SERMAYE VE ŞİDDET
Yusuf KÖSE
Burjuvazinin çıkarları, işçi ve
emekçilerin çıkarlarıyla uyuşmaz. Sermayenin çıkarı, geniş emekçi kitlelerin
sömürülmesinde ve sömürünün sürekli artırılmasında kendini var eder. Geniş
emekçi kitlelerinin çıkarları ise, burjuvazinin sömürüsünün ortadan
kaldırılmasında kendini bulur. Diğer bir söylemle; işçi sınıfının çıkarları ile
devlete egemen olan burjuva sınıfın çıkarları uzlaşamaz bir çelişkinin iki
kutuplu bir durumudur. Burjuvazinin varlığı, işçilerin sömürülmesiyle olasıdır.
Sömürünün olmadığı yerde burjuvazi de olamaz. Ve bu sömürü ise zora, şiddete
dayanır ve sömürücünün şiddeti, sermayenin merkezileşmesinin büyüklüğüyle de doğru
orantılıdır.
Son yüzyıllık emperyalizm
olgusu, bunun en açık bir göstergesidir. Sermaye ve şiddet iç içedir. Devletin
varlığı şiddetin varlığının kendisidir. Bu şiddetin dozajı ise, bazen azalır ve
bazen ise artar, ama hep vardır. Ancak, emperyalizmle ezilen kitlelere
uygulanan şiddetin boyutu da artmıştır ve artarak devam etmektedir.
Burjuva demokrasisi her ne
kadar burjuvazi için varsa da, bunun doğuşunda kitlelerinde kısmen de olsa
yararlanmasını içeriyor olması durumu, emperyalizmle birlikte ortadan
kalkmıştır. Özellikle 1970’lerden sonra emperyalist burjuvazi, “burjuva
demokrasisi”ni özünde rafa kaldırmış, salt söylem düzeyinde ileri süregelmiştir.
Burjuva demokrasisi, burjuvazinin haklarının ne pahasına olursa olsun
korunmasının şiddet halidir.
Örneğin, 1970’de Avrupa
(emperyalist) ülkelerinde sosyal devlet, 1990’larda daha bir gerilerken,
2010’larda ise neredeyse bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. Bu, sermayenin
merkezileşmesine ve büyümesine oranla, kitlelere yönelik şiddetin artmasının
yalın bir göstergesidir.
Bunun geri ülkelere, yani,
yarı-sömürgelere yansıması ise, “öksürük-sıtma” benzetmesine dönüşmüştür.
Emperyalist burjuvazi yarı-sömürgelerde “ burjuva sosyal-devlet” istemediği
gibi, sömürünün daha da artırılmasından yanadır. Bu, burjuva devlet şiddetinin
artan ölçüde yukarıya çekilmesinin kaçınılmaz bir gidişatıdır. Emperyalist savaş ve saldırganlığın yoğunlaşması ve sermayenin
kitleler üzerindeki baskı ve sömürüsünün giderek ağırlaştırılması, sermayenin
merkezleşmesinin ve büyümesinin artmasına koşut geliştirilmektedir.
Sadece 1990’lardan, yani meşhur
“Yeni Dünya Düzeni” uygulamasından bu yana, emperyalistlerin saldırganlıkları
daha da artmıştır. Artık, çıkarları nerede askeri saldırı ve işgal gerektiriyorsa
oraya gitmektedirler. Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve şimdi de yer altı
zenginlik kaynaklarıyla zengin, halkıyla yoksul Mali olmuştur. Elbette, saldırı ve işgal sınırı Mali ile bitmeyecek ve bu
saldırı ve işgaller emperyalizm yıkılana kadar devam edecektir. Emperyalist
sermayenin saldırı için “insani” gerekçeler bulması zor değil. Çünkü,
burjuvazinin çıkarı kendisi için “en insani” çıkar durmundadır. Bu nedenle de,
saldırganlıkta asla ve asla sınır tanımayacaktır.
Türk Burjuvazisi ve Demokrasi
AKP ile Türk burjuvazisi, 12
Eylül 1980 Askeri Cuntası’ndan sonra, ikinci baharını yaşamaktadır. Türk
sermayesinin önemli bir kesimini elinde bulunduranların toplandığı TÜSİAD,
başta AKP’ye şüphe ile yaklaşmış olmasına karşın, süreç içinde uzlaşmışlar ve
şu anda AKP bütün sermaye kesimlerin temsilcisi durumuna gelmiştir. AKP’nin
başka türlü ayakta kalma şansı da yoktu. Tek başına ABD ve Batılı
emperyalistlerin dış desteği ile ayakta kalmak, eşyanın tabiyatına aykırıdır.
Türk büyük sermayesini, ABD ve AB
sermaye kesimlerinden ayrı görmek ya da birbirine ters gibi göstermekte
yanlıştır. Türk burjuvazisi ABD ve AB burjuvazisinin desteği ile yürüyerek
bugüne gelmiştir. Yer yer
sömürüden daha fazla pay almak için bazı sıkıntılar yaşansa da, büyüklerin
yanında küçüklerin sesi miyavlamanın ötesine geçemiyor.
TÜSİAD başta, AKP’nin dini öne
çıkaran bazı uygulamalarına “muhalif” gibi gözükmesi, sömürüden aldıkları
payların kısıtlanması halinde, seslerini daha gür çıkaracakları tehdiydi. AKP
ise, dini kullanarak kitlelerin boyun eğmesini, demokratik hakların
kısıtlanmasının daha kolay olacağının mesajını verdi ve her iki taraf bu konuda
uzlaştı.
Ordunun üst yönetiminin
tırpanlanması ise, hem ABD ve hem de içerdeki burjuvazinin bir kesiminin isteğiydi:
Askeri darbeyi önlemek. Askeri darbe, son on yıllık süreçte, ABD ve AB
burjuvazisinin işine gelmiyordu. Gerek duyduklarında yine başvurabilecekleri
bir araçtır.
Şu anda bazı üst düzey subayların tutklanması,
hala darbe korkusunun yaşanmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’de başçavuşların
darbe yapma olasılığı yok, ancak 27 Mayıs 1960 darbesini kurmay albaylar
yapmıştı. Bu nedenlerle, AKP, emperyalistlerin ve Türk burjuvazisinin önemli bir
kesimini arkasına almış olarak, orduyu
kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmeye çalışıyor. Bunu önemli ölçüde
başarmış gözüküyor.
Türk egemen sınıfları, yani,
büyük sermaye kesimleri, hiç bir zaman kitlelerin demokratik haklarından yana
olmadığı gibi, asgari oranda bir burjuva demokrasisinden yana da olmamıştır.
Bunların tarihi kanlıdır. Soykırımlarla, katliamlarla ve ırkçılıkla örülü bir
geçmişleri vardır. Ermeni soykırımı Osmanlı zamanında olsa’da o mirası olduğu
gibi devralmışlar ve azınlık mallarına el koymuşlardır. En eski sermaye
grupların gelişimleri tarihsel olarak incelendiğinde, azınlık mallarını
yağmalayanların başında geldikleri görülür.
Koç’un gidip Mehmet Ağar’ı
ziyaret etmesi, tesadüfü değildir. Aynı zamanda, bu sermaye kesimlerinin
kriminalize iç dünyalarının Ağar ve benzerlerinde somutlaşmış olmasından ileri
gelmektedir. “Derin devlet”, “faali meçhul” vb.leri sermayeden ayrı ele
alınamaz. Burjuva devleti neyse sermaye grupları da aynı şekildedir. Birbirilerinden
farkları olmadığı gibi, tersine, birbirilerinin tamalayıcılarıdır. Daha soyut
bir tanımlamayla; burjuva devlet, sermayenin elinde, kitlelerin üzerinde uygulanan bir baskı sopası
ve bir şiddet aracıdır.
AKP dönemi ve uygulamaları, bir
askeri darbe döneminden farklı değildir. Üstelik ortada, “asker değil, seçimle
hükümet olmuş” bir görüntü vardır. Yani, tam da burjuvazinin istediği bir “demokrasi”
durumu vardır. İşçilerin greve gitmesi önemli ölçüde yasaklandığı gibi,
örgütlenmeleri de oldukça zorlaştırılmıştır. İşçilere yönelik saldırı, bütün
verilere göre, 12 Eylül 1980 uygulamalarından daha ağırdır.
Türk büyük sermayesi, AKP ve
Erdoğan’ın ağzından, bütün işçi ve emekçilere, Kürt ulusuna ve diğer muhalif
kesimlere karşı açıktan meydan okuyor ve boyun eğemeyenlerin sert bir şekilde
bastırılacağını söylüyor ve uygulamasını da yapıyorlar. Türk egemen sınıfların
istediği de böylesi bir düzen. Gerisi “demokrasi” görüntüsüdür.
Türk burjuvazisi, geçmişte
Demirel’in “aba altından sopa” poltikasını, AKP’nin iktidarını
sağlamlaştırmasıyla birlikte terk etti; şimdi, kitlelere, direkt sopa
gösteriyor.
ABD ve özelikle de AB
burjuvazisi, Türkiye’deki açık anti-demokratik ve faşist uygulamalara ve
baskılara karşı seslerini çıkmadığı gibi, tersine, Türkiye bir “model ülke”,
“demokrasi örneği” olarak uluslararası kamuoyuna ve özellikle de Ortadoğu
halklarına ilan edilerek destekleniyor ve kredi notları yükseltiliyor. ABD’de
Latin Amerika ülkelerine Kolombiya’yı[1]
“demokrasi” için “model ülke” olarak gösteriyor. Oysa, Kolombiya’da, Türkiye’nin bir Latin Amerika versiyonudur, denebilir.
Türk Egemen Sınıfların Tarihsel Irkçılığı
Türk egemen sınıfların
“demokrasisi ırkçılıkla eş değer”dir dense, yanlış bir saptama ya da egemen
burjuvaziye bir haksızlık edilmiş olmayacaktır. CHP’den bir milletvekilinin
Kürtlere yönelik Türk ırkçılığını açıktan dillendirmesi, kemalizmden, daha
açıkçası, burjuva Türk devletinin kuruluş felsefesinden ayrı ele alınamaz. Türk
egemen sınıfları, Osmanlı’nın son günlerinden itibaren kendilerini Türk
ırkçılığı üzerine inşa etmeye çalışmışlardır. Bu nedenle de ulus oluşturma
ideolojileri; “tek bayrak, tek vatan, tek millet” olmuştur. AKP ve Erdoğan’ın
sonradan buna “tek din” eklemesi, başından beri bunun olmadığı anlamına
gelmiyor. Erdoğan, bir baskı unsuru oluşturmak için bu üçlemeye “tek din”i de
eklemiştir. Burjuvazi açısından süreç, dinin de açıktan daytılmasını zorunlu
kılmıştır. Kitlelere, salt o üçlem ile boyun eğdirilemediği görülmüş ve “din”
de buna eklenerek, biat kültürünün geliştilmesinin yanında yoğun baskı ve
sömürü koşullarının meşrulaştırılması hedeflenerek uygulamaya sokulmuştur.
Irkçı sözleriyle meydana çıkan
prof ünvanlı milletvekili, kendinden önceki prof. Affet İnan gibi kafatasçı
olması çok doğal. “Güneş dil teorisi”, “bir Türk dünyaya bedel”, “ne mutlu
Türküm” vb. gibi ırkçı teorileri “akademisyen” kılıklı kafatasçılar
yaratmıştır.
Bu kafatasçı ırkçılık; Dersim'de soykırımın, Kürtlere yönelik katliam ve son siyasi soykırımın rahatlıkla uygulamaya sokulmasını getirmiştir.
Bir kaç gün önce TBMM’den
çıkarılan “ana dilde savunma” yasası, Türk egemen sınıfların bir lütfu değil,
bunun üzerine (önceki katlimalarda öldürülenleri saymazsak), son 30 yıl içinde
en az 40 binin üzerinde Kürdün canını vermesinden sonra gerçekleşebilmiştir. Bu
ki, insanın en doğal hakkıdır. Türk egemen sınıflarında var olan ırkçılığın
derinliği, salt buna bakılarak bile ölçülebilir.
Türk burjuvazisi, Kürt ulusunun
ulusal demokratik haklarını tanımaktan yana olmamış ve kolay kolay da
olmayacaktır. Ayrıca, Kürtlerin en çok istediği, “ana dilde eğitim” içinde, her
halde bir bu kadar daha Kürdün ölmesi gerekiyor.
En kötü yan ise; Türk
burjuvazisi, kendi ırkçılığına Türk işçi ve emekçilerini de alet etmekte,
kitleler içinde Türk şovenizmini yaygınlaştırmakta ve geliştirmektedir. Bu,
daha çok da AKP döneminde gelişmiştir. Bu nedenle, siyasi, ideolojik ve pratik
uygulama açısından birbirlerinin benzerleri olarak, AKP’nin Türk ırkçılığında
MHP ve CHP’den eksiği yok, fazlası vardır. *** 27.01.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder