçi ve Kürt köylüsü neden destekliyor sorusu da beraberinde gelmektedir.

Ezilen ulus burjuvazisi, kendi çıkarlarını ezilen bütün kesimlerin çıkaraları olarak gösterdiğinde, Kürt işçi ve köylüsü de, ezilen Kürt ulusal burjuvazisinin programında kendi kurtuluşunu arıyor ya da bu programın yaşam hakkı bulmasıyla kendinin de kurtulacağına inanmış olmalı ki, PKK’ya açıktan destek veriyor.

Ezilen ulus burjuvazisi ile proleterlerin “ortak”laştığı nokta, ezen ulus burjuvazisinin baskılarına karşı mücadeledir. Başta kimlik ve dil üzerindeki yasaklar olmak üzere, bir takım kültürel yasakların varlığıdır. Bu yasaklar ortadan kalktığında Kürt işçi ve emekçileriyle ezilen Kürt ulusal burjuvazisi arasındaki “ortak” noktaları da bütünüyle ortadan kalkacaktır. 

Yıllardır Türk egemen sınıflarından, sınıfsal  baskıların dışında, salt Kürt olduğu için baskı gören, katliamlara uğrayan, horlanan ve dıştalanan Kürt işçi ve emekçilerin, genel bir “özgürlük” şiarı ve istemiyle ortaya çıkan bir hareket karşısında sessiz ve duyarsız kalması beklenemezdi. Salt kimlik ve dil sorunu ve bunlardan dolayı ağır baskılara maruz kalması, ezilen ulus işçi ve köylüsünün sorun karşısında duyarlı kalmasına neden olur ve olmuştur da.

İşçilerin ve köylülerin esas sorunu, sınıfsal baskının ortadan kaldırıması olduğu halde, ezilen ulus burjuva hareketine, yoğun bir destek vermeleri, onun esas tabanı ve savaşçı kaynağı olması; sınıfsal baskının da Türk egemen sınıflarından geldiğini görmelerindendir. Kürt işçi ve köylülerinin, Kürt büyük toprak sahibinin ya da Kürt sermayedarın varlığı ve bunların sömürüsüne maruz kalmaları, Türk egemen sınıfların yoğun baskıları karşısında ikinci plana düşmektedir. Bu somut ve pratik durum, işçi ve köylülerin dikkatini, Stalin'in de belirttiği gibi, ezilen ulus burjuvazisinin “ortak çıkarlar harmonisi”ne çekmektedir.

Bu durumu Kaypakkaya, TC’nin kurulduğu ilk yıllardaki Kürt isyanlarını, 1970’lerin başında şöyle analiz etmişti:

Bütün bu nedenler, feodal Kürt beylerini, genç Kürt burjuvalarını ve aydınlarını, Kürt köylülerini yeni devletin egemeni olan Türk burjuvalarına, toprak ağalarına ve onlarla beraber hareket eden egemen büokrasiye karşı birleştirdi.”[3]

Gelinen süreç de, Kaypakkaya’nın sözünü ettiği ezilen ulus bileşenlerinin arasına Kürt işçilerini de kattı. Çünkü, eskiden köylü olanlar, süreç içinde işçileşti. Ulusal savaşla beraber şehirlere yığılma yığınsal bir hal aldı. Özellikle son 30 yıllık savaş, uyuşuk Kürt köylüsünü hem politikanın aktif içine çekerek, siyasal uyanıklığını sağlarken, hem de onları toprağından kopararak işçileştirerek, ezilen ulus sorunu bağlamında demokrasi mücadelesinin aktif birer savaşçısı haline getirdi. 

İkili ağır baskı altında sıkışıp kalan işçiler ve köylüler, bu baskıların bütün kaynağını “ulusal hakların gaspı”nda gördüğü ve bu baskılar kalkınca sınıfsal baskıların da ortadan kalkacağına inandırıldığı için, ezilen ulus burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden bayrağın altında toplandılar.

Kürt işçi ve köylüsü ağır yoksulluk içinde yaşamalarına ek olarak, TC’nin kuruluşundan bu yana salt Kürt oldukları için büyük bir zulüm görmüşlerdir. Bu gerçeklik, ezen egemen ulus zulmü karşısında dirençli bir karşı koyuşu da beraberinde getirmiştir. En büyük karşı koyuşun, hem ulusal hem de sınıfsal olarak ezilen kesimlerden gelmesi kadar doğal bir şey yoktur. Ezilen ulus burjuvazisine, sadece önederlik etmek kalmıştır. O da, fazla gecikmeden, kendi bayrağına yazdığı “özgürlük”ün, bütün Kürtleri kucakladığını ilan ederek, herkesin bu savaşa katılmasını istemiştir. En fazla zulme uğrayanlar ise, bu savaşın temel dayanakları haline gelmiştir. Burjuvazi adına, esas olarak onlar savaşmakta, onlar ölmekte ve onlar savaşın sonunda, savaş meydanından mağlup ayrılacak olanlardır.

Bunu, yanı başımızda ki Güney Kürdistan gerçeğinde rahatlıkla bulabilir ve de görebiliriz. Irak ezen ulus egemenlerine karşı yıllardır silahlı savaşım veren Güney Kürdistan Kürt ezilen ulus hareketleri (Barzani ve Talabani önderliğinde), şu anda ezen egemen sınıflar haline gelmişlerdir. Güney Kürdistanlı Kürt işçi ve köylülerine ise barzanilerin ve talabanilerin sınıfsal baskıları kalmıştır. Şimdi onlara karşı mücadele ediyorlar. Güney Kürdistan burjuvazisi baskıdan kurtuldu, şimdi bunlar, “Kürt özgürlüğü” şiarı ile savaşa kattıkları işçi ve köylülere uluslararası sermaye ile birlikte sınıfsal baskı uyguluyorlar. Onları, burjuvazinin, “özgür” sermaye birikim aracı haline getirdiler.

Güney Kürdistanlı emekçiler, silahla Barzani diktatörlüğüne karşı savaşmıyorlar, ancak, grevle, protesto gösterileriyle Kürt burjuvazisinin palazlanması ve uluslararası sermayeye karşı mücadele ediyorlar. Güney Kürdistan’da şu anda muazzam bir talanın olduğu ise bilinen bir gerçektir. Talandan ise, Kürt işçi ve emekçilerin payına sadece ve sadece baskı ve sömürü düşmektedir. İşte, ezilen ulus burjuvazisinin, "özgürlük" şiarının vardığı noktanın en yakın örneği! Kuzey Kürdistan işçi ve emekçilerinin güneyli soydaşlarının ve sınıf kardeşlerinin durumunu yakından bilmelerinde yarar var. 

Şu anda Irak egemen sınıfları arasında, “ezen-ezilen ulus”dan öte, pazarlara egemen olma savaşı yaşanmaktadır. Ezilen ulus sorunun vazgeçilmez bir yanı da, ezeilen ulus burjuvazisi için pazar sorunu gerçeğide bir kere daha yaşanarak görülüyor.

Talabani’nin de Irak Baas rejmine karşı savaşım verdiği yıllarda, özellikle 1990’lara kadar, “sosyalizm” şiarını eksik etmediği unutulmamalıdır. Barzani ve Talabani’nin de “sınıfları” yoktur, onlar, sadece “kürttürler”. Her şey “Kürdün güçlenmesi” ve “Kürt ulusunun zenginliği” için yapılmaktadır. Bu yaklaşım, ne Türk işçi ve emekçilerine ne de Kürt işçi ve emekçilerine “yabancı” gelmiyordur. Bu tür, "sınıflarüsüt" argümanlar, bütün burjuvalarda mevcuttur. Çünkü onlar için; “ulusun güçlenmesi”, burjuvazinin güçlenmesidir, “ulusun zenginliği”, bir avuç burjuvazinin zenginliğinde kendini bulmasının sermaye birikiminin hikayesidir.


Kürt Komünistlerinin Görevi

Ezilen ulus hareketleri, genel olarak, soyalizm ile şu veya bu oranda yakınlık kurmak zorunda kalıyorlar. Çünkü komünistler, ezilen ulus hareketinin dostu ve destekçileridir. Onlar, her türlü baskı ve sömürünün karşısında olmaları nedeniyle, ezilen ulus burjuvazisi de, ezilen ulus işçi ve köylülerini yanlarına çekmek içinde olsa, sosyalizmden etkilenirler. Hatta, bazıları, PKK’nın değişiminde görüldüğü gibi, “işçi sınıfı partisi” olarak ortaya çıkar ve süreç içinde, yani, güçlendikçe, gerçek sınıfsal niteliğini de daha açık bir şekilde belirginleştirir. Sınfsallığa karşı çıkarak, gerçek sınıfsal niteliğini ortaya koyar.

Her sınıf kendi savaşını insanlık adına olduğunu ileri sürer. PKK’da, kendi savaşını, salt Kürtler için değil, Ortadoğu ve insanlık için olduğunu sık sık tekrarlıyor. Kendi çıkarlarını insanlığın çıkarlarıyla özdeşleştirme de bir sakınca görmüyor. 

  PKK doğarken de toplumsallaşmayı hedefleyen bir hareketti. Mücadelesinde belli bir düzeye geldikten sonra devlete dayalı iktidar sorunlarının ortaya çıktığını gördü. Önderlik bunların reel sosyalizmle olan bağını çözdü, onun ideolojik, felsefi, örgüt ve eylem anlayışıyla olan bağını gördü. Oysaki PKK toplumsallaşmak isteyen bir hareketti. Bunun tedbirlerini aldı.   Bunu sadece PKK açısından yapmadı. İnsanlık açısından da yaptı. Bu açıdan büyük bir mücadele yürüttü. Bu büyük mücadelenin dayanaklarını ortaya çıkardı." (Cemil Bayık,  Tarihe Damgasını Vuran PKK'nin Kuruluş Öyküsü“, PKK WEB Sitesi)

Bayık’ın, “topsullaşma”dan kastı, sınıf hareketi ve sosyalizm uğruna mücadeledir. Bundan “kurtulmalarını” büyük bir olay, insanlık için bir "şans" görüyorlar. PKK’nın kendi tarihi içinde en büyük değişimi “olumlu yönde”, sınıf ve sosyalizm kelimelerini terk etmede buluyorlar. Bayık, bunu, “önderliğin en büyük yanı” olarak niteliyor. “Tedbir”den kasıt ise, bunun ideolojik ve siyasal alt yapısının bezenmesi ve Kürt işçi ve emekçilerinin kendi sınıf çıkarlarını unutmasının idelojik manipülasyonu ve ötelenmesi oluyor.

Bu, ezilen ulus burjuvazisinin en masumane görüntüsüdür. Soruna, işçi sınıfının penceresinden bakılmayınca, inanmak isteyen buna kolayca inanabilir. Ancak, insanlığın  kurtuluşu sınıfsız sömürüsüz bir sistemdedir. Bu işçi sınıfının bilimidir. Ezilen ulus burjuvazisinin bencil çıkarları, insanlığın kurtuluş umudu olmadı, olamadı. Olsaydı, kapitalzimin şafağında olabilirdi. Ancak, özel mülkiyetli toplumların ve sömürücü egemen sınıfların ya da bunu hedefleyenlerin böyle bir fonksiyonları ve de nitelikleri söz konusu değildir. Burjuvazinin, işçi ve emekçilere unuturmak istediği nokta da tam burasıdır.

Baştaki sorumuza dönersek, Kürt işçi ve köylüsünün PKK’nın önderliğinde yürüttüğü savaştan beklentisi, kimlik ve dil sorunudur. Kendi sınıfsal özgürlüğünü bununla bütünleştirmiştir. Bu da en büyük bir yanılsamadır. Ezilen ulus önderliğinde yürütülen silahlı savaşın kendi doğal gerçekliği, sınıf sorununu, sınıf gerçekliğini ikinci plana itmiştir. Ulusun “ortak acısı” birinci planda olmuştur. Bu da, Kürt komünistlerinin işçi ve köylüler içindeki etkinliklerinin ya olmaması ya da çok az olmasından kaynaklanıyor. Kürt işçi sınıfının içinde sınıf mücadelesinin geriliğini ortaya koymaktadır. Ulus kimliği için ölümüne mücadele eden bir sınıfın, asıl kendi sınıfsal çıkarları için duyarsız kalması, anlamsız gibi gelsede, az önce belirttiğimiz gibi, kitlelerin yanlış yönlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu idelojik defarmasyonu yıkacak olan yine sınıf bilinçli Kürt işçi sınıfıdır.

Burada, Kürt komünistlerine önemli görevler düşmektedir. Sınıf gerçeğinin ortaya çıkması için, Kürt komünistlerinin soruna ulus duygusallığından değil, sınıf duyarlılığı açısından bakması gerekiyor. “önce ulusal çıkar, sonra sınıfsal çıkar”  anlayışıyla soruna yaklaşmak, komünistlerin yaklaşımı olamaz. Komünistler, nerde olursa olsun, soruna işçi sınıfının sınıf çıkarları açısından yaklaşmalıdır. Sınıfsal bakış ve sınıfsal duruş bunu gerektirir. Ötesi, işçi sınıfı aleyhine, burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını esas alan bir programı hayata geçirme kavgasıdır. İşçi sınıfını ve emekçileri, burjuvazinin çıkarları için savaşa sürmek ise sınıfa yapılan en büyük ihanettir. ***



Ulusal Çelişki ve Baş Çelişki

Çok uluslu ülkelerde, ezen-ezilen ulus çelişkisi önemli bir yer tutmasının asıl nedenlerden birisi, işçi ve emekçilerinde bu çatışmanın içine çekilmesidir. Her iki tarafta, ezen de ezilen de kendi milliyetinden işçileri ve köylüleri, kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda saflarını belirlemeye çağrıyorlar. Birincisi, ezen ulus milliyetçiliğini geliştiririken, ikincisi ise, kendi ulusal çıkarlarını bütün ezilen ulustan işçi ve emekçilerin çıkarı olarak öne çıkarıyor. Birincisinin hiç bir haklı yanı yokken, ikincisinin istemlerindeki haklı ve meşru yanları vardır. Bu onun demokratik bir istemidir.
Ezen ulus ile ezilen ulus burjuvazisini aynı kefeye koymak, elbette doğru bir yaklaşım değildir. Biri ezen biri ise ezilendir. Komünistlerin tavrı ezilenden yana olmaktır. Ancak, bunun sınırı da bellidir. Bu sınırın nereye kadar olduğu ise, yazının  daha önceki bölümlerinde ortaya kondu.
Buraya kadar, PKK’nın sahip olduğu son program doğrultusunda işçi sınıfı mücadelesiyle ilgili ilişkileri ele alındı. PKK’nın, kendisinin de açıkça belirttiği gibi bir işçi sınıfı partisi olmadığı ve bu tür sınıf partileri anlayışına karşı çıktığını programından ve önderlerinin konuşmalarından kısa alıntılarla ortaya koyduk.
Türk burjuvazisinin ırkçılığı, Kürtleri yok saymasında kendini ifade etmiştir. Kendine devrimci ya da “sol” diyen kesimlerde sosyal şovenizm ise, Kürtlerin varlığınının kabul edilmesi, ancak, esas olarak ayrı devlet kurma hakkının yok sayılmasında kendini ifade eder.
Bütün bunlar, Kürdistan’da verilen mücadelenin ulusal olduğu, ama sosyal kurtuluş yanın, yani, işçi ve emekçileri yakından ilgilendiren ezilenlerin üzerindeki sömürü ve baskının varlığını devam ettirici bir yanı olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Oysa, Ezilen ulus burjuvazisinin geri plana ittiği ya da hiç değinmediği bu sorun; Kürt proletaryasının esas sorunudur. Ezilen ulus sosrununa da bu açıdan yaklaşmak durumundadır. Kendi burjuvazisinin güçlendirme adına, kendi sınıfsal çıkarlarından vazgeçmesi, ezilen ulus proletaryasının intiharıdır. Bir başka deyimle, ezen ulus baskısından kurtulmaya evet, sınıf baskısından kurtulmaya ise hayır demektir.
Kürt proletaryası, Türk egemen sınıfların Kürt ulusu üzerindeki tüm baskılara karşı çıkarken, bunu işçi ve emekçilerin sosyal sorunlarıyla yani, proletaryanın kurtuluşu programıyla ele almak durumundadır. Bu anlamda da, Kürtdistan’da bir devrim durumu söz konusu değilken, Türk işçi ve emekçileriyle birlikte mücadeleyi ve  ortak örgütlenmeyi savunmalıdır. Bu elbette, sınıf bilinçli Kürt paroletaryasının örgütünün varlığını yoksaymayı gerektirmez. Örneğin, 17 Ekim Devrimi öncesi Rusya’da bunun örnekleri çoktur. Bu sorun, konumuz dışında olduğu için geçiyoruz.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan özgülünde sorun ele alındığında, Kürt ulusuyla Türk ulusu arasındaki (Türk ulusunun egemen sınıfları tarafından Kürt ulusunun bütün ulusal haklarını zorla gaspetmesi bağlamında) çelişki, ezen-ezilen ulus arasındaki bir çelişkidir ve bu başlıca çelişmeler arasındadır. Böyle bir çelişkiyi başlıca çelişmeler arasına almamak, bu çelişkinin varlığını yadsımak sosyal şovenist bir politika izlemeye neden olur. Aynı zamanda, böyle bir yaklaşım, UKKTH’nı redde kadar götürür. Yani, ezilen ulusun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkının yok sayılmasıdır.  Bu çelişki, ezilen ulus sorununun olduğu bir yerde bütün iradi olguların ötesinde nesnel bir olgu olarak vardır. Bu çelişkinin, başlıca çelişmeler arasına alınması, proletarya tarafından bu çelişmenin baş çelişme olarak ele alınmasını getirmez. Çünkü proletarya, emperyalizm ve proleter devrimler çağında bu sorunu, proleter devrimlerin bir parçası olarak ele almıştır. Bu sorunun gerçek çözümü, proletarya önderliğindeki devrimle çözülebilir. Gelinen aşamada burjuvazi, sınıfsal çıkarları açısından bu sorunu çözebilecek bir sınıfsal nitelikten uzaklaşmıştır.
Konumuz bağlamında ezilen ulus proletaryasının ulusal çelişkiyi baş çelişki olarak ele alması, ayrılığı direkt gündeme getirmesi ile olasıdır. Bunun anlamı; ayrı bir devlet kurma bağlamında mücadele ve ezilen ulus burjuvazisiyle bu temelde ittifak. Bu da, doğal olarak, proletaryanın sosyal devrim şiarı ikinci plana, ezen ulus baskısından kurtulduktan sonraki bir sürece ertelenmesi anlamına gelir. Ancak, böyle bir yönelim pğroletaryanın gerçek kurtuluşunu sağlamayacaktır. Daha çok, ezilen ulsu burjuvazisinin kurtuluşunu garantilemeye yönelik olacaktır. Oysa, emperyalizm ve proletar devrimler çağında, ezilen ulus sorunu, proleter devrimlerin sorunu olmuştur. Ekim Devrimi’nden bugüne kadar olan süreç, bunu defalarca doğrulamıştır.
Eğer, proleterya enternasyonalizminden hareketle, bütün ülkelerin işçilerinin birliğinin sağlanması temelinde ortak mücadele savunuluyorsa, ortak örgütlenme ve bundan hareketle de soruna sınıf mücadelesi temelinde yaklaşmak kaçınılmazdır. Ezilen ulus proletaryasının yaklaşımı ve ulusal sorunda çıkış noktası da burası olmalıdır.
Ezilen ulus çelişkisinin çözümünün salt ulusal baskıdan kurtulmak olarak ele alıp, proletarya devrimlerinden bağımsız ele alınırsa, ezilen ulus milliyetçisi bir çizgiye düşme yanında, ezilen ulus sorunun çözümünü de gerçekleştiremeyeceği gibi, ezilen ulus burjuvazisinin çıkarları uğruna, proletaryanın ortaklaşa mücadelesini reddetmek, dıştalamak olur. Genelde, Kürt küçük burjuva devrimcilerinin tavrı da bu yöndedir. Yani, önce ezilen ulus sorununu çözelim, peşinden ise proletaryanın sosyal kurtuluş mücadelesi gelir vb...
Kürt küçük burjuva devrimcilerinin, “kaderimizi Türk proletaryası belirlemesin” vb. gibi yaklaşımlarına da değinmek gerekiyor. Aslında onların tek söyledikleri “Türklerden kurtulmak”. Ancak, yanıldıkları nokta, burjuvazi ile komünistleri aynı kefeye koymak tavırlarıdır. Proleterlerin birliği ve ortaklaşa mücadelesi, bütün ulusal sorunlardan önde gelir. Ayrıca, ezilen ulus sorunun çözümü de bir devrim sorunudur. Bunların görmek istemedikleri nokta da burasıdır. Onlar, ya bilinçli ya da farkında olmadan ezilen ulus burjuvazisi ile bu konuda aynı düşünceyi paylaştıklarıdır. Ulusal soruna, Yugoslav Semiç gibi yaklaşmaktadırlar.
Stalin’in Yugoslav komünisti Semiç ile KEYK toplantısındaki tartışması, günümüz açısından da ulusal soruna yaklaşım açısından önem taşımaktadır. O kunuşmadan kısa bir alıntıyı buraya aktaralım:
“Ulusal programın çıkış noktası, Yugoslavya’da Sovyet devrimi tezi olmalıdır, burjuvazinin yenilgisi ve devrimin zaferi olmaksızın ulusal sorunun az buçuk doyurucu bir biçimde çözülmeyeceği tezi olmalıdır.” (Stalin, Eserler, C.7, sf. 69, İnter)
Lenin ve Stalin’in ulusal sorun konusundaki temel tezleri çarpıtılmayacak denli açık ve nettir. Sağa sola çekmenin de hiç bir yararı yoktur. Bugün Kürt sorunu üzerindeki tartışmalar ve Kürt ulusal hareketinin geldiği nokta dikkate alındığında, bu sorunun proletarya devrimi sorunuyla ne denli yakın bir ilişki içinde olduğuda kendiliğinden anlaşılabilir. Güney Kürdistan’daki gelişmeler dikkate alındığında ise, emperyalist burjuvazinin çıkarlarına hizmet edici bir gelişme olduğu görülebilir. PKK ile Irak KDP ve YNK’nın programları ve sınıfsal konumları birebir aynı olmasa da, proleter sınıf bakış açısından uzak ve ulusal sorunu proletarya devrimi sorunu olarak ele almayan bir çizginin varacağı yeri de bize göstermektedir. Özellikle sınıf bilinçli Kürt proletaryasının bunu görmesi ve ezilen sınıfların  sınıf çıkarları açısından sorgulaması gerekiyor.
Kürdistan sorunu açısından da ele alındığında, ezilen ulus burjuvazisinin niyeti ve amacı, bütün Kürdistanı bileştirmektir. Sınıf çıkarları gereği bu onun en doğal istemleri arasındadır. Ancak, proletarya da kendi sınıf çıkarları açısından soruna yaklaşmak durumundadır. Bu, ezilen ulus sorununa kayıtsız kalmak değil, tersine, bu sorunun gerçekci çözümünü ortaya koymak içindir. Sınıf bilinçli proletarya hiç bir zaman, ezilen ulus sorununa duyarsız kalmamış ve bunu kendi sorunu, proleter devrimler sorunu olarak ele almıştır.
TDH açısından da soruna yaklaşıldığında, özellikle Kaypakkaya’dan sonra bu soruna duyarsız kalınmamış, tersine proleter bir çözüm programı ortaya konmuştur. Ayrıca, Kaypakkaya, ezilen ulus sorununda çeşitli olasılıkları da dikkate alarak, Kürdistan’da devrimin gelişmesi halinde, proleteryanın ayrılmayı gündeme getireceğini de belirtmiştir.
Lenin, “ezen ulus proletaryasının ayrılıktan yana, ezilen ulus proletaryasının ise birlikten yana propaganda yapmalıdır” sözü, ezen ulusun baskılarına karşı bir mücadeleyi ve ezilen ulusunda kendi çıkarlarını öne çıkaran ayrılık tavrının önüne geçilip, proleterlerin birliğinin saplanmasına yöneliktir.

Ulusal Sorunun Çıkış Noktası

Bazı “sol” kesimlerde; “eğer ulusal çelişki baş çelişki olarak ele alınsaydı, bugün PKK yerine orada proleter bir hareket olurdu” anlayışı var ve özellikle bu anlayış, PKK’nın mücadelesinin gelişmesine koşut bir şekilde gelişme gösterdiği söylenebilir.
Sınıf bilinçli proletarya partisinin sahip olduğu bir programla, salt ezen ulus baskısını kaldırmaya yönelik bir program aynı niteliklere sahip değildir. Birincisi, işçi ve emekçilerin kurutuluşunun yanında, ezen ulusun egemenlerinin ezilen ulus üzerindeki ulusal baskıyı ve her türlü ulusal hak eşitsizliğini de ortadan kaldırmaya yönelik olmasına karşın, Kürt işçi ve emekçileri kimlik ve dil sorununu, bir başka söylemle; kendi kurtuluşunu geri plana atarak, ezen ulus baskısına karşı ezilen ulus burjuvazisinin peşinden gitmeyi tercih etti.
İbrahim Kaypakkaya’nın, sınıf bilinçli proletaryanın programını öz olarak şöyle açıklıyor:
“Demokratik halk (ve de proletarya Y.K’nın notu) diktatörlüğü sisteminde bütün ulusların ve dillerin tam hak eşitliği garanti edilecektir. Hiç bir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, her hangi bir ulusun, her hangi bir ayrıcalığa sahip olmasını ve ulusal azınlığın haklarına her hangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa kendi kaderini tayin etme hakkı tanıyacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendine yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları ekonomik ve toplumsal koşullar, bizzat yerel nüfus tarafından belirlenecektir.
Ulusal sorundaki temel şiarımızı bir kere daha tekrarlayalım:
“Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin (ve ezilen halkların) birleşmesi.”[4]
İşte, ulusal sorunda komünist bir program. Ulusal sorunun çözümünün tek garantisi, işçi ve emekçilerin birliği ve birlikte mücadelesi ve birlikte iktidarıdır. Burjuva iktidarının hiç bir garantisi yoktur. Irak ve İran’da bunlar yaşanarak görüldü. Burjuvazi, istediği zaman tanınan “özerkliği ya da ototnomiyi” geri aldı. Ve hiç bir zaman ezen ulus baskısını da eksik etmedi, Demoklesin kılıcı gibi, en iyi dönemlerinde dahi ezen ulusun başında sallandırdı.
Kaypakkaya’nın ulusal çözüm programının içinde, işçi ve emekçilerin sosyal kurtuluşu da yer almaktadır. Ve Kürt ulusal sorunu buna bağlı olarak ele alınmıştır. Ancak, Kürt ulusal hareketinin programında sınıf sorunu, sınıfsal baskı ve sömürüden kurtulma sorununa yer verilmiyor. Birinci bölümde, sözünü ettiğimiz gibi, muğlak ifadelerle ezilen ulus burjuvazisinin programını kotarma, sosyal kurtuluş görüntüsü verme yer almaktadır. Ancak, bu programda; Kürt köylüsünün, işçisinin ve emekçilerinin payına, sınıfsal baskı ve sömürü düşmektedir.
Ne yazık ki, Kürt köylüsü ve Kürt emekçilerinin önemli bir bölümü komünist bir programı tercih etme yerine, Kürt ulusal burjuvazisinin kurtuluşunu esas alan programı tercih etmiştir. Bu bağlamda, “Kürt ulusal çelişmesi baş çelişme alınsaydı, orada proletarya hareketi gelişirdi” vb... gibi soyut tartışmalar yürütmenin pratik teorik bir geçerliliği yoktur. Orada, Kürt köylüsü, toprak sorununu ve sınıf sorununu esas alan bir programı elinin tersiyle itmiş, kendi kurtuluşunu Kürt ulusal burjuvazisinin kurtuluşunda görmüş ve elbette ki yanılmıştır.
Her şey olması gerektiği gibi olmuştur. Nasıl ki, Fin işçi ve köylüleri Sovyet devrimi yerine Fin burjuvazininin bencil çıkarları peşinden gitmişse, Kürdistan da olan durumda budur. Kürt işçi ve köylüleri üzerinde yıllarca uygulanan asimilasyon politikası, başta Kürt köylüsü olmak üzere onları, önce “ulusun egemenliği” çerçevesinde ayrı devlet kurma ve süreç içinde ise kimlik ve dil sorunun taraftarı ve savaşçı öznesi durumuna itmiştir.
Bütün bunlar yaşanırken, “ezilen ulus çelişkisinin baş çelişki alsaydık” gibi yakınmalar, olsa olsa ezilen ulus burjuvazisinin hizmetinde ve onun bencil çıkarları peşinde gözü kapalı gitmenin siyaseti olabilir.
Ayrıca belirtmek gerekiyor ki; bir hareketin gelişmesinde belirleyici olmasa da,  bir zamanlar Suriye’nin PKK’ya verdiği destek ve bugün Kandil’de PKK’nın barınması, sınıf hareketine tanınmazdı. Ayrıca, uluslararası emperyalist güçlerin tavırları çok farklı olurdu. Bunlar, sınıf sorununu gözardı edenler için görünmezden ve de bilinmezden geliniyor.
Ezen ulus proletaryası da, ezilen ulus çelişmesini  baş çelişme olarak ele alamaz. O, her türlü ulusal eşitsizliğe ve ulusal baskılara karşı amansız mücadele etmesine karşın, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin sınıfsal baskıya maruz kalması yönünde siyasal bir çizgi de izleyemez. Kurtuluşu birlikte görür ve ulusal sorunun gerçek çözümünü de proleter devrimle olacağını bilir.
Komünistler, bazı istisnaları gözardı etmemekle beraber, özellikle Ekim Devrimi’nden sonra sorunun çıkış noktasını: “Devrim tezi, ulusal programın çıkış noktası olmalıdır”  (Stalin) şeklinde belirlemiştir. Bu sübjektif bir belirlemeden öte, emperyalizm ve proleter devrimler çağının ortaya çıkardığı yakıcı nesnel gerçekliğidir.  Ulusal sorunu salt bir anayasal soruna indirgeyenlerin görüşlerini de gelecek yazıda ele alacağız.***


“Barış Görüşmeleri” ve “Yeni Anayasa”


Barış Görüşmeleri

  PKK ile devlet arasındaki „barış görüşmeleri“, bir çok yazımızda da belirtildiği gibi, yeni bir olay değil. Savaşın başlamasından beş altı yıl sonra bu tür görüşmeler yapıldı. Daha çok da el altından, yani devletin isteği doğrultusunda kamuoyundan gizlenerek!  Devletin, PKK ile görüşmelerini gizlemesinin nedeni; özellikle Türk kitlesine karşı, PKK’nın „muhattap alınmadığı“ izlenimini canlı tutmak. Sürekli olarak; „teröristler ile masaya oturmayız“ yönlü tekrarlamaları, kamuoyu nezdinde kalıcı kılmak için yapılıyordu ve hala da aynı anlayışı devma ettirmeye çalışıyorlar. 

Türk egemen sınıfları, son yıllarda, özellikle AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, hükümet  kanadından bir heyetle görüşme yapılması yerine, daha çok MİT kanalıyla görüşmeyi gerçekleştirmeleri, olayı güvenlik sorunu olarak göstermek istediklerinden ileri geldiği gibi,  yeri geldiğinde, kitleler karşısında kendilerine bir kıvırtma payı da bırakmak içindir. Burjuvazinin iki yüzlü olması nedeniyle, yeniden, „teröristlerle muzakere eden“, „onları muhatap alan, şerefsizdir, namussuzdur“ diyebilirler. „Benim MİT müsteşarım görüştü“ diyerek, özellikle şovenizm etkisi altında kalan kitleye bir mesaj ulaştırmak ve kitlelerden, olayın siyasi boyutunu gizlemek içinde olabilir. Erdoğan, bunu sıklıkla yapan ve yapabilecek bir kıvırtkanlığa sahiptir. Devlete egemen sermaye kesimi de, Erdoğan’ın kitleler karşısındaki bu kıvırtkanlığını sevmektedir.

Dünya da bir çok silahlı ulusal hareketin yanında, silahlı mücadele yürüten sınıf hareketleri de vardır. Bu hareketlerin olduğu ülkelerde görüşmeler, el altından devletin istihbarat güçleri ile yürütüldüğü gibi, sivil aracılar vasıtasıyla da öngörüşmeler, yani, kamuoyu nezdinde açık yapılacak görüşmelerin bir hazırlığı olarak gündeme gelebiliyor. 

Bunlardan bazılarını şöyel sıralayabiliriz:
Filipin devleti-Filipin Komünist Partisi, Filipin devleti-Mora ulusal kurtuluş hareketi (müslüman), FARC-Kolombiya devleti, daha önceleri Nepal Komünist Partisi (Maoist)-Nepal devleti, IRA-İngiltere, ETA-İspanya  ve bazı Afrika ülkelerinde süren iç savaş ya da hükümetlere karşı silahlı hareketler… 

Bunların çoğuyla, süreç içinde kamuoyuna karşı açık görüşmeler yapılmıştır. Şu anda Kolombiya devleti ile FARC arasındaki görüşmeler, dünya kamuoyunun gözleri önünde Havana'da sürdürülmektedir.

PKK, devlet ile MİT üzerinden değil, resmi olarak görüşmeleri dayatmalıydı ve dayatmalıdır. Görüşmeler kamuoyuna karşı açıktan yapılmalıdır. Devlet, böyle bir görüşmeye yanaşmıyorsa, PKK’da MİT ya da diğer güvenlik güçleri üzerinden görüşmeleri kabul etmemeliydi ve gelinen süreçte etmemelidir. „Öcalan ile BDP milletvekillerinin görüşme tutanaklarının sızdırılması“nın burjuvazi nezdinde gürültü koparması, görüşmelerinin ve içeriğinin kitlelerden gizlenmesine yönelik ve de devletin resmi olarak PKK ile görüştüğünün açığa çıkmaması içindir. Eğer, görüşmeler gizli yapılıyorsa,  kitlelerden birşeylerin gizlendiğinin bir göstergesidir. Ayrıca, PKK’nın kendi kitlesinden gizleyeceği bir şey de olmamalıdır.

AKP-İmralı görüşmeleri de, yine MİT üzerinden yapılmaktadır. Devreye, BDP’nin kendi iradesiyle seçtiği değil, başbakan Erdoğan’ın onay verdiği milletvekilleri  sokularak, görüşmelerin biraz daha ciddiyet ve resmiyet kazanmasına neden olmuşsa da, yine hükümet, Kürt ulusal sorununa „güvenlik sorunu“ olarak gördüğünü her fırsatta yineliyerek, sorunu, „kriminal Kürtlerin ehlileştirilmesi“ olarak gösterme çabası içindeler. Hükümetin BDP’yi devreye sokması ise, Kürtlerin ulusal taleplerini karşılamaktan çok, PKK’nın silahlı güçlerini dağıtmasına hizmet etmek amaçlıdır. Daha açıkcası PKK’ın kendini tasfiye etmesine yöneliktir. Devletin beklentisi, görüşme amaçları ve tüm çabası bu yöndedir. Bunu gizlemiyor, açıktan beyan ediyor. 

Devletin, BDP milletvekillerini devreye sokmasındaki diğer bir amaç ise, hem Kürt kitlesine, „olayı ciddiye alıyoruz“ mesajını vererek güven kazanmak, hem de PKK’yı, sivil kesim vasıtasıyla iknaya yönelik bir çaba gibi görülmektedir. Özellikle Öcalan’ın devreye sokulması, Öcalan’ın tüm gücünün silahların bıraktırılması yönünde kullanılmasına yönelik olduğu da, hükümetin açıklamalarından ortaya çıkıyor.

Her iki tarafta bu görüşmelerden bir beklentileri var; Devletin beklentisi açık; PKK'nın silahları bırakması! Kürt ulusal hareketin bu görüşmelerden beklentisi ise, Kürt kimliğinin anayasal olarak açıktan tanınması, ana dilde eğitimin resmileşmesi ve asgari ölçüde özerk bir yönetim. Bu konuda, devletin istemleri ile PKK’nın istemleri uyuşmuyor. Birbirinin zıttı. Öcalan’ın son açıklamaları, bu zıtlığı ortadan kaldırmaya, daha çok da ulusal hareketin taleplerini daraltma ve içini boşaltmaya yönelik olduğu görülüyor. Ulusal hareketin kendisi, bunu kabul eder mi bilinmez. Deneyimler, PKK‘nın böyle bir şeye yanaşmayacağı yönündedir. Çünkü, AKP hükümetinin isteği doğrultusundaki bir „çözüm“ çözüm olmaktan öte, sorunu ötelemeye ve esas olarak da Kürt ulusal silahlı hareketinin bastırılması, dağıtılması ve ulusal baskının aynen devamını sağlamaya yöneliktir.


Türk Burjuvazisinin Çözüm Planı: “ Tek Devlet, Tek Bayrak, Tek Sınır”

Bütün bunlara karşın, Türk egemen sınıfların, bu sorunun, asgari düzeyde de olsa çözülmesini istediği de bir gerçektir. Yani, Türk devletinin üniter yapısının tanınması, „misaki milli“ sınırların korunması, Türk bayrağının kabulü ve korunmasına yönelik bir karşı çıkış olmadığı sürece, (tek devlet, tek bayrak ve tek sınır şeklinde formüle edilebilecek) devletin Kürtlerin kısmi olarak ulusal kültürel haklarını tanımaktan yana olduğu, uzun bir zamandır bilinen bir gerçek. Türk burjuvazisi, özellikle de TÜSİAD kanadının, 1993’ten beri bu konuda hükümetlere raporlar sunduğu da biliniyor. Ancak kendi içlerinde de bu konuda netleşmedikleri ve Kürtlerin ayrılması korkusunu yaşadıkları da bir gerçek. Kürt ulusal hareketi de, devletin bu kuşkularını gidermek için; „bayrakla, devletin üniter yapısıyla ve misak-i milli sınırla bir sorunumuz yok“ diyerek, güvence veriyor, olmasına karşılık, semayenin egemen olduğu kapitalist bir sistem de, burjuvazinin kendine dahi güveni olmadığı bilinir. Ancak, PKK’nın Türk devletine güvenmemesinin haklı temelleri daha çoktur. Türk egemen sınıfları egemenliklerinin zayıflamasını asla ve asla istemezler, tersine, egemenlik alanlarını daha da geliştirme çabası içinde oldukları da bir sır değildir.  

Türk Egemen sınıflar arasında da Kürt sorunu konusunda önemli çelişkilerin olduğu da bir gerçektir. Ancak, PKK’nın gücü, Kürt kitlesinin önemli bir bölümünün PKK’yı desteklemesi, bölgedeki gelişmeler (Güney ve Batı Kürdistan’daki durumlar), Türk egemen sınıfları, bu konuyu savaşı bitirerek çözüme zorlayan etkenlerin başında gelmektedir. Egemen sınıf,  Türk devleti ile PKK arasındaki savaşın daha fazla uzamasını, kendilerinin lehine olmadığını da görüyorlar. Bu nedenle de olsa, PKK’nın silahsızlandırılması, Türk egemen sınıfların baş hedefleri arasındadır. PKK’nın, devletin askeri gücüyle tasfiye edilemediği gibi, tersine, devletin Kürtler üzerindeki çok yönlü baskı ve katliamlarına karşın her geçen gün PKK güçlendi. Bunu bilen devlet, askeri bastırmanın yerine, „barış“ görüşmeleriyle PKK’yı silahsızlandırmak istiyor. Böylece, Kürt ulusal hareketinin en önemli silahı elinden alınmış olacaktır. PKK silahları bıraktığı anda, devlet, “gerisinin geleceğini”, yani, Kürt ulusal hareketinin en önemli direnme noktalarının kırılmış olacağını biliyor. Öcalan’ı da bu konuda zorlamaktadırlar.

Kandil’in temkinli açıklamalarından yola çıkılırsa, bu durumu, Kürt ulusal hareketi de görmektedir. Onlar’da devletin niyetini bilmektedir. Her ne kadar Öcalan ve Öcalan’la görüşme yapan BDP‘li milletvekiller, AKP’nin „samimi“ olduğunu söyleselerde, „samimiyet“ten ne anlaşıldığı ve bunun sınırlarının nereye kadar uzandığı net olarak açıklanmıyor. Öcalan’ın bazı  „uç“ açıklamalarını, Kandil; „önderliğimize güvenimiz tam“dır sözcükleriyle  kısmende olsa törpülemeye çalışıyor. Ancak, BDP milletvekilleri de AKP’nin „samimiyetine“ (P. Buldan’ın Avrupa dönüşü açıklaması) inanmış gözüküyor. Kandil ise, „AKP’den bu samimiyeti göremediğini“ söylüyor. Devlet de, bu çelişkileri derinleştirerek Kürt ulusal hareketini yıpratmayı da amaçlıyor. Osman Öcalan örneğinde olduğu gibi (o zaman, küçümsenmeyecek bir silahlı gücün devre dışı kalmasına neden oldular), devletin böyle bir dayatması ve yönelimi PKK’nın bölünmesini de hedeflemektedir.

Anayasa ile Kürt Ulusal Sorununu Çözme

Burjuvazi, net olmamakla beraber, „yeni anayasa“ ile Kürt sorununu kısmen de olsa „çözmek istiyor" gözüküyor. Bu anayasanın içinde vatandaşlık belirlemesi salt Türklüğe indirgenmeyerek daha geniş bir şekilde ele alınabilir. Ancak, „Kürt kimliğini tanıyoruz“ ve de „Kürtçe eğitim olacak“ vb. gibi kavramların yer almayacağı da açık gözüküyor. Yani, olayı muğlak olarak ele alacaklar. BDP’den de bunu desteklemelerini istiyorlar. Buna karşılık, AKP’nin başkanlık sistemi planının desteklenmesi şartı da BDP’ye, yani PKK’ya dayatıldığı açık. Öcalan’ın buna yeşil ışık yaktığı gözüküyor. 

Öcalan-MİT görüşmelerinde, „çözüm“ yolu olarak „Paris Şartı“nın konuşulduğu anlaşılıyor. „Paris Şartı „ diye bilinen metini ise, Türkiye, 1990 yılında, AGİK üyeleriyle birlikte onayladı. Yine, Yugoslavya’nın parçalanmasına hukuki dayanak oluşturmak için „Paris Şartı“ içinde Batılı emperyalistlerce konulan ve „self-determination“ olarak bilinen  „halkların kendi geleceğini tayin hakkı“ ise, (biz bunu, „halkların“ yerine „ulusların“ okuyalım) 2003 yılında AKP hükümeti tarafından onaylanmıştır. Uluslararası yasaların onaylanmasının bağlayıcılığı, sadece sermayenin çıkarlarıyla ilgilidir. Emperyalist burjuvazi kendi çıkarlarını zedeliyorsa, onaylamayan ülkelere baskı yapıyor, eğer „insan hakları“, „azınlık hakları“ vb. gibi konularda ise, sorunun üstüne gitmiyor.

Yeni anayasada Kürt sorununun  çözümü, „Paris Şartı‘na“ bağlanırsa; bunun, bugüne kadar ne olduysa o olacaktır anlamına gelmesinden başka bir şey ifade etmediği bir kere daha yaşanarak görülecektir. Türk devleti, "Paris Şartı"nı 20,  „kendi kaderini belirlemeyi“ ise 10 yıl öncesinden imzalamıştır. Ancak, söz konusu bu imzalar, uygulamaya sokulmayarak kağıt üstünde bırakılması tercih edilmiştir ve „azınlık hakları“nın (ki, Kürtler azınlık değildir) en fazla bu süreçte ihlal edildiği de söylenebilir. Paris Şartı’na imza koyan bütün „demokrat“ ülkeler ise, Türk devletinin Kürtler üzerindeki baskılarına destek vermişlerdir. Bunların „azınlık hakları“ndan anladıkları ise; Türkiye’de, hiristiyan kökenli vakıf ve kiliselerin haklarıyla sınırlı kalmıştır. Bu da, emperyalist burjuva devletlerin ne  biçim bir „demokrat devletler“ olduğunun Kürtle nezdindeki kanıtı olmuştur.

AKP önderliğinde hazırlandığı söylenenen burjuvazinin „yeni anayasa taslağı“nda, "Kürt sorunun çözümü yer alacak" deniyor. Ya da kitleler, özellikle de bir bütün olarak Kürt ulusal  kitlesi böyle bir beklenti içine sokulmaya çalışılıyor. Türk devletinin hazırladığı bütün (1924 anayasası hariç) anayasalarında yer alan: „egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir“ ilkesi ne olacak? Türk burjuvazisi bundan vazgeçecek mi? Bu net değil. Bu madde anayasada yer aldığı sürece, Kürtlerin „eşit“ görülmesi (ve diğer azınlık milliyetlerinin haklarının tanınması) söz konusu olamaz. Ayrıca,  anayasa da bunlara yer verilmezse ya da buna yönelik düzenlemeler olmazsa, Kürt kimliği ve dilinin “zımni” kabulünün “kalıcı” olmayacağı açıktır. “Türk milletinin egemenliği”  maddesinin kaldırılmasına, başta CHP, MHP olmak üzere egemen sınıf partilerinin önemli bir bölümü karşı çıkacaktır. AKP de kamuoyuna, bu konuda“ net bir görüş“ açıklamış değildir. 

Türk egemen sınıfların, AKP önderliğinde „yeni anayasa“ da ilerici olan hiç bir şey olmayacağı bir gerçektir. Yukarıda belirttiğim gibi,  Kürt ulusal hareketine yönelik kısmi bazı kültürel (ki, bunun da açıktan anayasa da yazılı olarak yer alacağı belli değil) göz kırpmalar dışında, işçi ve emekçilerin lehine her hangi bir iyileştirme olmayacağı gibi, içeriği 12 Eylül  1980 anayasının bir benzeri olacaktır. Daha doğrusu, içerik aynı, ama kelimelerin yerleri değişmiş olacaktır desek, yanılmış olmayız. Çünkü, Türk egemen sınıfları, sınıfsal çıkarları gereği „demokrat“ içerikli bir anayasa hazılayamazlar. Hatta, bugünkü koşullarda, 1961 anayasası düzeyinde dahi bir anayasa (o günde devletin sınıfsal niteliği aynı olmasına karşın; egemen sınıflar arsındaki keskin çelişmelerin yanısıra kitle hareketlerindeki olumlu gelişmeler, bazı demokratik hakların anayasada yer almasını sağlamıştır) hazırlamaları söz konusu değildir. AKP’nin hükümetinin on yıllık uygulamaları ortadadır. Faşist nitelikli bir partinin , işçi ve emekçiler lehine bazı ileri adımlar ataması olası değildir. Özellikle, kitlelerin demokratik hak ve özgürlükleri elde etme yönünde ciddi mücadeleleri olmadıkça, burjuvazinin, zorla gaspettiği demokratik hak ve özgürlükleri kitlelere kendiliğinden sunmaları sınıfsal karakterine terstir.

Türk egemen sınıfları, PKK’nın istediği „demokratik özerklik“i kabul eder mi? Bunu kabul etmeleri de söz konusu gözükmüyor. „Sızdırılan görüşme tutanağı“ eğer doğruysa, Öcalan’ın da bundan vazgeçtiği gözüküyor. Geriye ise, PKK açısından, Öcalan’ı da kapsayan „genel af“ kalıyor. Salt bu düzeydeki bir "çözüme" PKK’da yanaşmayacaktır diye düşünüyorum. Yanaştığı taktirde, bu onun siyasi intiharı olur. PKK’nın sınıfsal yapısı ve buna bağlı olarak siyasal çizgisi gözönüne alınırsa, „yanaşmayacağının“ garantisini vermek elbette zor. Eğer, basına sızan "görüşme tutanakları" dışında, el altında olan başka birşeyler yoksa, hiç bir hak elde etmeden, bölgedeki son gelişmelere pek uygun olmadığı için, PKK'nın silahları bırakması politikasını kabule „yanşması“ çok zor gözüküyor.

 Kürt kitlesi barış istiyor, ancak, „onursuzca“ bir barıştan yana olmadığını da açıklıyor. PKK’nın „onursuzca“ bir „barış“ yapması durumunda (Öcalan’da devrede olsa),  Kürt kitlesine anlatması zor olacaktır. Elbette, soruna sınıfsal açıdan bakmak gerekiyor. PKK’da sınıfal çıkarları neyi gerektiriyorsa, onu yapacaktır. Kendine destek veren işçi ve emekçilerin çıkarlarını, Kürt ulusal burjuvazinin çıkarları önüne geçirmeyecektir.

Eğer, „yeni anayasa“da, Kürtlerin ulusal kültürel haklarına yönelik iyileştirici herhangi bir madde olmazsa, PKK ve BDP hangi anayasaya „evet“ oyu verecek? Burjuvaziyi daha da güçlendirecek, demokratik hak ve özgürlükleri bütünüyle yok edecek; işçiler, köylüler ve tüm ezilenler aleyhine olan bir anayasaya „evet“ demek, demokratik bir tutum olamaz. Böyle bir anayasadan Kürt ulusuna da hiç bir ileri adım çıkmaz. Kürt burjuvazisine tanınacak bazı kırıntılar adına, Kürt işçi ve köylülerinin daha fazla baskı altına alacak bir yasaya „evet“ demenin kabul edilebilecek bir yanı yoktur. Bu tavır, başta Kürt işçi ve köylüsü olmak üzere, çeşitli milliyetlerden bütün işçi ve emekçilerin haklı bir nefretini kazanacaktır. 

Kürt Ulusal Sorunun Çözümü

Burada, güncel gelişmelerle bağlantılı olarak soruna kısaca değineceğiz. Bu sorunun esas çözümünün ne olduğunu yazımızın diğer bölümlerinde dile getirdik. Ezilen ulusal sorunun gerçek çözümünün (UKKTH’nı özgürce gerçekleştirme bağlamında) proletarya önderliğinde bir devrimle gerçekleşebileceğini belirttik. Buna karşın, diğer (UKKTH tanımayıp, ulusu zorla boyunduruk altında tutmanın yanısıra, kısmi ulusal demokratik kültürel haklar ve ulusal kimliğin tanınması vb.) çözümlerin  de reddi ya da yadsınması anlamına gelmiyor. En azından Kürt ulusu lehine bazı ulusal demokratik hakların kazanımı elbette olumlu bir gelişme olacaktır. Bu, en azından, Türk  halkı ile Kürt halkı arasındaki sınıfsal dayanışma ve dostluğu geliştirmeye hizmet edeceği gibi, Türk halkında var olan şovenizmin kırılmasına da neden olabilecek ya da bunun gerilemesini beraberinde getirecek bir rol oynayabilecektir.

Kürt kimliğinin ve Kürtçe anadilde eğitimin kabulü ve bazı kültürel hakların tanınması, elbette desteklenecek şeylerdir. Ancak, Kürtlerin bu ulusal demokratik hakları ile Türk burjuva devletinin egemenliğinin daha da pekiştirilmesi için bir „şart“ olarak ileri sürülürse, böyle bir şartın desteklenmesi söz konusu olamaz. Kürtlerin bazı ulusal hakları, Türk devletinin anayasasıyla birlikte sunulduğu taktirde, bu anayasanın desteklenmesi kabul edilemez. Bazı liberal yazarların da ifade ettiği gibi, „ölümü gösterip sıtmaya razı etme“ formülü, devrimci ve komünistlerin onaylayacağı ve kabul edebileceği bir  yöntem olmaz ve burjuvazinin bu yöntemi en geniş şekilde teşhir edilmelidir.

AKP’nin, „ölümü gösterip sıtmaya razı etme“ tavrı, 12 Eylül 2010 „Anayasa  Referandumu“nda oldu. Bazı ilerici kesimlerde buna „evet“ dediler. Ancak, „sıtma“, ölümdende beter oldu. „direnerek ölümü“ kabul etmeyenlerin önemli bir bölümü, sonradan pişmanlıklarını bildirdiler.

Kürt ulusunun „ulusal demokratik özerklik“ istemi de desteklenmelidir. Bazıları bunu, proletarya önderliğindeki devrimden sonraki „bölgesel özerklik“le karşılaştırarak karşı çıkıyor. Oysa, PKK’nın istediği „demokratik özerklik“, sosyalist bir devletten değil, kapitalist bir devletten,  Türk egemen sınıflarındandır. Ezilen Kürt ulusunun özerk olması, baskı altında tutlmasından daha ileri bir adımdır. Ezilen ulus lehine desteklenecek bir çözümdür. Türkiye açısından da önemli bir demokratik gelişme olacaktır. Ancak, Türk egemen sınıfların böyle bir demokratik gelişmeye „evet“ demeleri, bugünkü koşullarda zor gözüküyor. Eğer, Türk işçi ve emekçileri, Türk egemen sınıfların Kürtler üzerindeki ulusal baskılarına karşı çıkıp, Kürtlerin ulusal demokratik haklarına destek verirse, kitlelerin bu zorlamasıyla Türk egemen sınıfları buna „evet“ diyebilir. 

Bugün, Türk halkı ciddi olarak Türk şovenizmin etkisi altındadır ve Türk devletinin Kürtler üzerindeki ulusal baskılarına destek ve ortak olmaktadır. Ülkemizde sınıf hareketinin geriliği ve Kürt ulusal kurtuluş hareketinin pratik olarak ileri düzeyi, egemen sınıfların, bu hareket üzerine daha acımasız bir şekilde gitmesine neden olmaktadır. Sınıf hareketi ile ulusal hareketin dayanışması olmakla beraber, özellikle işçi sınıfı hareketinin zayıf olması, Türk şovenizminden önemli ölçüde etkilenmesi, ulusal harekete gereken desteği verememektedir.  Bu da, egemen sınıfların Kürt ulusal hareketine karşı tavizsiz yaklaşmasına hizmet etmektedir. Bu konuda, komünist ve devrimcilere önemli görevler düşmektedir. Kürt ulusu üzerindeki tüm baskılara karşı aktif bir mücadele ve Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin etme hakkının tanınması için mücadele, devrim mücadelesinin önemli bir parçasıdır. *** 09-03-2013






[1][2] UKKTH: Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı
[2]İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf. 230, Umut Yayımcılık
[3] İ. Kaypakkaya,Seçme Yazılar, sf.
[4]İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf. 263-264, Umut, açİ.K