TALİP
ÇAKMAK İÇİN
Yusuf
KÖSE
Ölüsüne sahip çıkamayanın
dirisi de az olur. Ne yazık ki, Talip Çakmak’ın ölüsüne de sahip çıkamadık.
Yaşamının 30 yılını devrime adamış bir insanı, devrimci bir militanı, “birahane
de öldü” gerekçesiyle, cenazesine dahi elimizi uzatamadık. Haber, burjuva
gazetelerinin cinayet haberleri sayfasında küçük puntolarla yer bulabildi. Onu
tanıyan devrimci örgütlerin gazetelerinde ise, nedense hiç yer bulamadı. 50
yıllık yaşamının 20 yılını hapishanelerde, 12 yılını ise dışarıda yine devrimci
mücadeleyle geçiren birisini görememişti(!) Diller lal, gözler kör olmuştu
adeta...
Devrimin, küçük bir kaynaktan derya olup akması, devrimci mirasların her
anına sahip çıkmak, kucaklamak ve onları kitlelere aktarmakla da olur.
Talip’in ölümünü duyunca
üzüldüm. Ancak, bir türlü, yazıyla da olsa arkasında bıraktığı devrimci mirası
dile getiremedim. Bu da benim içimde bir uhde olarak kaldı. Bir devrimci için en kötü şey öldükten sonra
sessizce mezara konulmaktır. Talip, devrimci mücadeleyi dar kalıplar içine
sokan bu sessizliği hiç hak etmemişti.
Talip’in küçük kızı babasını
mezarında ziyaret etmiş. Bu görüntü internette dolaşıyor. Talip’in mezar
taşında “ruhuna fatiha” yazıyordu. Biliyorum ki, bazıları bu yazıyı garipsedi. Bu Talip’in suçu değil, bizlerin
suçu. Onu ölümünde yalnız bırakanların üzerlerinde taşıdığı kara bir mizah. Oysa,
o, böyle bir mezar taşı yazısını asla ve asla istemezdi.
Bir devrimci için ölüm, bazan istenmeyen
zamanda istenmeyen yerde gelir. Bazan da “pisi pisine” dedirtecek ölçüde
kalleşçedir. Talip Çakmak’ın ölümü de aynen böyle oldu. O bir devrimci olarak
hiç de böylesi bir ölümü tercih etmemişti ve etmezdi de.... Ölüm, kalleşçede
olsa, kapıyı çalınca, ona karşı koymaktan başka seçenekte kalmıyor. “Ölüm adın
kalleş olsun” tam da bu duruma uygundur.
Talip, kardeşinin birahanesinde
çıkan bir “kavgada”, kardeşi hemen ölürken, kendisi ise ağır yaralandı ve beş gün sonra 14 Ocak 2009
tarihinde Adana’da şehit düştü. Karşı
taraf bilerek ve hazırlıklı gelmişti. Hedefleri Talip’ten başkası da değildi.
Çünkü Talip bilinen/tanınan bir isimdi.
Daha 1970’lerin sonunda “Çukurova’nın sır vermeyen KİRVE’si olarak ün salmıştı.
Devlet, bu tür yöntemle (sıradan kavga bahanesiyle) bir çok devrimciyi
katletmişti.
Orta halli bir ailenin on
çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Talip, tutucu aile yapısına karşın, 1979
yılında devrimci çevreleden etkilenir ve Adana Mensa fabrikasında işçi olarak
çalışmaya başlar. Politikaya ilgisi fazladır. Diğer işçilerden en önemli ayrımı da
buradadır. Bütün gazeteleri okumaya çalışır. Eline geçen gazeteleri okumadan
bırakmaz.
Genç yaşına rağmen olgunluğu,
kibarlığı ve efendiliği ile dikkat çeken Talip’i, devrimci örgütlerin
militanları kendi saflarına kazanmaya çalışır ve Talip, bütün devrimcilere
karşı olgun davranırken TKP/ML militanları ile örgütsel ilişki kurar ve kısa
zaman içinde profosyonel devrimci olarak çalışmaya başlar. Kazım Çelik
tarafından Mersin-Tarsus bölgesine örgütlenme yapması için gönderilen Talip,
buradaki çalışmaları dikkat çeker ve bir muhtarın cezalandırılması nedeniyle
göz altına alınır. Polis, Talip’ten muhtarın öldürülmesini kabul etmesini
ister.
Talip, 1979”da işkencesiyle
ünlü “Tarsus Borsa Sarayı”nda günlerce işkencede kaldı ve sır vermedi. Bundan
dolayı adı; “Sır vermeyen KİRVE”ye çıktı.
Talip’in bu direnişi Çukurova’nın her yerine yayıldı ve bir çok insan
onun sayesinde devrimci saflarda, TKP/ML saflarında örgütlendi. Bu
yakalanmasında 9 ay hapishanede kaldı. Çıkar çıkmaz tekrar mücadeleye başladı
ve 1981”lerin başlarında yeniden yakalandı ve ilk uzun hapishane yaşamı
başladı. 1991’de cezaevinden çıkar çıkmaz arkasına bakmadan, bireysel
çıkarlarını hiç hesaba katmadan kaldığı yerden mücadeleye devam etti.
Gözleri Toros dağlarındaydı. Daha,
Kazım Çelik zamanı Toroslara gerilla olarak çıkmayı kafasına koymuştu. 1993
Haziran’ında, Niğde-Ulukışla’nın Toros dağlarının eteğindeki bir köyde
yakalandı. Tekrar ikinci uzun on yıllık hapis yaşamı başladı ve bu mapusluk 2002 Ekim’ine kadar sürdü.
Talip, 1995 yılında “Uzun
Yürüyüş” olarak TKP/ML saflarından ayrılan grubun yanında yer aldı. Uzun
Yürüyüş dergisine yazılar yazdı. Ne var ki, bu grupla fazla barışık olamadı. Küçük
grupların “devrimi biz yaparız” yollu tavırları, bir çok devrimciyi yarı yolda
bırakmasının derslik bir öyküsüdür bu aynı zamanda. Bu kesim de ona
beklentilerini verememişti. Çıktıktan sonra da örgütsüz kaldı ve İstanbul’da işçi
olarak çalışmaya başladı. İşsiz kalınca, Adana’ya, “iş bulurum” umuduyla gitti.
Burjuvazi, ondan canını istemişti. Her
yakalandığında idamla yargıladı ve idamdan ömür boyu hapise çevrildi. Resmi
olarak canını alamayan burjuvazi, onu, bir pusuda maşalarına kalleşçe katlettirdi.
Talip’in yaşamı da, faşist
diktatörlüğün sürdüğü ülkelerdeki her militan devrimcinin yaşamından farklı
değildi. İşkenceler, uzun yıllar hapisler, aranmalar, tilki uykuları, işçileri
örgütlemeler, işçi direnişlerinde ve grevlerinde yer almalar, hesapsız/kitapsız
ve hiç bir kişisel çıkar düşünmeden ölümüne mücadele dolu yıllar... Bunların
hepsi inandığı devrim davası içindi. O, hiç bir zaman, devrimci olduğu için
pişmanlık duymadı...
Talip’in yaşamı, aynı zamanda,
militan devrimci bir işçinin yaşam öyküsüdür...
Devrim kolay gelmiyor. Ülke en
iyi kızlarını ve oğullarını bu davaya vererek aydınlığı yakalayabiliyor.
Talip’de devrim davasının sıra neferlerinden birisiydi. Ölürken de gözleri
Toros dağlarının zirvelerine asılı kalmıştı.
O, Anne tarafından Siverek’in, baba tarafından
Çukurova’nın bereketli topraklarında yetişti. Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in,
Yılmaz Güney’in eserlerinden beslendi. Kaypakkaya’nın izinden yürüdü. Ve yine o
Çukurova’nın bereketli toprakları üzerine düşen bir yağmur damlası gibi hep var
olacak, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci direnişlerinde yaşamaya devam
edecektir. *** 18.04.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder