7 Mart 2023 Salı

Kapitalizm Ehlileşir Mi?

Bu Piramid Yıkılacaktır!

 

 

 

Kapitalizm Ehlileşir Mi?

(yazının bütünü)

E

 

Yusuf KÖSE

 

Giriş:

Kapitalist üretim ilişkileri altında öncelikle iki şey göze çarpar: Bir tarafta devasa sermaye birikimi, yani bir avuç kapitalistin elinde biriken zenginlik, bir tarafta ise sermaye birikimine ters orantılı büyüklükte toplumun en geniş kesimlerini (çalışanları ve işsizleri) içine alan devasa bir yoksulluk. Kapitalist toplum bu anlamda iki kampa bölünmüştür. Aralarında derin sınıfsal uçurum olan bu iki kampı bir araya getirmek, birleştirmek ya da en iyimser yanıyla ekonomik, siyasi ve kültürel olarak yakınlaştırmak olası değildir. Bölünmüş iki kampın ortadan kalkması için, bu uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklarla bölünmüşlüğü yaratan ekonomik ilişkilerin ortadan kaldırılması gerekir. Yani, bu iki kampı yaratan kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla, çalışanların ürettiklerine el koyan bir avuç kapitalist ile çalıştıklarının karşılığını alamayan ve zenginlerce el konulanların oluşturduğu yoksullar kampı da ortadan kalkarak sınıflı toplumsal yapıda ortadan kaldırılmış ve yerine sınıfsız bir toplum inşa edilmiş olur.

Bu toplumu oluşturan esas olarak bu iki uzlaşmaz sınıfsal kamp, gökten bir elma gibi düşmedi. Bunu tarihsel kökleri var . İnsanlık tarihinin ilk evrelerinde olmsada, daha sonraki süreçte, insanın üretkenliğinin artmasıyla, fazla üretime el koyanların ortaya çıkmasıyla oluşmuştur.

O günden bu güne değin, özel mülkiyet ve özel mülkiyete sahip olmayanlar olarak bölünmüş toplumsal yapı, özel mülkiyeti elinde bulunduranlar ile mülksüzleştirilmişler arasındaki mücadele, bazan kanlı, bazan devasa sınıf çatışmalı toplumsal altüst oluşlarla günümüze geldi. Toplum sınıflara bölündüğünden bu yana hiç bir zaman durağan ve sattik bir hal almadı. İçten içe büyüyen sınıf çelişmeleri devrimsel çatışmalarla günümüze ulaştı.

Bu iki uzlaşmaz sınıfa bölünmüş kapitalist toplumda, sınflar arası uzlaşma söz konusu olabilir mi? Olur denirse, kapitalistlerin el koydukları zenginlin bir kısmından, daha da ilerisi, işçi sınıfı üzerinde kurdukları diktatörlüğün bir kısmından vazgeçilmesi anlamına gelir.

Burjuvazi, iktidarından vazgeçer mi? Daha önceli olmasına karşın, burjuvazinin tarihini 1789’da başlatırsak, burjuvazinin kendiliğinden iktidarından vaz geçmediğini, yaşanan burjuva ve proleter devrimlerle gördük. Tersine, burjuvazi kaybettikleri iktidarı yeniden ele geçirmek için bütün çabaları gösterdiğini ve işçi sınıfının sosyalist iktidarına karşı, aralarında çıkar çatışmalarını bir kenara bırakarak, esas düşmanları olan işçi devletleri olan sosyalizmi yıkmak için birleştiklerini gördük. Ne yazık ki, saf değişitirip liberalleşen küçük burjuva Kautsky’nin; “... Sermayenin yayılma eğilimleri, emperyalzimin şiddete dayalı yöntemleriyle değil, ancak barışçı demokrasiyle en iyi şekilde kolaylaştırabilir” öngörüsü gerçekleşmedi, tersine iki dünya savaşı yaşandı ve o günden bu yanada emperyalist işgaller, saldırılar, tekeller arsındaki ölümüne rekabet ve paylaşımlar bitmedi. Küçük burjuva düşünce yapısının, sınıf uzalaşmacılığı hayali, sınıfların “iyi niyeti” gösterileriyle ilgili olmadığını sıklıkla gösterdi.

1789 tarihi, nasıl ki, burjuvazi için, feodal aristokrasiyi yenip, feodal sistemi parçalayarak burjuvazi önderliğinde kapitalist toplumsal sistemi kurmanın görkemli tarihini, bir adım daha ileri taşımanın dönüm noktasıysa: 1917 Sovyet Devrimi’de uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halklar için  (bu yıl 150. yılını kutladığımız) 1871 Paris Komüni izinden yürüyerek, işçi sınıfı önderliğinde  burjuvaziyi yenip kapitalizmi yıkıp sosyalizmi inşa etmenin tarihi adımını daha ileri taşımanın toplumsal tarihin görkemli bir dönüm noktasıdır. Burjuva devrimleri sosyalizmin kurulmasının yolunu açtıysa, sosyalist devrimlerde; insanın insanı ezen, insanlar arasına sınır çeken ve insanı sınıflara bölen toplumsal yapıların nasıl ortadan kaldırılacağının yolunu açmıştır.

 

Üretim Araçları Kimin Elindeyse İktidar O Sınıfındır

Diğer sınıflar üzerinde egemenlik inşa eden sınıf, sınıfsal imtiyazlarından vaz geçmez. Tersine, ekonomik, siyasi ve kültürel imtiyazlarını her geçen gün daha da artırma yoluna gider. Bu sınıflara bölünmüş toplumsal bir  yapıda, diğer sınıflara hükmetmenin, onlar üzerinde iktidar kurmanın olmazsa olmazıdır. Çünkü, kapitalist üretim ilişkileri, iktidardaki sınıfın iktidarda kalması ve her geçen an imtiyazlarını daha da artırmanın toplumsal üretimini gerçekleştirir. Ama öbür yandan ise, baskı altın aldığı, üzerinde iktidar oluşturduğu sınıfın güçlenmesinin alt yapısını kaçınılmaz olarak üretir.

Burjuvazi, iktidarını, daha fazla sömürü ve daha fazla baskı ile üretir. Ama buna karşı ise, üzerinde egemenlik kurduğu işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkilerini yıkıcı, tahrip edici devrimci ilişkilerini  (üretici güçlerin gelişmesini) kaçınılmaz olarak üretir. Ancak, biri geri bir üretim iken, ikincisi ileri bir üretimdir. Burada ileri olan, burjuvazinin üzerinde egemenlik kurduğu üretici güçlerin devamlı bir devrimci gelişm içinde oluşudur. Burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışma, yeni ile eskinin, geri ile ilerinin çatışması olarak ortaya çıkar. Geri üretim ilişkilerine dayanarak toplumsal sisteme gemen olan burjuvazi, üretim ilşkilerinin gerici karakterinden dolayı, devamlı olarak ilerini karşısında yer alıp, var olan toplumsal statik durumu korumaya, yani, kendi iktidarını korumaya, ona karşı çıkan kesimleri ise devamlı olarak devlet gücüyle, yani zorla bastırmaya ve susturmaya çalışır.

Soyut söylemleri somut ile birleştirirsek, sermaye birikimi, zoru (devlet şiddeti ya da şimdi Türkiye’de uygulandığı gibi devlet terörü, ki bu; faşist devlet terörüdür)  zorunlu olarak öne çıkarır. Çünkü, sermaye birikimi, işçinin emeğinin zorla kapitalist tarafından el konulmasına dayanır. Burjuvazi, kendi emeği olmadığı halde, üretim araçlarını elinde bulundurmasından dolayı, yaşamını sürdürmek için üretim araçlarından yoksunlaştırılmış (mülksüzleştirmenin özü budur) işçiler üzerinde, durmadan artan ölçüde, baskı ve sömürü koşullarını ağırlaştırır. Sermaye birikiminin oranına koşut olarak baskı ve sömürü koşulları da ağırlaşır. İşçi sınıfının yaşam koşulları iyice sefilleştirilir. Bu kapitalist birikimin genel bir eğilimidir.

Burjuvazinin, işçi ve emekçi karşısında en büyük silahı üretim araçlarına sahip olmasıdır. Bu nedenle de, toplumun önemli bir kısmını mülksüzleştirmesi gerekir. İnsanın yaşamını sürdürmesi için üretim araçlarına gereksinimi vardır. Üretim araçları, toprak, toprağı işleyecek aletler, üretim yapacağı makineler vb. Bunlar olmadan insan yaşamını sürdüremez. Ya da küçük esnaf içinde köyde yaşayan köylü içinde yaşaması için birine küçük bir esnaf dükanı, diğerine ise az da olsa toprak gereklidir.

İnsan üretiminin gelişmişlik düzeyinin yüksek oluşunun getirdiği bir sonuç olarak, toprağın dışında, üretim araçları fabrikalarda toplanmıştır. Yüksek düzeyli ve toplumsal üretimler artık fabrikalarda yapılmaktadır. Yani, kapitalizm öncesi çağlarda olduğu gibi, küçük ve bireysel (toprak da dahil) üretim araçları  toplumsallaştırılmıştır. Ve bunlar kapitalist bireylerin elindedir. İşte kapitalistin en büyük avantajı budur. Üretim araçlarını (fabrika ya da toprağı kendi mülkiyeti altında toplayan büyük toprak sahibi olarak) kendi elinde toplayarak, yaşamak için üretmek zorunda olan üretim araçlarından yoksun olan işçileri kendi adına çalıştırır. Yaşamak için üretim araçlarından yoksun işçiler mecburen kapitalistin fabrikasında çalışmak zorundadır. Çünkü yaşaması gerekir. Ailesi varsa ailesine bakması için kapitalistin fabrikasında onun istediği koşul ve şartlarda çalışmak zorundadır.

Kapitalist işçiye; “istemiyorsan çalışma, çalışmak gönüllü” diyebilir. Ama, kapitalist de, üretim araçlarından yoksun işçi de çok iyi biliyor ki, işgücünden başka bir yaşam aracı olmayan işçi çalışmak zorundadır. Çalışmazsa yaşayamaz. Çalışmadan kendi bireysel yaşamını sürdüremeyeceği gibi, varsa ailesi, onlarında yaşamlarını sürdürmeleri olası değildir. Çalışmazsa başını sokacağı evi olmaz, günlük asgari gıdasını alamaz. Kısacası, yaşamak için en asgari ve zorunlu gereksinimlerini karşılayamaz.

Kapitalistin en büyük avantajı üretim araçlarına sahip olmaksa, işçinin de en büyük avantajı örgütlü olmasıdır. Ekonomik örgütü olan sendikalar ve iktidar örgütü olarak kendi sınıfının sınıf bilinçli partisi. Kapitalistin en büyük korkusu işçilerin örgütlü olmasıdır. İşçinin sendikal örgütlenmesinden korktuğu gibi, sınıf bilinçli örgütlendesinden fazlasıyla korkar. Ve işçinin örgütlenmemesi için yasal ya da zoraki her türlü engeli çıkarır. İşçinin örgütsüz oluş hali,  aç kurt karşısında savunmasız  kuzu durumuna benzer. Kapitalist aç kurt gibidir. Ama işçi örgütlü olduğunda, özellikle de sınıf bilinçli bir örgütlenme içinde olduğunda, kurt-kuzu ilişkisi işçinin lehine döner. Örgütlülük, işçinin kapitalist karşısında en büyük silahı ve kapitalist karşısında kolay kolay yenilmez gücüdür. İşçi sınıfı ideolojisine yabancılaşmış ve örgütsel olarakta ondan uzaklaşmış küçük burjuva düşünce sahiplerinin bu gerçekliği görmeleri zordur.

Burjuvazi, kitlesel olarak toplumun çok az bir kesimini oluşturmasına karşın örgütlüdür. Onun örgütü kapitalist devlettir. Ancak, bu devlet, işçi sınıfının sınıf bilinçli örgütlenmesi karşısında yaşam hakkı bulamaz. Bu nedenlede burjuvazi, işçi sınıfının örgütsüz kalması için sadece devletin zor aygıtını değil, aynı zamanda ideolojik olarak da örgütsüzlüğü körüklüyor. İşçi sınıfını önemsizleştiriyor. Bu alanda burjuva liberallerini kullandığı gibi, küçük burjuva devrimcileri de burjuva liberallerin ideolojik bombardımanı altında sersemliyorlar.

Kapitalist, mümkün olduğunca her şeyi mülkiyeti altına almıştır. Toplumun ezici çoğunluğunu mülksüzleştirerek, yani onların yaşamaları için gerekli olan üretim araçlarını kendi özel mülkiyetine alarak, işçileştirmiştir. İşçinin ise kapitalist toplumda yaşaması için tek sahip olduğu işgücüdür. İşgücüne sahip olmak her şeye deva olmuyor. Yani, yaşamak için yeterli olmuyor. İşgücünü satacağı ve onu alacak üretim araçlarını kendi özel mülkiyeti altına geçirip toplumsal bir üretim yapan bir kapitalist gerekli. Bu her zaman bulunmuyor. Daha doğrusu kapitalist, üretim fazla olunca ve üretimi pazarda tüketemeyince ya da kriz dönemlerinde işçinin bir kısmını işten çıkararak kapı dışarı atıyor. İşsizlik kapitalist birikimin olmazsa olmaz ilkelerden biridir.

Kapitalist ülkelerde “sıfır” işszilik diye bir şey olamaz. Kapitaliste işçi lazım olduğu gibi, aynı şekilde işsiz de lazımdır. Üretim araçlarından yoksun herkes çalışıyor olursa, kapitalist, işçinin iş gücünü ucuza almak için pazarlık yapma avantajını (bu bir hükmetme biçimidir) yitirir. “Sıfır” işsizlik olduğunda, işgücüne sahip işçi,  ihtiyacı olan patrona iş gücünü ucuza satmaz. Bu da kapitalist birikim için zorunlu olan artı-değer sömürüsünü ya çok aza indirir ya da patrona artı-değer kalmaz. Bu nedenle de, kapitalistlere işçi lazım olduğu kadar işsiz de lazımdır. Ülkede işsiz kalmamışsa dışarıdan işçi alarak işsizleştiriler. AB ülkelerinin göçmen işçi alması bunun en iyi örneğini oluşturur. Bugün, kapitalizm açısından gelişmiş ülkelerin hemen hepsi dışarıdan göçmen işçi avına çıkmıştır. Türkiye’de buna dahildir.[1]

Kapitalist ve kapitalistin devleti, işçiyi öyle bir cendere altına almıştır ki, onu kapitalistin dediği koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlamaktadır. Bu yaşam, ölmeden tekrar ertesi gün kapitalistin fabrikasında çalışmaya yetecek enerjiyi sağlayacak kadar bir geçim ve yaşam biçimidir.

İşsiz olduğu için intihar eden işçiler sık sık haber konusu olur. Bu son günlerde, işszi olduğu için fabrika önlerinde simit satmak zorunda kalan, “pandemi önlemleri” adı altında simit satmasına bile izin verilmeyen, iş gücünden başka hiç bir geçim aracı olmayan  bir kadın emekçi, sosyal medyadan: “Ben 48 yaşındayım ve çalışmak zorundayım. Ama beni kimse işe almıyor. Çocuklarım var, hasta çocuğum var, devlet karşıma polisleri dikmiş, ben polisleri karşımda değil arkamda görmek istiyorum” sesleniyordu.

Bir başka örnek. Yine sosyal medyada gündem olan, 65 yaş üstü bir kadın emekçi, İstanbul’da (65 yaş ve üstü olanlara belli saatlerde sokağa çıkma yasağı –bu da, faşist bir devletin emekçiler üzerinde uyguladığı ekstra devlet terörü-) belediye otobüsüne biniyor. Şöfer kadını indirmek istiyor. Kadın çalışmak zorunda olduğunu ve ev temizlemekten geldiğini anlatmaya çalışıyor. İşgüzar şöfer diretiyor, inmesinde. İşgüzar şöförün tavrı, işçi sınıfının bölünmüşlüğüne örnek oluşturuyor.

Kadın emekçinin karşısına elbette, onu işe almayan kapitalist değil, onun koruyucusu polisi ya da asker dikiliyor. Daha olmazsa mahkemeleri var, bu da yetmezse hapishaneleri var. Yani, kapitalistin yanında tüm kurumlarıyla (istisnasız, kültürel kurumları da dahil hepsi birer işçi üzerinde baskı aracıdır) devlet var. Ama yaşamak için iş isteyen işçinin karşısında bütün haşmeti ve vahşetiyle kapitalistin devlet zoru var.

Bunlar kapitalist sistemin öne çıkarılmayan ama yaygın olan gerçekleri. Üretim araçlarından yoksun olanlar çalışmak zorunda. Çünkü insanın yaşamını idame ettireceği, yaşamını yeniden ve yeniden üreteceği üretim araçları bir avuç kapitalistin elinde (daha çok tekellerin elinde) toplanmış durumdadır.

Sosyal medyada bu örnekler çok. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresinin sosyal medyaya neden karşı oldukları,  neden “faşist-terörist” dedikleri çok açık. Bu çığlıkların toplumun geniş kesimi tarafından duyulmasını istemiyor, istemiyorlar. Aslında bütün kapitalist devetlerde burjuvazi, sosyal medyaya karşı, ancak, sosyal medya alanında sermaye birikimi açısından büyük bir sektör haline geldiği için, bundan da vazgeçemiyorlar. Ve bu sektör her geçen gün devasa adımlarla büyüyor. Şu anda dünyanın en büyük tekelleri ve en büyük zenginleri sosyal medyayı kontrol altında tutan iletişim tekelleridir.

 

Burjuvazinin “Ehlileştirilmesi” Meselesinde Liberallerin Rolü

Baskı ile ayakta duran, baskı ve sömürü ile iktidarını sürdüren bir burjuva sınıfı, baskıları ve sömürüyü hafileştirir mi? Ya da kapitalist sistem ehlileşir mi?

Burjuva tarihi bunun tersine işaret ediyor. Yani, burjuvazinin ehlileşmesi söz konusu olamaz. Ancak, işçi sınıfının yoğun mücadeleleri karşısında kısmen geri adım atabilir, işçiler lehine demokratik haklar biraz fazla olabilr. Bu durumda, 2. Emperyalist savaş sonrası 1970’lerin başındaki emperyalist dünya sisteminin ekonomik krize girmesiyle sona erdi. O günden bu yanada işçilerin kazandıkları hakları adım adım geri alındı. Özellikle 1980’den sonra neoliberal (saldırgan ekonomipolitika) politikaların uygulanmasıyla, işçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürü arttı. Liberalleşme Türkçede “serbestleşme” anlamına gelsede, işçi sınıfı ve emekçiler lehine bir serbestleşme, özgürleşme ve de ekonomik ve demokratik hakların artırılması yönünde bir genişlemeyi içermiyor. Tersine, burjuvazinin her alanda saldırganlığının daha da artması, saldırganlıkta, yani, sömürünün ağırlaştırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin adım adım kısıtlanması ve yok denecek düzeye getirilmesi, işçilerin tam bir ücretli köle durumuna getirilmesi, çalışma saatlerinin uzatılması vb. Burjuvazi lehine, sınırsız bir serbestleşme, işçi sınıfı aleyhine ise, tam bir kölelik düzeyinde çalışma ve yaşama koşuları sunma...

İşçi sınıfı üzerindeki sömürünün artması, politik baskıların artmasını da koşulluyor. Sermayenin birikiminin büyümesi ve merkezileşmesi sömürü ve baskılarının artmasını zorunlu olarak dayatıyor. Sermaye ve işçi sınıfı bir terazinin iki kefesi gibidir. Bir kefenin ağırlığının artmasına oranla diğer kefenin hafiflemesini de beraberinde getirir. Kapitalizmde bu iki kefe hiç bir zaman dengede olamaz. Dengede olması demek, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki sömürüsünün azalması, reforumcu yönünün öne geçmesi analmına gelir. Yani, küçük burjuva liberallerin ileri sürdüğü “kapitalizmin ehlileşmesi” olur ki, bu kapitalist üretim ilişkilerin niteliğine terstir. Bu bağlamda burjuvazinin ehlileşmesi, teorik olarak da olası değildir.

Emperyalist burjuvazi, “Yeni Dünya Düzeni”, “Neoliberal ekonomik model”, “küreselleşme” vb. adlarıyla ürettiği politikalar, ne dünyaya barış getirmiştir ne de bütün burjuva ülkelerinde demokrasinin sınırları ezilenler lehine genişlemiştir. Giderek ekonomik ve demokratik haklar sınırlanmaya bazı ülkelerde ise hepten gaspıyla sonuçlanmıştır. Bu bağlamda, neoliberal ekonomik model, burjuvazinin yeni sermaye birikim modeli olarak yaşama geçirilen saldırgan ekonomipolitikadır. 1970’lerin ortalarından beri uygulanan bu modelin sonuçları ise ortadadır. Koronavirüs salgını da bu modelin ürünüdür. Çünkü, doğa özellikle son 50 yıl içinde görülmemiş oranda yıkıma uğratılmış, doğanın ekolojik dengesi canlılar aleyhine bozulma aşamasına girmiştir.

Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren ise, emperyalizmin girdiği yeni evre (yani üretimin uluslararasılaşması ve dünya kapitalist ekonomisine dünyanın en büyük 500 tekelin egemen olması) ile,  demokratik hak ve özgürlükler burjuvazinin gündeminden kaldırılmıştır.

Stfena Engel bu süreci şöyle tanımlıyor:

... Emperyalist dünya sisteminde giderek büyüyen çatlaklar yüzünden, egemenler çareyi, artan bir şekilde devletin şiddet aygıtını genişletmede ve burjuva demokratik hak ve özgürlükleri kısmada arıyor.”

Eşitsiz gelişme, dünyanın, en büyük uluslararası tekeller ve en büyük emperyalist güçler arasındaki yeniden paylaşılması mücadelesinin yeni bir evresini başlatmıştır. Savaş ve gericilik, miadını doldurmuş bir toplumsal sistemin ana mesajlarıdır.”[2]

Bu saptamalar 1990’lı yılların sonunda yapılıyor ve kitap almanca olarak 2003 yılında yayınlanıyor.

Geçen son 20 yıllık süreç, bu saptamaları fazlasıyla doğruluyor. En “demokrat ülkeler” diye bilinen bir çok Avrupa ülkesinde, gericilik kol geziyor. Burjuva devletler, İskandinav ülkeleri dahil, Fransa, Almanya, Hollanda, İsviçre ve Avusturya’da hak gasplarını yasallaştırdılar. Çoğu AB ülkeleri çalışma saatlerini (1800’lerin başına geri dönüş yaparak) 12 saat üzerine çıkardılar ve polis yasalarını işçi sınıfı aleyhine güçlendirdiler.  AB ülkelerinde neredeyse polisin saldırmadığı demokratik hak ve özgürlüklerin temel kıstası sayılan, “gösteri ve yürüyüş hakkı” yok gibidir. Polis, hemen hemen bütün ülkelerde en barışçıl yürüyüşe saldırmıştır. Saldırmadığı yürüyüş ve gösteri saldırdığından azdır. Saldırmadığı yürüyüş ve gösterileri ise provoke etmek için çabalamıştır. Burjuvazi, hakkını arayan kitleleri kriminalize ve terörize etme eğlimini artırmıştır. Bizim liberallerin överek bitiremedikleri AB böyle bir yerdir.

Özellikle 2000 yılının başından itibaren yürülüğe sokulan “anti-terör yasası”nın neler içerdiğini burada aktarmaya gerek yoktur. Çünkü, burjuva devletlerinin “terör” dağırcığında işçi ve emekçi eylemi ön plandadır. Tek tek bireysel gerici terör eylemleri ise onların dolaylı ya da direkt ilişkili olduğu, yönlendirdiği eylemlerden başka bir şey değildir. Kendi ülkesinde yönlendirmiyorsa, başka ülkelerde besleyip yönlendiriyorlar. Irak, Afganistan, Suriye ve diğer bağımlı ülkelerdeki, işgaller, gerici-dinci, faşist terör örgütlerinin silahlandırılıp desteklenmesi vb. gibi gelişmeler bunun en direkt kanıtlarıdır.

Burjuvazinin tarihi kanlıdır. Terör ve vahşet örülüdür. Geçmişte ve günümüzde bir çok ülkede askeri faşist cuntaları desteklemiş, iktidara getirmiş olmaları bir yana, Afrika ve Asya ülkelerinde bir çok faşist diktatöre kol kanat germişlerdir. Şilli’de Allende’yi kanlı bir şekilde deviren yine bunlardır. Güya, “seçimle gelen seçimle gider” ilkesi burjuva demokrasisinin ilkesiymiş ya da günümüz Venezuela’daki reformist iktidarı devrimek için çevirmedikleri dolap, söylemedikleri yalan, oynamadıkları oyun ve darbe girişimi kalmadı.

Afrika’nın Che Guerası olarak bilinen Kongo’nun Lumumba’yı alçakca katleden “demokrasi” beşiği (Belçika ve CIA ortaklığında) emperyalist devletlerdir. Oysa Patrice Lumumba Kongo’da ilk defa seçimle başa gelen başbakandı. Şimdi Kongo’nın madenlerinde uluslararası tekeller için çocuklar köle gibi çalışltırılıyor. Emperyalistler Lumumba’yı katlettiler, çünkü o bağımsızlıktan yanaydı ve emperyalist tekellerin sömürüsüne karşı direniyordu. Burjuvazinin seçim aldatmacısının kendi çıkarları için kullandığı çok açıktır.

Böyle bir burjuvazinin ehlileşmesi söz konusu olabilir mi? Elbette olamaz. Bunu ileri sürenler, burjuva vahşetinin ve egemenliğinin kabullenilmesini sağlık veriyorlar. İşçi sınıfı ve emekçilere, ezilen halklara, ezilen uluslara sessiz kalmalarını, baş kaldırmamalarını, “demokrasi yoluyla” her şeyin iyi olacağını varsayan, ahmaklıktan öte, burjuva sistemiyle bütünleşmiş “aydın” görünümlü çanak yalayıcıları olarak.

Bu tür gericilik sevicilerine “aydın” demek doğru olamsa da, aydın geçinen burjuva liberalleridir. Aydın, çağının ilerici olanlarına denir. Bugün kapitalist sistem çağın gerici yanıdır. Kapitalist sistemi savunanlara aydın denemez. Sosyalizm ise ileri olan bir toplumsal sistemdir. Sosyalizm için mücadele eden, sosyalizmi savunanlar aydındır. Bir kişinin entellektüel olması ile aydın olması aynı şeyler değildir. Günümüzde sınıf bilinçli işçiler toplumun en aydın kesimleridir.

Örneğin ülkemizde, bir zamanlar AKP’den “demokrasi” bekleyip, onun desteklenmesini isteyen (bilinen adlarıyla “yetmez ama evetçiler”) küçük burjuva liberalleri, bumerangın kendilerine dönmesi karşısında önce şaşkınlık geçirdiler. Ama yanıldıklarını da kabul etmediler. Çünkü, onların desteklediği kapitalizmdir. Yani, kısmi demokratik hakların olduğu, liberal aydınlara dokunulmadığı, ama işçi ve emekçilerin ağır sömürüyle karşı karşıya kaldığı, eşitsizliklerin hat safada olduğu, anti-komünist propagandaların önde olduğu bir sistem istiyorlar. Lakin böyle bir kapitalist sistem yok.

Burjuvazi için “demokrasi” kendisi içindir. Sermayenin dikey ve yatay büyümesi ve merkezileşmesi içindir. Gerisi teferruattır. Burjuva sisteminde, “teferruat” olanlarda sermayeye hizmet etmiyorsa ona bile izin verilmez, zararlı ve komünist düşüncelerdir. Günümüz burjuva moda deyimiyle “terör”dür.

Kapitalizm sevici liberallerin günahı, kapitalizmin an be an baskı ürettiğini, sömürüyü artırdığını ve özgürlükleri yok ettiğini görememeleri ya da görmek istemeyişleridir. Kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle birlikte, kapitalizmin gericiliği artmıştır. Çünkü bu kapitalizmin karakteristik bir yapısıdır. Bunun kişilerle ve de hükümetlerle, başbakanların kişiselliği ile hiç mi hiç bir ilgisi yoktur. Onları yönlendiren kapitalist sistemin işleyiş yasasıdır. Onların kişiliğini belirleyen sistemin aktif savunucusu ve koruyusucu oluşlarıdır. Kapitalizm kendi savunucusunu, kendi siyasal temsilcilerini de üretmektedir.

Ülkemizde AKP’nin kurucularından Tayyip Erdoğan bir zamanlar “cici demokrasi”nin muhafazkar demoktratıydı. Güya askeri vesayete karşı ve AB yanlısıydı. Liberaller onu ellerinde büyüttüler. Bütün saldırılara karşı Erdoğan’ı korudular ve Erdoğan, deyim yerindeyse, büyüyünce (iktidara tam egemen olunca) kendini ideolojik olarak işçi sınıfı ve emekçilere karşı savunan ve “demokrat gösteren” liberalleri yedi. Oysa, kapitalist sistemde vesayetten söz edilecekse, tek bir vesayet vardır. O da sermayenin vesayetidir. Diğerleri, biçimseldir. Sermaye, çıkarlarına göre ya da o günün koşulları içinde sınıf çatışmasının gereklerine göre, bazan askeri cunta, bazan “demokrasi” bazan ise açık faşizmi öne çıkarır. Burjuva rejim biçimlerinin hepsi de sermayenin vesayetini kalıcı kılmak için kullanılır.

Türkiye’de bazı liberaller, “askeri vesayeti kırmak” adına, AKP’yi destekledi. Oysa, ortada vesayti kırma değil, egemen sınıflar arasındaki iktidara sahip olma ya da iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanma dalaşı vardı. Askeri vesayet yıkıldı, ama AKP’yi destekleyen liberallerde onunla bilikte yıkıldı. Çünkü, peşinden, aynı AKP o askeri vesayet sahpleri ile ittifak kurdu.

Egemen sınıflar arasındaki politik dalaşma, burjuvazinini kendi içindeki iktidar dalaşıdır. Yoksa, geniş halk yığınlarının demokratik hak ve özgürlüklerinin  genişlemesi uğruna yapılan bir savaş değildir.

Burada, AKP’yi “muhafazkar demokrat” diye kitlelere yutturan, benimseten ve onun en keskin idelojik kalemleri olan burjuva liberallerin, günümüz AKP-MHP ve diğer bileşenlerin faşizminin vesyatinden sorumludurlar. Tekellerin, toplumu bu kadar kolayca faşist baskı altında tutmasında sorumluluk payıları vardır.  Çünkü, küçük burjuva liberaller, geniş halk yığınlarının, sermayenin kanlı yüzünü doğrudan görmeleri önünde (ideolojik-politik olarak) engelleyici rol oynadılar. Sınıfsal karakterleri, onlara bu rolü içselleştirmiştir.



[1] Daha önce bu konuyu, “Artı-Değerin Kaynağı” adlı araştırma yazımda ele almıştım. Kaypakkaya.org ve kendi Blogum’da bakılabilir. https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/arti-degerin-kaynagi-2?page=0%2C151

 

[2] Stefan Engel, “Küreselleşme”, Tanrıların Günbatımı, Uluslararası Üretimin yeniden Örgütlenmesi, sf. 17, Umut Yayımcılık. (abç)



            

 

  İSİG 26 Ocak 2021 Tuzla Köprüsü'nde Açıklama

 



Dünyada   “otoriter rejimlerin artması” ne anlama geliyor?

 



Bütün burjuva ülkelerinin ve de onların oluşturduğu birliktelikler (AB, NATO ve diğerleri), yayınladıkları bildiriler, konseptler düşman yaratıcı, ve düşman çoğaltıcı yanında düşmana karşı, karşı taktiklerin geliştirilmesi işlenmektedir. Yani, ortada “barış” ve “uyum içinde birlikte yaşamak” yoktur. Mümkün olduğunca rakip yaratmak ve rakip gördüğünü zayıflatmak ve ya da yok etmek. Bu, emperyalist denegsiz gelişme yasasının bir eğilimi olarak ortaya çıkar.

ABD’nin en son yayınladığı “Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi” (Aralık 2017), Çin’in, Rusya’nın, NATO’nun “NATO 2030 Belgesi”[1] yayınladıkları stratejik belegelerinde, ve diğer belgelerde bunlar vardır. Karşı tarafı “otoriter” olarak değerlendiren AB bileşenleri, kendi otoriterliklerini ise “demokrasi” olarak adlandırdıkları gibi, bütün dünyada kendi yanında duran en gerici ve faşist rejimleri desteklediklerini ise görmezden gelmemizi istiyorlar.

Burjuva medyası, faşist rejimleri “popülist rejimler”, “popülist iktidarlar” vb. adla adlandırmayı tercih ediyor. Çünkü “en demokrat” bilinen burjuva cumhuriyeti ile popülist dedikleri faşist rejimler arasında kalın bir sınır olmadığı gibi, birbirine oldukça yakın ve çoğu zaman içiçe geçmişlik vardır.

Ancak, aynı burjuva medyası, Venezuela’daki Maduro iktidarını (daha öncede Chavez) “diktatör” olarak propaganda yapıyor. Oysa ki, Maduro’da seçimle iktidara geliyor. Üstelik, bütün emperyalistlerin kışkırtmalarına, içerdeki sermaye tarfını açıktan desteklemelerine, darbe girişimleri yapmalarına karşın, Maduro, yapılan tüm seçimleri kazanarak iktidara gelmiştir. Çünkü Maduro, emperyalist sermayenin çıkarlarının karşısında duruyor. Ülkeyi uluslararası tekellere tam olarak açmıyor. Petrolü ve ülkenin diğer yeraltı zenginliklerini –dünyada özelleştirme furyası varken- millileştiriyor.

Bolivya’da seçimle başa gelen Evo Morales, emperyalist devletlerin desteklediği bir darbe ile iktidardan düşürüldü. Bir yıl sonra yapılan seçimleri yine Evo Morales’in partisinin adayı kazandı. “E. Morales’e darbe yapılmasını ben destekledim” diye övünebilen uluslararası tekel sahibi haydut ise, “çok demokrat” olarak kitlelere sunuluyor.[2]

E. Musk; “biz kime istersek darbe yapacağız, buna alışın (We will coup whoever we want! Deal wiht it.)[3] diye twitt atıyor. Uluslararası emperyalist bir tekel sahibinin, darbeciliğini gizlemeyip açıktan dile getirmesi, tekellere karşı çıkan halkları açıktan tehdit etmektir. O da bunu bilerek yapıyor. Bu çıkış, emperyalist tekelci burjuvazinin karakterini de net olarak belgeliyor.

Demek ki, burjuvazi için “seçimle gelen seçimle gider” ilkesi, burjuvazinin yani, uluslararası emperyalist tekellerin çıkarlarına uygunsa geçerlidir. Uygun değilse, uluslararası emperyalist tekelere karşı olanları yıkmak için her yol mübahtır. Seçimlerin hangi koşullarda yapıldığı ise ayrı bir konudur. Seçime katılanlar eşit koşullar içinde katılamaz. Egemen sınıfların burjuva partileri her zaman büyük avantajlarla seçime katılırlar. Maddi desteklerin yanında devletin tüm olnakları onlar için kullanılır. Reformist ve de komünist örgütlenmeler ise en zor koşullar ve olanaklar altında seçime katılırlar. Ve devletin güvenlik güçleri her zaman işçi sınıfı örgütlenmelerinin daha geniş kitlelere ulaşmasını engellemek için tüm güçlerini seferber ederler. Bunu ise (burjuva) demokrasinin olmazsa olmazı olarak sunarlar.

Burjuvazi gibi, onun basını da iki yüzlü riyakardır. Gerçeklerin kitleler tarafından görülmesini gizleme yalanları gerçek gibi gösterme araçlarıdır. Burjuva medyası, sermaye iktidarının çıkarlarını korumak için, doğrular dışında her yolu kendine mübah olarak görür.

Bugün, bütün dünyada ciddi bir gericileşme, faşistleşme söz konusudur. İşçi haklarının, demokratik hak ve özgürlüklerin yok edilmesi, kısıtlanması, kitlelerin baskı altına alınması, iç faşistleşmenin genişletilmesi eğilimi giderek güçlenmektedir.

Artık, faşist iktidarlar “poplist iktidarlar” olarak adlandırılarak normalleştiriliyor. “Terörüzme karşı mücadele” adı altında işçi ve emekçilerin hakları kısıtlandığı gibi, sömürü ve baskı yasaları ağırlaştırılıyor. Tekelci sermaye her alanda işçilere ve emekçilere yönelik saldırılarını genişletip sistemleştiriyor ve bunu “demokrasi” olarak kitlelere sunuyor.

Kapitalist toplumsal sistemin çürümüşlüğü arttıkça, kitlelere, savaş ve gericilikten başka bir şey veremiyor. Sermaye birikimi ve kapitalizmin genişlemesi arttıkça, her şeyi kapitalist meta haline getirerek artı-değer elde etme üretimini artırma ekonomi politiği, kitlelere daha fazla baskı olarak geri dönüyor.

Emperyalist  sermayenin büyümesi yeni pazar alanlarına artan ölçüde gereksinim duyarken ve de yeni emperyalist ülkelerin ortayan çıkması, uluslararası alanda hegomanya savaşını kızıştırmakta, çelişmeleri keskinleştirmektedir. Bu da, iç faşistleşmeyi, işçi sınıfı aleyhine anti-demokratik yasaları daha fazla gündeme getirmektedir.  Örneğin 1990’lardaki demokratik hak ve özgürlükler ile günümüzdeki demokratik hak ve özgürlükler aynı seviyede değildir. Günümüzde daha da gerilemiş, işçi hakları ala bildiğine budanmış, yasal baskıların yanında polisiye baskılar artmıştır.

 

Burjuva Demokrasinin Sınırlarını İşçi Hakları Belirler

Eğer burjuva ülkelerine bir demokrasi karnesi verilecekse, bu işçi hakları üzerinden olmak zorundadır. Burjuva demokrasisinin sınırları işçi haklarının sınırları ile belirlenir. Çünkü kapitalist toplumsal sistem,  işçilerin ödenmemiş emeği (artı-değer) üzerinde inşa olmuştur ve işçilerin emeğini gasp ederek ayakta durur.

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu[4] (ITUC), 2020 Haziran aynında yayınladığı 2020 Küresel Haklar Endeksi’nda, dünya genelinde istatistik içine alınan 144 ülkeden 123’ünde ülkede grevler ya yasaklandı ya kısıtlandı. Bu oran son yedi yıl içinde %63’ten %85’e yükseldi. İşçi gerevlerinin yasaklanmasında 7 yıl içinde %12 oranında artış var. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde grev yasakları yüzde yüz. Grev yasağı oranı Afrika’da %97, Asya-Pasifik ülkelerinin %87’isinde, Avrupa ülkelerinin %74’ünde, Amerika (Kuzey-Güney) ülkelerinde %72 oranında yasaklama ve kısıtlamalar söz konusu.

Toplu sözleşmeleri engelleyen ve ihlal eden ülkelerin sayısıda az değil. 2014 yılından 2020 Haziranı’na kadar dünya genelinde bu ihlal %60’tan %80’e çıkmış. Yani 7 yıl içinde toplu sözleşme yasağı ya da ihlali oranı %10 artmış.

İşçilerin örgütlenme haklarıda ya ellerinden bütünüyle alınmış ya da örgütlenme önünde ciddi kısıtlamalar ve yasal engeller çıkarılmıştır. Yine anlaşmazlıklarda, işten atılmalarda ve bunların mahkemelere götürülmesinde, kısacası  işçilerin adalete ulaşmasında aynı şekilde 2015-2020 arasında %20 oranında bir gerileme söz konusudur.

İşçi hakları denince başta, işçilerin sendikal örgütlenmesi gelir. Dünya genelinde ankete katılan 144 ülkeden 89’unda işçilerin sendikal örgütlenmeleri ya tam yasaklanmış ya da önemli ölçüde engellenmiştir.

İşçilerin sendikal örgütlenmelerini engeleyen ya da kısıtlam getiren bölgelerin durumu: Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) ülkelerinde bu oran %89. Asya-Pasifik’te %70; Afrika ülkelerinde %69, Amerika kıtasında ise %64. Ve Avrupa’da %36.

İşçilerin haklarını arama karşılığında, keyfi tutuklama, gözaltı ve hapis oranı da az değil. Son yedi yıl içinde %25’ten %42’ye çıkmış. Ankete katılan 144 ülkenin genel ortalaması ise %42. Ankete katılmayan ülkeler hesaba katılırsa oran dahada yükselir. Çünkü ankete katılmayanlar ülkelerde işçi hakları diye bir şeyin olmadığı bir gerçektir.

Keyfi tutklama, gözaltı ve hapis:

 

Asya-Pasifik:      %74

MENA:                %50

Amerika:            %48

Afrika:                %33

Avrupa:              %26

 

İfade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğünde ise, son yedi yıl içinde gerileme ve işçilerin hakları kısıtlanmaya devam etmiştir.

İLO’nun verileride ITUC verileri ile uyuşmaktadır. İşçilerin üctretleri reel olarak düşerken, işszilikte her geçen gün artmaktadır.

ILO’nun Küresel Ücret Raporu 2020/21 ise, bu konuda da işçiler lehine bir gelişme olmadığı gibi daha gerilere gidildiği ve özellikle de erkek işçi ile kadın işçi arasındaki ücret eşitsizliğinin Korona virüs salğını sürecinde daha fazla artığını ortaya koymaktadır. Burjuvazi, Korona pandemisini fırsat bilerek, genelde bir ücret düşüklüğüne giderken, kadın işçiler üzerindeki ücret düşürme baskısını daha da artırmıştır.

İşçi başına düşen üretim artışıyla, ücret artışları oranlı değil. İşçi başına üretim artışları yükselirken, işçi ücretlerinde düşüş yaşanmaktadır.

Burjuva demokrasisinin ortalama normlarına göre puanlama yapan Fredoom  House’un[5] (FH) hazırladığı 2019 endeksine görede, son 14 yıl içinde insan hakları ihlallerinde yükseliş söz konusudur. Yani, bütün istatistikler, burjuva devletlerinin daha da iç faşistleşmeye gittiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, dünyada anlaşmazlık ve çatışma bölgelerin sayısı da artmaktadır. Bunun anlamı. Bütün kapitalist devletler silahlanmaya daha fazla ağırlık veriyor. Bunun en tipik örneği Faşit Türk hükümetinde görülmektedir. Faşist Erdoğan, kitlelerin iş ve aş istemesi karşılığında: “bir kurşunun fiyatını biliyor musunuz”[6] diye karşılık vermişti.

FH’un attığı başlık: “Dünyanın her bölgesinde özgürlüklerde dramatik düşüş gözlemlendi.” Bunu komünistler söylese, burjuva liberalleri “abartılıyor, demokrasi düşmanları” diye çıkışabilir, ama bu başlıkları artık kapitalizmi ve burjuva demokrasisinin asgari normlarının uygulanmasını savunan kuruluşlar yazıyor. Örneğin, Türkiye, Brundi’den sonra, son on yıl içinde özgürlüklerin kısıtlanmasında %31 ile ikinci sırada yer alıyor. Bu verilerin içinde 2020 yok. Oysa, Türkiye’de halklar üzerinde  2020 yılı, faşist baskıların daha da ağırlaştığı yıl oldu.  İş yerlerinde işçilerin uğratıldığı kırım Türkiye’nin neden ikinci sırada olduğunun somut delili oluyor.

İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG): “son 4 yılda 10 bin 62, 2020 yılında ise 2 bin 47 ölümle Türkiye tarihihnin en büyük işçi kırımı[7] meydana geldiğini rapor ediyor. Ayrıca, AKP iktidarı yılları içinde yaklaşık 27 bin işçi iş cinayetinde yaşamını yitiriyor. Son sekiz yılda sadece tersanelerde 226 işçi iş cinayetinde yaşamını yitiriyor.[8]

Türkiye’de bazı sol liberaller, AKP iktidarının uygulamaları karşısında; “bizm burjuvazi niye sessiz kalıyor” diye yakınıyorlar. Güya, AKP, burjuvaziye rağmen faşizmi uyguluyormuş görüntüsü vererek, burjuvaziyi temize çıkardıklarını göremiyorlar ya da gerçekten burjuvazinin (özellikle de TÜSİAD’ın) “demokrat” olduğuna inanıyorlar. İkincisi daha güçlü bir ihtimal. Böyle düşünce sahibi olanlar, daha çok “sol” düşünceli ekonomistler. Marx’tan sıkça söz etmelerine karşın, toplumsal yapıda esasta iktisadın belirleyiciliğini unutmuş gözüküyorlar.

Kapitalizmin işçi kıymı sadece Türkiye’ye özgü değil, bütün dünyada aynı şekilde. Buraya İLO’nun 2019 verilerini alalım:

Son tahminler, her yıl 2,78 milyon işçinin iş kazaları ve işle ilgili hastalıklardan öldüğünü, bunların 2,4 milyonu hastalıkla ilgili olduğunu ve 374 milyon işçinin de ölümcül olmayan iş kazalarından meydana geldiğini ortaya koymaktadır.[9]

 FH’un verilerinde, istisnasız bütün ülkelerde ifade ve inanç özgürlüğünde son 14 yıl içinde düşüş var.  Dernekleşme ve örgütlenme haklarında Asya-Pasifik ülkelerinde çok cüzzi (%1 kadar) bir iyileşme varken, diğer bütün ülkelerde gerileme söz konusu. Burjuva liberalleri tarafından “demokrasi savunucusu ve uygulayıcısı ” olarak örnek gösterilen  AB ülkeleri de bu gerilemenin içinde yer alıyor.

Son 14 yıl içinde hukuk kuralları %3 oranında iyileşme MENA ülkelerinde görülürken, diğer ülkelerde yine düşüş var. Yani, burjuva demokrasisinde, kendi normları içinde özgürlüklerin genişlemesi yönünde artı yok. Kapitalizmin derinliğine ve genişliğine dünya çapında gelişimesine karşın, burjuva demokrasisinde hızla otoretileşme (iç faşistleşme) eğilimi de artıyor. Demek ki, burjuvazinin yönetimi altında, teknolojik ve bilimsel gelişmelerde özgürlüklerin genişlemesine değil, işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde baskıları artırıcı işleve neden oluyor.





[1] www.euronews.com.tr/2021/01/15, Mehmet Cem Demirci

[3] -Elon Musk (@elonmusk) July 25, 2020

 

[6]Ben buradan patetesçilere domatesçilere sesleniyorum o bir tane merminin bedelini biliyor musun? Bunlar nereden geldi biliyor musun sen” 9 Şubat 2019, Tayyip Erdoğan’ın Aydın’daki konuşmasından.

[8] İSİG Meclisi’nin 26 Ocak 2012’de Tuzla Köprüsün’deki açıklamasından. www.direnisteyiz28.org

[9] https://safety4sea.com/wp-content/uploads/2019/05/ILO-Safety-and-health-at-the-heart-of-the-future-of-work-2019_05.pdf
















Emperyalist Dünya Ekonomik Formu’ndan Liberal Beklentiler

 

Liberallerin ve kendine sol diyen “sol” liberallerin burjuvazinin “demokrat” görünümlü, ama özünde ise uluslarrası tekelerin sözcülerinden beklentileri ve umutları var.

Dijital Dünya Ekonomik Formu (DEF) 2021 21-29 Ocak  tarihleri arasında yapıldı. Ancak bu kez dijital yapıldı. Sloganları: “Anlaşmazlık çağından işbirliği çağına” idi.

Emperyalist devletlerin temsilcileri yanında uluslararası tekel  temsilcileri de buraya katılıyor. Ve neredeyse hepsi de “halkçı”, “demokrat”, “eşitlikçi”, “yoksulluğu bitirici” sosyal kavramların yanında  “doğanın tahribatından”, “ekolojik dengenin bozulmasından” söz ederek ne kadar doğa dostu olduklarının mesajını verirler. Temsilen bir kaç yoksul ülkenin liderini de çağırırlar ki, mesajın sahteliği anlaşılmasın. Bu yıl, doğayı tahrihp etmelerinin sonucu olan pandemi nedeniyle, bir yığın  dijital mesajı bırakarak yine kendi işlerine döndüler. Yani, Oxford’lu bir profesörün[1] ileri sürdüğü; “2040 yılına kadar, biyolojik tehlikeler, siber tehditler ve uzay çatışmaları” riski oldukça yüksek dediği işleri daha ileri taşımak...

Oysa, bu olguların yaratıcıları ve hatta daha da derinleşemesine neden olanlar bunlardır bunların temsil ettiği kapitalist-emperyalist sistemdir.

Örneğin, Fransız emperyalizmin temsilcisi fırıldak devlet başkanı Macron, şöyle demiş: “... bu krizden ancak eşitsizliklerle mücadele eden bir eknomiyle çıkabiliriz.”

Dünya alemde biliyor ki; Macron göreve geldiğinden bu yana Fransa’da işçi ve emekçilerin gelirleri azaldı, sosyal adaletsizlikler arttı, polis yasaları devreye girdi ve “sarı-yelekliler”in eylemleri ve sendikaların 2019 ortalarından 2020 ortalarına kadar süren grevler ve direnişler bu dönemde oldu. Nedeni çok basitti: Sosyal hakları kısmak isteyen Macron’a geri adım attırmak. Macron “özür” diledi, ama bu özür sahteyidi. Bunu Fransız işçi ve emekçileri de biliyor. Macron her fırsatta eşitsizlikleri derinleştirici adımlar atmak istiyor.

Kapitalist tekellerin diğer sözcüleri de aynı sözleri ettiler. “kapitalizm artık bu haliyle sürdürülemez” vb.

Bu sözleri, 2020 Davos’unda da söylemişlerdi. Dünyanın en büyük zenginleri arasındaki yerini kimseye kaptırmayan Bill Gates’de söylemişti. Bu nedenle de Afrika’da “açlık ve yoksullukla mücadele” adı altında, Gates Vakfı'nın  “yeşil devrim projesi” köylüleri daha da yoksullaştırdığı gibi, azıcık toprağı olanlarda toprağını B. Gates’e kaptırdılar. Yani, aç kurdun kuzuya faydası ne zaman olursa, emperyalist tekellerinde halka o zaman yardımı olabilir demek gerekiyor.[2] Tekeller Afrika’yı “açlıktan kurtarmaya” her gittiklerinde, Afrika, insanı ve doğasıyla daha da katlanılmaz acılarala karşı karşıya kalıyor. Bu birazda, faşist Trump’tan bekledikleri “demokrasi”yi bulamayanların, “demokrat sermayenin” temsilcisi Biden’de bulmayı hayal etmeleri gibi bir şey...

Bu yıl ki DEF, gerçekten, “anlaşmazlık çağından işbirliği çağına” şeklinde mi sona erdi? Elbette böyle sona ermedi ve eremezde. Bu kapitalist ekonominin varoluş ruhuna terstir. Çünkü kapitalizm rekabet demektir. Kapitalizm, birbirini yeme, birinin üzerine basarak yükselme ve büyümek için birilerini yok edeceksin ilkesini temel alır.

DEF Müttevelli Heyeti Üyesi Jim H. Snabe (Simens’in ve Möller-Maersk’in denetim kurulu üyesi ve daha başka görevler ve tam anlamıyla uluslararası tekel temsilcisi) şöyle diyor:

Kutuplaşma, ilerleme ve sürdürülebilr kalkınmayı rayından çıkardı .. daha iyi bir dünya inşa edebilmeliyiz. Küreselleşmiş ticaret, yüzmilyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı.[3]

Bütün tekel sözcüleri  ve devlet başkanları buna benzer şeyler söyleyerek 2021 dijital DEF’nu kapadılar.

Esasında, emperyalist tekellerin sözcüleri de, kendi geleceklerini iyi görmüyorlar. Bu nedenle, J. Snabe, acı acı ve hatta yalvararak tekellere sesleniyor: “Hoşunuza gitsin veya gitmesin, bu işte birlikte olduğumuzu her zaman aklımızda tutmalıyız: Ya hepimiz kazanırız ya da hepimiz kaybederiz.”[4]

Ezdikleri, sömürdükleri kitlelerin hoşnutsuzluklarının artması ve kitlesel hareketlenmelerin büyümesi, onları kara kara düşündürdüğü bir gerçek. Bir gerçek daha var: Kapitalizmin bir canavar olduğunun farkındalar, ancak onun önüne geçemiyorlar. Geçmeleri için onu yıkmaları gerekir. Elbette bunu yapmazlar, tersine yıkmak isteyenlere karşı mücadale veriyorlar. Çünkü onlar, kapitalizmi döndüren çarkın birer dişlileridirler. Kapitalizmin yarattığı sorunlara kapitalizm içinde çözüm bulmak istiyorlar. Ancak, kapitalizmin yarattığı sorunlar kapitalizm içinde çözülemez. Her yönüyle çürümüş  bu toplumsal sistem yıkılıp yerine sosyalizm kurulunca çözüm bulunmuş olur ve kapitalizmin tüm tahribatları da ancak böyle ortadan kaldırılabilir.

Emperyalist tekel sözcülerinin yakındığı kutuplaşma, sınıflı bir toplumun kaçınılmaz bir sonucudur. Sınıfların varlığı toplum içinde kutuplaşmanın kendisidir. Üretim araçlarını elinde bulunduranlar ile üretim araçlarından yoksun olarak yaşamak zorunda olanlar aynı sınıfın içinde olmazlar ve bu iki sınıf arasındaki uçurum, sermayenin büyümesi ve merkezileşmesine oranla artmaya devam eder. Bu da, sınıf çelişmesini kekinleştirmeye ve kaçınılmaz olarak kendi çözümünü yaratıcı nihayi bir çatışmaya kadar götürür.

Paydaş kapitalizm savunucuları: “Şirketlerin yalnızca hissedarlar için kısa vadelei karları optimize etmekle kalmayıp, tüm paydaşlarının ve genel olarak toplumun ihtiyaçlarını gözönünde bulundurrarak uzun vadeli değer yaratma arayışında olduğu bir kapitalizm biçimidir.[5] Diye yazıyor, Klaus Schwab ve Peter Vanham diye birileri. Bunlarda kapitalizmden “iyi niyet” beklentisi olanlar. Ve elbette, bu tür yaklaşımlar, toplumsal sistemi yaratan üretim tarzına değil, toplumsal sistemi kişilere indirgeyen burjuva ahmaklıktan başka bir şey değildir.

Paydaş kapitalistler”, daha doğrusu 1960-1970’lerin sosyal demokratları,   kapitalizmi yaşatma çözümleri olarak, kapitalizmin reforme edilmesini öneriyorlar. Üstelik bu görüşleri Klaus Schwab 1971 yılından beri savunuyormuş. 50 yıldır “paydaş” olamayan kapitalizm, daha da “eşitsiz”liklerle dolu olduğunu görüyor elbet.  Ne yazık ki, kapitalizm geçmişte kazanılmış sosyal hakları da ortadan kaldırarak ve eşitsizlikleri katlıyarak yoluna devam ediyor. Burjuva liberaller bir türlü gerçek olgulardan uzak rüyalarından uyanamıyor. Onların esas korkusu: Tüm sosyal eşitsizliklerin ortadan kalktığı komünist bir dünya. Bu korkularını yenerlerse, sağlıklı bir düşünce üretebilirler.

Aşağıda, kapitalizmin ehlileşmesini savunan sosyal yardım kuruluşlarından OXFAM’ın, kapitalizmden beklentilerini buraya alalım. Oxfam bile “küreselleşmenin yüzmilyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı” diye iddia edemiyor: Oxfam’ın kendi rakamları tekel sözcülerini yalanlıyor:

OXFAM, 2019’dan 2020’e kadar bir yıl içinde sosyal eşitsizliklerin 2 puan artığını rapor[6] ediyor. OXFAM, “sosyal eşitsizlik içinde olduğunu söylediği 3.5 milyar insanın”;   kapitalist tekellerden eşitsizlikleri azaltmayı, beklemeye ve ummaya devam etmelerini istiyor. Sosyal  eşitsizlik kapsamında yaklaşık 3,5 milyar insanın 2030 yılına kadar bir milyar eksiklerek 2,5 milyara düşmesini bekliyor. Oysa, Oxfam kuruluşundan beri yayınladığı raporları incelese, sosyal eşitsizliklerin azalmayıp artmaya devam ettiğini rahatlıkla görebilir. OXFAM gibi kuruluşların derdi; “yardım ettiği” insanların, yardıma muhtaç olmadan toplumsal bir yaşam sürmeleri değil, tersine, yardıma muhtaç olarak yaşamalarını istediği için, kapitalizmi eleştiriyormuş gibi yapıyor olmalarıdır. Yani, kitleleri oyalamadır. Kitlelerin gerçek kurtuluşunun kapitalizm altında olmayacağını, Bill Gates’in vakfının Afrika’da “açlığı ortadan kaldırmak için” ineklerin DNA’sını değiştirmenin, kitlelerin ağzına belki bir parmak bal çalmaktan öte gidemeyeceğini saklamak istemeleridir.

Her sınıfın “yardım” anlayışı, sınıfsal yapısına uygun ekonomik ve sosyal bir içerik taşır. Kapitalist tekeller ne kadar “iyi niyetli” olurlarsa olsunlar, onların niyeti sermayenin birikim mantığıyla doğru orantılıdır. Bu da, kaçınılmaz olarak artan ölçüde milyonlarca insanın yoksullaşması, bir avuç insanın ise zenginleşmesiyle sonuçlanan toplumsal bir olgudur.

 

Bitti

 



[4] Jin Snabe’nin aynı makalesinden, 21 Ocak 2021

 



Bitti


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder