24 Mayıs 2023 Çarşamba

Dijitalleşme

 

 


 

 

 

Yusuf KÖSE



Dijitalleşme:

İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi

ve

Düzenleyicisi Olacağı Tarih

 

Önsöz


Marksizm’in temel ekonomi-politik analizlerine, çözümlemelerine ve bir bütün olarak işçi sınıfının Marksist-Leninist dünya görüşü, ideolojisi ve siyasetine yönelik küçük burjuva sol liberal ve burjuva liberal eleştiriler devam etmektedir.

Bazı küçük burjuva düşünce sahipleri, işçi sınıfının devrimciliğini öldürüp, burjuva sınıfına karşı sınıfsız bir “prekarya” icat ederlerken (ki, bu yaklaşım 1960’lara kadar geriye gider) bir kısmı ise, dijitalleşmenin artmasıyla proletaryanın artık üretim sürecinin dışına çıkacağını ve kapitalistlerin sermaye birikimi için artı-değeri, canlı emekten değil makinelerden elde edeceğini ileri sürecek denli, sermaye birikiminin karakteristiğinden uzaklaşmışlardır.


Bazı küçük burjuva oportünistleri ise işçi sınıfının değiştiğini çünkü “özel mülkiyet” araçlarına sahip olduğunu ileri sürerek, sınıf tanımında burjuva liberal sınıf tanımlamalarına bir adım daha yaklaşmışlardır. Bu küçük burjuva sol liberal yaklaşımların özü; işçi sınıfının devrimci niteliğini “yitirdiğinin” ispat çalışmaları olarak öne çıkmaktadır.


Bu çalışmada, metaların değeri ve artı-değerin kaynağının nereden geldiği, kapitalist devletlerin neden işgününü durmadan uzatma eğilimi içinde olduğu ve yüksek teknoloji ile üretim yapan bazı uluslararası tekellerin incelenmesi yer almaktadır.

Covid-19 salgınının yoğun yaşandığı günlerde, işçi sınıfının üretim alanından çekildiği anda yaşamın nasıl da durduğuna tanıklık edildi ve teknoloji yoğun üretim tekellerinin (örneğin Amazon) daha fazla işçi almak istediklerini de o günün güncel basından izlendi. Ve bunlar, bu çalışma içinde ele alıp incelenmektedir.


Kapitalist sistemin işçi sınıfı sömürüsüne dayandığı, koronavirüs salgınıyla beraber milyonlarca işçinin işsiz kalmasında kendini daha net göstermektedir. Bu aynı zamanda kapitalizmde işçilerin güvencesiz oluşunun yalın bir göstergesidir. Bu olgu yeni ortaya çıkmayıp, kapitalizmin tarihi boyunca da işçiler iş garantisi olmadan yani güvencesiz olarak çalışmışlardır.

Emek-sermaye arasındaki çelişme; kapitalist sistem var olduğu sürece varlığını koruyacak ve bunun çözümü; özel mülkiyet ilişkilerine dayanan kapitalist üretim ilişkilerinin yıkılıp yerine insanlığın gerçek kurtuluşu sosyalist-komünist bir toplumun kurulmasıyla sonuçlanacaktır.


Kapitalizmin eskisi gibi olmayacağının” daha yoğun tartışıldığı kapitalist-emperyalist sistemin krizlerinin derinleştiği ve boyutlandığı anda, kapitalizmin varolmasını sağlayan artı-değerin kaynağının nereden geldiğini bir kez daha ortaya koymanın, işçi sınıfına olan güveni hep canlı tutmak ve sınıf mücadelesini geliştirmek açısından yararlı olacağı düşüncesindeyim.


Kapitalizmin bir yüzyıl daha göremeyeceği gerçeği de; başta işçi sınıfı olmak üzere, kitlelerin kapitalizmin her yönüyle çürümüşlüğüne daha yakından tanıklık etmesinin, yaşandığı bir sürecin içinde oluşumuz göstermektedir. İşçi sınıfının devrimci dinamiğinin diyalektik gelişimi; çürüyen kapitalist toplumun külleri arasından, özellikle son iki yüz yılı aşkın bir süredir çok ağır bedeller karşılığında geliştirdiği yeni bir devrimci toplumun filizlerini, özgürce geliştireceği uluslararası sosyalist toplumu kurmasının bütün nesnel koşullarının olgunlaştığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu iyi bir gelişme.


Bu araştırma süreci içinde, kapitalist üretim biçiminin kendi işgücü nüfusunu üretemez eğilimi içine girdiğini saptamış bulunuyorum.1 Oysa, bugüne kadar, kapitalist üretim biçiminin bu eğilimi görülememişti. Kapitalizmin bu eğilimi de somut olarak bu kitap içinde ortaya konmaktadır.


Marksizm sadece entelektüel merakı gidermek için yapılan bir idman değildir, ne de akademik bir meraktır. O bir devrim teorisi ve bu yüzden de bir savaş aracıdır. Bu bakış açısından bakıldığında, çalışan nüfus içindeki bileşim ve sosyal eğilimlerle ilgili olarak yapılacak her türlü analizin değeri yalnızca kesinlikle, bize sınıf bilinciyle ilgili soruları yanıtlamaya ne ölçüde yardımcı olduğunda yatar.” (Baverman, Harry, 409)


Ayrıca, buraya şunu da eklemeliyim: Kapitalist bir toplumda, onun alternatifi ve daha ileri bir toplum olan sosyalizmin kurucusu işçi sınıfının sınıf mücadelesini geliştirmeye hizmet etmeyen bir araştırma ve analizin, sınıf mücadeleleri üzerinde gelişen toplumlar tarihinde bir değerinin olmadığı görüşündeyim. Çünkü devrimci teori, sosyal pratikten çıkan ve onu daha ileriye taşıyan devrimci bir özelliğe sahiptir.


Yusuf Köse

Kasım 2022

1Bu saptamayı ilk defa, “Artı-Değerin Kaynağı” araştırmamla (2020 yılı) ben yaptım. Bu güne kadar da böyle bir saptamaya rastlamadım. Tersine, “yapay zeka işçilerin yerini alıyor” yanlış saptaması vb. argümanlar ileri sürülerek, “kapitalist sermaye birikim sürecinin işçilerden vazgeçme eğilimi içine girdiği” gibi, kapitalizmin eğilimini tersten göstermeye çalışan yeni liberal düşünceler yaygınlaştırılıyor.

17 Mayıs 2023 Çarşamba

CEHENNEMİN GİRİŞ KAPISINI YIKAN KAYPAKKAYA

 

 

 

 

 

 


İbrahim KAYPAKKAYA'nın Ölümünün 50. yılı Vesilesiyle
1


CEHENNEMİN GİRİŞ KAPISI”NI YIKAN KAYPAKKAYA

VE

ONUN ÖĞRETTİKLERİ...

Yusuf KÖSE

Kaypakkaya'nın ölümünün 50. yılı vesilesiyle bir çok etkinlikler ve paneller düzenlenmektedir. O, bunları fazlasıyla hak ediyor. Ancak, onun ardıllarının ondan yeterince öğrenmedikleri, hala, “somut koşulların somut tahlili” yerine, doğmatizmde direttikleri, diyalektik materyalist yöntem yerine metafizik yöntemi yeğledikleri ve böylece Kaypakkaya'nın günümüze ışık tutmasını engellediklerini, öncelikle belirtmekte yarar var.

Kaypakkaya’yı Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) 50 yıldır okuyor ve ondan öğrenmeye devam ediyor. Bu ne bir abartı ne de bir övgü gereksinimidir. Bunun böyle olmasının nedeni: Kaypakkaya’nın felsefesi diyalektik materyalizm, bilimi ise tarihsel materyalizm oluşudur. Genç yaşına rağmen, bu bilgilerle ve içinde olduğu devrimci pratikle an ve an kendini geliştiren Kaypakkaya, kendi deyimiyle, “Marksizm-Leninizm ve Mao Zedung Düşüncesi” teorisiyle donandıktan sonra, kendinden emin bir şekilde, ne yaptığını bilen ayaklarını sağlam yere basan birisiydi.

Kaypakkaya, 1970’lerin başında TDH içine bir ışık gibi sızmış, Türkiye işçi sınıf içindeki oportünizm ve revizyonizmin üzerine ise adeta bir meteor gibi düşmüştür. Ve bundan sonra, TDH içindeki ideolojik, siyasal ve teorik tartışmaların seyri de içeriği de değişmiştir. Materyalist epistomolojik tartışmanın niteliği ise küçük burjuva entellektüellerin akademik tartışma aracı olmaktan çıkarılıp, proletaryanın sınıf mücadelesini aydınlatır bir duruma getirilmiş; “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” Leninist ilkesi, yeniden, devrimci militanın kitleleri mücadeleye sevk etmenin yol gösterici ışığı omuştur.

Marksizm, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde yerli yerine oturmaya başlamıştır.

Kaypakkaya; Marksist-Leninist-Maoist teoriyi, ülke içinde ayakları üstüne diken bir komünist önderdir. Bunu, 1972’lere kadar TDH içinde tartışılan konular ve bunların içerikleri dikkate alınırsa, bu belirlemenin hiç de aşırıya kaçmadığı kendiliğinden anlaşılır.

Kaypakkaya’dan önce, reforumculuk ile sosyalizm arasında gidilip geliniyordu. Marksist teori, kah sosyal şovenizm güzergahında, kah burjuva devlet teorisi olan kemalizm şakşakçılığında kah ise sınıf uzlaşmacılığı bataklığında boğuluyordu. İşçi sınıfının ideolojik, siyasal ve örgütsel önderliği ise halkçılıkla yer değiştirmişti. Kaypakkaya’nın görüşlerinin gün yüzüne çıkmasıyla, TDH; bilimsel sosyalizm, işçi sınıfının ideolojik siyasal ve örgütsel önderliği, sınıf mücadelesinin kesintisiz sürdürülmesi ve özel mülkiyetçi sistemin bütünüyle ortadan kaldırılması tartışmalarıyla yakından tanışmıştır. Daha açıkcası, TDH içinde, Marksist-Leninist-Maoist bilgi teorisini kavrayış ve onun pratik anlamı gerçek yerine oturmaya başlamıştır.

TDH içinde yer alanlar, Kaypakkaya’ya kadar, “Kemalist Kadro Okulu”nun burjuva entellektüellerinden ve siyasetçilerinden ciddi bir şekilde etkilenmişlerdi. Özellikle o dönemin T”K”P’sinden devşirme “kadro”lar sayesinde, burjuva Türk devletinin niteliği “ilerici” ve hatta “devrimci” olarak ezberlettirilmişti. Kaypakkaya, bunalara bir set çekti. Bu düşüncelerin Marksist-Leninist değil, burjuva düşünceler olduğunu açık bir şekilde ortaya koydu. Marksizm-Leninizm ile sınıf uzlaşmacılığını birbirinden ayırdı.

1970’lerin TDH, daha çok da, Kemalizm, burjuva devletin niteliği, Kürt ulusal sorunu gibi konularda, o güne kadar tanık olmadıkları bir düşünce sistematiği ile karşı karşıya kalarak, yer yer sert karşı koyuşlarla Kaypakkaya’yı dıştalamaya çalışmıştır. Ancak, süreç içinde, bazan utangaçca, bazan ise bilerek ve öğrenerek, kendi hata ve eksikliklerini, Kaypakkaya’nın doğrularıyla tamamlama yolunu seçmişlerdir. Bazıları ise, büyük “marksistler” kisvesine bürünerek, onu görmezden gelip, ama onun düşüncelerini kendi düşünceleri olarak yarım-yamalak da olsa “teorilerine” eklemişlerdir.

1990’lardan sonra, bazıları da var ki; (bunlar, M. Suphi’den sonraki T”K”P gelenekçileri ve devamcılarıdır) sınıf uzalşmacı teorileri terk etmeyerek, işçi sınıfı içine oportünist öğeleri itelemeye devam ediyorlar. Haksızlık etmemek için, bunlar da, “burjuva Kemal”in iç yüzünü, Türk devletinin niteliğini, Kürt ulusal sorununa bakışlarını, eskiye oranla kısmen de olsa olumlu anlamda değiştirdiler. Ancak, hala Kaypakkaya’yı “çok aşırı” bulmaya devam ediyorlar. Çünkü Kaypakkaya’da sınıf uzlaşmacılığı teorisi yoktur.

Bazıları da var ki; Kaypakkaya’nın “maoculuğu”nu çok “iğreti” bulurlar. Bu tür argümanlar ve de teroik girişimler; Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan en önemli ilkelerden birini Kaypakkaya’dan alarak içini boşaltama denemeleri ve küçük burjuva kırılmalarıdır.

Kaypakkya’nın TDH katkıları salt bunlarla sınırlı olmayıp, esas olarak da, işçi sınıfının öncülüğünü net olarak ortaya koyarken, proletaryanın öncü örgütü olmadan iktidarı alamayacağını; işçi sınıfının öncülüğünü halkçılığa indirgeyen ya da proleter öncüsüz halkçı devrimci anlayışları eleştirmiş ve anti-MLM olduğunu belirtmiştir. Kaypakkaya’nın en büyük katkılarından biri; Marksist teoriyi halkçı düzeye indirgeyen 50 yıllık revizyonist-oportünist anlayışı mahkum etmesidir. Bu bağlamda, Kaypakkaya, komünist ve devrimcilerin işçi sınıfına ideolojik-siyasal yabancılaşmasını kırmıştır.

Kaypakkaya’nın teorisi bütünlüklüdür. Onda eklektizm yoktur.

Kaypakkaya; TDH’ne, “devrimci ihtilalciliğin”, işçi sınıfının teorisiyle donanmadığı zaman, halkçı devrimcilikten ileri gidemeyeceğini, anti-emperyalist ve “yurtseverlik”le sınırlı kalacağını da göstermiştir. Özellikle de, işçi sınıfıyla burjuva sınıfı arasındaki antagonist çelişmenin toplumsal realitesinin, hayatın her alanına yansıdığının görülememesi, işçi sınıfının kendi sınıf realistesinin inkarı olmuştur. Kaypakkaya, 50 yıllık birikmiş ve küllenmiş bu inkarı kıran komünist bir önderdir.

TDH’nin bütün olumlu ve olumsuz yanlarına karşın, son 50 yıl içinde Kaypakkaya’dan çok şey öğrendikleri bir gerçektir.

Kaypakkaya, proletaryanın kızıl bayrağını hep yukarılarda taşıdı. Onun kızıl rengini lekelemek isteyenlere karşı MarksistLeninist teori ışığında proleter disiplin ve kararlılıkla karşı koydu.

KAYPAKKAYA'yı 15-16 HAZİRAN İŞÇİ HAREKETİ YARATMIŞTIR

Kaypakkaya, TDH içinde yetişmiş bir militan olarak, onun halkçı yanlarından etkilenerek devrimcileşmişti. O, Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’yu okudukça, görüşleri, süreç içinde, TDH’nin geleneksel görüşlerinden ayrılmaya, yerli yerine oturmaya başlamıştı. Marksist teorik derinliğin ve bilmsel bilginin kendisindeki gelişmine koşut olarak; Kaypakkaya'yı, enternasyonal alanda revizyonizmden kopuşu Büyük Proleter Kültür Devrimi sağlarken, O'nun, 50 yıllık TDH’nin halkçı teorisinden kopuşunu esas olarak 15-16 Haziran İşçi direnişi yaratmıştır. 15-16 Haziran Büyük İşçi direnişinden sonra Kaypakkaya'nın işçi sınıfına yaklaşımı niteliksel olarak değişmiş, MLM bir çizgiye oturmuştur. Bu değişim, PDA saflarındayken İşçi Köylü gazetesinde çıkan yazılarında görülebilir. Kaypakkaya'yı Kaypakkaya yapan ilkelerin başında proletarya diktatörlüğünü savunması gelir.Onun bazı ardılları bu ilkeyi çoktan terk etmişlerdir.

Devlet zoruyla bastırılan işçi hareketi, Kaypakkaya’yı zorunluluğun bilincine vardırırken; özgürlüğünde, zulüm yuvası devletin, yine işçi sınıfı önderliğinde köylülerin ve tüm ezilen emekçilerin zoruyla yıkılarak kazanılabileceği bilincini yarattı. İşçi hareketinin bu gelişimi; Kaypakkya’da, devletin niteliğine, Kemalizme, ulusal soruna ve işçi sınıfının önderlik sorununa yaklaşımında, nitel bir bilinç sıçraması yarattı ve düşünceleri bütünüyle değişerek Marksist bir rotaya oturdu. Kaypakkaya’nın o süreçte, içinde yer aldığı (TİİKP)2 örgütüne karşı Marksist içerikli ilk ciddi eleştirileri bundan sonra başlamıştır. (Örneğin, TİİKP Programı Eleştirisi, Kaypakkaya'nın ML parti öğretisini bilimsel düzeyde kavradığının bir belgesidir.)

Nasıl Marx, işçi sınıfının biliminin yaratırken “bilimin eşiğinde, cehennemin giriş kapısında” bilinciyle hareket ettiyse, Kaypakkaya’da, 50 yıllık sınıf uzlaşmacı oportünist teoriler karşısında, cehennemin giriş kapısını kırarark adımını içeriye atmıştır. İşte bundan sonra, TDH’nin bir çok temel ideolojik-siysal konularda ezberi bozulmuştur.

Nasıl ki, “maddi yaşamın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel yaşam sürecini koşullandırıyor”sa (Marx), komünist militanlığı belirleyen de; işçi sınıfının sınıf bilinciyle ve onun sınıf çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi ve bunu yaşama geçirmeyi zorunlu kılar.

Kaypakkaya’yı yaşadığı tarihsel mitin içinde bırakarak, onu ileri taşımamak, onun yaşayan düşünceleriyle çelişir. Çünkü o, işçi sınıfının alegorik bir miti değil, düşünceleriyle yaşayan bir öznesdir.

Kaypakkaya, okuyan, öğrenen ve öğrendiklerini pratiğe geçirmeye çalışan ve kendini kendi hataları üzerinde de eğiten komünist bir kişilikti. O, düşüncelerini yüksek sesle söyleyen ve hatalarını yüksek sesle kabul eden, doğruları ise anında alan bir işçi sınıfı militanıydı. O, kitlelerin hem öğretmeni hem de öğrencisiydi. O nedenle de hatalarını gördüğü anda düzeltme yolunu teredütsüz seçmiştir.

Kaypakkaya, insanlığın, tarihin öte yanından alıp kendi boyunlarına takarak bugüne taşıdıkları kölelik halkası olan özel mülkiyet sistemini, işçi sınıfının gücü ve bilimiyle yıkılacağına inanmıştı. Düşmanın karşısına da bu inançla çıkarak, onu kendi ininde mağlup etmesini bilmiştir.

Kaypakkaya’dan öğrenmek; onu olduğu gibi savunmak değil, onun eksik ve hatalarını da ortaya koymaktan kaçınmamak olmalıdır. Kaypakkaya, kendinden önceki devrimci kuşağa aynen böyle yaklaşmıştır. Eksik ve hataları görmezden gelmeden, onların üstüne üstüne giderek, kendi doğrularını yaratabildi. Kaypakkaya, böyle bir özelliğe sahip olmasaydı, bugüne ulaşamazdı. Onu yaşatan, onu tartıştıran ve onun düşüncelerini devrimci-komünist militanlarda yol gösterici bir öğe yapan; hiç kuşkusuz, devrimci teorinin bir doğma değil, bir eylem kılavuzu olmasındandır.

Kaypakkaya’nın doğruları kadar eksikliklerini de ortaya koymak, onun öğretilerinin canlılığının bir gereğidir. Kaypakkaya’yı 50 yıl öncesinde dondurmak, Kaypakkaya’ya yapılan büyük bir haksızlıktır. O'nu dogmatikleştirmeye, sınıf mücadelesinde “arkaik”leştirmeye kimsenin hakkı yoktur ve buna da güçleri yetmez. Çünkü o proletaryanın sınıf mücadelesinin canlı pratiğindedir.

Kaypakkaya’nın en büyük hatalarından biri, ülkeyi, “yarı-feodal” değerlendirmesidir. Kendi araştırması olan “Çorum ve Kürecik”in ekonomik araştırması ve analizleri, bilimsel bir yöntemle ele alınmasına karşın, Türkiye için aynı yöntemden hareket etmemiştir.

Sosyo-ekonomik yapıdan hareketle, ülkede devrimin yolunu “Halk Savaşı” olarak belirlemesi, öznelciliğin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda, Türkiye devriminin gelişimini Çin Devrimi gibi gelişeceğini varsayarak şablonculuğa düşmüştür.3

Kaypakkaya, o (12 Mart cuntası) süreçte siyasal durum değerlendirmesini ve özellikle de “işçi ve köylülerin büyük çoğunluğu silahlı mücadeleyi kavramıştır” saptaması, sosyal gerçeklikle uyuşmuyordu. Kaypakkaya’yı, yerelden bağımsız, böylesi öznelci saptamalara götüren, o günün dünya konjonktüründeki işçi, emekçi ve ezilen ulus hareketlerindeki gelişmelerdi.

Genç bir komünistin bu tür hatalar yapması anlaşılır bir şeydir. 24 yaşın son beş-altı yılını, okuyarak, yazarak, eylemlere katılarak; örgütlü mücadele içinde o günün sınıf mücadelesi tarihi onu öne çıkarmıştır. İşçi sınıfı hareketi içindeki oportünizme karşı mücadelesinin bir ürünü olarak, işçi sınıfının öncü örgütünün kurulmasına önderlik yapan bir komünistin, kendi teorisini sosyal gerçekliğin mihenk taşına aktaramadan, aktardıklarını ise sorgulayamadan katledilmesi; eksik ve hatalar ona değil, onun yükseklerde tuttuğu bayrağı taşıyanların hanesine yazılır.

Bu nedenle, Kaypakkaya’nın, kuru ve sosyal gerçeklikten uzak soyut övgülere gereksinimi yoktur. TDH içinde, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde onun yeri ölümsüzleşmiştir. Türkiye ve Kürdistan devriminin bayrağında Kaypakkaya’nın yeri her zaman olacaktır. Kaypakkaya’nın gereksinimi; onun sınıf bilinçli duruşunu anlamaya, düşüncelerini yaşayan bir organizma gibi eylem kılavuzu olarak ele alıp, ilerletmeye, bugüne ve yarınlara taşımaya gereksinimi vardır. Kaypakkaya, öğrencisi olduğu öğretmenlerine karşı böyle yaklaşmıştır. Kaypakkaya’nın öğrencilerinden öğretmenlerine böyle yaklaşmaları beklenir. 02.05.2013



***

110 yıl önce yazdığım bu kısa makaleyi, hala güncelliğini koruduğu için, bazı ekleme ve düzeltmelerle yeniden yayınlıyorum.

2 TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi-Köylü Partisi)

3 Kaypakkaya’nın bu hatalarını; “Tarihin önünde Yürümek” (EL Yayınları, Nisan 2013) kitabımda ele aldığım için burada kısa notlar halinde geçiyorum.

11 Mayıs 2023 Perşembe

Dinci-Faşist Gericiliğin Merkezi: Emperyalist Türk Devleti



Dinci-Faşist Gericiliğin Merkezi: Emperyalist Türk Devleti


Özellikle son 15 yıldır dinci (müslüman) gericiliğin merkezi olduğu rahatlıkla söylenebilir. ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgali ve peşinden Kuzey Afrika ülkelerindeki 2010 ayaklanmaları ve Mısır'da geçici olarak Müslüman Kardeşler örgütünün iktidara gelmesi ve peşinden Suriye'de geliştirilen olaylar, Türk devletine, dinci AKP'nin de iktidarda olması, yeni bir emperyalist yayılma politikasını benimsetmiştir.


ABD'nin „yeşil-islam“ politikası, Rus Sosyal emperyalizmin Afganistan'ı işgaliyle gündeme getirilmişti. Peşinden İran'daki dinci değişim, ABD'nin bu politikasını daha güçlü olarak yaygınlaştırmayı gündeme getirmesine neden olan gelişmeler oldu. ABD emperyalizmi bu yolla bu bölgelerde Rus sosyal emeryalizmin etkisini kıracağını hesapladı ve doğru çıktı.


2000'lerin başında Afganistan ve İran'daki „islam“ emperyalist burjuvazinin çıkarlarına dokununca, „ılıman islam“ politikası gündeme getirildi. AB ve ABD tarafından hararetle desteklenen AKP, bu politikanın ürünü olarak, Türk egemen sınıfları tarafından iktidara getirildi.


Bu süreç, aynı zamanda, Türk sermaye çevrelerinin dışa açılma ekonomik politikası da gelişmeye başladı. Yani, Türk tekellerinin özelleştirmeler ile sermaye birkimlerinin büyümesi ve dış ülkelere sermaye ihracının artması da aynı sürecin ürünü olarak ortaya çıktı. Ve böylece yıldan yıla Türk tekellerinin sermaye ihracı büyüyerek, şu an (2023 yılı) 65 milyar ABD dolarına yaklaşmış durumdadır.


Türk devletinin gericiliğin merkezi olması Mısır'da Müslüman Kardeşler'in (2011 Ocağındaki ayaklanmadan sonra Mursi'nin cumhurbaşkanı seçilmesi) iktidara gelmesi, Türkiye'de AKP iktidarını daha da cesaretlendirdi. Bu süreçten sonra AKP'nin „AB'ye girme“ politikasında da değişiklikler oldu ve süreç içinde bu politika terk edildi. Rüzgar, dini gericiliğin güçlenmesinden yana dönmüştü. Özellikle 2011 Mart'ında Suriye'deki iç savaş kışkırtmaları, Türk devletine daha büyük olanaklar sundu.


Başta ABD, İngiltere ve Fransa olmak üzere, bütün Batılı emperyalistler Esad'ı devirmek için harekete geçti ve Türkiye'yi de bu işe ortak ettiler. 1993 Irak işgalinden beri Ortadoğu'da rol almak ve oynamak isteyen Türk devleti, „davet“ ile yetinmekle kalmak istemedi ve kendi rolünü kendisi çizdi. Rusya'nın da 2015 yılında bu pazara askeri olarak dahil olmasıyla, büyük emperyalist ülkeler arasındaki çelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, Suriye, Irak ve Libya'da kendi işgal bölgelerini oluşturdu.


İran şii dinci gericiliğin merkezi iken, Türkiye sünni dinciliğin merkezi haline geldi. Salt sünni dinciliği yayma ve bunu kendi emperyalist çıkarları için kullanmakla yetinmedi, Libya, Suriye, Irak gibi yerlerde dinci-faşist paramiliter güçler/ordu oluşturdu. Afganistan ve Orta Afrika'nın bir çok ülkesinde dinci-faşist örgütlenmeleri destek veriyor. Libya'da olduğu gibi, Somali'deki iç çatışmalara da müdahale ederek, kendi egemenliğini sağlamlaştırıyor.


Türk emperyalist devleti, salt bu askeri ve paramiliter güçler ile yetinmeyip, dinci-gericiliği, TİKA1, Diyanet Vakfı, DEİK, AFAD, Yunus Emre Enstitüsü, TRT, Maarif Vakfı, Yurtdışı Türkler ve Akraba Başkanlığı, Kızılay vb. gibi kurumlar aracılığıyla dinciliği ve kültürel emperyalist yayılmacılığını geliştiriyor.2


Türkiye, gericiliğini salt Ortadoğu ülkelerine ihraç etmiyor, aynı zamanda türki devletleride şu veya bu oranda etkilliyor ve oradaki gerici, faşist iktidarları destekliyor. Örneğin Azerbaycan bunlardan biri. Türk devleti gericiliğini Balkanlara ve Avrupa'nın bir çok ülkesine de yaymaya çalışıyor. Özellikle sünni islam ülkelerinde etkin olmaya çalışıyor.


Türk devleti, dinci-faşist gericiliği elbette salt dış ülkelerde geliştirmiyor. Öncelikle ülke içinde zaman içinde bütün devlet kurumlarında islamlaştırmayı yagınlaştırdı ve kanun ve yasaları da dini fetvalarla iadare eder duruma geldi. Aynı şekilde, faşist örgütlenmeleri ve para militer güçleri geliştirdi. SADAT bunların başında gelir. Diğer mafya tipi örgütlenmeleri ve bütün serseri yarı-lümpen kesimleri kendi etrafında topladı ve birer saldırgan güç haline getirdi. Suriye, Irak ve diğer ülkelerden kaçan dinci örgütlerin üyelerini ülke içine topladı. Ve bunları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. En son, 8 kişinin öldüğü, 81 kişinin yaralandığı Beyoğlu İstiklal caddesinde, 13 Kasım 2022 günü patlatılan „serseri“ bomba buna örnektir.


Diyanet'in „imam ordusu“ da para militer bir güç olarak yetiştiriliyor, besleniyor ya da bu amaçla kullanılmaktadır. Aynı şekilde, Tarikat örgütlenmeleri de, faşist Erdoğan rejminin „beka koruyucu“ları olarak beslenmekte ve geliştirilmektedir. Devletin maddi-manevi olanakları bunların kullanımına sonuna kadar açıktır. Erdoğan'ın kitleler içindeki en gerici dayanakları bu tarikatlar ve Diyanet'tir.


Erdoğan'ın sözcülüğünü yaptığı ve destekçisi tekeller ise, sıradan birer „şirket“ olmayıp, Türkiye'nin önde gelen büyük emperyalist tekelleridir. Örneğin, Tosyalı Holding ve „beşli çete“ olarak anılan inşaat tekelleri, uluslararası tekellerdir ve dünyanın en büyük 250 inşaat tekeli3 içinde ön sıralarda yer alırlar. Erdoğan'ın binyüzelli odalı sarayının yapımcısı Rönesans Holding'e bağlı iki şirket, aynı zamanda Rusya'nın en büyük ilk 500 tekeli içinde yer alır. Çalık Holding, silah tekelleri ve basın tekelleri yine Erdoğan'ın yakın finanasörleridir. Bu tekellerin çoğunun Afrika ülkelerinde büyük yatırımları vardır. Bunlar birer emperyalist tekellerdir. Ayrıca Erdoğan'ın kontrolü altında Ziraat Bankası, Vakıflar Bank, Halk Bankası gibi devlet bankaları olduğu gibi, Türkiye Varlık Fonu içinde topladığı büyük bir sermaye grubu vardır. THY bunlardan sadece biridir. Bütün bunlar Erdoğan rejiminin ayakta kalması için çalışmaktadır. Türk egemen sınıflar içindeki çatışmanın esaslı bir yanı da TVF içindeki sermayenin kontrolüyle yakından ilgilidir.


Kısacası, sandıkla gitmesi istenen bu güçtür. İşçi sınıfını zorlu bir mücadele beklemektedir.


***

1TİKA: Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı

2Bkz. Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf. 246, El Yayınları-2022

3Yusuf Köse, age, sf. 147