29 Mart 2023 Çarşamba

SOL“ Komünüzm Bir Çocukluk Hastalığı'ndan Dersler






SOL“ Komünüzm Bir Çocukluk Hastalığı'ndan

Alıntılar (Lenin) Sol Yayınları Beşinci Baskı


Bilim, öteki ülkelerin, özellikle bu ülkeler de

kapitalist iseler ve yakın bir geçmişte benzer bir deneyimden

geçmiş bulunuyorlarsa, her şeyden önce, bunların deneyiminin

gözönünde tutulmasını emreder.


Bilim, ikinci olarak,

isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da

tek bir partinin savaşım hazırlıklarına ve bilinç derecesine

göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün grupların,

partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.“ (sf.89)




Burjuva Parlamentolara katılmak Gerekir Mi?


Bir siyasal partinin kendi yanılgılan

karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını kendi

sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini yerine gerçekten

getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en

önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir.“(sf.58)


ilk olarak, Almanya "solları", bilindiği gibi Rosa Luxemburg

ve Karl Liebknecht gibi en önemli siyasal liderlerin

görüşlerine aykın olarak, Ocak 1919'da bile, parlamentarizmin

"siyasal olarak zamanım doldurmuş olduğuna" inanıyorlardı.

"Solların" yanıldıklarını biliyoruz.“ (sf.57-58)


... devrimci proletaryanın partisi için parlamenter

seçimlere ve parlamenter savaşıma katılmanın, özellikle

kendi sınıfının geri kalmış katlarını eğitmek için, özellikle

ezilen ve bilisiz kırsal yığınları uyandırmak ve aydınlatmak

için zorunlu olduğu kuşku götürmez. Buıjuva parlamentosunu

ve bütün öteki gerici kurumları dağıtmaya gücümüz

yetmediği sürece, bu kuramlarda çalışmak zorundasınız,

özellikle hâlâ papaz takımının aldattığı ve kır koşullarını

aptallaştırdığı işçiler mevcut olduğu için, bu kuramlarda

çalışmalısınız. Bunu yapmazsanız gevezeden başka birşey

değilsiniz.“(sf.60)


Ama Rusya'da uzun, çetin ve kanlı

bir deneyim, devrimci taktiğin, yalnızca devrimci duygu

üzerine kurulamayacağı gerçeğini bize öğretmiştir. Taktik,

sözkonusu devletteki bütün sınıf güçlerinin ciddi ve katı bir

nesnel değerlendirilmesine olduğu kadar (ülkenin çevresindeki

devletlerin ve dünya ölçüsündeki devletlerin içindeki

sınıf güçlerini de hesaba katarak), devrimci hareketlerin

deneyimine de dayandırılmalıdır. Parlamenter oportünizmi

lanetlemekle ve parlamentoya katılmayı reddetmekle yetinerek

"devrimci duygusunu" ifade etmek pek kolaydır. Ama

çok kolay olduğu içindir ki, bu davranış, çetin olan, çok çetin

olan bir sorunu çözüme bağlayamaz.“ (sf.66)


Gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla

yararlanılması gibi çetin bir sorunun üstesinden "atlayarak"

bu zorluktan kaçınmayı denemek tam bir çocukluktur“ (sf.67)





Hiç Uzlaşma Olmayacak Mı?


Devletler arasındaki sıradan savaşlardan yüz kez daha

çetin, daha uzun ve daha çapraşık bir savaş olan uluslararası

burjuvazinin devrilmesi uğruna savaşa girişmek, ve

önceden dolambaçlı yollara başvurmayı, (bir anlık olsa bile)

düşmanlarımızı bölen çelişkilerden yararlanmayı (geçici

olsalar da, pek o kadar güvenilir olmasalar da, sallantılı

olsalar da, koşullara bağlı bulunsalar da), olası müttefiklerle

anlaşma ve uzlaşmalan reddetmek son derece gülünç bir

davranış olmaz mı? Bu, bugüne kadar ulaşılmamış ve keşfedilmemiş

bir dağın çetin tırmanışında, bazan zikzaklar çizerek

yürümeyi, bazan geri çekilmeyi, ilkten seçilen doğrultuyu

bırakıp başka bir doğrultuyu denemeyi önceden reddetmek

gibi bir şey değil mi? Ve henüz hiç olgunluğa erişmemiş

ve deneyimsiz kimseler (bu, gençliklerinden ötürü olsaydı

gene neyse: gençler belli bir dönem için bu tür saçmalıklardan

sözetmeye zaten hazırdırlar) Hollanda Komünist

Partisinin kimi üyeleri tarafından —yakından ya da uzaktan,

açıkça ya da üstü örtülü olarak, tamamen ya da kısmen,

pek önemli değil— desteklenmişlerdir.“ (sf. 73)


Kendinden daha güçlü olan bir

düşman, ancak en son kertesine varan bir çaba gösterilerek

ve düşmanlar arasındaki en küçük çatlaktan, ayrı ayrı ülkeler

burjuvazileri arasında, her ülkenin içindeki burjuvazinin

çeşitli gruplan ve kategorileri arasında en küçük çıkar çelişkilerinden

ve aynı zamanda geçici bir müttefik olsa da, sallantılı

olsa da, koşula bağlı bulunsa da, pek o kadar sağlam

ve güvenilir olmasa da, sayıca güçlü bir müttefiki kendi

tarafına kazanmak için, en küçük olanaktan en büyük özen

ve uyanıklıkla, en ustaca ve en akıllıca yararlanıldığı

takdirde, yenilgiye uğratılabilir.“ (sf. 75-76)


Bizim teorimiz, bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur„ (sf. 76)

Siyasal eylem, Nevski Bulvarının bir kaldırımı değildir“ (sfç76)


Çarlığın iktidardan düşmesine kadar, Rusya'nın devrimci

sosyal-demokratlan çok kez liberallerin yardımlarına

başvurmuşlardır, yani bunlarla bazı pratik uzlaşmalar yapmışlardır.

1901-1902'de bolşevizmin doğmasından az önce,

Iskra'mn eski yazıkurulu (Plehanov, Akselrod, Zasuliç, Martov,

Potressov ve ben, bu yazıkuruluna dahildik) burjuva

liberalizminin siyasal lideri Struve ile, —çok uzun süreli

olmamakla birlikte— belirli bir ittifak kurmuştuk.“ (sf.77)


Bolşevikler …. 1905'ten beri, işçi sınıfı ile

köylülüğün liberal burjuvaziye ve çarlığa karşı ittifakını,

sistemli olarak savunmuşlardır, ama buna karşın, burjuvaziyi

çarlığa karşı desteklemekte hiçbir zaman kusur etmemişlerdir (örneğin seçimlerin ikinci turunda ya da ikinci oylama döneminde olduğu gibi) “ (sf.77)


1903'ten 1912'ye kadar, menşeviklerle bazan yıllarca süren

yoldaşlık ettik ve aynı sosyal-demokrat parti içinde kaldık,

ama onlarla, proletarya üzerinde burjuva etkisinin araçlan

olarak ve oportünist olarak ideolojik ve siyasal alanda

savaşım vermekten bir an bile geri durmadık.“ (sf. 77)


Ekim devrimi günlerinde sosyalist-devrimciierin

tarım programını bir virgül bile değiştirmeden bütün olarak

kabul ederek, küçük-burjuva köylülükle yalnızca şekilde

kalmayan son derece önemli (ve çok başarılı) bir siyasal blok

kurduk; yani köylülere "zorla" programımızı kabul ettirmek

isteğinde olmadığımızı, onlarla anlaşmak istediğimizi kanıtlayabilmek

için, açık uzlaşmaya vardık.“ (sf.78)


Proletaryanın öncüsü için, onun bilinçli bölümü için, komünist

partisi için, gerektiğinde zikzaklı, dolambaçlı yoldan

yürümenin, ayrı ayrı proleter gruplan ile, ayn ayrı işçi

partileri ve küçük üretici partileriyle anlaşmalar yapmanın,

uzlaşmalara varmanın gereği, bundan doğmaktadır. Sorun,

bu taktiği, proletaryanın genel olarak bilincini, devrimci

ruhunu, savaşma ve yenme yeteneğini düşürecek değil,

yükseltecek biçimde uygulamayı bilmektir“(sf.80)


Belirtelim ki,

bolşeviklerin menşeviklere zaferi, yalmzca 1917 Ekim

Devriminden önce değil, bu devrimden sonra da zikzaklı yol,

anlaşmalar, uzlaşmalar taktiğinin uygulanmasını gerektirmiştir;

elbette ki, bunlara, bolşeviklerin başarısını sağlayacak,

onu kolaylaştıracak, hızlandıracak biçimde, menşeviklerin

aleyhine taktikler olarak başvurulmuştur.“(sf.80-81)


Bu, sabır gerektiren uzun süreli bir süreçtir,

ve "hiçbir zaman uzlaşma yok, manevra yok" cinsinden

kestirme "çözümler", ancak devrimci proletaryanın etkisini

baltalar ve onun güçlenmesini önler.“(sf.81)


İngiltere'de (ya da Türkiye'de) „Sol“ Komünizm


Henderson'lann, Clynes, MacDonald ve Snowden'lerin,

iflah olmaz gerici olduklan doğrudur. Bunların, iktidara

geçmek istedikleri ve bu yolda zaten burjuvaziyle koalisyon

kurmayı yeğledikleri; burjuva kurallarına göre ülkeyi "yönetmek"

istedikleri ve iktidara geçince zorunlu olarak Scheidemann

ve Noske'ler gibi davranacaktan da doğrudur. Bütün

bunlar doğrudur. Ama bundan, bunlan desteklemenin

devrime ihanet olduğu sonucu çıkarılamaz; bundan çıkanlabilecek

tek sonuç, işçi sınıfı devrimcilerinin, devrimin

çıkan için bu baylara belirli ölçüde parlamenter destek sağlamalan

gerektiğidir.“(sf.90)


İngiltere işçilerinin çoğunluğunun, hâlâ İngiliz Kerenski'lerin ya da Scheidemann'lann arkasından gitmesinden;

işçi çoğunluğunun bu adamların hükümetini denememiş

olmasından —Rusya'da ve Almanya'da işçilerin yığın halinde

komünizme geçmeleri için geçmeleri gerekmiş olan bu

deneyimden— çıkan sonuç, tam tersine, İngiliz komünistlerinin

parlamenter eyleme katılmaları gerektiği, Henderson-

Snowden hükümetini, işçi yığınlarını bu hükümetin

eylemine bakarak değerlendirebilmelerinde bu yığınlara

parlamento içinden yardım etmeleri gerektiği, Henderson'lann

ve Snowden'lerin birleşmiş olan Lloyd George ve

Churchill'i yenmesine yardım etmeleri gerektiği sonucudur.

