27 Haziran 2021 Pazar

Aşırı Sermaye Üretimi ve Marmara’nın Ölümü

 

 


Aşırı Sermaye Üretimi ve Marmara’nın Ölümü

 

Yusuf KÖSE

İşçinin, emekçinin katledilmesi, yoksullaştırılması, sıradanlaştırılması, aşağılanması, yaşam araçlarının elinden zorla alınması, üretimine oranla insan gibi yaşamasının engellenmesi; doğanın katledilmesinden ayrı ele alınamaz. İşçinin karşı karşıya kaldığı sınıf muamelesi, doğanında karşı karşıya kaldığı bir sınıf muamelesidir. İşçi ve doğaya karşı tavır, burjuvazinin karakteristik sınıf eylemidir. Ya da daha açıkcası, kapitalist sistemin temel yapısıdır.

Aşırı sermaye üretimi için Soma’da 301 işçinin ve en son Kürt olduğu  için Deniz Poyraz’ın katledilmesi, Marmara’nın katledilmesinden ayrı değildir. Birincler olurken ikincisinin olmayacağı düşünülemez. Ya da Kod 29 yasası işçi için neyse, Marmara’nın ölümü de doğa için odur.

Burjuva dünya görüşü doğanın ve insanlığın düşmanı iken, işçi sınıfının dünya görüşü doğa ve insan dostudur. Bu ikisi arasında yer almak Marmara’nın ölümüne katkıda bulunmaktan farkı yoktur. Sınıf mücadelesinde tarafsızlık, ezenin yanında yer almak demektir.

Türkiye’nin özellikle son 20 yılı, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine oranla doğanın talanı da aynı oranda artmıştır. Marmara’nın ölmü; tekelci sermayenin doğayı ve işçiyi aşırı oranda yağmalamasının bir sonucudur. Marmara’nın ölümü salt kendisiyle sınırlı kalmayacak, Ege ve Karadeniz’e de sıçrayacaktır. Ve ne acı ki, bütün okyanuslar ve denizler Marmara’ya yaklaşmış durumda ve SOS vermektedir.

İkizdere’de HES ve taş ocakları için doğanın alenen ve devlet zoruyla katledilmesi, Kanal istanbul’un yapılmak istenmesi, Kuzey ormanlarının yok edilmesi ve maden tekellerinin açıktan katliamları, Patara’dan 2 bin kamyon kum alınması, Marmara’nın ölümünden bağımsız değildir. Marmara’nın ölümü ise Antarktika (Güney kutbu)ve Arktik’den  (Kuzey Kutbu) buzulların hızla erimesinden ayrı ele alınamaz.

Her şey birbirine bağlıdır. İkiz Dere’de (İşkencedere) olanlar, Amazon ormanlarının yok edilşinden bağımsız değildir. Aynı sınıf tavrıdır. Aşırı sermaye üretimi ve sermaye birikiminin hızlandırmanın ve esas olarakta kapitalist üretim biçiminin doğal bir sonucudur. Marmara’nın katledilmesi, Antarktika’nın ekolojik dengesinin bozulmasından ayrı değildir. Sibirya’da endüstriyel ve tarımsal üretimin artmasıyla sıcak hava dalgasının genişlemesi, bütün dünyada doğal tarımın yok edilmesinden bağımsız değildir.

İşçinin katledilmesi, burjuva sınıfının işçi sınıfına karşı net bir sınıf tavrıysa, Marmara’nın ölümü, Antarktika buzlarının hızla erimesi, Amazon Ormanlarının ve  İkizdere’nin yok edilmesi de burjuvazinin işçiye karşı sınıf tavrından, kapitalist sistemin yapısal karakteristiğinden ayrı ele alınamaz.

Ya da yetişkin nüfus içinde dünya servetinin yaklaşık %46’sını 560 milyon kişi elinde bulundururken, 10 bin ABD doları ve aşağı servete sahip yetişkinlerin sayısı ise 2 milyar 879 kişi. Yani, dünya dünüfusunun en üst dilimi olan %1’i 191,6 trilyon ABD dolarına,  nüfusun en üst %11,1’lik dilimi yaklaşık 164 trilyon dolar servete sahip. Nüfusun en alttaki % 55’i (dünya yetişkin nüfusunun yarısından fazla) ise dünya servetinin %1,3’üne denk gelen 5.5 trilyon dolar servete sahip.[1]

Bu rakamsal gerçekler varken, doğanın korumasını burjuvaziden beklemek, saflık değil, dünya görüşüyle doğrudan bağlantılıdır. Ya da Kanal İstanbul’un yapılması halinde doğanın kalbine saplanan bir bıçak darbesi olması biline biline, ağzı sulanan yağmacılardan bıçağı elinden bırakmasını beklemek gibi bir şey. Sermaye sahibi, üzerinde oturduğu dalı kestiği taktirde sermayesinin büyeceğini biliyorsa, aşağıda aç sırtlanların beklemesine karşın, o dalı kesmekten çekinmez. Kapitalizm bir niyet sorunu değil, sistem sorunudur. Kapitalistin sermayesini büyütmesinden başka gözü bir şey görmez, bu kendi ölümü pahasında olsa.

Sınıf mücadelesi ve doğanın tahribinin önlenmesi, ekolojik dengenin bozulmasına karşı çıkılması, kısacası doğanın savunulması da sosyalizm mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Çünkü, doğanın ekolojik dengesinin bozulması, bir sistem sorunudur. Kapitalizm insanlığın ve tüm canlıların düşmanıdır. Kapitalizm sadece işçi ve emekçiyi sömürmüyor, doğayı da aynı oranda sömürüyor ve katlediyor. Marmara’nın ölümü sadece küçük bir örnek. Dünya ölüm döşeğinde desek abartı olmayacaktır.

Bilim insanlarının araştırmasına göre, Antarktika’da 4 bin metre kalınlığında ve 26 trilyon ton tahmin edilen buz eriyor. Okyanuslara doğru hızla kayıyor. Bu buz parçasnın erimesi, okyanusların 60 metre yükselmesi demektir. New York, Şanghay, Cape Town, Hamburg gibi kıyı şehirleri tamamen su altında kalacaktır.[2] Bu gerçekliğe rağmen, bütün emperyalist ülke ve tekellerin gözü Antarktika’nın zenginliğinde. Nasıl yağmalayacaklarının ölümcül hesabını yapıyorlar.

Emperyalist ülkeler “yeşil konsept” ve sık sık “doğayı koruma pakt”ları imzalayıp dursun. Bu kitleleri kandırmadır. Kapitalizm var olduğu sürece doğanın korunması olası değildir. Sorun yenilenebilir enerji üretimi ve tüketiminin ötesindedir. Kapitalizm, işçiyi tükettiği gibi doğayı da tüketiyor.

İngiltere’de yayınlanan Nature dergisinin bilimsel verilerine göre, gelinen aşamada karbon  dioksit salımının azaltılması bile doğayı kurtarmaya, buzların erimesinin önlenmesine yetmiyor. Hem Kuzey Kutup’taki Arktik buzları hem de Güney Kutup’da yer alan dünyanın soğutucusu görevini gören Antarktika buzlarının erimesini ve paçalanmasının durdurmanın doğal bir yolu kalmadı. Çünkü doğanın ekolojik dengesinin bozulması eşiği çoktan geçildi.

Aşırı sermaye üretimi ve pazarlara egemen olma yarışı emperyalist ülkeler ve emperyalist tekeller arasında hızla ve ölümcül bir şekilde devam ediyor. Dünya’nın ölümüne imza atıldığı gibi, dünya atmosferinin dışı da uydu ve benzeri altelerin çöplüğüne dönmüş durumda. Burjuvaziye dünya yetmiyor ve dünya atamosferin dış yüzeyi de şimdi aynı kaderle karşı karşıya.

Bilim insanları son 10-15 yılın önemli olduğunu ve doğada büyük değişimlerin olacağı konusunda uyarı üstüne uyarı yapıyor. En büyük uyarılardan biri doğanın kendisinden geldi. Korona Virüsü. Bu salgınlar daha da çoğalacak. Çünkü, doğanın her karış toprağı kapitalizm tarafından ele geçirilmiş ve yağmalanarak tahrip edilmekte ve diğer canlıların yaşam alanları da yok edilmiştir.

“Uyarı” yetmiyor. Radikal bir çözüm gereklidir. Reformist, yenilenebilir enerji üretiminin artırılması çözüm değildir. Çözüm, doğayı bu hale getiren sistemin yok edilmesidir. Aşırı meta üretimi ve aşırı sermaye üretimi var oldukça, yani, bunu gerçekleştiren kapitalist sistem sürmeye devam ettikçe, doğanın insanı sırtında atacağı bir gerçektir. Sırtından atarken, elbette birden değil, acı çektirerek bunu yapacaktır.

Bütün bu yalın gerçekler; sınıf mücadelesinin, doğa mücadelesiyle birleştiğini ve doğanın korunması için verilen mücadelenin sınıf mücadelesinden ayrı ele alınamayacağı bilincinin en yüksek seviye çıkarılmasıdır. Bu konuda radikal çözüm gereklidir. Bunu da Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından bu yana komünistler dile getirmekte ve bu uğurda mücadele vermektedirler.

Reforumcu çözüm, Marmara’yı diriltemez, dünyanın ekolojik çöküşünün de önüne geçemez. Çözüm sosyalizmdedir. Bunun dışında çözüm aramak, doğanın can çekişme süresinin, insanlığın daha fazla acı çekme süresini uzatma taktiği olmakta ve kapitalist yağmacılara yaşam hakkı tanımaktadır. 27.06.2021



[1] Credit Suisse Global Wealht Databook 2021

[2] Johannes Dietrich, FrankfurtRundschau, 15.06.2021

 

1 Haziran 2021 Salı

Türkiye’de Anti-Komünizmin Tarihi: “Bu Kış Komünizm Gelecek...”


