28 Ocak 2018 Pazar

EMPERYALİST SALDIRI VE İŞGALE KARŞI SINIFSAL DAYANIŞMA GÜÇLENDİRİLMELİDİR





EMPERYALİST SALDIRI VE İŞGALE KARŞI

SINIFSAL DAYANIŞMA GÜÇLENDİRİLMELİDİR



Yusuf KÖSE
Biz Türkiye için kafi derecede büyüdük, iki derece büyük geliyoruz artık”1

Bu söz, Türkiye ekonomisinin %10’nundan fazlasını elinde tutan ve dünyanın en büyük ilk  500 tekeli içinde yer alan Koç Holding onursal başkanına ait. Bu büyüme salt Koç Holding’e özgü olmayıp, genel olarak Türk sermayesine özgü bir büyümedir.

Sıkça vurguladığım gibi, savaşı ekonomiden bağımsız ele almak yanıltıcı olur. Türk egemen sınıflarının son yıllardaki saldırgan politikaları, Koç’un sözlerinin içinde gizlidir. Büyüyen sermaye, egemenlik alanlarını genişletmek, yeni alanları ele geçirmek ister. Bu salt sermaye ihracıyla değil, aynı zamanda savaşla da olmaktadır.

Türk devletinin, “Suriye savaşı” çıkar çıkmaz sahneye çıkması (ABD’nin Irak işgali sırasında Türk devletini orada yer almak istemesi de hatırlansın), savaşın içinde yer almak için yoğun çaba harcaması ve radikal dinci örgütleri destekleyerek savaşın aktif tarafı olması, salt sünni dinciliğini yaymak amaçlı değil, tersine, egemenlik alanlarını genişletme ve sermayeye yeni alanlar açma amaçlıdır. Sünnilik, (ya da İran’ın yaptığı gibi şiilik) sermayenin yayılmacı eğlimin bir bahanesidir. Aynı Suudi Arabistan’ın yaptığı gibi. Suudi Arabistan ya da İran “şeriat”ın hükümlerine göre yönetildiği söylenir. Oysa bu tür ülkelerde “şerita” kapitalist sömürüyü ve onun toplumsal sisteminin gizlemek amaçlı kullanılır. Günümüzde din, kitlelerin kapitalist sömürüye tamamen teslim olması için (camilerde savaş yanlısı konuşmalar) öne çıkarılır. Egemen sermaye kesminin Türkiye’de de, bütünüyle dini hakim hale getirmek istemesinin altında yatan gerçek budur.

Türk sermayesine, uzun bir zamandır Türkiye küçük gelmektedir. Ama, Kürt ulusal demokratik hareketi Türk egemen sınıfların bu yayılmacılığına en önemli engellerden biri durumuna gelmiştir. Bunun içinde, bu demokratik oluşumun bir şekilde tasfiye edilmesi ya da en azından statüsüz olarak sömürgeci devletlerin baskısı altında tutulması (bugüne kadar olduğu gibi) isteniyor.

Kürtleri hedef alan savaşın sürdürülmesi, egemen sınıfların da işine gelmektedir. Egemen sınıflar, Türk milliyetçiliğini ve şovenizmi kışkırtarak kitlelerin önemli bir bölümünü kendi peşinde sürükleyerek demokratik ortamın ortadan kalkmasını sağlayabilmektedir. Böylece, sınırsız bir sömürü ve talanın sermaye için önü açılmış oluyor. Yaklaşık, son 15 yıldır yoğun bir şekilde yaptıkları da budur. Bütün istatistikler, bu kısa süreç içinde, sermaye cephesinin palazlandığını, özelleştirme, küçük sermaye kesimlerin büyükler tarafından yutulması ve büyük bir mülksüzleştirme operasyonu ile sermayeninin daha fazla temerküz olduğunu ve aynı zamanda, bu süreçte, dışarıya (sermaye ihracı bağlamında) ciddi açılımların olduğunu ortaya koyuyor.

Faşist, ırkçı, baskıcı, cinsiyetçi ve kitlelerin dinin baskısı altına alınmış bir ortamın varlığında, sermaye daha fazla semirir ve semirdikçe baskı ortamını daha fazla artırır. Ve Türk egemen sınıfları 2023 yılına kadar önlerine böyle bir hedefte koymuştur. Demokratik kamuoyunun yok edilmesi, baskı altına alınması, hükümetin içte ve dışta savaş hükümeti olması, sermayenin ise çok yönlü palazlanması programa konmuştur.
 
Sermaye devletinin bu kirli hedefini bozacak yegane güç çeşitli miliyetlerden Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerin (ve Kürt ulusal demokratik hareketiylede ortaklaşarak) buna karşı duruşu olabilir. Türk egemen sınıfları içeriden darbelenmeden dışarıya yönelik (başta Kürtlere) işgal ve saldırısını sürdürmeye devam edecketir. Bu nedenle iç devrimci-demokrat mücadele cephesinin oluşturulması ve güçlendirilmesi önem kazanmaktadır.

Tükiye’de, burjuva demokrasi normları içinde olan “anayasal hukusal durum”un dahi bütünüyle ortadan kaldırılması, faşist rejmin en vahşi halinin toplumun üzerine çökertilmesi, sermaye devletinin istediği bir durumdur. Böylece, toplumun maddi ve manevi tüm birikimlerini ve gücünü, sermayenin palazlanması, büyümesi ve yayılması için kullanmaya eleverişli hale getirilmektedir. Bu, oldukça kanlı bir süreci koşullamaktadır. 
 
Toplumsal dizayn daha derinden ve sermaye devletinin “usta toplumsal mühendisleri” tarafından yapılmaktadır. Erdoğan, eline kağıt verilip okutulan, kitleleri etkilemesini bilen, Türk sermaye devletine iyi hizmet eden ve verilen rolü iyi oynayan faşist bir figürdür. Örneğin, ABD yanlısı 15 Temmuz darbesinin daha başlamadan bitirilmesi; tüm muhaliflere ve demokratik kesimlere karşı yoğun bir baskı ortamına dönüştürülmesi; Erdoğan’ın “bilgeliğinden” değil, egemen sınıflar tarafından usta bir taktikle ve kendi içlerindeki çeşitli kanatlar arasında uzlaşmanın sonucu olmuştur.

Emperyalistler arası çelişmelerin artan keskinleşmesine bağlı olarak, yeni bir paylaşım savaşının koşullarının olgunlaşmasından hareketle de, Türk devleti, bundan sonra savaşsız pek durmayacaktır. Öncelerini saymazsak, son 30 yılı aşkındır en büyük savaşını Kürtlere karşı vermektedir. Bundan sonra da vermeye devam edecek. Bu savaş salt Kürtler ile sınırlı kalmayıp, başka alanlara açılmayı (işgal ya da sermaye ihracıyla) da beraberinde getirecektir.

Türk bujuvazisini, hala “emperyalizme bağımlı” bir burjuva olarak ele almak, politik mücadelede yanılgılara neden olur. Somali ve Katar’da askeri üslerin açılması, bir yardım kuruluşu olarak değil, emperyalist emellerini gerçekleştirmek amacıyla orada bulunmaktadır. Ayrıca Güney Kürdista’nın Başika bölgesinden –ABD, İran ve Irak hükümetin istemlerine rağmen- çekilmemekte direnmesi, Türk egemen sınıfların yayılmacılığının bir sonucudur. Yine “terör” bahanesiyle elini Suriye (esas olarak Kürt bölgelerine) sokması ve oralarda yerleşik kalma isteği, burjuvazinin niteliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Ve daha önemlisi AB emperyalistlerine kendi isteklerini şu veya bu oranda kabul ettirmesi, Türk egemen sınıfların emperyalist (ekonomik ve askeri olarak) niteliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Tüm yaptırım ve dayatmalara rağmen Kıbrıs'ın yarısını işgal altında tutması bunlara eklenmelidir.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerin savaş içine sokulması, burjuvazinin işgal ve saldırı aracı olarak kullanılması, “Türkiye’ye iki gömlek büyük” gelenlerin doğrudan eseridir. Bu görülmeli ve mücadele ve örgütlenme buna göre örülmelidir. 
 
Türk egemen sınıfları içerde ve dışarda saldırılarını daha uzun bir süre sürdüremeyecektir. Bu kanlı süreç sınıfsal çelişmeleri daha fazla derinleştirerek, devrimci, baskı altında kalan sınıfların birleşmesini ve faşizme karşı ortaklaşa mücadelesini er geç güçlü bir şekilde ortaya çıkmasına neden olacaktır. 
 
Bugün Afrin halkının haklı ve meşru direnişi Türkiye içine taşınmalı, “savaşa ve faşizme karşı” bir mücadeleye dönüştürülmelidir. İşgal ve saldırı altındaki Afrin halkının direnişi ve mücadelesiyle, grevleri yasaklanan metal işçilerin direnişleri ve mücadeleleri ortaktır ve ortaklaştırılmalıdır. 28.01.2018


***

1 Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç, A. Yıldırım,  Röportaj. Habertürk.com, 18.01.2018

20 Ocak 2018 Cumartesi

Bütün Ülkelerin İşçileri ve Emekçileri AFRİN’de Birleşin!



onurlu halkın bu yiğit evlatları asla pes etmeyecektir




Bütün Ülkelerin İşçileri ve Emekçileri AFRİN’de Birleşin!




Yusuf Köse

Emperyalist ve gerici saldırganlıkta burjuvazi sınır tanımıyor. Afrin halkı, en pervasız, en alçakça ve en ahlaksız bir saldırganlık ile karşı karşıyadır. Bu, bir halkın iradesine karşı savaş açmanın yanında, salt ulusal kimliğinden dolayı yok edilmek istenmesinin saldırganlığıdır. Dünya işçi sınıfı ve emekçileri bu saldırganlığın şiddetle karşısında yer alarak AFRİN halkıyla aktif dayanışma içinde olmalıdır.

AFRİN (ROJAVA’da olduğu gibi), bulunduğu coğrafyada barış ve huzur içinde en demokratik  yönetim biçimiyle kendi iradesi altında yaşayan tek halktır. Bütün emperyalistler ve gerici devletler halkın özgürce kendi kaderini belirlemesinin karşısında durdukları için, Türk egemen sınıflarının saldırıları karşısında sessiz kalmışlar ve bir çoğu ise açıktan destek vermiştir. 
 
Bölgeyi kana bulayan emperyalist haydutların çıkarlarına kurban edilmek istenen AFRİN, işçi sınıfı ve ezilen dünya halkları tarafından korunmalı, sahip çıkılmalı ve bu alçakça saldırı karşısında durmalı ve mücadele etmelidir.

Başta, Türk işçi ve emekçileri, Türk devletinin bu cani ve ahlaksız saldırısına karşı çıkmalı ve bu saldırıların karşısında durarak, AFRİN halkıyla aktif dayanışma içinde olmalıdır.

Savaş ve ırkçılıktan beslenen yeni emperyalist Türk burjuvazisinin temsilcisi AKP iktidarı, Afrin’e saldırmakla kendi suçlarının üstünü örtemeyeceği gibi, Afrin halkını da yenemeyecektir. 
 
Türk devleti savaş suçlusu bir devlettir. İşçi sınıf ve emekçiler bunun hesabını sormalıdır. Bu hesap, Afrin halkının yanında aktif olarak yer almaktan geçer. Nerede olursak olalım, Afrin’e yönelik saldırganlık, işgal ve savaşın karşısında durmalı, Türk sermaye devletinin geri püskürtülmesini sağlamalıyız. 
 

Dünyanın Bütün Kürtleri Birleşin!

Türk faşist devletinin alçakça ve canice saldırılarına karşı, dünyanın bütün Kürtleri birleşin. Sorgusuz ve sualsiz birleşin. Dünyanın en barışçıl  Kürt bölgesini, barışın simgesi zeytin diyarını, salt Kürtler yaşadığı için yakıp-yıkıp harabeye çevirmek isteyen cani bir devlete karşı birleşin ve kendi topraklarınızı koruyun.

Bugüne kadar Suriye’nin tek harabeye çevrilemeyen yeri ARFİN’di. Bunu barışçı ve demokrat Kürt halkı başarmıştı. Çünkü onların savaşa değil; dili, dini, cinsiyeti ve milliyeti ne olursa olsun barış ve huzur içinde birlikte yaşamaya gereksinimleri vardı.

Başta Türk devleti ve diğerleri olmak üzere İŞİD’i defalarca AFRİN üzerine gönderdiler. Ne var ki, PYD önderliğindeki YPG/YPJ’nin usta askeri taktikleri ve halkın topyekün desteği ile püskürtüldü ve o bölgenin halkı barış içinde yaşayabildi. Ve AFRİN’den hiç bir yere saldırı olmadığı gibi -büyük bir bölümü Türk devletinin sınırlarıyla çevrili olmasına karşın-, Türk devletine yönelik bir saldırı ya da tehdit de olmamıştır.

Türk devletinin İŞİD vb. gibi cani çeteleri vasıtasıyla defalarca taciz ve askeri saldırı yapılmasına karşın, AFRİN halkı, her zaman barış elini Türk devletine uzatmıştır. Ancak, Kürtlerin barış ve huzur içinde yaşamalarını dahi bir “tehdit” unsuru olarak algılayan ırkçı faşist bir devlet, bundan rahatsızlık duymaya devam etmiştir. 
 
Türk sermaye devleti, Kürtlerin özgürce yaşamalarını, özgürce kendi kaderlerini tayin etmelerini, Ortadoğu’nun yıkıcı-saldırgan egemen devleti olma isteklerinin önünde en büyük engel olarak görmektedir. Bu nedenle de içte ve dışta esas hedef olarak demokratik Kürt ulusal hareketini "öncelikli tehdit" katagorisi içine almıştır.

Türk devletinin AFRİN saldırısından yanlızca Türk devleti değil, başta ABD ve Rus emperyalistleri olmak üzere, Türk devletine her türlü desteği veren Avrupalı emperyalistlerde bir o kadar sorumlu ve suçludurlar. 
 
Alman burjuvazisi, İŞİD’e karşı savaşan YPG'e ait flama ve amblemlerinin yürüyüş ve mitinglerde taşınmasını yasaklaması, Türk ordusuna ait tankların tamirini acilen üstlenmesi, bu savaşın bir parçası olduğunu göstermiştir.

Ancak, Alman işçi sınıfı ve emekçileri, Alman burjuvazisinin bu kirli anlaşmalarının karşısında yer almakta gecikmeyecektir.

Türk devleti derhal işgale ve AFRİN’e yönelik her türlü saldırıya son vermeli, bütün emperyalistler bölgeden kanlı ellerini çekmelidir. 20.01.2018





Faşizme Karşı Birleşik Mücadele Geliştirilmelidir




Burjuvazinin Halleri Ve Mücadele Taktikleri-2








 
Faşizme Karşı Birleşik Mücadele Geliştirilmelidir


Yusuf Köse


Türkiye Devrimci Hareketi oldukça çok parçalıdır. En alt düzeydeki demokratik taleplerin kazanılması temelinde bir araya gelemsi bile oldukça zor ve zorlaştırılmaktadır. Sermaye devletinin izlediği karşı devrimci paraçalama taktiği bu konuda önemli bir başarı elde etmiştir. 
 
Birinci ayrılık, Kürtler konusu. Güçlü bir demokratik Kürt ulusal hareketi olmasına karşı, bu hareket ile ortak hareket etmek, kimileri için ABD ile bir araya gelmek olarak okunabilmektedir. Aslında bunu ileri sürenler Rus emperyalizmi ile rahatlıkla birlikte olabilirler. Emperyalizm karşıtlıkları ne yazık ki tutarlı değildir. Sorun Kürtler olunca, burjuva ulusa duygular hassaslaşıyor. Böylece, ezilen ulus hareketiyle birlikte yürünmesi bir yana, yan yana dahi görülmek zorlaşıyor.

TDH oldukça parçalı olmasına karşın büyük bir mücadele tarihine sahip. Kaypakkaya, Çayan ve Denizler gibi mücadeleci komünist-devrimci idollere sahip. Büyük işçi direnişlerinin yanında daha dün sayılabilecek kadar yakın olan tarihsel bir GEZİ isyanına sahiptir. Bunca olumlu deneyimlere karşın, birlikte yürüme taktikleri geliştirilememesi (ki, GEZİ kendiliğinden gelme haliyle bunu başarmıştı), küçük burjuva düşünce tarzını aşamamalarından kaynaklanmaktadır. Dogmatik, sınıf uzlaşmacı ve sosyal şovenizmin etkisi, devrimci hareketin, faşizme karşı ortaklaşa mücadele yürütmesinin önünde önemli bir engel oluşturmaktadır.

TDH’nin bu kadar parçalı ve irili-ufaklı olması, işçi sınıfı ve emekçiler içinde büyük bir dez avantaj oluşturmaktadır. Sayısız örgütün varlığı, kitlelerinde bir o kadar bölünmesi anlamına geliyor. Burjuvazi işçi sınıfını bölmek için her türlü çabayı harcarken, bölünmüş olan devrimci-demokrat kesimlerin asgari müştereklerde dahi birlikte hareket edememeleri, proleter sınıf bilincine sahip olmamalarının yanında, sınıfa karşı sınıf ideolojisine sahip olmamalarından ya da bu yönün oldukça zayıf olmasından kaynaklanıyor olması gerçeği ile karşı karşıyayız.

Sınıfa karşı sınıf mücadelesi, faşizme karşı en asgari taleplerde birlikte hareket etmeyi koşullar ve zorunlu kılar. Faşizmin açık saldırı koşullarında bu her şeyin önünde gelir. Ülke, KHK’lar ve de OHAL ile yönetilirken ve bu, topluma baskılarla benimsetilirken, KHK’lara karşı bile birleşememek, birlikte hareket edememek ve her şeyden önce birlikte hareket etmeke için daha yoğun çaba harcama yerine, “tek”lerle uğraşmak, yani, demokratik kitle hareketinin yaratılması için taktikler geliştirememek, demokratik eylem bilincinin de olmamasının bir göstergesidir. OHAL ve KHK’lara karşı çıkmak ve bunlara karşı kitleleri örgütlemek ve harekete geçirmeyi istemek, koşullar açısından en devrimci eylemdir. Evet bu bir demokratik taleptir. Ancak, bugünün ağır baskı koşullarında, bu demokratik talebe sahip olmak için radikal devrimci çıkışlar gerekiyor. 
 
OHAL, KHK vb gibi durumlar, kendiliğinden ortadan kalkmayacaktır. Ciddi kitlesel mücadeleler gerektiriyor. Bu yasalar ve uygulamalar olduğu sürece devrimci örgütlenmeler ve sınıfın daha ileri örgütlenemlerini yaratmanın koşullarıda ortadan kaldırılmış olur. Bu nedenle, en zorlu mücadeleleri, birleşerek, bir araya gelerek ve tek çatı altında örgütlü gibi hareket etmenin bilincine ve zorunluluğuna varılmaldır.

Açık faşist baskı ve devletin kolluk güçleri yanında açıktan örgütlenen ve resmileştirilen paramilitarist güçlere karşı, koşullara uygun her çeşit örgütleneme ve taktik mücadeleleri uygulamaya sokmak kaçınılmaz hale gelmiştir.

Mücadeleyi kitlesizleştirmek, bireyselleştirmek, ortak düşmana karşı hedefi alabildiğine daraltmak, düşmanın istediği ve vermek istediği mesajdır. Bu reddedilmelidir. Küçük küçük gruplar halinde meydanalara ya da sokak aralarına çıkma taktikleri bir kenara atılarak, güçleri birleştirerek ve tek bir örgüt gibi hareket ederek, sokaklara ve meydanlara daha güçlü çıkmanın yolu ve yöntemleri yaratılmalıdır.

Yasaklanmış ezgiler yasaklanmış Gaydalarla çalınmalıdır.”1 Bu, proletaryanın sınıf tavrıdır. Bu yönde hareket edilemezse ve hala düşmanın istediği şekilde hareket edilirse, TDH çok şeyler kaybettiği ve daha da kaybedeceği ve kolay kolay –İran’da olduğu gibi- belini doğrultamayacağı açıktır.

Bugün, faşist Erdoğan ve avanesi kanlı salyalarını etrafa saçarak konuşabiliyorlarsa, bu kitlelerin sesizliğinden dolayıdır. Kitlelerin sessizliği faşizmin gücü oluyor. Bu tersine dönüştürülmelidir ve dönüşmemesi içinde hiç bir neden yoktur. Bunun yolu ise, faşizme karşı, devrimci ve komünistlerin en geniş birleşik cepheyi oluşturmaları, mücadeleye kazanma azmi ve inancıyla sarılmalarıyla olabilir.

Hemen hemen bütün örgütler ve siyasal yapılar, “birlikten” söz etmelerine karşın, kendi söylemlerinin pratiğe geçmemesi için kendi önlerine yine kendileri engel çıkarıyorlar.
 
Devrimci hareketin parçalanmışlığı ve en asgari demokratik taleplerde dahi bir araya gelememesi ya da gelmeyi başaramaması durumu, kitlelerin moralini bozarken, burjuvaziye dolaylı bir destek ve moral olmaktadır. İşçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarına ters bu diyalektik işleyişi düzeltmek komünist ve devrimcilerin birincil görevi olmalıdır.

Türkiye ve Kürdistan’da işçi sınıfı nicel olarak oldukça güçlüdür. Sömürü sisteminin nesnesi olmaktan çıkmaları ve kendi sınıf çıkarları için mücadelenin öznesi olmaları için, en küçük demokratik adımların birleşilerek atılması bir ilk basamaktır. Bu başarıldığında, faşizme karşı mücadele daha nitelikli ve daha kitlesel hale gelecektir. Burjuvazi açık faşist saldırılarla işçi sınıfı uzun süre susturamaz. İşçiler, sermayenin daha fazla palazlanmasına ve temerküzüne karşı sessiz kalamaz. Çünkü OHAL ve KHK’lar, Erdoğan’ında açıktan itiraf ettiği gibi, sermayenin kanlanması ve büyümesi içindir. Her büyüme ve birikim kanlıdır. Bu nedenle, işçi sınıfı kanın daha fazla emilmesine rıza göstermesi olası değildir. Bu, sömüren ile üreten -sömürülen sınıf arasındaki çelişmelerin keskinleşmesini ve sokaklara taşmasını beraberinde getirir.

Her şeyden önce bugünün yönetimine çeşitli nedenlerle karşı çıkan toplumun yarısı var. Bu faşizme karşı mücadele edenler için büyük bir avantaj, iktidar için ise büyük bir dez avantaj.
Bütün bunlar, komünist-devrimci-demokrat güçlerin birlikte hareket etmesini zorunlu kılan, zorlayan ve mutlaka başarılması gereken bir olgu olarak TDH önünde durmaktadır. 20.01.2018

***

1 Mel Gibson’un „Cesur Yürek” filminden

5 Ocak 2018 Cuma

Burjuvazinin Halleri Ve Mücadele Taktikleri (1)


Burjuvazinin Halleri Ve Mücadele Taktikleri (1)


Yusuf KÖSE
2018, İran gerici-faşist molla rejimine karşı, çeşitli milliyetlerden İran işçi ve emekçilerinin direnişiyle karşılandı ve bu direniş, dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları için mücadelenin motivasyonu olmuştur. Ve bu direniş 2018 yılının, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmelerin daha da derinleşeceğini gösterirken, kapitalist sisteme karşı işçi ve emekçilerin direnişlerinin de gelişeceğinin bir işareti olarak okunabilir.

Ülkemizdeki durum çok net. Açık bir faşist diktatörlük var ve bu faşist diktatörlük, askeri faşist diktatörlüklerden farklıdır. Faşizmin açık bir kitle desteği vardır ve bunu her geçen güçlendirmeye çalışıyor. Yeni yasa ve kanunlarla konumunu sağlamlaştırmaya, muhalif kesimleri ise bütünüyle soluksuz ve dermansız (güçsüz) bırakmanın adımlarını, günden güne büyüterek atıyor. Ve devrimci-demokratik örgütlenmenin ve karşı koymanın karşısına bir örgütlü, silahlı faşist bir para militarist güç çıkarılıyor. Ve bu uzun zamandır hazırlanıyor ve yasallaşmış durumdadır. HÖH, SADAT vb. aybesgerlerin görünen taraflarıdır. Aynı Endenozya’da 1959’da komünistlere karşı devlet tarafından kurulan ve desteklenen ve günümüze kadar örgütlü olan “Pemuda Pancasila” paramiliter gücü, İran’da “Besici”ler, "Devrim Muafızları" vb. Latin Amerika ve daha bir çok ülkede paramiliter güçler vardır ve bunlar devletin yarı-resmi güvenlik güçleri olarak çalışırlar. Esas amaçları da işçi sınıfı hareketini bastırmaktır. Hitler Almanya'sınında resmi ve yarı-resmi bir çok paramiliter örgütleri vardı.

Son çıkarılan 696 sayılı KHK, Türk egemen sınıfların işi buraya getireceği ve bu yasayla yetinmeyip, faşist yasaların birbirini takip edeceği belliydi. Çünkü, faşizm çok bilinmeyenli denklem gibi değil, tersine, iki artı iki gibidir. Yani, siyaseten oldukça basittir. Faşizme karşı olan kitlelerin karşısına neler çıkaracağı çok açıktır. Bugün olduğu gibi. Bu nedenle, TÜSİAD ya da bazı liberallerin çıkışlarından “umut” beklemek, kurbanın kasabın bıçağını yalamasına benziyor. Türk egemen sınıfları arasındaki çıkar çelişmesi derinliği, şimdilik, kurbanın (işçi sınıfının) ortaklaşa keslimesi önünde engel değil. Tersine, bıçak her geçen gün daha keskin hale getirliyor.

7 Haziran 2015 seçimlerinin arkasından hemen yazmıştım. “Erdoğan bütün seçimleri kazanacak”. Ve öyle de oldu. Bunu Türk tekelci burjuvazisi istiyor ve egemen sınıfları, sermayenin çıkarı gereği, örgütlenmesini ve yasalarını da ona göre yapıyor. Mısır’da Mübarek, Tunus’ta Bin Ali nasıl yıllarca tek başlarına kaldılarsa, AKP-Erdoğan kliği de aynı şekilde iktidarda kalmaktadır. Bu iktidar sürecini kitle hareketlerinin boyutu belirleyecektir.


İşçi Sınıfı Emperyalistleşmiş Türk Devletiyle  Karşı Karşıyadır

Siyaset ekonomiden bağımsız olamaz. Sermayenin niteliği, siyasetine niteliğini ve biçimini belirler. Türk egemen sınıfları, artık AB ya da ABD’nin her dediğini yapmıyor. Çünkü kendisi bir emperyalist devlet haline gelmiştir. “Türk devleti emperyalist bir devlettir” belirlemesine karşı çıkanlar elbette olacaktır. Ancak, bunu ileri sürenlerin Türk tekelci burjuvazisinin uluslararası ilişkilerini, sömürü ağlarını, dış ülkelerdeki yatırımlarını irdelemeleri ve incelemeleri gerekiyor. Bu ayrı bir yazı konusu olamakla birlikte, bugün Türkiye’nin finansal (bankaların dışında) 301 aşkın çok ulusulu tekeli ve yurt dışında 300 aşkın fabrikası ve 44 milyar ABD doları yatırımı vardır.2 Londra ve New York borsalarında yatırımları vardır. Sadece, müteahhitlik alanında bir veriyi buraya aktarmak bir ip ucu verbilir. Yurtdışında Müteahhitlik firmalarin dergisi olan ENR3, her yıl dünyanın en büyük 250 firmasını belirler. Bu sıralama içinde en çok şirketi olma açısından Türkiye, Çin’den sonra ikinci, ABD ise üçüncü sıradadır. Türkiye, bu pazarın %5,6 (25,5 milyar ABD doları) ellerinde bulundurmaktadır. Erdoğan’ın kaçak sarayını yapan Rönesans Holding, bu listenin 38. sırasında yer alırken, Rusya’nın en büyük 200 şirketi arasında ise 84. sırada yer almaktadır.4

Türk devleti emperyalist bir devlettir. Tepkilerini buna uygun olarak vermektedir. AB ve ABD ile olan kavgaları ve bizim toplumun pek alışık olmadığı çıkışlar, kimileri tarafından “anti-emperyalist” olarak değerlendirilebilmektedir. Karşı çıkışlar ne bir blöf ne de danışıklı dövüştür. Emperyalist bir çıkıştır. Paylaşılmış pazarlardan pay isteme, paylaşılmış egemenlik alanların yeniden paylaşma isteği ve yayılmacılıktır. Bu nedenle Erdoğan’ın sık sık tekrarlamak zorunda kaldığı: “Dünya beşten büyüktür”, ya da ABD için söylediği; “BM birden büyüktür” gibi söylemler ve çıkışlar, bir anti-emperyalist çıkış değil, büyüyen Türk sermayesinin önünde engel olunmaması ve paylaşılmış alanlardan pay isteme çıkışlarıdır. Yani, yeni ile eski emperyalistler arası çıkar dalaşıdır. Egemenlik alanı ve paylaşılmışların yeniden paylaşılması savaşımıdır. Erdoğan”nin ağzında sakız ettiği “Payitaht’”, Türk tekelci burjuvazisinin egemenlik alanlarının ifade şeklidir. Olan feodal Osmanlı yayılmacılığı değil, emperyalistleşmiş Türk tekelci burjuvazisinin yayılmacılık çabalarıdır.

Türk egemen sınıfların, emperyalist bloklaşmada saf değiştirme çabaları, NATO’yu dıştalamaya çalışması ve Ortadoğu’da ABD’nin varlığından rahtsızlığı, pazar ve egemenlik alanların yeniden paylaşılmasını istemesinden kaynaklıdır. 
 
Ne var ki, ülkeyi hala yarı-sömürge olarak değerlendirenlerin, Erdoğan’nın çıkışına “anti-emperyalist” demek durumunda kalmaları ya da “şaşkın”lık şokunu yaşamaları ya da bu çıkışları doğru adlandıramamları, sermayenin niteliğini ve gücünü yanlış değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır.

Siyaseti belirleyen ekonomi olduğuna göre, ekonominin niteliğinin ne olduğunu incelemek ve belirlemek önemlidir. Türk tekelci burjuvazisinin içte ve dışta saldırgan bir taktik izlemesi, büyüme ve egemenlik alanlarını genişletme isteğinin pratik görüngüleridir. Erdoğan tekelci sermayeniin sözcüsüdür. Onların saldırganlığı Erdoğan’ın kişilğinde birleşmektedir.

İçeride tüm demokratik hak ve özgürlüklerin yok edilmesi, işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırganlığın ala bildiğine ağırlaştırılması, her şeyin yağmalanması ve ortada burjuva hukukunun dahi bırakılmaması, yeni emperyalist bir ülke burjuvazisinin olağan davranışlarıdır. Çünkü yeni büyüyen sermaye, büyümesi ve egemenlik alanlarının genişletilmesi önünde hiç bir engelle karşılaşmak istemiyor. Bu nedenle de bunun birinci yolu; ülke içindeki muhalefeti bastırmak ve gelişecek muhalefete karşı paramiliter bir güç oluşturmak... Bunu, 696 sayılı KHK ile de yasal zeminini hazırlamış oldu. Bu, gelişecek işçi sınıfı muhalefeti için gereklidir. GEZİ (2013 Haziran Ayaklanması) direnişinin ruhu hala ortalıkta dolaşmaktadır ve bu devrimci ruh burjuvazinin uykusunu kaçırmaktadır.

Elbette her şey Türk egemen sınıfları için toz pempe değil. İçerisi, onca baskı araçlarına rağmen kendileri açısından tekin olmadığı gibi, dışarıda da karşılarında, her yönüyle daha büyük emperyalist güçler var. İçerde tek dişli muhalefet olabilme kabiliyetine sahip işçi sınıfı var ve onu da, önemli ölçüde –şimdilik- bir şekilde; yoğun devlet şiddetinin yanında,  miliyetçilik, şovenizm, mezhepçilik vb. argümanlarla parçalayıp bastırabilmiş durumdadır. Ancak, sermaye ile emek arasındaki çelişmenin diyalektiği, düz bir rotada ilerlemez. Biriken öfkeler, önüne dikilen bentleri yıkmasını da bilir.

Türkiye’deki burjuva muhalefet (CHP), sözde bir mualiftir. Sermaye istemediği sürece dişe dokunur -daha doğrusu burjuva demokrasinin normlarını korumak içinde olsa- bir muhalefet etmeyecektir. O, arada bir –dostlar alış verişte görsün misali-, “ben korkmam” diyerek “gürleyecek(!!!)”tir. Ama, gerisi boş ve sermayenin düzenin korunması için elinden gelen muhalifliği yapmayı sürdürmeye devam edecektir. Çünkü toplumun önemli bir kesimi –çeşitli nedenlerle de olsa- şu anda iktidara karşı muhaliftir. Bu muhalif kesimin, bir şekilde aktifleşmesinin önlenmesi ve oyalanması gerekiyor. Ve en önemlisi de bu kitlenin Kürt ulusal hareketiyle birleşerek demokratik bir muhalif kitle hareketinin doğmasının önlenmesi gerekiyor. Bunun içinde Kürt legal demokratik muhalefetini de “şeytanlaştırma” çabası içindedir. Ne yazık ki, küçük burjuva kesimlerin bir bölümü egemen sınıfların “şeytanlaştırma” işini, değişik argümanlarla benimsemişe benziyorlar. Egemenlerce estirilen egemen ulus şovenzimin küçük burjuvazinin bir kesimini etkisi altına aldığını görmemek, devrimci taktik belirlemede büyük bir eksiklik olur.

Sermaye, Kürt düşmanlığına devam edecektir. Birincisi, içeride Kürtlere karşı düşmanlığı geliştirerek miliyetçiliği beslemek ve toplumun önemli bir bölümünü bu duygularla yönetebilmek. İkincisi ve esası ise; Kürtlerin sermayenin yayılmacılığı önünde engel olmasıdır. Çünkü, Suriye ve Irak’taki gelişmeler ve özellikle Suriye’deki gelişmeler, Türkiye sınırının Kürtlerin kontrolüne geçmesi, Kürdistan’ın bütünüyle kontrolden çıkmasına maddi zemin hazırlamış olması gerçeği ile karşı karşıyadır. Kürtler, Türk tekelci burjuvazisinin “büyük ve güçlü Türkiye” hayaline taş koymuş durumdalar.

Bunun yanında, işçi sınıfının yoğun baskı altına alınması, bütün demokratik haklarının ortadan kaldırılması ve toplumun diğer kesimlerine yönelik poltik özgürlüklerin yok edilmesi, ve aynı zamanda toplumun islamlaştırılması, liberalleride içine katarak muhalefet cephesini genişletmiştir.

Toplumun küçümsenmeyecek bir bölümünün iktidardan rahatsızlığı, burjuva cephesinide kara kara düşündürmektedir. Bu nedenle de egemen sınıf baskısı, bir sonraki baskıyı katalayarak şiddetlenmektedir. Bütün faşist rejimler bu yöntemi kullanmış ve sonunda yıkılmışlardır. 
 
Bazı kesimler, liberal aydınların dahi içeri alınmasına, TÜSİAD vb. gibi sermaye kesimlerin karşı çıkmasını, bunların Erdoğan iktidarına karşı gibi algılamaktadır. Oysa, liberal aydınların kayıbı geçici bir kayıptır ve burjuvazi onları her zaman kazanabilir. Ancak, liberal aydınların da içeri atılması, baskı uygulanması, daha büyük kesimlerin baskı altına alınmasını ve faşizmi resmileştirmeyi ve yasallaştırmayı kolaylaştırdığı içindir. İşçi ve emekçilerin ensesinde burjuva sınıfın korku sopasının sürekli canlı tutulması içindir.

Türkiye 1980’lerin Türkiye’si olmadığı gibi, sermayenin büyüklüğü ve temerküzü de aynı değil, ulusaşırı özelliği, yani tekelleşmesi daha fazla öne çıkmış ve üretimini de sermayenin büyüklüğüne bağlı olarak uluslararasılaştırmaktadır.

Sermaye, işçi sınıfı ve emekçilere ve onların temsilcilerine karşı açıktan bir saldırıya geçmiştir. Ve bu saldırılarını gevşetmek bir yana, her geçen gün daha da genişletmekte ve derinleştirmektedir. 

Devletin bu saldırıları karşısında komünist ve devrimcilerin yapması gerekenler de vardır. 
 
Devamı var.


1 DEİK Raporu (Kadir Has Üniversitesi- New York Columbia Üniversitesi’nin ortak girişimi olan Vale Columbia Sürdürülebilir Uluslararası Yatırım Merkezi’nin –VCC- araştırması) 2014
2 UNCTAD-WİR 2017 Raporu.
3 Engineering News-Record 2017.
4 Forbes 200 Russia, 2017