Başka türlü bir davranış, devrimi engellemek olur; çünkü,

işçi sınıfının çoğunluğunun görüşünde bir değişiklik

olmazsa, devrim olanaksızdır; bu değişmeyi ise, yığınların

siyasal deneyimi sağlar, yalnızca propaganda değil. "Uzlaşma

yapmadan, yolumuzdan sapmadan ileri."(sf.94)


... Eğer biz, salt bir devrimciler

grubu değil de, devrimci sınıfın partisi isek; arkamızdan yığınları

sürüklemek istiyorsak (ki böyle bir isteğimiz yoksa,

gevezeden başka bir şey olamayız), ilkin Henderson'un ya da

Snowden'in Lloyd George ile Churchill'i yenmelerine yardım

etmeliyiz (daha doğrusu, birincileri, İkincileri yenmeye zorlamalıyız,

çünkü birinciler, kendi zaferlerinden korkmaktadırlar—);

ve sonra da işçi sınıfının çoğunluğunun, Henderson'larla

Snowden'lerin hiçbir işe yaramadıklarını, bunların

hain küçük-burjuvalar olduklarını, iflaslarının kesin olduğunu,

kendi deneyimleriyle anlamalarına yardım etmeliyiz; 

ve

son olarak, Henderson'lardan umudunu kesen işçilerin

çoğunluğunun Henderson hükümetini düşürmede ciddi

başarı şansları olacağı anı yakına getirmeliyiz.“(sf.96)


Çünkü bizim

için önemli olan parlamentodaki sandalye sayısı değildir;

biz, milletvekilliği peşinde koşmuyoruz. Bu konuda ödün vereceğiz

(Henderson'lar ve onların yeni dostları —ya da yeni

efendileri— Bağımsız işçi Partisindeki eski liberaller ise,

milletvekilliği peşindedirler.) (sf.96)


Böyle bir uzlaşmadan biz kazançlı

çıkarız, çünkü bizzat Lloyd George tarafından horlandıklan bir

anda, biz, propagandamızı yığınlara götüreceğiz

ve işçi Partisinin bir an önce hükümeti kurmasına yardım

etmekle kalmayacağız, sözümüzü esirgemeden ve en küçük

bir ihtiyatı bile gerekli saymadan, Henderson'lara karşı yürüteceğimiz

propagandayı yığınların anlamasını sağlayacağız.“(sf.97


Henderson ve Snowden'lerin komünistlerle bir blok kurmayı

reddetmeleri, bu İkincilere derhal pek büyük bir üstünlük

sağlar: bu davranış, bize mecliste birkaç milletvekilliği

kaybettirse bile (ki bunun hiç önemi yoktur), yığınların

sempatisi bize döner ve Henderson'larla Snowden'ler gözden

düşer. Böyle bir durumda, iyice güvendiğimiz, yani adaylarımızı

ileri sürmemizin, bir liberalin bir işçi Partiliye karşı

zaferi sonucunu vermeyeceği yerlerde, pek az sayıda seçim

bölgesinde adaylarımız seçime katılırdı. Seçim propagandamızı,

komünizmden yana bildiriler dağıtarak ve kendi adaylarımızın

seçime katılmadıkları bütün bölgelerde, seçmeni,

burjuva adaya karşı, İşçi Partisi adayına oy vermeye davet

ederek yapardık.“(sf.99)


Bugün Ingiliz komünistleri, yığınlara yaklaşmakta ve

onlara kendilerini dinletmekte büyük güçlüklerle karşılaşıyorlar.

Ama ben, kendimi komünist olarak tanıttıktan sonra,

seçmeni, Lloyd George'a karşı Henderson'a oy vermeye çağırırsam,

beni herhalde dinleyecektir. Onlara herkesin anlayacağı

biçimde, yalnızca sovyetlerin parlamentodan, ve proletarya

diktatörlüğünün de Churchill’in (burjuva "demokrasisi

perdesiyle örtülü) diktatörlüğünden daha iyi olduğunu

açıklamakla kalmayacağım, aynı zamanda, Henderson'a oy

verilmesini isterken, niyetimin, ona, asılan adama ipin destek

olduğu gibi destek olduğunu, ve Henderson'lann kendi

hükümetlerini kurmaya yaklaşmalarının da, aynı biçimde

haklı olduğumu kanıtlayacağım, yığınları benim tarafıma

geçireceğini, Rusya'da ve Almanya'da olduğu gibi Henderson'ların

ve Snowden'lerin siyasal ölümlerini hızlandıracağını

anlatacağım.“(sf.99-100)


Ve eğer itiraz olarak, bu taktiğin, aşın ölçüde "ince", aşın

ölçüde karmaşık bir taktik olduğunu, yığınların bunu

anlamayacağı, bu taktiğin güçlerimizi dağıtacağı, böleceği,

güçlerimizi sovyet devrimi üzerine toplamamıza engel olacağı

vb. söylenecek olursa, "sol" karşıtlanma vereceğim yanıt

şudur: Kendi doktrinciliğinizi yığınlara yüklemeyiniz!“(sf.100)


9 Mart 2023 Perşembe

SEÇİMLERDE NE YAPILMALI?





SEÇİMLERDE NE YAPILMALI?

Yusuf KÖSE

Önümüzdeki Haziran’da ülkemizde bir genel seçim var. Daha şimdiden seçim çalışmaları başladı. Özellikle burjuva partileri ve iktidarı elinde tutan AKP açısından bu seçimin önemi çok açık. AKP açısından bu seçimin önemi; tek parti diktatörlüğünü ve bununda üstünde tek kişi diktatörlüğünü garanti altına alabilmek ve bunu yasal bir zemine otutturmaktır. Aslında, AKP ve Erdoğan, yasal zeminden çok, diğer muhalif kesimlerin seslerini bütünüyle kısmak ve faşist diktatörlüğünü meşrulaştırmaktır.

AKP, 2010 12 Eylül referandumu’na kadar, devletin tüm yönetim organları üstünde hakimiyetini kurma sürecini tamamladı ve  bu referandum ile de yargıyı kendine bağlayarak, kendi iktidarı önündeki engelleri kaldırmış oldu. Tek bir engel vardı, Gülen Cemaati. Onu da son bir yıl içinde tasfiye ederek, burjuva muhalif kesimleri baskı altına almış oldu. Geriye işçi ve emekçiler kaldı. Bunları da, başta baskı ve şiddet olmak üzere her gün yeni “güvenlik” yasalarıyla, kitlelere hareket edecek bir alan bırakmadı. Bir nevi zincirledi. Artık kitlelerin karşısında her türlü öldürme emriyle donanmış devlet güvenlik güçleri mevcuttur. 

Türk egemen sınıfları, Kürt Ulusal Hareketi’ni ise, bütünüyle tasfiye ya da etksizleştirmeye çalışsada, başarılı olmadı. Kürt Ulusal Hareketi’nin hareket etme alanı oldukça geniş ve kendi kitlesini hareket ettirme kabiliyetine sahiptir.  En son 6-8 Ekim 2014 tarihinde bu görüldü. Yine Kobane’deki savaşın zaferle sonuçlanması, PKK’ya önemli bir prestij ve moral üstünlüğü kazandırmıştır.

Haziran seçimlerinin Erdoğan için önemi ortada. Erdoğan, tek başına diktatör olmak istiyor ve bunun önünde burjuva anlamda bir yasal engel olmasınıda istemiyor. İşte, bu seçimlerde anayasayı değiştirecek ya da anayasayı referanduma götürebilecek sayıyı parlamentoda elde ederse, geriye islamcı faşist diktatörlüğün uygulamalarını toplumun üzerine bir kabus gibi çökertecektir. Özellikle komünistler, devrimciler ve tüm ilerici güçler ve işçi sınıfı soluk alamaz olacaktır.

Erdoğan, 1930-61 arası Dominik’te diktatatörlük yapan ve Mirabal Kardeşleri katleden R.L. Trujillo Molino[1] gibi olmak istiyor.  Onun gibi bütün yetkileri elinde bulundurmak istiyor. Ancak kendini öyle güvende hisedebilir. Çünkü diktatörlerin yetkilerinin sınırı yoktur. Onların her istemleri, her arzuları birer yasadır. Bu bağlamda 12 Eylül Generallerinin sahip olduğu yetkilerden daha fazlasına sahiptir. Şu anda, AKP ve Erdoğan yürülükteki TC Anayasası’nı ve kanunlarını takmıyor ve kendi yasa ve kanunlarını uyguluyorlar.

Erdoğan’ı destekleyen güçlü bir sermaye kesimi var. TÜSİAD bu kesimin dışında olsada, AKP-Erdoğan diktatörlüğü egemen sınıfların bu kesimini de baskı altına almıştır. TÜSİAD işlerini Ordu vasıtasıyla yürütüyordu. Ancak, Erdoğan onu da ele geçirince, TÜSİAD’ın sermayesi, karşı sermayeyi alt etmeyi başarmaya yetmedi.TÜSİAD'in dün Evren'i vardı. Bugün ise MÜSİAD'ın RTE'si var.

Tarihte buna benzer örnekler çok. Mübarek’li Mısır, Bin Ali’li Tunus ve daha bir çok ülke buna örnektir. Mısır’da, Mısır ordusunun egemenliği söz konusudur. Geçmişten beri bu egemenlik devam etmektedir ve bugün Genaral Sisi vasıtasıyla temsil edilmektedir. Ayrıca, Mısır Ordusu, aynı zamanda büyük bir sermaye gücüdür. Bu anlamda da devlet iktidarını kimseye kaptırmak istemiyor.

Bunları kısaca örneklememin nedeni, kapitalizm koşullarında bu tür diktatörlerini varlığı ve emperyalist burjuvazinin bunları desteklediği ve hatta iktidara getirdiği gerçekliğidir. Şu anda Erdoğan ile AB ve ABD arasında ilişkiler “limoni” olsada, bu emperyalistlerin Erdoğan’ı gözden çıkardıkları anlamına gelmiyor. Yeni bir alternatif bulana kadar ya da ülkede yeni Geziler ya da daha büyük kitlesel eylemler olana kadar Erdoğan’la idare etmeyi sürdüreceklerdir. 

İslamcı faşist AKP ve Erdoğan iktidarı, bütün demokratik hak ve özgürlükleri yok etti. Var olan bazı kırıntılarıda yeni faşist yasalarla ortadan kaldırtıyor. İşçilerin grevlerini yasakladıkları gibi, yasal olarak da grev yapılamaz bir durum yaratıldı. Erdoğan’ın en büyük hedefi hiç kuşkusuz işçi ve emekçilerdir. İşçi sınıfının baskı altında tutulması, sermaye diktatörlüğünün devamı için gereklidir.

Yine kadınlar üzerindeki baskıların artması, kadının adeta köleleştirilmesi, faşist islamcı diktatörlüğün sürdürülmesinin koşullarından biridir. Erdoğan diktatörlüğünü dinsel baskılarla daha da pekiştirmeye çalışacaktır.

Bunların dışında bugün kısmen izin verilen devrimci-demokrat ve sosyalist basının varlığı, bir süre sonra bütünüyle yasaklama durmuyla karşı karşıya kalacaktır. Erdoğan, diktatörlüğünü pekiştirdikçe baskı yasalarıda artacaktır. Erdoğan ve çevresi dışında kimse soluk alamayacaktır. Erdoğan tek kişilik diktatörlüğünü garantiledikten sonra, onu oradan indirmenin yolu seçimler olmayacaktır. O, diğer ülkelerdeki faşist diktatörlerin yaptığı gibi seçimleri, hep  kendisinin kazanacağı gibi hazırlayacaktır.

Var olan durum, başta komünistler olmak üzere tüm devrimci-demokratlar için burjuva demokrasisinin dahi kırıntılarının olmadığı bir ortamda mücadele etmenin zorluklarıda ortadadır. İşçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları ve bunlar uğruna mücadelesi ise yasak ve devletin polis ve askeri şiddetiyle kaşılaşıyor ve daha sert devlet terörüyle karşı karşıya kalacaktır.

Böylesi bir ortamda, tüm devrimci-demoktrat ve sosyalistlerin islamcı faşist diktatörlüğe karşı en asgari demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi için birleşmesi, birlikte hareket edilmesi de zaruridir. Bugün bunun savsaklanması, yadsınması ve çeşitli gerekçelerle küçümsenmesi ve oluşturulması önünde engel olunması karşı devrimin hanesine yazılacaktır.

SEÇİMLERE NEDEN ORTAK KATILINILMALI?

Bu bağlamda, önümüzdeki seçimler önemli bir fırsat. Seçimlere katılmamak, boykot etmek işçi sınıfının yararına değildir. İçinden geçtiğimiz süreçte, boykotun siyasal ve kitlesel dinamikleri yoktur ve çok yakın bir süreç içinde oluşması da olsılıklar içinde görülmüyor. Ayrıca oluşursa, siyasal taktiklerde gelişen sürece göre yendien biçimlendirilir.

Devrimci durumun olmadığı, büyük kitle mücadelelerinin gelişmediği bir ortamda, seçimlere katılınılması doğru bir mücadele taktiğidir. Evet, seçimler, işçi sınıfının kurtuluşu olmayacaktır. Ya da bu seçimlerde çok büyük kazanımlarda elde edilemeyebilecektir. Ancak, faşist diktatörlüğün geriletilmesi açısından seçimlerde ortak hareket etmek en doğru olanıdır. En azından bu birliğin (ittifakın) sokaklara taşınmasının koşulları da oluşabilecektir.

Kendine komünist diyen hiç bir yapı, yüzde onluk (% 10) seçim barajı ortadayken her hangi bir başarı, daha doğrusu parlamentoya girip burjuva düzenin teşhirini yapamayacaktır. Diğer yandan küçük gruplar altında seçimlere girmek ya da tavırsız kalmak, AKP ve Erdoğan faşizminin hanesine yazılacaktır.

Bugün hali hazırda demokrat, devrimci ve devrimci-demokrat Kürt Ulusal Hareketi’nin de içinde yer aladığı bir HDP var. Bu geniş bir devrimci-demokrat yelpazeyi kucaklıyor. Bunun daha da genişletilmesi, ÖDP gibi Birleşik haziran Hareketi (BHH) içinde yer alan ilerici parti ve örgütlerinde HDP içinde yer alarak geniş bir ittifak cephesi-bloku oluşturulması, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanımı için önemli bir gelişme olacaktır. 

HDP, içinde bir çok ilerici kesim yer almasına karşın, reforumcu bir niteliğe ve politikaya sahiptir. HDP’nin birleşenleri dikkate alındığında daha ileri bir niteliğe ve politikaya sahip olmasını beklemekte hayalcilik olur.
Böylesi bir seçim ittifakının oluşturulması ve bunun meydanlara inmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin korunması ve islamcı faşist diktatörlüğün tüm baskılarına karşı mücadele etmesi, işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesine de bir soluk aldıracak ya da aldırabilir.

Yunanistan’da SYRIZA’nın kazanması, Yunan halkı için çok fazla bir şey ifade etmeyecektir. Çünkü SYRIZA’nın reformist politikası ile kitlelerin devrimci durumu birbiriyle uyumlu değil, kitleler ilerideyken, SYRIZA daha geridedir. SYRIZA ile Yunanistan işçi sınıfının devrimci mücadelesi önüne reformist bir barikat örülmüştür. SYRIZA, devrimci ortamı reformize etme amaçlı ortaya çıkmıştır. Eğer SYRIZA, bugunkü Türkiye ve Kürdistan koşulları içinde kazansaydı, bu çok ileri bir hareket olarak değerlendirilir ve alkışlanabilirdi. Yani, hiç bir demokratik ortamın olmadığı bir ülkede reformist bir siyasetin iktidara gelmesi tercih edilir ve faşizme karşı desteklenirdi. Örneğin, bu seçimde Yunanistan’da olduğu gibi seçimleri, Türkiye’nin SYRIZA’sı HDP kazansa ya da birinci parti olarak çıksa, bu Türkiye ve Kürdistan için bir nevi “devrim” olarak adaklandırılabilir.

Oysa Türkiye’de ne demokratik bir ortam var ne de burjuva demokrasisinin kırıntıları. Ülke her geçen gün daha bir karanlığa doğru götürülüyor ve tek kişi diktatörlüğü yasallaştırılıyor. Sermayenin islamcı faşist diktatörlüğüne karşı, tüm ilerici güçlerin birlikte hareket etmesinin önemi; faşizme karşı mücadele alanı yaratabilmek içindir.

HDP ve birleşenlerin seçim barajını aşması ya da güçlü bir ittifak ve faşizme karşı koyuş yarattıklarında ise, bu tüm işçi ve emekçiler için ileri bir kazanım olacaktır. 

Komünistlerin yerine göre reformist politikalar izlediği ve  faşizme karşı burjuva demokrasisini tercih ettiği bilinen bir gerçektir. Aynı, zamanda faşist diktatörlük karşısında komünistlerin reformist güçler ile birlikte hareket ettiklerine de tarih sıkça tanıklık etmiştir.

SEÇİMLER ÇARE Mİ?

Burjuva seçimlerin bir çare olmadığı komünistler için açık ve nettir. Burjuvazi, kitleleri oyalamak için “demokrasi” oyununu oynar. Ne var ki, kitlelerin ezici çoğunluğu seçimlerden, bu anlamda parlamentodan umutlarını kesmiş değillerdir. Buna karşın, burjuva parlamentosu, komünistler için çoktan zamanını doldurmasına karşın, kitlelerin ezici çoğunluğu için doldurmamıştır. Türkiye ve Kürdistan’da seçimlere katılım oranı yüksektir. Böylesi bir ortamda seçimleri taktik olarak kullanmak gerekiyor ve seçimleri, kitleleri devrimci düşüncelerle aydınlatmanın ve örgütlemenin aracı yapmak gerekiyor. Eğer parlamentoya girilirse, orayı da işçi sınıfının devrimci bir kürsüsü olarak kullanmak şarttır. Aski taktirde, sıradan bir refromist olunup çıkılır.

Eğer bugün seçimlere komünistler tek başına katılıp parlamentoya girebilecek durumda olsaydı, bağımsız olarak seçimlere katılmak daha doğru olabilirdi. Yine de bu taktik, yukarıda sıraladığım günümüz Türkiye ve Kürdistanı’ın içinde bulunduğu koşullar dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekiyor. Yani, faşizme karşı ittifak zorunlu hale gelebilir. Ne var ki, bugün seçim barajını aşabilecek her hangi bir devrimci örgütte yoktur. Devleti ele geçiren AKP faşizmine karşı İttifak kaçınılmaz oluyor.

Seçim süreci içinde ortak taleplere ağırlık vermek önemli olmasına karşın, her siyaset kendi özgür propagandasını yapmalıdır. Özelikle ideoloji ile siyasal taktik birbirine karıştırılmamalıdır. İdeolojiden taviz verilmez, ancak siyasal taktiklerde oldukça esnek olunabilinir. Siyaset uzalaşmayı içerir, ideoloji ise uzlaşmayı reddeder. Ne var ki, siyasal taktiklerde bütünüyle ideolojiden uzak olamaz. En sonunda ona hizmet etmesi gerekir. Ortak hareket etmek, eleştiriyi dıştalamaz. Sınıfın temel siyasal görüşlerini meydanlarda haykırmayı ve bu doğrultuda kitleleri örgütlemeyi kesinlikle dıştalamaz ve dıştalamamalıdır. Ayrıca, seçim sürecince AKP ve Erdoğan faşizmi teşhir ve tecrit edilmeli, buna daha fazla ağırlık verilmelidir.
Sonuç olarak, önümüzdeki seçimleri, islamcı faşist diktatörlüğe karşı demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması için bir mücadele mevzisi olarak kullanılmalıdır. 

Ancak, bilinmesi gereken temel gerçek; Erdoğan ve AKP faşizmini iktidardan indirecek olan seçimler olmayacaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin sokaklardaki mücadeleleri olacaktır. Seçim çalışmaları ve parlemonta, işçi sınıfının mücadelesini geliştirmenin, güç biriktirmenin, örgütlemenin ve kitleleri aydınlatma perspektifiyle yapılmalıdır. Özellikle işçi sınıfının militan mücadelesinin gelişmesine koşut olarak, emperyalistler ve burjuvazi açısından da Erdoğan’ın da kullanım miadı bitecektir. 04.02.2015

***


[1] R.L. Trujillo Molino, 5 Mayıs 1961 yılında iktidardayken öldürüldü. Kelebekler Zamanı filmi ve daha bir çok film çevrildi. Kelebekler Zamanı, daha çok Mirabal kardeşleri anlatır. Bu Film Türkiye’de de oynatıldı. Ancak, diktatöre silahlı süikast düzenlenmesi sahnesi kesilmiş. Trujillo ile Erdoğan arasındaki tek fark, bizimkisinin şeriatçı olmasıdır. Ancak, bütün faşist diktatörler, dini, kitleleri uyutma aracı olarak kullanır. Trujillo , ABD’nin desteği ile 30 yıl iktidarda kaldı. Erdoğan bir 20 yıl daha iktidarda kalır  mı bilinmez? Faşist diktatörlerin sonları ise, genelde birbirine benzerlik gösterir.

 

7 Mart 2023 Salı

Kapitalizm Ehlileşir Mi?

Bu Piramid Yıkılacaktır!

 

 

 

Kapitalizm Ehlileşir Mi?

(yazının bütünü)

E

 

Yusuf KÖSE

 

Giriş:

Kapitalist üretim ilişkileri altında öncelikle iki şey göze çarpar: Bir tarafta devasa sermaye birikimi, yani bir avuç kapitalistin elinde biriken zenginlik, bir tarafta ise sermaye birikimine ters orantılı büyüklükte toplumun en geniş kesimlerini (çalışanları ve işsizleri) içine alan devasa bir yoksulluk. Kapitalist toplum bu anlamda iki kampa bölünmüştür. Aralarında derin sınıfsal uçurum olan bu iki kampı bir araya getirmek, birleştirmek ya da en iyimser yanıyla ekonomik, siyasi ve kültürel olarak yakınlaştırmak olası değildir. Bölünmüş iki kampın ortadan kalkması için, bu uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklarla bölünmüşlüğü yaratan ekonomik ilişkilerin ortadan kaldırılması gerekir. Yani, bu iki kampı yaratan kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla, çalışanların ürettiklerine el koyan bir avuç kapitalist ile çalıştıklarının karşılığını alamayan ve zenginlerce el konulanların oluşturduğu yoksullar kampı da ortadan kalkarak sınıflı toplumsal yapıda ortadan kaldırılmış ve yerine sınıfsız bir toplum inşa edilmiş olur.

Bu toplumu oluşturan esas olarak bu iki uzlaşmaz sınıfsal kamp, gökten bir elma gibi düşmedi. Bunu tarihsel kökleri var . İnsanlık tarihinin ilk evrelerinde olmsada, daha sonraki süreçte, insanın üretkenliğinin artmasıyla, fazla üretime el koyanların ortaya çıkmasıyla oluşmuştur.

O günden bu güne değin, özel mülkiyet ve özel mülkiyete sahip olmayanlar olarak bölünmüş toplumsal yapı, özel mülkiyeti elinde bulunduranlar ile mülksüzleştirilmişler arasındaki mücadele, bazan kanlı, bazan devasa sınıf çatışmalı toplumsal altüst oluşlarla günümüze geldi. Toplum sınıflara bölündüğünden bu yana hiç bir zaman durağan ve sattik bir hal almadı. İçten içe büyüyen sınıf çelişmeleri devrimsel çatışmalarla günümüze ulaştı.

Bu iki uzlaşmaz sınıfa bölünmüş kapitalist toplumda, sınflar arası uzlaşma söz konusu olabilir mi? Olur denirse, kapitalistlerin el koydukları zenginlin bir kısmından, daha da ilerisi, işçi sınıfı üzerinde kurdukları diktatörlüğün bir kısmından vazgeçilmesi anlamına gelir.

Burjuvazi, iktidarından vazgeçer mi? Daha önceli olmasına karşın, burjuvazinin tarihini 1789’da başlatırsak, burjuvazinin kendiliğinden iktidarından vaz geçmediğini, yaşanan burjuva ve proleter devrimlerle gördük. Tersine, burjuvazi kaybettikleri iktidarı yeniden ele geçirmek için bütün çabaları gösterdiğini ve işçi sınıfının sosyalist iktidarına karşı, aralarında çıkar çatışmalarını bir kenara bırakarak, esas düşmanları olan işçi devletleri olan sosyalizmi yıkmak için birleştiklerini gördük. Ne yazık ki, saf değişitirip liberalleşen küçük burjuva Kautsky’nin; “... Sermayenin yayılma eğilimleri, emperyalzimin şiddete dayalı yöntemleriyle değil, ancak barışçı demokrasiyle en iyi şekilde kolaylaştırabilir” öngörüsü gerçekleşmedi, tersine iki dünya savaşı yaşandı ve o günden bu yanada emperyalist işgaller, saldırılar, tekeller arsındaki ölümüne rekabet ve paylaşımlar bitmedi. Küçük burjuva düşünce yapısının, sınıf uzalaşmacılığı hayali, sınıfların “iyi niyeti” gösterileriyle ilgili olmadığını sıklıkla gösterdi.

1789 tarihi, nasıl ki, burjuvazi için, feodal aristokrasiyi yenip, feodal sistemi parçalayarak burjuvazi önderliğinde kapitalist toplumsal sistemi kurmanın görkemli tarihini, bir adım daha ileri taşımanın dönüm noktasıysa: 1917 Sovyet Devrimi’de uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halklar için  (bu yıl 150. yılını kutladığımız) 1871 Paris Komüni izinden yürüyerek, işçi sınıfı önderliğinde  burjuvaziyi yenip kapitalizmi yıkıp sosyalizmi inşa etmenin tarihi adımını daha ileri taşımanın toplumsal tarihin görkemli bir dönüm noktasıdır. Burjuva devrimleri sosyalizmin kurulmasının yolunu açtıysa, sosyalist devrimlerde; insanın insanı ezen, insanlar arasına sınır çeken ve insanı sınıflara bölen toplumsal yapıların nasıl ortadan kaldırılacağının yolunu açmıştır.

 

Üretim Araçları Kimin Elindeyse İktidar O Sınıfındır

Diğer sınıflar üzerinde egemenlik inşa eden sınıf, sınıfsal imtiyazlarından vaz geçmez. Tersine, ekonomik, siyasi ve kültürel imtiyazlarını her geçen gün daha da artırma yoluna gider. Bu sınıflara bölünmüş toplumsal bir  yapıda, diğer sınıflara hükmetmenin, onlar üzerinde iktidar kurmanın olmazsa olmazıdır. Çünkü, kapitalist üretim ilişkileri, iktidardaki sınıfın iktidarda kalması ve her geçen an imtiyazlarını daha da artırmanın toplumsal üretimini gerçekleştirir. Ama öbür yandan ise, baskı altın aldığı, üzerinde iktidar oluşturduğu sınıfın güçlenmesinin alt yapısını kaçınılmaz olarak üretir.

Burjuvazi, iktidarını, daha fazla sömürü ve daha fazla baskı ile üretir. Ama buna karşı ise, üzerinde egemenlik kurduğu işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkilerini yıkıcı, tahrip edici devrimci ilişkilerini  (üretici güçlerin gelişmesini) kaçınılmaz olarak üretir. Ancak, biri geri bir üretim iken, ikincisi ileri bir üretimdir. Burada ileri olan, burjuvazinin üzerinde egemenlik kurduğu üretici güçlerin devamlı bir devrimci gelişm içinde oluşudur. Burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışma, yeni ile eskinin, geri ile ilerinin çatışması olarak ortaya çıkar. Geri üretim ilişkilerine dayanarak toplumsal sisteme gemen olan burjuvazi, üretim ilşkilerinin gerici karakterinden dolayı, devamlı olarak ilerini karşısında yer alıp, var olan toplumsal statik durumu korumaya, yani, kendi iktidarını korumaya, ona karşı çıkan kesimleri ise devamlı olarak devlet gücüyle, yani zorla bastırmaya ve susturmaya çalışır.

Soyut söylemleri somut ile birleştirirsek, sermaye birikimi, zoru (devlet şiddeti ya da şimdi Türkiye’de uygulandığı gibi devlet terörü, ki bu; faşist devlet terörüdür)  zorunlu olarak öne çıkarır. Çünkü, sermaye birikimi, işçinin emeğinin zorla kapitalist tarafından el konulmasına dayanır. Burjuvazi, kendi emeği olmadığı halde, üretim araçlarını elinde bulundurmasından dolayı, yaşamını sürdürmek için üretim araçlarından yoksunlaştırılmış (mülksüzleştirmenin özü budur) işçiler üzerinde, durmadan artan ölçüde, baskı ve sömürü koşullarını ağırlaştırır. Sermaye birikiminin oranına koşut olarak baskı ve sömürü koşulları da ağırlaşır. İşçi sınıfının yaşam koşulları iyice sefilleştirilir. Bu kapitalist birikimin genel bir eğilimidir.

Burjuvazinin, işçi ve emekçi karşısında en büyük silahı üretim araçlarına sahip olmasıdır. Bu nedenle de, toplumun önemli bir kısmını mülksüzleştirmesi gerekir. İnsanın yaşamını sürdürmesi için üretim araçlarına gereksinimi vardır. Üretim araçları, toprak, toprağı işleyecek aletler, üretim yapacağı makineler vb. Bunlar olmadan insan yaşamını sürdüremez. Ya da küçük esnaf içinde köyde yaşayan köylü içinde yaşaması için birine küçük bir esnaf dükanı, diğerine ise az da olsa toprak gereklidir.

İnsan üretiminin gelişmişlik düzeyinin yüksek oluşunun getirdiği bir sonuç olarak, toprağın dışında, üretim araçları fabrikalarda toplanmıştır. Yüksek düzeyli ve toplumsal üretimler artık fabrikalarda yapılmaktadır. Yani, kapitalizm öncesi çağlarda olduğu gibi, küçük ve bireysel (toprak da dahil) üretim araçları  toplumsallaştırılmıştır. Ve bunlar kapitalist bireylerin elindedir. İşte kapitalistin en büyük avantajı budur. Üretim araçlarını (fabrika ya da toprağı kendi mülkiyeti altında toplayan büyük toprak sahibi olarak) kendi elinde toplayarak, yaşamak için üretmek zorunda olan üretim araçlarından yoksun olan işçileri kendi adına çalıştırır. Yaşamak için üretim araçlarından yoksun işçiler mecburen kapitalistin fabrikasında çalışmak zorundadır. Çünkü yaşaması gerekir. Ailesi varsa ailesine bakması için kapitalistin fabrikasında onun istediği koşul ve şartlarda çalışmak zorundadır.

Kapitalist işçiye; “istemiyorsan çalışma, çalışmak gönüllü” diyebilir. Ama, kapitalist de, üretim araçlarından yoksun işçi de çok iyi biliyor ki, işgücünden başka bir yaşam aracı olmayan işçi çalışmak zorundadır. Çalışmazsa yaşayamaz. Çalışmadan kendi bireysel yaşamını sürdüremeyeceği gibi, varsa ailesi, onlarında yaşamlarını sürdürmeleri olası değildir. Çalışmazsa başını sokacağı evi olmaz, günlük asgari gıdasını alamaz. Kısacası, yaşamak için en asgari ve zorunlu gereksinimlerini karşılayamaz.

Kapitalistin en büyük avantajı üretim araçlarına sahip olmaksa, işçinin de en büyük avantajı örgütlü olmasıdır. Ekonomik örgütü olan sendikalar ve iktidar örgütü olarak kendi sınıfının sınıf bilinçli partisi. Kapitalistin en büyük korkusu işçilerin örgütlü olmasıdır. İşçinin sendikal örgütlenmesinden korktuğu gibi, sınıf bilinçli örgütlendesinden fazlasıyla korkar. Ve işçinin örgütlenmemesi için yasal ya da zoraki her türlü engeli çıkarır. İşçinin örgütsüz oluş hali,  aç kurt karşısında savunmasız  kuzu durumuna benzer. Kapitalist aç kurt gibidir. Ama işçi örgütlü olduğunda, özellikle de sınıf bilinçli bir örgütlenme içinde olduğunda, kurt-kuzu ilişkisi işçinin lehine döner. Örgütlülük, işçinin kapitalist karşısında en büyük silahı ve kapitalist karşısında kolay kolay yenilmez gücüdür. İşçi sınıfı ideolojisine yabancılaşmış ve örgütsel olarakta ondan uzaklaşmış küçük burjuva düşünce sahiplerinin bu gerçekliği görmeleri zordur.

Burjuvazi, kitlesel olarak toplumun çok az bir kesimini oluşturmasına karşın örgütlüdür. Onun örgütü kapitalist devlettir. Ancak, bu devlet, işçi sınıfının sınıf bilinçli örgütlenmesi karşısında yaşam hakkı bulamaz. Bu nedenlede burjuvazi, işçi sınıfının örgütsüz kalması için sadece devletin zor aygıtını değil, aynı zamanda ideolojik olarak da örgütsüzlüğü körüklüyor. İşçi sınıfını önemsizleştiriyor. Bu alanda burjuva liberallerini kullandığı gibi, küçük burjuva devrimcileri de burjuva liberallerin ideolojik bombardımanı altında sersemliyorlar.

Kapitalist, mümkün olduğunca her şeyi mülkiyeti altına almıştır. Toplumun ezici çoğunluğunu mülksüzleştirerek, yani onların yaşamaları için gerekli olan üretim araçlarını kendi özel mülkiyetine alarak, işçileştirmiştir. İşçinin ise kapitalist toplumda yaşaması için tek sahip olduğu işgücüdür. İşgücüne sahip olmak her şeye deva olmuyor. Yani, yaşamak için yeterli olmuyor. İşgücünü satacağı ve onu alacak üretim araçlarını kendi özel mülkiyeti altına geçirip toplumsal bir üretim yapan bir kapitalist gerekli. Bu her zaman bulunmuyor. Daha doğrusu kapitalist, üretim fazla olunca ve üretimi pazarda tüketemeyince ya da kriz dönemlerinde işçinin bir kısmını işten çıkararak kapı dışarı atıyor. İşsizlik kapitalist birikimin olmazsa olmaz ilkelerden biridir.

Kapitalist ülkelerde “sıfır” işszilik diye bir şey olamaz. Kapitaliste işçi lazım olduğu gibi, aynı şekilde işsiz de lazımdır. Üretim araçlarından yoksun herkes çalışıyor olursa, kapitalist, işçinin iş gücünü ucuza almak için pazarlık yapma avantajını (bu bir hükmetme biçimidir) yitirir. “Sıfır” işsizlik olduğunda, işgücüne sahip işçi,  ihtiyacı olan patrona iş gücünü ucuza satmaz. Bu da kapitalist birikim için zorunlu olan artı-değer sömürüsünü ya çok aza indirir ya da patrona artı-değer kalmaz. Bu nedenle de, kapitalistlere işçi lazım olduğu kadar işsiz de lazımdır. Ülkede işsiz kalmamışsa dışarıdan işçi alarak işsizleştiriler. AB ülkelerinin göçmen işçi alması bunun en iyi örneğini oluşturur. Bugün, kapitalizm açısından gelişmiş ülkelerin hemen hepsi dışarıdan göçmen işçi avına çıkmıştır. Türkiye’de buna dahildir.[1]

Kapitalist ve kapitalistin devleti, işçiyi öyle bir cendere altına almıştır ki, onu kapitalistin dediği koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlamaktadır. Bu yaşam, ölmeden tekrar ertesi gün kapitalistin fabrikasında çalışmaya yetecek enerjiyi sağlayacak kadar bir geçim ve yaşam biçimidir.

İşsiz olduğu için intihar eden işçiler sık sık haber konusu olur. Bu son günlerde, işszi olduğu için fabrika önlerinde simit satmak zorunda kalan, “pandemi önlemleri” adı altında simit satmasına bile izin verilmeyen, iş gücünden başka hiç bir geçim aracı olmayan  bir kadın emekçi, sosyal medyadan: “Ben 48 yaşındayım ve çalışmak zorundayım. Ama beni kimse işe almıyor. Çocuklarım var, hasta çocuğum var, devlet karşıma polisleri dikmiş, ben polisleri karşımda değil arkamda görmek istiyorum” sesleniyordu.

Bir başka örnek. Yine sosyal medyada gündem olan, 65 yaş üstü bir kadın emekçi, İstanbul’da (65 yaş ve üstü olanlara belli saatlerde sokağa çıkma yasağı –bu da, faşist bir devletin emekçiler üzerinde uyguladığı ekstra devlet terörü-) belediye otobüsüne biniyor. Şöfer kadını indirmek istiyor. Kadın çalışmak zorunda olduğunu ve ev temizlemekten geldiğini anlatmaya çalışıyor. İşgüzar şöfer diretiyor, inmesinde. İşgüzar şöförün tavrı, işçi sınıfının bölünmüşlüğüne örnek oluşturuyor.

Kadın emekçinin karşısına elbette, onu işe almayan kapitalist değil, onun koruyucusu polisi ya da asker dikiliyor. Daha olmazsa mahkemeleri var, bu da yetmezse hapishaneleri var. Yani, kapitalistin yanında tüm kurumlarıyla (istisnasız, kültürel kurumları da dahil hepsi birer işçi üzerinde baskı aracıdır) devlet var. Ama yaşamak için iş isteyen işçinin karşısında bütün haşmeti ve vahşetiyle kapitalistin devlet zoru var.

Bunlar kapitalist sistemin öne çıkarılmayan ama yaygın olan gerçekleri. Üretim araçlarından yoksun olanlar çalışmak zorunda. Çünkü insanın yaşamını idame ettireceği, yaşamını yeniden ve yeniden üreteceği üretim araçları bir avuç kapitalistin elinde (daha çok tekellerin elinde) toplanmış durumdadır.

Sosyal medyada bu örnekler çok. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresinin sosyal medyaya neden karşı oldukları,  neden “faşist-terörist” dedikleri çok açık. Bu çığlıkların toplumun geniş kesimi tarafından duyulmasını istemiyor, istemiyorlar. Aslında bütün kapitalist devetlerde burjuvazi, sosyal medyaya karşı, ancak, sosyal medya alanında sermaye birikimi açısından büyük bir sektör haline geldiği için, bundan da vazgeçemiyorlar. Ve bu sektör her geçen gün devasa adımlarla büyüyor. Şu anda dünyanın en büyük tekelleri ve en büyük zenginleri sosyal medyayı kontrol altında tutan iletişim tekelleridir.

 

Burjuvazinin “Ehlileştirilmesi” Meselesinde Liberallerin Rolü

Baskı ile ayakta duran, baskı ve sömürü ile iktidarını sürdüren bir burjuva sınıfı, baskıları ve sömürüyü hafileştirir mi? Ya da kapitalist sistem ehlileşir mi?

Burjuva tarihi bunun tersine işaret ediyor. Yani, burjuvazinin ehlileşmesi söz konusu olamaz. Ancak, işçi sınıfının yoğun mücadeleleri karşısında kısmen geri adım atabilir, işçiler lehine demokratik haklar biraz fazla olabilr. Bu durumda, 2. Emperyalist savaş sonrası 1970’lerin başındaki emperyalist dünya sisteminin ekonomik krize girmesiyle sona erdi. O günden bu yanada işçilerin kazandıkları hakları adım adım geri alındı. Özellikle 1980’den sonra neoliberal (saldırgan ekonomipolitika) politikaların uygulanmasıyla, işçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürü arttı. Liberalleşme Türkçede “serbestleşme” anlamına gelsede, işçi sınıfı ve emekçiler lehine bir serbestleşme, özgürleşme ve de ekonomik ve demokratik hakların artırılması yönünde bir genişlemeyi içermiyor. Tersine, burjuvazinin her alanda saldırganlığının daha da artması, saldırganlıkta, yani, sömürünün ağırlaştırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin adım adım kısıtlanması ve yok denecek düzeye getirilmesi, işçilerin tam bir ücretli köle durumuna getirilmesi, çalışma saatlerinin uzatılması vb. Burjuvazi lehine, sınırsız bir serbestleşme, işçi sınıfı aleyhine ise, tam bir kölelik düzeyinde çalışma ve yaşama koşuları sunma...

İşçi sınıfı üzerindeki sömürünün artması, politik baskıların artmasını da koşulluyor. Sermayenin birikiminin büyümesi ve merkezileşmesi sömürü ve baskılarının artmasını zorunlu olarak dayatıyor. Sermaye ve işçi sınıfı bir terazinin iki kefesi gibidir. Bir kefenin ağırlığının artmasına oranla diğer kefenin hafiflemesini de beraberinde getirir. Kapitalizmde bu iki kefe hiç bir zaman dengede olamaz. Dengede olması demek, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki sömürüsünün azalması, reforumcu yönünün öne geçmesi analmına gelir. Yani, küçük burjuva liberallerin ileri sürdüğü “kapitalizmin ehlileşmesi” olur ki, bu kapitalist üretim ilişkilerin niteliğine terstir. Bu bağlamda burjuvazinin ehlileşmesi, teorik olarak da olası değildir.

Emperyalist burjuvazi, “Yeni Dünya Düzeni”, “Neoliberal ekonomik model”, “küreselleşme” vb. adlarıyla ürettiği politikalar, ne dünyaya barış getirmiştir ne de bütün burjuva ülkelerinde demokrasinin sınırları ezilenler lehine genişlemiştir. Giderek ekonomik ve demokratik haklar sınırlanmaya bazı ülkelerde ise hepten gaspıyla sonuçlanmıştır. Bu bağlamda, neoliberal ekonomik model, burjuvazinin yeni sermaye birikim modeli olarak yaşama geçirilen saldırgan ekonomipolitikadır. 1970’lerin ortalarından beri uygulanan bu modelin sonuçları ise ortadadır. Koronavirüs salgını da bu modelin ürünüdür. Çünkü, doğa özellikle son 50 yıl içinde görülmemiş oranda yıkıma uğratılmış, doğanın ekolojik dengesi canlılar aleyhine bozulma aşamasına girmiştir.

Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren ise, emperyalizmin girdiği yeni evre (yani üretimin uluslararasılaşması ve dünya kapitalist ekonomisine dünyanın en büyük 500 tekelin egemen olması) ile,  demokratik hak ve özgürlükler burjuvazinin gündeminden kaldırılmıştır.

Stfena Engel bu süreci şöyle tanımlıyor:

... Emperyalist dünya sisteminde giderek büyüyen çatlaklar yüzünden, egemenler çareyi, artan bir şekilde devletin şiddet aygıtını genişletmede ve burjuva demokratik hak ve özgürlükleri kısmada arıyor.”

Eşitsiz gelişme, dünyanın, en büyük uluslararası tekeller ve en büyük emperyalist güçler arasındaki yeniden paylaşılması mücadelesinin yeni bir evresini başlatmıştır. Savaş ve gericilik, miadını doldurmuş bir toplumsal sistemin ana mesajlarıdır.”[2]

Bu saptamalar 1990’lı yılların sonunda yapılıyor ve kitap almanca olarak 2003 yılında yayınlanıyor.

Geçen son 20 yıllık süreç, bu saptamaları fazlasıyla doğruluyor. En “demokrat ülkeler” diye bilinen bir çok Avrupa ülkesinde, gericilik kol geziyor. Burjuva devletler, İskandinav ülkeleri dahil, Fransa, Almanya, Hollanda, İsviçre ve Avusturya’da hak gasplarını yasallaştırdılar. Çoğu AB ülkeleri çalışma saatlerini (1800’lerin başına geri dönüş yaparak) 12 saat üzerine çıkardılar ve polis yasalarını işçi sınıfı aleyhine güçlendirdiler.  AB ülkelerinde neredeyse polisin saldırmadığı demokratik hak ve özgürlüklerin temel kıstası sayılan, “gösteri ve yürüyüş hakkı” yok gibidir. Polis, hemen hemen bütün ülkelerde en barışçıl yürüyüşe saldırmıştır. Saldırmadığı yürüyüş ve gösteri saldırdığından azdır. Saldırmadığı yürüyüş ve gösterileri ise provoke etmek için çabalamıştır. Burjuvazi, hakkını arayan kitleleri kriminalize ve terörize etme eğlimini artırmıştır. Bizim liberallerin överek bitiremedikleri AB böyle bir yerdir.

Özellikle 2000 yılının başından itibaren yürülüğe sokulan “anti-terör yasası”nın neler içerdiğini burada aktarmaya gerek yoktur. Çünkü, burjuva devletlerinin “terör” dağırcığında işçi ve emekçi eylemi ön plandadır. Tek tek bireysel gerici terör eylemleri ise onların dolaylı ya da direkt ilişkili olduğu, yönlendirdiği eylemlerden başka bir şey değildir. Kendi ülkesinde yönlendirmiyorsa, başka ülkelerde besleyip yönlendiriyorlar. Irak, Afganistan, Suriye ve diğer bağımlı ülkelerdeki, işgaller, gerici-dinci, faşist terör örgütlerinin silahlandırılıp desteklenmesi vb. gibi gelişmeler bunun en direkt kanıtlarıdır.

Burjuvazinin tarihi kanlıdır. Terör ve vahşet örülüdür. Geçmişte ve günümüzde bir çok ülkede askeri faşist cuntaları desteklemiş, iktidara getirmiş olmaları bir yana, Afrika ve Asya ülkelerinde bir çok faşist diktatöre kol kanat germişlerdir. Şilli’de Allende’yi kanlı bir şekilde deviren yine bunlardır. Güya, “seçimle gelen seçimle gider” ilkesi burjuva demokrasisinin ilkesiymiş ya da günümüz Venezuela’daki reformist iktidarı devrimek için çevirmedikleri dolap, söylemedikleri yalan, oynamadıkları oyun ve darbe girişimi kalmadı.

Afrika’nın Che Guerası olarak bilinen Kongo’nun Lumumba’yı alçakca katleden “demokrasi” beşiği (Belçika ve CIA ortaklığında) emperyalist devletlerdir. Oysa Patrice Lumumba Kongo’da ilk defa seçimle başa gelen başbakandı. Şimdi Kongo’nın madenlerinde uluslararası tekeller için çocuklar köle gibi çalışltırılıyor. Emperyalistler Lumumba’yı katlettiler, çünkü o bağımsızlıktan yanaydı ve emperyalist tekellerin sömürüsüne karşı direniyordu. Burjuvazinin seçim aldatmacısının kendi çıkarları için kullandığı çok açıktır.

Böyle bir burjuvazinin ehlileşmesi söz konusu olabilir mi? Elbette olamaz. Bunu ileri sürenler, burjuva vahşetinin ve egemenliğinin kabullenilmesini sağlık veriyorlar. İşçi sınıfı ve emekçilere, ezilen halklara, ezilen uluslara sessiz kalmalarını, baş kaldırmamalarını, “demokrasi yoluyla” her şeyin iyi olacağını varsayan, ahmaklıktan öte, burjuva sistemiyle bütünleşmiş “aydın” görünümlü çanak yalayıcıları olarak.

Bu tür gericilik sevicilerine “aydın” demek doğru olamsa da, aydın geçinen burjuva liberalleridir. Aydın, çağının ilerici olanlarına denir. Bugün kapitalist sistem çağın gerici yanıdır. Kapitalist sistemi savunanlara aydın denemez. Sosyalizm ise ileri olan bir toplumsal sistemdir. Sosyalizm için mücadele eden, sosyalizmi savunanlar aydındır. Bir kişinin entellektüel olması ile aydın olması aynı şeyler değildir. Günümüzde sınıf bilinçli işçiler toplumun en aydın kesimleridir.

Örneğin ülkemizde, bir zamanlar AKP’den “demokrasi” bekleyip, onun desteklenmesini isteyen (bilinen adlarıyla “yetmez ama evetçiler”) küçük burjuva liberalleri, bumerangın kendilerine dönmesi karşısında önce şaşkınlık geçirdiler. Ama yanıldıklarını da kabul etmediler. Çünkü, onların desteklediği kapitalizmdir. Yani, kısmi demokratik hakların olduğu, liberal aydınlara dokunulmadığı, ama işçi ve emekçilerin ağır sömürüyle karşı karşıya kaldığı, eşitsizliklerin hat safada olduğu, anti-komünist propagandaların önde olduğu bir sistem istiyorlar. Lakin böyle bir kapitalist sistem yok.

Burjuvazi için “demokrasi” kendisi içindir. Sermayenin dikey ve yatay büyümesi ve merkezileşmesi içindir. Gerisi teferruattır. Burjuva sisteminde, “teferruat” olanlarda sermayeye hizmet etmiyorsa ona bile izin verilmez, zararlı ve komünist düşüncelerdir. Günümüz burjuva moda deyimiyle “terör”dür.

Kapitalizm sevici liberallerin günahı, kapitalizmin an be an baskı ürettiğini, sömürüyü artırdığını ve özgürlükleri yok ettiğini görememeleri ya da görmek istemeyişleridir. Kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle birlikte, kapitalizmin gericiliği artmıştır. Çünkü bu kapitalizmin karakteristik bir yapısıdır. Bunun kişilerle ve de hükümetlerle, başbakanların kişiselliği ile hiç mi hiç bir ilgisi yoktur. Onları yönlendiren kapitalist sistemin işleyiş yasasıdır. Onların kişiliğini belirleyen sistemin aktif savunucusu ve koruyusucu oluşlarıdır. Kapitalizm kendi savunucusunu, kendi siyasal temsilcilerini de üretmektedir.

Ülkemizde AKP’nin kurucularından Tayyip Erdoğan bir zamanlar “cici demokrasi”nin muhafazkar demoktratıydı. Güya askeri vesayete karşı ve AB yanlısıydı. Liberaller onu ellerinde büyüttüler. Bütün saldırılara karşı Erdoğan’ı korudular ve Erdoğan, deyim yerindeyse, büyüyünce (iktidara tam egemen olunca) kendini ideolojik olarak işçi sınıfı ve emekçilere karşı savunan ve “demokrat gösteren” liberalleri yedi. Oysa, kapitalist sistemde vesayetten söz edilecekse, tek bir vesayet vardır. O da sermayenin vesayetidir. Diğerleri, biçimseldir. Sermaye, çıkarlarına göre ya da o günün koşulları içinde sınıf çatışmasının gereklerine göre, bazan askeri cunta, bazan “demokrasi” bazan ise açık faşizmi öne çıkarır. Burjuva rejim biçimlerinin hepsi de sermayenin vesayetini kalıcı kılmak için kullanılır.

Türkiye’de bazı liberaller, “askeri vesayeti kırmak” adına, AKP’yi destekledi. Oysa, ortada vesayti kırma değil, egemen sınıflar arasındaki iktidara sahip olma ya da iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanma dalaşı vardı. Askeri vesayet yıkıldı, ama AKP’yi destekleyen liberallerde onunla bilikte yıkıldı. Çünkü, peşinden, aynı AKP o askeri vesayet sahpleri ile ittifak kurdu.

Egemen sınıflar arasındaki politik dalaşma, burjuvazinini kendi içindeki iktidar dalaşıdır. Yoksa, geniş halk yığınlarının demokratik hak ve özgürlüklerinin  genişlemesi uğruna yapılan bir savaş değildir.

Burada, AKP’yi “muhafazkar demokrat” diye kitlelere yutturan, benimseten ve onun en keskin idelojik kalemleri olan burjuva liberallerin, günümüz AKP-MHP ve diğer bileşenlerin faşizminin vesyatinden sorumludurlar. Tekellerin, toplumu bu kadar kolayca faşist baskı altında tutmasında sorumluluk payıları vardır.  Çünkü, küçük burjuva liberaller, geniş halk yığınlarının, sermayenin kanlı yüzünü doğrudan görmeleri önünde (ideolojik-politik olarak) engelleyici rol oynadılar. Sınıfsal karakterleri, onlara bu rolü içselleştirmiştir.



[1] Daha önce bu konuyu, “Artı-Değerin Kaynağı” adlı araştırma yazımda ele almıştım. Kaypakkaya.org ve kendi Blogum’da bakılabilir. https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/arti-degerin-kaynagi-2?page=0%2C151

 

[2] Stefan Engel, “Küreselleşme”, Tanrıların Günbatımı, Uluslararası Üretimin yeniden Örgütlenmesi, sf. 17, Umut Yayımcılık. (abç)



            

 

  İSİG 26 Ocak 2021 Tuzla Köprüsü'nde Açıklama

 



Dünyada   “otoriter rejimlerin artması” ne anlama geliyor?

 



Bütün burjuva ülkelerinin ve de onların oluşturduğu birliktelikler (AB, NATO ve diğerleri), yayınladıkları bildiriler, konseptler düşman yaratıcı, ve düşman çoğaltıcı yanında düşmana karşı, karşı taktiklerin geliştirilmesi işlenmektedir. Yani, ortada “barış” ve “uyum içinde birlikte yaşamak” yoktur. Mümkün olduğunca rakip yaratmak ve rakip gördüğünü zayıflatmak ve ya da yok etmek. Bu, emperyalist denegsiz gelişme yasasının bir eğilimi olarak ortaya çıkar.

ABD’nin en son yayınladığı “Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi” (Aralık 2017), Çin’in, Rusya’nın, NATO’nun “NATO 2030 Belgesi”[1] yayınladıkları stratejik belegelerinde, ve diğer belgelerde bunlar vardır. Karşı tarafı “otoriter” olarak değerlendiren AB bileşenleri, kendi otoriterliklerini ise “demokrasi” olarak adlandırdıkları gibi, bütün dünyada kendi yanında duran en gerici ve faşist rejimleri desteklediklerini ise görmezden gelmemizi istiyorlar.

Burjuva medyası, faşist rejimleri “popülist rejimler”, “popülist iktidarlar” vb. adla adlandırmayı tercih ediyor. Çünkü “en demokrat” bilinen burjuva cumhuriyeti ile popülist dedikleri faşist rejimler arasında kalın bir sınır olmadığı gibi, birbirine oldukça yakın ve çoğu zaman içiçe geçmişlik vardır.

Ancak, aynı burjuva medyası, Venezuela’daki Maduro iktidarını (daha öncede Chavez) “diktatör” olarak propaganda yapıyor. Oysa ki, Maduro’da seçimle iktidara geliyor. Üstelik, bütün emperyalistlerin kışkırtmalarına, içerdeki sermaye tarfını açıktan desteklemelerine, darbe girişimleri yapmalarına karşın, Maduro, yapılan tüm seçimleri kazanarak iktidara gelmiştir. Çünkü Maduro, emperyalist sermayenin çıkarlarının karşısında duruyor. Ülkeyi uluslararası tekellere tam olarak açmıyor. Petrolü ve ülkenin diğer yeraltı zenginliklerini –dünyada özelleştirme furyası varken- millileştiriyor.

Bolivya’da seçimle başa gelen Evo Morales, emperyalist devletlerin desteklediği bir darbe ile iktidardan düşürüldü. Bir yıl sonra yapılan seçimleri yine Evo Morales’in partisinin adayı kazandı. “E. Morales’e darbe yapılmasını ben destekledim” diye övünebilen uluslararası tekel sahibi haydut ise, “çok demokrat” olarak kitlelere sunuluyor.[2]

E. Musk; “biz kime istersek darbe yapacağız, buna alışın (We will coup whoever we want! Deal wiht it.)[3] diye twitt atıyor. Uluslararası emperyalist bir tekel sahibinin, darbeciliğini gizlemeyip açıktan dile getirmesi, tekellere karşı çıkan halkları açıktan tehdit etmektir. O da bunu bilerek yapıyor. Bu çıkış, emperyalist tekelci burjuvazinin karakterini de net olarak belgeliyor.

Demek ki, burjuvazi için “seçimle gelen seçimle gider” ilkesi, burjuvazinin yani, uluslararası emperyalist tekellerin çıkarlarına uygunsa geçerlidir. Uygun değilse, uluslararası emperyalist tekelere karşı olanları yıkmak için her yol mübahtır. Seçimlerin hangi koşullarda yapıldığı ise ayrı bir konudur. Seçime katılanlar eşit koşullar içinde katılamaz. Egemen sınıfların burjuva partileri her zaman büyük avantajlarla seçime katılırlar. Maddi desteklerin yanında devletin tüm olnakları onlar için kullanılır. Reformist ve de komünist örgütlenmeler ise en zor koşullar ve olanaklar altında seçime katılırlar. Ve devletin güvenlik güçleri her zaman işçi sınıfı örgütlenmelerinin daha geniş kitlelere ulaşmasını engellemek için tüm güçlerini seferber ederler. Bunu ise (burjuva) demokrasinin olmazsa olmazı olarak sunarlar.

Burjuvazi gibi, onun basını da iki yüzlü riyakardır. Gerçeklerin kitleler tarafından görülmesini gizleme yalanları gerçek gibi gösterme araçlarıdır. Burjuva medyası, sermaye iktidarının çıkarlarını korumak için, doğrular dışında her yolu kendine mübah olarak görür.

Bugün, bütün dünyada ciddi bir gericileşme, faşistleşme söz konusudur. İşçi haklarının, demokratik hak ve özgürlüklerin yok edilmesi, kısıtlanması, kitlelerin baskı altına alınması, iç faşistleşmenin genişletilmesi eğilimi giderek güçlenmektedir.

Artık, faşist iktidarlar “poplist iktidarlar” olarak adlandırılarak normalleştiriliyor. “Terörüzme karşı mücadele” adı altında işçi ve emekçilerin hakları kısıtlandığı gibi, sömürü ve baskı yasaları ağırlaştırılıyor. Tekelci sermaye her alanda işçilere ve emekçilere yönelik saldırılarını genişletip sistemleştiriyor ve bunu “demokrasi” olarak kitlelere sunuyor.

Kapitalist toplumsal sistemin çürümüşlüğü arttıkça, kitlelere, savaş ve gericilikten başka bir şey veremiyor. Sermaye birikimi ve kapitalizmin genişlemesi arttıkça, her şeyi kapitalist meta haline getirerek artı-değer elde etme üretimini artırma ekonomi politiği, kitlelere daha fazla baskı olarak geri dönüyor.

Emperyalist  sermayenin büyümesi yeni pazar alanlarına artan ölçüde gereksinim duyarken ve de yeni emperyalist ülkelerin ortayan çıkması, uluslararası alanda hegomanya savaşını kızıştırmakta, çelişmeleri keskinleştirmektedir. Bu da, iç faşistleşmeyi, işçi sınıfı aleyhine anti-demokratik yasaları daha fazla gündeme getirmektedir.  Örneğin 1990’lardaki demokratik hak ve özgürlükler ile günümüzdeki demokratik hak ve özgürlükler aynı seviyede değildir. Günümüzde daha da gerilemiş, işçi hakları ala bildiğine budanmış, yasal baskıların yanında polisiye baskılar artmıştır.

 

Burjuva Demokrasinin Sınırlarını İşçi Hakları Belirler

Eğer burjuva ülkelerine bir demokrasi karnesi verilecekse, bu işçi hakları üzerinden olmak zorundadır. Burjuva demokrasisinin sınırları işçi haklarının sınırları ile belirlenir. Çünkü kapitalist toplumsal sistem,  işçilerin ödenmemiş emeği (artı-değer) üzerinde inşa olmuştur ve işçilerin emeğini gasp ederek ayakta durur.

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu[4] (ITUC), 2020 Haziran aynında yayınladığı 2020 Küresel Haklar Endeksi’nda, dünya genelinde istatistik içine alınan 144 ülkeden 123’ünde ülkede grevler ya yasaklandı ya kısıtlandı. Bu oran son yedi yıl içinde %63’ten %85’e yükseldi. İşçi gerevlerinin yasaklanmasında 7 yıl içinde %12 oranında artış var. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde grev yasakları yüzde yüz. Grev yasağı oranı Afrika’da %97, Asya-Pasifik ülkelerinin %87’isinde, Avrupa ülkelerinin %74’ünde, Amerika (Kuzey-Güney) ülkelerinde %72 oranında yasaklama ve kısıtlamalar söz konusu.

Toplu sözleşmeleri engelleyen ve ihlal eden ülkelerin sayısıda az değil. 2014 yılından 2020 Haziranı’na kadar dünya genelinde bu ihlal %60’tan %80’e çıkmış. Yani 7 yıl içinde toplu sözleşme yasağı ya da ihlali oranı %10 artmış.

İşçilerin örgütlenme haklarıda ya ellerinden bütünüyle alınmış ya da örgütlenme önünde ciddi kısıtlamalar ve yasal engeller çıkarılmıştır. Yine anlaşmazlıklarda, işten atılmalarda ve bunların mahkemelere götürülmesinde, kısacası  işçilerin adalete ulaşmasında aynı şekilde 2015-2020 arasında %20 oranında bir gerileme söz konusudur.

İşçi hakları denince başta, işçilerin sendikal örgütlenmesi gelir. Dünya genelinde ankete katılan 144 ülkeden 89’unda işçilerin sendikal örgütlenmeleri ya tam yasaklanmış ya da önemli ölçüde engellenmiştir.

İşçilerin sendikal örgütlenmelerini engeleyen ya da kısıtlam getiren bölgelerin durumu: Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) ülkelerinde bu oran %89. Asya-Pasifik’te %70; Afrika ülkelerinde %69, Amerika kıtasında ise %64. Ve Avrupa’da %36.

İşçilerin haklarını arama karşılığında, keyfi tutuklama, gözaltı ve hapis oranı da az değil. Son yedi yıl içinde %25’ten %42’ye çıkmış. Ankete katılan 144 ülkenin genel ortalaması ise %42. Ankete katılmayan ülkeler hesaba katılırsa oran dahada yükselir. Çünkü ankete katılmayanlar ülkelerde işçi hakları diye bir şeyin olmadığı bir gerçektir.

Keyfi tutklama, gözaltı ve hapis:

 

Asya-Pasifik:      %74

MENA:                %50

Amerika:            %48

Afrika:                %33

Avrupa:              %26

 

İfade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğünde ise, son yedi yıl içinde gerileme ve işçilerin hakları kısıtlanmaya devam etmiştir.

İLO’nun verileride ITUC verileri ile uyuşmaktadır. İşçilerin üctretleri reel olarak düşerken, işszilikte her geçen gün artmaktadır.

ILO’nun Küresel Ücret Raporu 2020/21 ise, bu konuda da işçiler lehine bir gelişme olmadığı gibi daha gerilere gidildiği ve özellikle de erkek işçi ile kadın işçi arasındaki ücret eşitsizliğinin Korona virüs salğını sürecinde daha fazla artığını ortaya koymaktadır. Burjuvazi, Korona pandemisini fırsat bilerek, genelde bir ücret düşüklüğüne giderken, kadın işçiler üzerindeki ücret düşürme baskısını daha da artırmıştır.

İşçi başına düşen üretim artışıyla, ücret artışları oranlı değil. İşçi başına üretim artışları yükselirken, işçi ücretlerinde düşüş yaşanmaktadır.

Burjuva demokrasisinin ortalama normlarına göre puanlama yapan Fredoom  House’un[5] (FH) hazırladığı 2019 endeksine görede, son 14 yıl içinde insan hakları ihlallerinde yükseliş söz konusudur. Yani, bütün istatistikler, burjuva devletlerinin daha da iç faşistleşmeye gittiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, dünyada anlaşmazlık ve çatışma bölgelerin sayısı da artmaktadır. Bunun anlamı. Bütün kapitalist devletler silahlanmaya daha fazla ağırlık veriyor. Bunun en tipik örneği Faşit Türk hükümetinde görülmektedir. Faşist Erdoğan, kitlelerin iş ve aş istemesi karşılığında: “bir kurşunun fiyatını biliyor musunuz”[6] diye karşılık vermişti.

FH’un attığı başlık: “Dünyanın her bölgesinde özgürlüklerde dramatik düşüş gözlemlendi.” Bunu komünistler söylese, burjuva liberalleri “abartılıyor, demokrasi düşmanları” diye çıkışabilir, ama bu başlıkları artık kapitalizmi ve burjuva demokrasisinin asgari normlarının uygulanmasını savunan kuruluşlar yazıyor. Örneğin, Türkiye, Brundi’den sonra, son on yıl içinde özgürlüklerin kısıtlanmasında %31 ile ikinci sırada yer alıyor. Bu verilerin içinde 2020 yok. Oysa, Türkiye’de halklar üzerinde  2020 yılı, faşist baskıların daha da ağırlaştığı yıl oldu.  İş yerlerinde işçilerin uğratıldığı kırım Türkiye’nin neden ikinci sırada olduğunun somut delili oluyor.

İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG): “son 4 yılda 10 bin 62, 2020 yılında ise 2 bin 47 ölümle Türkiye tarihihnin en büyük işçi kırımı[7] meydana geldiğini rapor ediyor. Ayrıca, AKP iktidarı yılları içinde yaklaşık 27 bin işçi iş cinayetinde yaşamını yitiriyor. Son sekiz yılda sadece tersanelerde 226 işçi iş cinayetinde yaşamını yitiriyor.[8]

Türkiye’de bazı sol liberaller, AKP iktidarının uygulamaları karşısında; “bizm burjuvazi niye sessiz kalıyor” diye yakınıyorlar. Güya, AKP, burjuvaziye rağmen faşizmi uyguluyormuş görüntüsü vererek, burjuvaziyi temize çıkardıklarını göremiyorlar ya da gerçekten burjuvazinin (özellikle de TÜSİAD’ın) “demokrat” olduğuna inanıyorlar. İkincisi daha güçlü bir ihtimal. Böyle düşünce sahibi olanlar, daha çok “sol” düşünceli ekonomistler. Marx’tan sıkça söz etmelerine karşın, toplumsal yapıda esasta iktisadın belirleyiciliğini unutmuş gözüküyorlar.

Kapitalizmin işçi kıymı sadece Türkiye’ye özgü değil, bütün dünyada aynı şekilde. Buraya İLO’nun 2019 verilerini alalım:

Son tahminler, her yıl 2,78 milyon işçinin iş kazaları ve işle ilgili hastalıklardan öldüğünü, bunların 2,4 milyonu hastalıkla ilgili olduğunu ve 374 milyon işçinin de ölümcül olmayan iş kazalarından meydana geldiğini ortaya koymaktadır.[9]

 FH’un verilerinde, istisnasız bütün ülkelerde ifade ve inanç özgürlüğünde son 14 yıl içinde düşüş var.  Dernekleşme ve örgütlenme haklarında Asya-Pasifik ülkelerinde çok cüzzi (%1 kadar) bir iyileşme varken, diğer bütün ülkelerde gerileme söz konusu. Burjuva liberalleri tarafından “demokrasi savunucusu ve uygulayıcısı ” olarak örnek gösterilen  AB ülkeleri de bu gerilemenin içinde yer alıyor.

Son 14 yıl içinde hukuk kuralları %3 oranında iyileşme MENA ülkelerinde görülürken, diğer ülkelerde yine düşüş var. Yani, burjuva demokrasisinde, kendi normları içinde özgürlüklerin genişlemesi yönünde artı yok. Kapitalizmin derinliğine ve genişliğine dünya çapında gelişimesine karşın, burjuva demokrasisinde hızla otoretileşme (iç faşistleşme) eğilimi de artıyor. Demek ki, burjuvazinin yönetimi altında, teknolojik ve bilimsel gelişmelerde özgürlüklerin genişlemesine değil, işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde baskıları artırıcı işleve neden oluyor.





[1] www.euronews.com.tr/2021/01/15, Mehmet Cem Demirci

[3] -Elon Musk (@elonmusk) July 25, 2020

 

[6]Ben buradan patetesçilere domatesçilere sesleniyorum o bir tane merminin bedelini biliyor musun? Bunlar nereden geldi biliyor musun sen” 9 Şubat 2019, Tayyip Erdoğan’ın Aydın’daki konuşmasından.

[8] İSİG Meclisi’nin 26 Ocak 2012’de Tuzla Köprüsün’deki açıklamasından. www.direnisteyiz28.org

[9] https://safety4sea.com/wp-content/uploads/2019/05/ILO-Safety-and-health-at-the-heart-of-the-future-of-work-2019_05.pdf
















Emperyalist Dünya Ekonomik Formu’ndan Liberal Beklentiler

 

Liberallerin ve kendine sol diyen “sol” liberallerin burjuvazinin “demokrat” görünümlü, ama özünde ise uluslarrası tekelerin sözcülerinden beklentileri ve umutları var.

Dijital Dünya Ekonomik Formu (DEF) 2021 21-29 Ocak  tarihleri arasında yapıldı. Ancak bu kez dijital yapıldı. Sloganları: “Anlaşmazlık çağından işbirliği çağına” idi.

Emperyalist devletlerin temsilcileri yanında uluslararası tekel  temsilcileri de buraya katılıyor. Ve neredeyse hepsi de “halkçı”, “demokrat”, “eşitlikçi”, “yoksulluğu bitirici” sosyal kavramların yanında  “doğanın tahribatından”, “ekolojik dengenin bozulmasından” söz ederek ne kadar doğa dostu olduklarının mesajını verirler. Temsilen bir kaç yoksul ülkenin liderini de çağırırlar ki, mesajın sahteliği anlaşılmasın. Bu yıl, doğayı tahrihp etmelerinin sonucu olan pandemi nedeniyle, bir yığın  dijital mesajı bırakarak yine kendi işlerine döndüler. Yani, Oxford’lu bir profesörün[1] ileri sürdüğü; “2040 yılına kadar, biyolojik tehlikeler, siber tehditler ve uzay çatışmaları” riski oldukça yüksek dediği işleri daha ileri taşımak...

Oysa, bu olguların yaratıcıları ve hatta daha da derinleşemesine neden olanlar bunlardır bunların temsil ettiği kapitalist-emperyalist sistemdir.

Örneğin, Fransız emperyalizmin temsilcisi fırıldak devlet başkanı Macron, şöyle demiş: “... bu krizden ancak eşitsizliklerle mücadele eden bir eknomiyle çıkabiliriz.”

Dünya alemde biliyor ki; Macron göreve geldiğinden bu yana Fransa’da işçi ve emekçilerin gelirleri azaldı, sosyal adaletsizlikler arttı, polis yasaları devreye girdi ve “sarı-yelekliler”in eylemleri ve sendikaların 2019 ortalarından 2020 ortalarına kadar süren grevler ve direnişler bu dönemde oldu. Nedeni çok basitti: Sosyal hakları kısmak isteyen Macron’a geri adım attırmak. Macron “özür” diledi, ama bu özür sahteyidi. Bunu Fransız işçi ve emekçileri de biliyor. Macron her fırsatta eşitsizlikleri derinleştirici adımlar atmak istiyor.

Kapitalist tekellerin diğer sözcüleri de aynı sözleri ettiler. “kapitalizm artık bu haliyle sürdürülemez” vb.

Bu sözleri, 2020 Davos’unda da söylemişlerdi. Dünyanın en büyük zenginleri arasındaki yerini kimseye kaptırmayan Bill Gates’de söylemişti. Bu nedenle de Afrika’da “açlık ve yoksullukla mücadele” adı altında, Gates Vakfı'nın  “yeşil devrim projesi” köylüleri daha da yoksullaştırdığı gibi, azıcık toprağı olanlarda toprağını B. Gates’e kaptırdılar. Yani, aç kurdun kuzuya faydası ne zaman olursa, emperyalist tekellerinde halka o zaman yardımı olabilir demek gerekiyor.[2] Tekeller Afrika’yı “açlıktan kurtarmaya” her gittiklerinde, Afrika, insanı ve doğasıyla daha da katlanılmaz acılarala karşı karşıya kalıyor. Bu birazda, faşist Trump’tan bekledikleri “demokrasi”yi bulamayanların, “demokrat sermayenin” temsilcisi Biden’de bulmayı hayal etmeleri gibi bir şey...

Bu yıl ki DEF, gerçekten, “anlaşmazlık çağından işbirliği çağına” şeklinde mi sona erdi? Elbette böyle sona ermedi ve eremezde. Bu kapitalist ekonominin varoluş ruhuna terstir. Çünkü kapitalizm rekabet demektir. Kapitalizm, birbirini yeme, birinin üzerine basarak yükselme ve büyümek için birilerini yok edeceksin ilkesini temel alır.

DEF Müttevelli Heyeti Üyesi Jim H. Snabe (Simens’in ve Möller-Maersk’in denetim kurulu üyesi ve daha başka görevler ve tam anlamıyla uluslararası tekel temsilcisi) şöyle diyor:

Kutuplaşma, ilerleme ve sürdürülebilr kalkınmayı rayından çıkardı .. daha iyi bir dünya inşa edebilmeliyiz. Küreselleşmiş ticaret, yüzmilyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı.[3]

Bütün tekel sözcüleri  ve devlet başkanları buna benzer şeyler söyleyerek 2021 dijital DEF’nu kapadılar.

Esasında, emperyalist tekellerin sözcüleri de, kendi geleceklerini iyi görmüyorlar. Bu nedenle, J. Snabe, acı acı ve hatta yalvararak tekellere sesleniyor: “Hoşunuza gitsin veya gitmesin, bu işte birlikte olduğumuzu her zaman aklımızda tutmalıyız: Ya hepimiz kazanırız ya da hepimiz kaybederiz.”[4]

Ezdikleri, sömürdükleri kitlelerin hoşnutsuzluklarının artması ve kitlesel hareketlenmelerin büyümesi, onları kara kara düşündürdüğü bir gerçek. Bir gerçek daha var: Kapitalizmin bir canavar olduğunun farkındalar, ancak onun önüne geçemiyorlar. Geçmeleri için onu yıkmaları gerekir. Elbette bunu yapmazlar, tersine yıkmak isteyenlere karşı mücadale veriyorlar. Çünkü onlar, kapitalizmi döndüren çarkın birer dişlileridirler. Kapitalizmin yarattığı sorunlara kapitalizm içinde çözüm bulmak istiyorlar. Ancak, kapitalizmin yarattığı sorunlar kapitalizm içinde çözülemez. Her yönüyle çürümüş  bu toplumsal sistem yıkılıp yerine sosyalizm kurulunca çözüm bulunmuş olur ve kapitalizmin tüm tahribatları da ancak böyle ortadan kaldırılabilir.

Emperyalist tekel sözcülerinin yakındığı kutuplaşma, sınıflı bir toplumun kaçınılmaz bir sonucudur. Sınıfların varlığı toplum içinde kutuplaşmanın kendisidir. Üretim araçlarını elinde bulunduranlar ile üretim araçlarından yoksun olarak yaşamak zorunda olanlar aynı sınıfın içinde olmazlar ve bu iki sınıf arasındaki uçurum, sermayenin büyümesi ve merkezileşmesine oranla artmaya devam eder. Bu da, sınıf çelişmesini kekinleştirmeye ve kaçınılmaz olarak kendi çözümünü yaratıcı nihayi bir çatışmaya kadar götürür.

Paydaş kapitalizm savunucuları: “Şirketlerin yalnızca hissedarlar için kısa vadelei karları optimize etmekle kalmayıp, tüm paydaşlarının ve genel olarak toplumun ihtiyaçlarını gözönünde bulundurrarak uzun vadeli değer yaratma arayışında olduğu bir kapitalizm biçimidir.[5] Diye yazıyor, Klaus Schwab ve Peter Vanham diye birileri. Bunlarda kapitalizmden “iyi niyet” beklentisi olanlar. Ve elbette, bu tür yaklaşımlar, toplumsal sistemi yaratan üretim tarzına değil, toplumsal sistemi kişilere indirgeyen burjuva ahmaklıktan başka bir şey değildir.

Paydaş kapitalistler”, daha doğrusu 1960-1970’lerin sosyal demokratları,   kapitalizmi yaşatma çözümleri olarak, kapitalizmin reforme edilmesini öneriyorlar. Üstelik bu görüşleri Klaus Schwab 1971 yılından beri savunuyormuş. 50 yıldır “paydaş” olamayan kapitalizm, daha da “eşitsiz”liklerle dolu olduğunu görüyor elbet.  Ne yazık ki, kapitalizm geçmişte kazanılmış sosyal hakları da ortadan kaldırarak ve eşitsizlikleri katlıyarak yoluna devam ediyor. Burjuva liberaller bir türlü gerçek olgulardan uzak rüyalarından uyanamıyor. Onların esas korkusu: Tüm sosyal eşitsizliklerin ortadan kalktığı komünist bir dünya. Bu korkularını yenerlerse, sağlıklı bir düşünce üretebilirler.

Aşağıda, kapitalizmin ehlileşmesini savunan sosyal yardım kuruluşlarından OXFAM’ın, kapitalizmden beklentilerini buraya alalım. Oxfam bile “küreselleşmenin yüzmilyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı” diye iddia edemiyor: Oxfam’ın kendi rakamları tekel sözcülerini yalanlıyor:

OXFAM, 2019’dan 2020’e kadar bir yıl içinde sosyal eşitsizliklerin 2 puan artığını rapor[6] ediyor. OXFAM, “sosyal eşitsizlik içinde olduğunu söylediği 3.5 milyar insanın”;   kapitalist tekellerden eşitsizlikleri azaltmayı, beklemeye ve ummaya devam etmelerini istiyor. Sosyal  eşitsizlik kapsamında yaklaşık 3,5 milyar insanın 2030 yılına kadar bir milyar eksiklerek 2,5 milyara düşmesini bekliyor. Oysa, Oxfam kuruluşundan beri yayınladığı raporları incelese, sosyal eşitsizliklerin azalmayıp artmaya devam ettiğini rahatlıkla görebilir. OXFAM gibi kuruluşların derdi; “yardım ettiği” insanların, yardıma muhtaç olmadan toplumsal bir yaşam sürmeleri değil, tersine, yardıma muhtaç olarak yaşamalarını istediği için, kapitalizmi eleştiriyormuş gibi yapıyor olmalarıdır. Yani, kitleleri oyalamadır. Kitlelerin gerçek kurtuluşunun kapitalizm altında olmayacağını, Bill Gates’in vakfının Afrika’da “açlığı ortadan kaldırmak için” ineklerin DNA’sını değiştirmenin, kitlelerin ağzına belki bir parmak bal çalmaktan öte gidemeyeceğini saklamak istemeleridir.

Her sınıfın “yardım” anlayışı, sınıfsal yapısına uygun ekonomik ve sosyal bir içerik taşır. Kapitalist tekeller ne kadar “iyi niyetli” olurlarsa olsunlar, onların niyeti sermayenin birikim mantığıyla doğru orantılıdır. Bu da, kaçınılmaz olarak artan ölçüde milyonlarca insanın yoksullaşması, bir avuç insanın ise zenginleşmesiyle sonuçlanan toplumsal bir olgudur.

 

Bitti

 



[4] Jin Snabe’nin aynı makalesinden, 21 Ocak 2021

 



Bitti