 

CIA’nın Anti-Komünist “Özgür Düşünceli” Entellektüelleri-3

 

Türkiye’de Anti-Komünizmin Tarihi:

 

“Bu Kış Komünizm Gelecek...”

 

 

Yusuf KÖSE

Türkiye’de anti-komünizmin tarihi, Osmanlı’nın son 50 yılını da içine alacak şekilde uzanır. Ancak, bilinçli komünizm düşmanlığı 1920’de Mustafa Suphi önderliğinde Bakü’de 1920 yılında kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kuruluşuyla başaladı dersek yanlış olmaz. Çünkü 1917 Rus Devrimi, bütün dünyada işçilere, köylülere, tüm ezilen ve sömürge uluslara kurtuluşun yolunu ve umudunu aşılarken, başta emperyalist burjuvazi olmak üzere tüm gericilere de korku salmıştır.

Rusya’da Çar’ın ve Rus burjuvazisinin yıkılarak gerçekleşen, Lenin önderliğindeki  Sosyalist Sovyet Devrimi, bütün emperyalist ve ulusal burjuvaları derinden sarstığı gibi, aynı şekilde dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları, ezilen ulusları da derinden sarsarak; sömürü, baskı ve  sömürgeciliğe karşı isyanların gelişmesine neden oldu. Sovyet Devrimi, birincilere korku salarken, ikincilere kurtuluş umudu verdi. Ve dünya 1917 yılında gerçekleşen Rus Devrimi’nden sonra bir daha eskisi gibi olmadı ve olamazdı. İşçi sınıfı, Paris Komünün’den sonra ilk defa kendi devletini kurmuştu.Toplumsal gelişmeler, Marx’ın ortaya koyduğu materyalist tarih anlayışını bir kere daha doğrulamıştı. Bu sınıflı toplumların kaçınılmaz bir sonucuydu.

Diğer toplumsal sistemlerde olduğu gibi, kapitalist toplumda kendi içinde taşıdığı çelişme sonucu yıkılmaya ve yerini soyalizme terk etmek zorundaydı. SSCB’nin kuruluşuyla proleter devrimlerin önü açılmıştı. Toplumların bu tarihsel ilerlemesini topla, silahla, baskılarla durdurmanın olasılığı yoktur.

Rusya’da kurulan SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği), Türkiye ile doğrudan sınır olması ve ve kurmayı düşledikleri “Kızıl Elma/Turan Yurdu”, bir çok Türki devletlerin SSCB içinde yer almasıyla,  o zamanın egemen sınıfı olan Türk ticaret ve komrador burjuvazisinin, büyük toprak ağalarının ve gerici eşrafın, işçi sınıfının sosyalist devriminin gölgesini sürekli ve şiddetli bir şekilde üzerlerinde hissetmeleri doğaldı. Bu nedenle onlara göre, komünizm daha doğmadan boğulmalıydı.

Oysa, SSCB daha ilk günden itibaren dostluk elini kemalistlere uzatmış, burjuvazi önderliğindeki “Kurtuluş Savaşı”nı desteklemiş, Rus çarlığı döneminde işgal edilen bütün topraklardan çekilmişti. Örneğin, Brest-Litovsk Antlaşması ile 40 yıldır Rusya’nın işgali altında olan Kars, Ardahan ve Batum  Osmanlı’lara bırkılmıştır. SSCB’nin kesinlikle bir başka ülkenin toprağını işgal etme ya da tehdit etme diye bir politikası olmadığı gibi, bu tür politikaların karşısında yer almış sosyalist bir ülkeydi.

SSCB’nin her türlü yardımına karşın, Türk egemen sınıfları Mustafa Suhpi ve yoldaşlarını katletikleri gibi, komünist ve ilerici hiç bir partinin kurulmasına izin vermemişlerdir.  1923-1925 yılı hariç. Komünizmi önlemek için,  M. Kemal’in talimatıyla  18 Ekim 1920’de, “Türkiye Komünist Fıkrası” adı altında sahte bir parti kurmuşlardır. Yani, tam da M. Suhpi önderliğinde 10 Eylül 1920’den kurulan Türkiye Komünist Partisi’nden bir ay sonra,  ve bu sahte TKF,  3. Enternasyonal’e üye olmak için baş vuruyor. Ancak, “sahte”liği her yönüyle anlaşıldığı için kabul edilmiyor.

Sahte TKF’nin kurucuları arasında, “bu kış kömünizm gelecek” çığlıklarıyla ölen Celal Bayar’ın yanı sıra, Yunus Nadi, Tevif Rüştü Aras, M. Esat Bozkurt, İstiklal Mahkemelerinin baş cellatları “üç Ali”lerden biri olan Kılıç Ali, Refik Koraltan ve diğerleri vardı. Bu sahte TKF’nin üyeleri arasında, Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, İsmet İnönü ve Kazım Karabekir gibi, İttihat ve Terakki saflarından gelen Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri olan, ve çoğu Ermeni soykırımında  yer almış kurtuluş savaşının burjuva askeri önderleri yer alıyordu. Bütün burada adı geçenler katıksız birer anti-komünist ve sosyalizm düşmanlarıdır. Ama, çıkarları gereği ve SSCB’den destek alabilmek ve esas olarak da ülkede gerçek komünistlerin faaliyetlerini önleyebilmek için böyle bir sahtekarlığa başvurmuşlardır. Bu gerekçeye ek olarak, Batı emperyalist burjuvazisinin işgal ettiği bölgelerden çekilmeleri ve kendi hükümetlerini sağlamaktı.

Sovyet Devrimi kasırgasının ülkeye gelmesini önlemek için egemen sınıfların temsilcileri “komünist” sıfatını taşımakta bir sakınca görmemişlerdi. Ayrıca, böyle davranmaları, komünizme karşı mücadele etmelerini de kolaylaştırıyordu.

Yani, kurtuluş savaşı, daha savaş içinde güçlü bir anti-komünist niteliğe sahip ve emperyalistler ile de ilişkilerini koparmak istemiyorlardı. Burjuvazinin önderliğinde yapılan bir savaşın, işçi ve köylülerden yana tavır alması bekelenemezdi. İbrahim Kaypakkaya’nında belirittiği gibi, kemalist devrimin karakteri,  işçi ve köylü devriminin karşısında yer alan karşı-dervimci ulusal burjuva devrimdir. M. Suphi ve yoldaşlarının alçakça katliamı, bunun en açık delilerinden biridir.

M. Kemal, Sovyet Devrimi’ne başından beri karşı olmuş, onun etkisinin ülkeye sıçramasından hep korkmuş ve buna karşı önlemleri almışlardır. M. Suphi ve yoldaşlarının katliamını ise, bütün emperyalistlerin Sovyet Devrimi’ni yıkmak için Rusya’ya saldırdığı bir dönemde yapmışlardır. Her yönden sıkışmış Sovyet Devrimi’nin, bu katliam karşısında fazla bir şey yapamayacaklarını iyi hesaplamışlardır.

M. Kemal, komünizm ve Bolşevizm düşmanlığını defalarca dile getirmiştir. “Eski dostumuz Rus Sovyet Hükümeti” dediği SSCB’ile ilgili, 1932 yılında Amerikalı subay Douglas MacArthur’a şunları söylüyor:

Avrupa sorunu İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki anlaşmazlık konuları olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın doğusunda bütün uygarlığı ve hatta bütün insanlığı tehdit eden yeni bir güç belirmiştir.(açYK) Bütün nesnel ve tinsel olanaklarını, bütünüyle dünya ihtilali amacı uğruna seferber eden bu korkunç güç, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz bilinmeyen yepyeni siyasal yöntemler uygulamakta ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile mükemmel bir biçimde yararlanmasını bilmektedir. Avrupa’da meydana gelecek bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa ne de Almanya’dır. Yalnızca Bolşevizm’dir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu ülkede en çok savaşmış bir ulus olarak, biz Türkler orada yaşanan olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyuyan Doğu uluslarının zihniyetlerini mükemmel bir biçimde istismar eden, onların ulusal tutkularını okşayan ve kinleri kışkırtmasını bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca güç durumuna gelmişlerdir.[1]

Bazı küçük burjuva oportünist ve revizyonist akımların,  “radikal sol”  ya da Metin Çuhaoğlu’nun yazarı olduğu “İleri haber”[2] sitesinin ileri sürdüğü gibi “Türkiye’de anti-komünizm anti-Kemalizmdir” tekerlemesini yapanlar;  M. Kemal’in SSCB için: “bütün uygarlığı ve hatta bütün insanlığı tehdit eden yeni bir güç belirmiştir” komünizm nefretini onaylıyorlar demektir.  

Rusya için Türk egemen sınıfları SSCB’den hep korkmuşlardır. Bu nedenle de, her yıl TKP’ye karşı cadı avı başlatmışlardır. Yani, komünistlere soluk aldırmamışlardır. Sovyet Devrimi korkusu öyle bir sarmıştır ki, bu nedenle, komünizm düşmanlığı psikonevrotik bir hala dönüşen C. Bayar, son nefesine kadar “bu yıl komünizm gelecek” histerisiyle can vermiştir.

24 Temmuz 1923’ten itibaren Lozan antlaşmasının imzalanması ve arkasından 29 Ekim 1923 yılında TC’nin kuruluşunun ilanıyla birlikte, Türk egemen sınıfların SSCB’ne yaklaşımlarında da bir değişim olmuş ve daha çok İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle olan ilişkilerini geliştirmişlerdir. Lozan’da İngiliz ve Fransızlar’ın TC’den yana esnek durumaları ve anlaşmayı TC lehine imzalamalarının bir nedeni ve şartı da, SSCB’den “uzak durma”  ve uzak tutma politikasının bir sonucu olmuştur.

Uluslararası emperyalist burjuvazi, emperyalizmin birer halkası olan kapitalist devletleri sosyalizme karşı korumak ve kendi egemenliği ya da etrafında tutma politikasını esas almışlardır. Bu nedenle de daha kurtuluş savaşı içinde  emperyalistlerin sermaye yatırımlarına ve borçlanmaya ve Osmanlı’dan kalan borçları, yine İngiltere, ABD ve Fransa’dan alınan borç paralarla borç ödenmiştir. Osmanlı’dan kalan borçların ödenmesi 1954 yılında bitirilmiştir.

Şeyh Said Kürt İsyanı’nı bahane ederek 1925 yılında yürürlüğe sokulan “Takrir-i Sükun Kanunu” ile birlikte var olan tüm demokratik haklarda ortadan kaldırılarak faşist bir rejim inşaa edilmiştir. Bu dönemde çıkan sosyalist yayınlardan Aydınlık ve Orak Çekiç dergileri ve diğer sol dergiler kapatılmış ve sorumlular hakkında, “vatana ihanet kanunu” çerçevesinde dava açılmıştır. Aydınlık dergisi çevresinde yer alanlar, komünizm ve komünist örgüt  propagandası yaptıkları gerekçesiyle İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanarak kürek cezalarına çarptırılmıştır. Bunların arasında Şevket Sürreye Aydemir, Nazım Hikmet, Hasan Ali Ediz’de yer alıyordu.

Anti-komünist bir Slogan: “Sınıfsız, İmtiyasız Bir Toplum”

Türk egemen sınıfları, sosyalizmin ve sosyalist propagandaların işçi ve emekçiler üzerindeki etksinin kırmak ya da daha yerleşmeden önlemek için, “Türk milleti sınıfsız imtiyazsız toplum” propagandası yapmaya başladı. “Bir Türk Dünyaya Bedel”, “Bütün diller Türkçe’den doğmuştur”,  “güneş dil teorisi” gibi ırkçı teorilerin yanında, toplumun “sınıfsız ve imtiyazsız” olduğu yalan propagandasının yapılması; sınıflı toplum, sınıfların varlığını ve devletin burjuvazinin devleti olduğu gerçeğinin üzerini örtmek ve kitlelerin sosyalizme kaymasının önlemek içindi.

M. Kemal, 1923 yılında düzenlenen İzmir İktisat Kongresi(İİK)’nde, bütün sınıfları birleştirierek, “sınıfsız, imtiyazsız toplumu şöyle açıklıyor:

Bizim halkımızın menfaaleri birbirinden ayrılır sınıflar değil; bilakis mevcudiyetleri ve çalışmalarının bileşkesi birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu sınflar; çiftçiler, küçük sanat ernbabı, amele ve işçi, sanayici, tüccar ve memurlardır.

Oysa, İİK’de bütün kararlar burjuvazinin ve toprak ağalarının lehine alınıyor. İşçiye direniş yapmadan, hiç bir sosyal hakkı olmadan, grev ve toplu sözleşme hakkı olmadan, sendikalaşma ve örgütlenme hakkı olmadan çalışmak “imtiyazsızlığı” düşmüştür. Az topraklı ve topraksız köylüye ise, toprak ağalarının elinde ezilmek, var olan topraklarını parça parça kaptırmak, mülksüzleşmek, topraksız köylüye ise “ırgat” olmak “imtiyazsızlığı” düşümüştür.

Sanayici, tüccar ve toprak ağalarına ise, bol devlet kredisi ile desteklemek, yasaları onların semirmesi lehinde hazırlamak, vergileri düşürmek ve devlet desteği ile sermaye sahibi yetiştirmek “imtiyazı” düşmüştür.

Nitekim kemalist devletin bu propagandası, baskılarla birlikte egemen oldu. Anti-komünist nefret toplum içinde, özellikle de aydınlar arasında derinleştirildi.

1925 ve 1927 yılları arasında komünist avına çıkıldı ve komünist olduklarından şüphelendiklerini yargıladılar ve hapis cezalarıyla cezalandırdılar. Bu süreçte Aydınlık, Orak Çekiç, Yoldaş, Tanin gibi, ilerici, sosyalist dergi ve gazetelerin yanı sıra, kurtuluş savaşını destekleyip cumhuriyeti eleştiren onlarca gazete ve dergi kapatılmıştır. Yani, burjuva demokrasi sınırları içinde yayın yapabilecek ve kemalistlere muhalif olabilcek, başta sosyalist yayınlar olmak üzere hepsi kapatılmıştır.

Siirt milletvekili  Mahmut Bey, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde sık sık anti-komünizm yayınları yapmasının yanı sıra şöylesi incileri de vardı: “Türkiye’de sınıfsal sömürü yoktur ve bu nedenle toplumumuzda sosyalist düşüncelere de yer yoktur.”[3]

TC devletinin sesini yansıtan bu görüş, sadece bir görüş olarak kalmadı, 1924 ve esas olarak da 1925 yılından itibaren uygulanmaya başladı ve yıldan yıla işçi sınıfı ve onun ideolojisine karşı baskılar daha da sertleştirildi. Özellikle Hitler faşizmin 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle, Avrupa’da faşizm giderek yükseldi ve bu gelişme, Türkiye’deki faşist iktidarı, yeni faşist yasaların çıkarılmasında yol gösterici oldu. Örneğin 1936 yılında komünizmle mücadele için 141-142 maddeleri olduğu gibi İtlayan faşist anayasasından alınarak ceza kanunu olarak yasallaştırıldı.

Bütün Muhalifleri Temizleme Karşı-Devrimci Hareketi: İstiklal Mahkemeleri

Kemalist iktidar,  1925 yılında çıkarılan “Takrir-i Sükun Kanunu’yla  –huzurun sağlanması kanunu-”, Şeyh Said Kürt isyanını bastırmak amaçlı çıkarılmasına karşın, ülkede devleti elinde bulunduran egemen sınıflara karşı muhalefet eden herkese karşı uygulandı. Yasanın esas amaçlarından biri Kürt isyanlarını ve olası ayaklanmaları bastırmak ve komünizmin gelşmesini engellemek içindi.

Takrir-i Sükun Kanunu uygulamaya sokulur sokulmaz yasal olarak kurulmuş olan CHP dışındaki bütün burjuva muhalefet partileride kapatılarak tek parti yönetimine geçildi. Yani, Mussolini İtalyası örnek olmaya devam ediyordu. O dönemde kurulmuş olan Terakkiperver Fıkra kapatılmıştır.

Şeyh Said Kürt isyanının kanlı bir şekilde bastırılmasının yanı sıra, bu dönemde ilerici ve sosyalist dergiler kapatılmış, komünistler tutklanmış ve yargılanmıştır. Bu dönemde kurulan İstiklal Mahkemeleri’nin 1925-1927 yılları arasında verdiği karar sonucu 1.630 kişi idam edilmiştir. Bu dönemde asılanların büyük bir çoğunlu Kürt İsyanı’na katıldıkları gerekçesi ile, bir kısmı asker kaçağı ve bir kısmı ise M. Kemal’e muhalefet ve “süikast” nedeniyle idam edilmiştir. İdamlar halka açık meydanlarda yapılmıştır.

İstiklal Mahkemeleri 1920-1923 ve 1925-1927 tarihleri aarsında faaliyet sürdürdü. Birinci ve ikinci dönem daha çok asker kaçaklarına karşı ceza verilirken, 3. Dönem (1925-1927), iktidarın önünde engel olan tüm muhalifleri temizleme ve elimine etme amacıyla çalışmıştır. Son İki yıllık istiklal mahkemeleri (İM) uygulamaları sonucu M. Kemal’e karşı çıkacak, devletin uygulamalarına direneck kimse kalmadığı için, Mart 1927 yılında özel yetkilerle kurulan İM’in faaliyeti durduruldu, 1929 yılında ise yasal olarak işlevine son verildi. Bu süreçte Kemalist burjuva diktatörlüğü, içte ve dışta kendini sağlama almıştı.

İstiklal Mahkemelerinde yargılananlar arsında, Kazım Karabekir,  Ali Fuat Cebesoy, Rafet Bele gibi kurtuluş Savaşı komutanları da vardı. M. Kemal, izmir Süikast girişimini “allahın bir lütfu” belleyerek, bütün muhalif ya da muhalefet potansiyeli taşıyabilecekleri yargıladı, tasfiye etti ve çoğu milletvekili ve bazıları bakanlık yapmış18 kişiyi de astırdı.

O dönemde İM’lerinin uygulamalarıyla günümüz Erdoğan mahkemelerinin uygulamaları aynıdır. Bir farkla, şimdi yasal olarak idam olmadığı için, başka cezalar veriliyor. Ama, İM’nin astığı astık, kestiği kestik. Hiç bir yasa üç Ali’lerin karşısında duramıyor ve bu üç Ali, hiç bir yasayı kendi üzerinde saymıyordu. Eroğan rejminde de aynı değil mi? Yerel mahkemeler Anayasa mahkemesi ya da diğer bir üst mahkeme kararını tanımıyabiliyor. Bu bir faşist uygulamadır. Mussolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sındaki uygulamalarla yakın bir benzerlik vardır.

Bugün nasıl ki, Türkiye’deki uygulamalar Erdoğan’nın bilgisi ve onayı dahilinde ise, o dönemde de bütün uygulamalar M. Kemal ve İ. İnönü’nün bilgisi ve onayı dahilindeydi.

Gazeteci Zekeriye Sertel, o günlerde estirilen terörü şöyle anlatıyor:

Memlekette bir terör havası esiyordu. Biz ne rejime düşmandık, ne de doğrudan doğruya günlük politikayla uğraşıyorduk. Onun için bu fırtınanın bize kadar geleceğini sanmıyorduk. İşimize devam ediyorduk.

“Fakat bir gün akşam üzeri eşimle birlikte beş yaşındaki yavrumuzu alarak Gülhane Parkı’na gittmiştik. Bir ağaç altında yavrumuzu seyrederken konuşmaya dalmıştık. Birden karşımıza bir polis dikildi ve beni polis müdürlüğünden istediklerini bildirdi. Bu davetin önemini o anda anlamadım.

“-Peki, dedim, çocuğu eve bırakalım, gelirim.

Polis güldü:

-Öyle değil efendim, dedi. Şimdi beraber gitmemeiz lazım.

“O vakit anladım. Terör bana kadar ulaşmıştı. Karımı ve çocuğumu parkta bırakarak polisle birlikte müdürlüğe gittim. Beni derhal, bir odaya aldılar. Kapıyı kapadılar. Hiç bir şey sormadılar, hiç bir şey de söylemediler. Niçin tutulmuştum, ne olacaktım, hiç bir şey bilmiyordum.”[4]

Zekeriye ve Sabiha Sertel, M. Kemal’i övmelerine, cumhuriyeti savunmalarına, Şeyh Said Kürt isyanını “gerici, İngiliz kışkırtması” olarak karşı çıkmalarına karşılık, düşünce özgürlüğünün savunmaları nedeniyle, Z. Sertel, 1,5 yılı Sinop cezevinde olmak üzere 3 yıl cezaya çarptırılır. Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af ile kısa süre yatmıştır. Kemalist iktidar için “düşünce özgürlüğü” tehlikeli ve komünizmi çağrıştırmaktadır. Sertellerin üzerinden bir daha baskı ve yıldırma operasyonları eksik olmadı.

 

Kemalist Rejimin Anti-Komünist “Kadro”cuları

Burjuvazinin komünizme karşı en etkili silahları, yine komünistler içinde yer alıp dönekleşenler olmuştur. 1945’lerden sonra emperyalist burjuvazinin anti-komünizm ideologları da yine bir zaman komünizme bulaşan ya da “solcu” gözüken entellektüeller olmuştur.

Vedat Nedim Tör ve Şevket Sürreyya’da burjuvazinin ilk “solcu” yaftalı anti-komünizm ideologlarıdır. V.N. Tör, bir dönektir. TKP kurulmadan önce İstanbul’da Şefik Hüsnü önderliğinde 17 Aralık 1919 yılında kurulan ve 1924 yılında kapanan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fıkrası(TİÇSF)’nın kurucu üyeleri arasında yer aldı. TİÇSF’nın kapanması sonrası ise, TKP’nin genel sekreteri olan Şefik Hüsnü’nün yurtdışında olması nedeniye, 1925-1927 arası TKP’nin illegal Türkiye sorumluluğunu  (parti sekreterliğini) yaptı.1927 yılı yargılanmaları sırasında partinin arşivini polise teslim ettiği gibi, mahkemede dava arkadaşları aleyhine tanıklık yaptı. Aleyhine tanıklık ettiği Ş. S. Aydemir’de 1925 yılı ve peşinden 1927 yılı yarıgılamalarının ardından Tör’ün safına katılarak hükümete bağlı çalışmaya karar verdiler. Yani, komünizme ve komünistlere karşı kemalist iktidarın emri altına girdiler. Ve özellikle Tör, kemalist rejimi ihaya etmek ve bütün dünyaya tanıtmak için bütün becerisini kullandı. Ama, kemalist faşizmin iç yüzünü, anti-demokratik yanını ve işçi-köylü düşmanı bir rejim olduğunu gizleme pahasına.

Kemalist rejim alyehine yazı yazan ya da eleştiren tüm yayınlar kaptılıp yazarları ve sorumluları cezalndırılırken, 1932 yılında Kadro isminde bir dergi çıkartıldı. Bu derginin baş yazarları ve yazı kurulu, bir kişi hariç eski TKP kurucu ve üyeleri ve TKP yayın organı Aydınlık’ın baş yazı kurulu üyeleriydi. Kadro  Dergisi içinde yer alan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise, geçmişi komünist olmayan bir burjuva liberali ve kemalist rejim savunucularından biriydi.

Ş.S. Aydemir, V.N. Tör, İsmail Hüsrev, Burhan Asaf Belge TKP eski üye, sorumlu ve yazar kadrosunda yer alan elemanlardı. 1925 ve 1927 yargılanmalarında ceza aldılar ve ceza evlerinde iken, kemalizmi, marksizme tercih ettiler. Marksizme karşı kemalist ideoloji icat ettiler. Oysa, “kemalist ideoloji”, burjuva ideolojisinin kendisiydi. Ancak, kemalist rejimin, yanı başındaki SSCB’nin etkisinin aydınlar ve işçiler içinde etkinliğini kırabilmek için geçmişi “komünist” olan entellektüellere gereksinimi vardı.

Ş. Aydemir, ilk gençlik yıllarında Enver Paşa’nın Turancılık hayaline kapılmış ve onu savunuyordu.[5] Ancak 1917 Ekim Devrimi turancılık hayalini yerle bir edince Markist oldu. 1921 yılında Moskova’daki Doğu Emekçileri Komünist Üniversite’sinde Nazım Hikmet, Vala Nurettin gibi Türkiye’li devrimcilerle birlikte öğrenim gördü.

Ancak, o TKP üyesi ve Aydınlık yazarı olsada içindeki “turancılığı” atamamıştı. Kemalizmin ağır baskısı karşısında, komünizm hayalini sürdürmenin zor olduğunu anlayarak, birden yeniden “miliyetçiliği” keşf edip, kemalizmin has yazarlarından bir oluvererek aslında rücu etmiş oldu. Kemlist rejmin faşist şiddeti, hiçte yabana atılır gibi değildi. Komünist propaganda ya da vatana ihanetten en az 7-15 yıl cezaya çarptırılıyordu. 1925 yılı yargılamalarında ceza alan Ş. Aydemir’de af ile kısa zaman içinde, komünist olarak girdiği  hapishaneden kemalist olarak çıktı. V. Nedim Tör ise, görüş değiştirmesinden dolayı değil, partinin belgelerini polise vermesinden ve tanıdığı parti üyelerini yakalatması ve mahkemede eski yoldaşları aleyhine tanıklık etmesinden dolayı bir muhbir ve komünist düşmanı olarak kaldı.

TKP’nin Aydınlık ve Orak Çekiç dergilerinde beş yıl önce komünizmi öven Ş. Aydemir, daha sonra “tek Adam” kitabında şöyle yazacaktır:

“... Mademki bir inkilap vardır, o halde o inkilabın bir izahı olmalıdır... Nitekim bir aydın kadro, hem de Mustafa Kemal’in hayatında ve onun gözleri önünde, gene de Türk inkilabının ideolojisini kendi açısından derlemek, aydınlatmak ve terkip etmek çabasına girmiştir. Bu hareket kadro hareketidir.”[6]

Ve bundan sonra, Kemalistlerin komünizm düşmanılığı üzerine yazmadığı gibi, TKP yargılamalarını da yazmamıştır. İşi gücü “Tek Adam” dediği M. Kemal’i övmekle kendini görevlendirmiştir.

Aydemir, “Suyu Arayan Adam” kitabında da Kadro hareketi’nin görevlerini şöyle anlatıyor:

“... milli kurtuluş hareketleri...  çağımızın kaçınılması imkansız bir mahsülü olan ‘sınıf mücadelesi’nden de ayrı ve ondan daha mühim bir çelişkiyi temsil etmektedir.

Halbuki komünist cephe, bu hareketleri, sosyalizmin, dünya hakimiyeti yolundaki mücadelesinin birer peyki ve yardımıcısı saymaktadır.”[7]

Türk inkilabı sınıfsız ve tezatsız bir milli oluş inkilabıdır[8]

Kemalist rejim, anti-komünizme karşı ideolojik ve teorik mücadeleyi Kadro Dergis üzerinden bir süre yürüttü. Daha sonra ise 1936 yılında meşhur 141-142 yasalarını faşist Mussolini İtalya’sından ithal ederek, Türkiye’topraklarına komünizmin girmesini durdurabileceğini umdu.

Devam edecek:

Mussolini Faşizminden Kemalist Faşizme Hediye:141-142



[1] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,  Derleme,  sf. 344-345

[2] www.ilerihaber.org/turkiyede-antikomunizm-anti-kemalizmdir/2016/12/25

 [3] Yrd.doç. Dr. Cangül Örnek, SBF Dergisi, Cilt 69, No.1, 2014, sf. 109-139, pdf.

[4] Zekeriye Sertel, Hatırladıklarım 1905-1950, Gözlem yayınları,  aktaran: www.bwlgelerlegercektarih.com/2012/09/26/istiklal-mahkemeleri/

[5] Ş.S. Aydemir, Suyu Arayan Adam kitabında hayatını anlatıyor.

[6] Fatih Demirci, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sy.15, Ağustos 2006. pdf

[7] S. Aydemir, Suyu Arayan Adam, sf. 375, Remzi Kitapevi, 1987

[8] İlhan tekeli, Selim İlkin, “Bir Cumhuriyet Öyküsü Kadrocular ve Kadro’yu Anlamak”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları