21.03.2013 Diyarbakır
'Barışı, Biz Böyle Bilmiyorduk'
Yusuf KÖSE
Öcalan’ın meşhur „Nevruz mektubu“ okunduğunda, bazıları hayal kırıklığına
uğradı. Çünkü, onlar PKK’dan, Kürt işçi ve köylüleri lehine bir devrim
bekliyorlardı. „Mektup“, devletin ağızıyla yazıldığını[1] (iki karşıt
görüş bunu açıktan belirtiyor, Dip Not’a bkz.) görünce, „bu kadarı da
olmaz ki“ diyebildiler. Oysa, Öcalan, 1999 Şubat’ında bunları fazlasıyla
söylemişti. PKK, şimdi bunları kabul etmeye hazır gibi gözüküyor. PKK’nın
paradigmasını daha önce 4 bölüm halinde yayınlanan bir yazımda açıkladığımdan, yeniden oraya dönmeyeceğim.
Ağır bedeller ödeyenlere, savaşın en acımasız yüzünü gören ve yaşayanlara,
oğullarını ve kızlarını dağlarda toprağa verenlere sorulduğunda, cevapları: „Barışı biz böyle
bilmiyorduk“[2] oluyor. Çünkü,
zulüm gören halk! Savaşan ve ölen halk! Acıların en acısını yaşayan yine
yoksullar! Devleti onlardan başka kimse iyi bilemez. Bu nedenle de, devlet
tarafından yazılıp Öcalan‘ın ağzından „21 Mart Nevruz mektubu“ (Kürt Newrozu
değil) diye Kürt kitlelerine sunulan devlet "barışı"ndan, halk, haklı
olarak şüphelendi: „Bu mektup bizim barış mektubu olamaz“ diye... Newroz Meydanı‘nda çoşkulu bir şekilde
alkışladıkları ise kendi hayallerinde yarattıkları bir direniş sembolüydü ya da
öyle görmek istediklerini alkışlamışlardı. Alkışladıkları; devlete inat, kendi
mücadelelerinin geldiği zirve, Diyarbakır meydanlarında açıktan
kutlamaları ve direnişlerinin, ırkçılığa, asimilasyona, jenoside, katliamlara,
yasaklamalara ve inkara karşı galip gelmesiydi. Newroz Meydanı’nda
alkışlanan: Türk devletinin, yeni Osmanlıcılığı güçlendirme, bölge halklarına
korku salma, çeşitli milliyetlerden Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarına daha
fazla baskı uygulama yanında, sömürü ve egemenlik ağını genişletme konseptli
„Mektup“ hiç değildi.
Öcalan Kenaya’da yakalanıp Türkiye
getirilirken, uçakta: „benim anam da Türk, fırsat verilsin devlete hizmet
etmeye hazırım“ dediğinde de, Kürt halkı içine sindirememişti. Sonra, ortaya
manipülasyon araçları girdi ve „başkanın bir bildiği vardır“ diyerek, bu
durumu da "mazur" gösterir oldular. Aynı, „nevruz mektubu“ gibi.
“İmralı zabıtları“ basında yayınlanmasının arkasından „Apo padişah değilya“
diyenler, dediklerini unutarak, yeni sürece methiyeler düzmeye, „teorik“
derinliklerini kitlelere anlatmaya koyulmuşlar. „yeni süreç“te ise, işçi ve
emekçilerin payına, bugüne kadar ne düşmüşse o öngörülmüştür.
BBC Türkçe İnternet sitesinde,
26. 03. 2013 tarihinde Kumru Başer‘in Diyarbakır’da Kürtlerle yaptığı röportajı
yayınladı.
"Barışı biz böyle
bilmiyorduk. Hep onlar (gerilla Y.K.) gelince barış olacak diyorduk şimdi
gidiyorlar" diyenler oldu. "Ölülerimize ne söyleyeceğiz"
diyenler de.
Dağa çıkan abisini kaybetmiş bir genç kadının
gözleri konuştukça doluyor: "Çok zoruma gitti. Karnıma bir yumruk yemiş
gibi oldum. Kendim dağda değilim, ama elimden silahım alınmış gibi hissetim.
Demek ki hep dağdakileri bir güvence olarak hissediyormuşum" (Kumru Başer‘in Röportajı‘ndan)
Kürt halkı Türk devletinin sözüne
inanmaz. İnanması için de hiç bir nedeni yoktur. Bunu yaşayarak öğrendi.
Katledilerek, sürülerek, horlanarak ve mapus damlarında yatarak... Jandarma
dipçikleriyle, sokak ortalarında sorgusuz sualsiz kurşunlanarak, diri diri
çukurlara gömülerek, dışkı yedirilerek; Diyarbakır zindanlarındaki zulümle ve
evlerinin-yurtlarının yakılmasıyla... Kürt halkı, Türk devletinin öpücüğünün
zehirli olduğunu iyi bilir. Bu nedenle de, Türk devletinin hiç bir sözüne
güvenmez. Orta da hala Türk devletinin Kürtlere verdiği herhangi bir söz de
yok. Tek söylediği: “silahları bırakın!” Öcalan ise, Türk devletine, bütün
Kürdistan’ı işaret ederek, böylesi bir “misak-i milli etrafında helalleşelim”
diyor.
Öcalan’ın meşhur “Mektubu”ndan
sonra, bir kişi ise, ropartajı yapan gazeteciye şunları söylüyor:
“Kürdün midesine yumruk atmışlar,
'ah belim' demiş. 'Yahu, midene vurduk, belim diyorsun' demişler. 'Eh,
benim arkamda güçlü biri olaydı sen bana vurabilirdin?' demiş."
İşte, halkın, Öcalan’ı yorumlaması ve bir başkası ise;
"Kürt isyanlarının çoğu, liderlerinin iktidar pastasından pay almasıyla
bitmiş. İsyanın acısını çekenler, çektikleriyle kalmış"
Bunu, isyana önderlik edenlerin sınıfsal niteliğiyle birleştirmek gerekiyor.
İsyana ulusal burjuvazi önderlik ediyorsa, bu olasılık her zaman var. Kürt
ulusal burjuvazisi, bu savaşta esas bedel ödeyelerin (Kürt işçi ve
köylülerinin) çıkarını değil, kendi sınıfsal çıkarını düşünür ve ona göre
„barış“ yapar.
Bu röpartaj, yıllardır mücadele içinde olan kitlelerin koyun sürüsü olmadığını, tersine,
mektubun dilinin ve içeriğinin rahatlıkla analayabilecek düzeyde olduğunu ortaya
koymaktadır. Mektup Kürtçe’de okundu, ama içeriği ne Kürt halkının ne de Kürt
ulusunun istemleriyle birebir örtüşüyordu. Esas olarak „beyaz Türkler“in, yani,
Türk burjuvazisinin arzularını, yayılmacı emellerini kitlelere dikte
ettiriyordu. Öcalan, „helalleşme“ adına, Kürtlere ikinci bir „Hamidiye
Alayları“ kurdurarak Türk burjuvazisinin hizmetine vermeyi vaadediyor.[3]
, Öcalan‘ın „meşhur buluşu“ ve dünya tarihi literatürüne geçecek (!)
olan „Sümer Rahip“lerini, ropartaja katılanlardan hiçbiri söz etmemiş. Hele
hele „Türk-islam Sentezi“ni, „Türk-Kürt İslam Sentezi“ne dönüştürme çabaları (
her dönemin –yani burjuva devletin- has adamı Cengiz Çandar, bunu çok önceden
yazmıştı) ve „Ortadoğu Konfedaralizmi“ni formülasyonunu ise, bedel
ödeyenler ve ödemeye devam eden işçiler ve emekçiler, zorlu yaşamların
kendilerine kattığı deneyimlerinden dolayı kale almamışa benziyor.
Öcalan, „barış“ yerine, adeta, Türk egemen sınıfların kirli savaşını, bütün
Kürdistan sathına yayamayı önerdi. Bunun adı „barış mektubu“ değil, olsa olsa, Türk egemen
sınıflarına yeni egemenlik alanları açama mektubu olabilir. Öcalan’ın
bırakılması ve Kürtçe’nin serbestliği karşısında, Türk egemen sınıflarına bütün
Kürdistan’ı sunmanın adı „barış“ olamaz.
Kürtlerin
barış yapması, daha
doğrusu, Kürtlerin kendi kaderlerini özgürce tayin etmesi, kendi
istekleri
doğrultusunda kaderlerini belirlemelerine karşı çıkılamaz. Bu sorunda,
elbette, sorunun nirengi noktası da burada saklıdır. Öte yandan, Türk ve
Kürt savaşının
olmaması, Türk ve Kürt halklarının kardeşçe birarada yaşaması, işçi ve
emekçilerin lehinedir. Bu anlamda, “barış” ama eşitlik temelinde bir
barış her
zaman iyidir. Ancak, buraya ne Türk devleti yanaşmış ne de Öcalan’ın
“mektup”unda böyle bir şeyden söz ediliyor...
Kürtler, yakın tarihleri boyunca
savaş istemedi. Türk devleti Kürtleri zorla egemenliği altına aldı ve tüm
ulusal haklarını gasp etti. Kürtleri savaşa zorlayan Türk egemen sınıflarıdır.
Bu nedenle de, Kürtlerle barışması gereken Türk devletidir. Kürdistan’dan
çekilmesi gereken PKK gerillaları değil, Türk ordusu ve Türk devletinin tüm
resmi kurumlarıdır. “Demokratik Çözüm” budur. Ve gerçek barış, “onurlu barış” ve
halklar arası kardeşlikde ancak böyle pekişir. Diğerleri ise, kitleleri Türk
egemen sınıflarına yamama manevralarıdır. Öcalan’da bunu yapmaya çalışıyor.
PKK harketi, hala demokratik
yönünü korumaktadır. Bu yönünü koruduğu sürece, sol çevrelerden destek almaya
devam eder, ne zaman ki, bu çizgiden tamamen uzaklaşıp, Öcalan çizgisine, özellikle
de Öcalan’ın “Nevruz mektubu”ndaki çizigye oturduğunda, demokratik içeriğini de
terk etmiş olur.
PKK, süreç içinde kendine bir
“peygamber” yarattı. Peygamber yaratmak kolay, ama onun etkisini kırmak,
yaratmak kadar kolay değildir. PKK değil, devlet o peygamberi kendi çıkarları
doğrultusunda kullanmaya çalışıyor. Kürtlerin Newroz bayramında okunan “mektup”
bu konuda şüpheye yer bırakmamıştır.
PKK gerillalarının Kuzey
Kürdistan topraklarını terk edecek olması ve terk etmesi, savaşın bittiği
anlamına gelmiyor. Ancak, nereye evrileceğini de şimdiden kesin bir şekilde
söylemek olası gözükmüyor. Bunu belirleyecek olan, bölgesel gelişmeler ve
emperyalist güçlerin buna direk müdahale etmesinin yanında, Türk egemen
sınıfların Kürt ulusuna vereceği tavizler ya da tavizsizlik ve PKK’ya önderlik
eden sınıfsal güçlerin bu durumlar karşısında takınacakları tavırlar
belirleyecektir. PKK, Öcalan'ın mektubundaki çizgiye kayarsa, nereye evrileceği bellidir.
PKK içinde kendine “sol”
diyenlerin özgürce örgütlenme şansları yoktur. Bu da, PKK’nın kitleler lehine
demokratik mevzide duran politikalardan uzaklaşmasının önüne geçecek bir güç de
kendi içinde yok gibidir. Olsa da bunların şansı yoktur.
PKK’nın silahlı ya da silahsız
olmasından çok, onun izlediği politika önemlidir. Silahlı olup, emperyalist ve
bölgesel gerici güçler yanında yer almak var, bir de silahsız olup, ilerici bir
mevzide yer almak var. Tercih elbette ikincisidir. Belirleyici olan siyasettir.
Silahlara hangi siyasetin kumanda ettiğine bakmak gerekiyor. PKK, Öcalan ve
kankası MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın (yani devletin) konsepti doğrultusunda
hareket edecekse, silahları bırakması, o konsepti kabul etmesinden halkların
lehinedir. Böyle bir mektubu genel anlamda ezilenlerin kabul etmesi olası
değildir. Bu konsept, Kürt ve Türk halklarının üzerindeki zulmü artırma
içeriklidir.
Kürt ulusal sorunu demokratik bir
sorundur. Bu sorun var olduğu sürece, demokratik yönü de olacaktır. Bu soruna
sahip çıkan ezilen ulus burjuvazisi, bu demokratik içerikten fazlaca
uzaklaşamaz. İster istemez ezilenler cephesine elini uzatmak zorunda
kalacaktır. 28.03.2012
***
[1]
Ayrıca Bkz. Dr. Mustafa Peköz; “
Öcalan’ın Newroz mektubu ve Yansımaları”, Sendika org. 23.03.13
Hüseyin
Gülerce, “Ergenekon’dan LAW, Öcalan’dan çağrı”, Zaman, 22.03.2013
Kumru Başer,
Diyarbakır, 26
MART 2013
[3] Milliyet gazetesi, Öcalan’ın „nevruz
mektubu“ndan bir gün sonra „Misak-i milli haritası“ yayınladı. Ayrıca, TV yayınlarında,
Türk burjuvazisinin yazarları ve siyasi temsilcileri, “Öcalan” derken, saygıyla
söz ediyorlar. Bu tür övgüler, "yeni misak-i milli" hatırınadır. Hepsinin ağızı sulanmış durumda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder