KÜÇÜK
BURJUVAZİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ ARADIĞI YER
Yusuf KÖSE
Küçük burjuva aydınları
sosyalizmi sevmezler. Gerçekte, onların sevdiği düzen, kapitalist sistemdir.
Kapitalist sistemin kendilerine dokunmamasını isterler. Onların tek istekleri;
“özgürce yazmak”, “özgürce sanatlarını gerçekleştirmek”... Ancak, bu kutsal
“özgürlüğün” içinde, kapitalist sistem tarafından ezilen işçi ve emekçilerin
özgürlüğü yoktur. Onlara göre, işçi ve emekçilerin görevi; kapitalist iş bölümü gereği
sermaye sahibine artı-değer üretmek... Hatta o kadar ileri giderler ki;
“toplumun bu alt tabakasının bir iş bulup çalışması, en büyük
özgürlükleridir” diyerek, kendi
üstünlükleri üzerine toz kondurmazlar. “Aydın” oldukları için “el üstünde
tutulmalıdırlar.” İşçiyi, "istihdam ve istatistik" kategorileri içinde ele alırlar.
Sosyalist özgürlük onlara
sıkıcı gelir. Çünkü sosyalizmde öne çıkan çalışanlar ve onların eşitliğidir.
Sıkça yineledikleri, "bireysel özgürlük" toplumsal özgürlüğün reddini içerir. Oysa, toplumsal özgürlük
bireysel özgürlüğün teminatıdır. Ancak, bireysel özgürlük toplumsal özgürlüğün
teminatı olamaz. Kapitalist toplumda, bireysel özgürlük vardır, toplumsal
özgürlük ise yoktur. Küçük burjuvazi, kapitalist toplumdaki bireysel özgürlüğü
savunur. Ancak, bu bireysel özgürlük, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan
milyonlarca işçi ve emekçinin kölece çalışma ve yaşamaya mahkum edilmesi pahasına
olduğu gerçeği bilinir, ama görmezden gelinir. Kapitalist toplumdaki “bireysel
özgürlük”ten kasıt, bir avuç burjuvazinin ve bu sistemin kırıntılarından
yararlanan kesimlerdir.
Kapitalist sistemdeki
özgürlüğün özü, sermayenin, yani onun sahipleri olan burjuvazinin özgürlüğüdür.
Bu özgürlük ise, toplumu oluşturan ezilenlerin özgürlüklerinin ellerinden
alınması karşılığında oluşmuştur. Burjuvazi de, kendini savunan, kapitalist
sistemin özüne dokunmayan ve onu ideolojik olarak besleyenlere kısmen özgürlük
tanır. İşte küçük burjuva aydınlarımızın sözünü ettikleri “özgürlük” budur.
Küçük burjuva aydınları, her
ağızlarını açtıklarında, “sosyalizmin bir diktatörlük olduğunu” söylerler. Ama,
kapitalist sistemin ise burjuvazinin diktatörlüğü olduğu gerçeğinin üzerini
örterler. Oysa, sosyalistler, sosyalizmin proletarya diktatörlüğü olduğunu,
yani, çoğunluğun azınlık üzerindeki zorunlu bir diktatörlüğü olduğunu zaten
gizlemiyorlar. Bunu açık açık söylüyorlar. Diğer bir söyledikleri ise,
kapitalizmin de burjuvazinin diktatörlüğü olduğunu; yani, bir avuç
burjuvazinin toplumun ezici çoğunluğu olan çalışanlar üzerinde bir diktatörlüğü
olduğu gerçeğini vurguluyorlar.
Küçük burjuva aydınlar;
“sosyalist sistemde aydınların yaratıcılıklarının elinden alındığını” ileri sürüyorlar.
İşçi ve emekçilere
yabancılaşmış ve onların yaşamlarıyla ilgisi olmayan, yalnızca bir avuç
burjuvazinin çirkinleşmiş beyinlerine hitap eden sanata “özgürlük ve
yaratacılık” diyenlerin gerçek sanatla da bir ilişkisi olmadığı açıktır.
Buradan hareketle, bir çok
kelli-felli meşhur aydınlar, konuyla ilgisi olmasa da konuşma aralarında
Stalin’e ya da Mao’ya dokunmadan, bunlar hakkında teşhir edici sözler
söylemeden rahat edemiyorlar; daha doğrusu, sosyalizmin temsilcilerine, işçi ve
emekçilerin büyük bedeller pahasına yarattıkları tarihi birikimlerine ve
değerlerine kem söz etmeden oturdukları konuşma koltuklarından kalkamıyorlar.
Bogaziçi Ünüversitesi’nin 18.01.2013 tarihinde düzenlediği, “ Hrant Dink
İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı“ nda , ‘Türkiye ve Oluşan Dünya
Düzeni’ adlı bir konferans veren Noam Chomsky, uzun konuşmasının arasında,
şöyle bir şey de söylemeden kendini tutamıyor:
"Arap baharıyla ilgili
bakınca, kamuoyu son derece önemli. ABD o yüzden bölgede işleyen demokrasi
olsun istemiyor. Sürekli
demokrasiden bahsediliyor ama bu Stalin'in demokrasi söylemi kadar ciddi.
Stalin'i ciddiye alan olmamıştı, ABD yapınca herkes ciddiye alıyor." (Bkz.
19.01. 13 tarihli gazeteler)
Konun özü kapitalist sitemle
ilgili ve daha çok da ABD emeryalizminin Ortadoğu’daki faaliyetleriyle ilgili
olmasına karşın, Stalin’de bu konuşmadan nasipleniyor. Düşünür “ünlü” olunca,
her sözü “doğru” kabul ediliyor ve alkışlanıyor. Aslında, Chomsky’nin bir derdi
de Stalin şahsında sosyalizmdir. Onun istediği sistem, “güleryüzlü”
kapitalizmdir. Ancak, kapitalizmin güleryüzlüsü olamaz. O kanlıdır ve sermayeyi,
kan akıtarak, insanlığa acı vererek biriktirir. Bu nedenle de, ne kadar “insan
hakları”ndan söz ederse etsin, ne kadar “demokrasi” havariliği yaparsa yapsın,
bugün ne yapıyorsa onu yapmak zorundadır. Kapitalist sistemin demokrasisi
budur. Tam da Chomsky’nin eleştirdiği noktalardır. Fakat, Chomsky’nin bilmezden
geldiği nokta; kapitalist sistem eleştirilerle düzeltilemez. O yıkılarak ve
yerine sosyalist sistem kurularak düzeltilebilir. Çünkü kapitalist sistem, bir
kaç burjuvazinin aç gözlülüğünden dolayı “demokrasi dışı” işler yapmıyor. Bu,
kapitalist sistemin yapısal bir özelliğidir, bir başka söylemle, genel
karakteristiğidir.
Chomsky gibi küçük burjuva aydınlarımız, kapitalizmi
düzeltmek için boşuna çırpınıyorlar. Kapitalist sistemin “aşırı uçları”
törpülenerek, kapitalizm insanlığın yaşayabileceği bir sistem haline
getirilemez. Kapitalizm insanlığı ve onun üzerinde yaşadığı doğayı uçuruma
götürüyor. Görülmesi gereken burası ve kapitalizmin ise alternatifi vardır: O, soyalizm
ve nihayetinde komünizmdir. İnsanlığın kurtuluşu sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz
komünist toplumdur. Gerçek alternatif budur.
Chomsky ve benzeri aydınlar, insanlığın
namuslu aydınları olamak istiyorlarsa, Stalin, Mao ve diğer proletaryanın ustaları
ve öğretmenlerini teşhir edecekleri yerde onlardan öğrenmeleri ve ezilen
milyonların yarattığı bu değerleri sahiplenmeleri gerekir. ABD demokrasisi,
Stalin demokrasisi değil, olsa olsa Hitler demokrasisi olabilir. Stalin, hiç
bir zaman işçi ve emekçilere saldırmadı. Stalin, emperyalist amaçlarla bir
başka ülkeyi işgal etmedi. Stalin, 2. Emperyalizm savaşında insanlığı
emperyalist destekli Hitler faşizminden kurtardı. Burjuvazinin, Stalin’e
karşı hıncının büyüklüğü buradan
geliyor, ya küçük burjuva aydınlarımızın hıncı nerden geliyor...? Bir tas çorba
için de bu kadar eğilinmez ki!...
Emperyalist burjuvazinin Stalin
düşmanlığı, açıktan karşı safta, işçi ve emekçilerin karşısında yer aldıkları
için analaşılabilir, ancak küçük burjuva aydınlarımızın Stalin düşmanlığı hoş
karşılanamaz. Çünkü bu, “kapitalizme karşıymış” gibi sahte görüntü altında, direkt
işçi ve emekçilerin değerlerine, onların yaşamı güzelleştirmelerine karşı bir
duruştur. Şekere bulanmış burjuva ideolojisidir.
Stalin’in, Sovyet aydınlarının
bir toplantısında ki konuşmasından uzun bir pasajı buraya kataralım:
„Bir zamanlar I.
Petro, Avrupa’ya kapıları açmıştı. Ama 1917’den sonra emperyalistler, sosyalizmin
ülkelerine yayılmasından korkarak o kapıyı uzunca bir süreliğine sıkıca
kapattılar. İkinci Dünya Savaşından önce radyolar, filmler, gazeteler ve
dergiler aracılığıyla bizler dünyaya dişleri arasına kanlı bıçaklar sıkıştırmış
kuzeyli barbarlar gibi tanıtıldık. Proletarya diktatörlüğünü böyle resmettiler.
Halkımız ayağında hasır terlikler, eski püskü giysiler içinde, semaverden votka
içen insanlar olarak gösterildi. Birden bire, bu “hasır terlikli” Rusya, bu
mağara adamları, dünya burjuvazisinin alt insanlar olarak tasvir ettiği bu
insanlar, karşılarında tüm dünyanın korkuyla titrediği iki büyük gücü –
Almanya’daki faşistleri ve Japonya’daki emperyalistleri ezip geçti.
Bugün dünya,
böylesi bir kahramanlığı kimin başardığını ve insanlığı kimin kurtardığını bilmek
istiyor.
İnsanlık,
gürültüsüz ve şatafatsız, en zor şartlar altında sanayileşmeyi ve
kolektivizasyonu başaran, savunma sistemini canları pahasına kuvvetlendirip
komünistlerin liderliğiyle düşmanı yenen sıradan Sovyet halkı tarafından
kurtarılmıştır. Yalnızca savaşın ilk altı ayında cephede en az beş yüz bin ve
toplamda üç milyondan fazla komünist hayatını kaybetti. Onlar aramızdaki en
iyilerdi; onurlu, tertemiz, özverili, sosyalizm için, halkın mutluluğu için
mücadele eden fedakar savaşçılardı. Şimdi onları özlüyoruz. Eğer hayatta
olsalardı, birçok güncel sorunumuz artık geride kalmış olurdu. Bugün, yaratıcı
Sovyet aydınlarımızın asıl görevi, eserlerinde bu sade, muhteşem Sovyet
insanını tüm yönleriyle yansıtmak ve bu karakterin en iyi özelliklerin bulup
gözler önüne sermektir. Bugün edebiyatın ve sanatın gelişimindeki genel ilke
budur.“ (Yaratıcı Aydınlar Toplantısındaki Tartışma, 19 Ağustos 1946,
Sorun Yayınları‘nın internet sitesinden)
Stalin ve Sovyet aydını, Sovyet insanı budur. Onlar,
insanlığın kurtuluşu uğruna canlarını veren milyonlardır. Sovyet demokrasisi,
Sovyetler kuruluna kadar yeryüzüne hiç gelmemişti. Sosyalzimle birlikte işçi ve
emekçiler gerçek demokrasiyi tanıdılar ve yaşadılar. Sosyalist demokrasi, işçi
ve emekçilerin özgürlüğü olduğu için, kendilerini burjuvaziye kiralayan küçük
burjuva aydınların pek de hoşlarına gitmez. Bu nedenle de, Stalin ve Mao
dönemine durmadan saldırırlar. Emperyalist burjuvazi milyonlarca insanı
bombalarla katlederken, onlar yine suçu Stalin ve Mao‘da bulurlar. Çünkü onlar
için, milyonlarca, milyarlarca işçi ve emekçilerin özgürlüğü değil, kendi küçük
burjuva dar dünyaları daha önemlidir. Düşün ufuklarının uzaklığı, burjuva
sermayesinin çizdiği ufuk çizgisiyle sınırlıdır. Bir avuç burjuvazinin özgürlüğüne
bakarak kitlelerin „özgür“ olduğunu sanırlar. Bu nedenle de, işçi ve
emekçilerin sosyalist sistemdeki gerçek özgürlüğünü kavrayamazlar,
kavrayamadıkları içinde düşüncelerini yönlendirenin burjuvazinin bencil
çıkarları olduğunun ayrımına bir tülü varamazlar.
Burjuvaziye ve onun küçük aydınlarına karşı Stalin,
işçi ve emekçilerin dalgalandırdığı kızıl bayraklarda kurtuluşun semboli olmaya
devam ediyor. Rus burjuvazisi de dahil, bütün dünya burjuvazisinin ve onun
küçük aydınlarının Stalin’i yok saymalarına karşın, özellikle, Rusya işçi
sınıfı, bugün, miting ve gösterilerinde Stalin’in resimlerini daha yükseklerde
taşımaya devam ediyorsa, Chomsky gibi aydınlar, işçilerin ellerindeki kızıl
bayraklara bakarak bir şeyler öğrenebilirler. Ancak, küçük burjuvazinin özgürlüğü aradığı yer, maalesef, burjuvazinin çöplüğüdür.
Eleştirilen Stalin olduğu için ondan uzun bir alıntıyla
sözü noktalamam, umarım okuyucuyu sıkmaz:
“Coşkulu bir Amerikan senatörü “Bolşevik Rusya’yı korku filmlerimizde gösterebiliyor olsaydık, komünist
inşayı mutlaka söküp atardık” diyordu. Lev Tolstoy sanat ve
edebiyat beyin yıkamanın en güçlü biçimidir diye boşuna dememiştir. Bugün sanat
ve edebiyatın yardımıyla kimin ve neyin beynimizi yıkadığı üstünde ciddiyetle
düşünmeli, bu alandaki ideolojik sapmaya bir son vermeliyiz. Bence, kültürün,
toplumsal ideolojideki önemli bir egemenlik ögesi olduğunu, onun her zaman
sınıfsal olduğunu ve egemen sınıfın kültürü çıkarları için kullandığını,
kültürü bizim için çalışanların çıkarlarını, proletarya diktatörlüğünün
çıkarlarını korumak için kullanmak gerektiğini anlamanın ve içselleştirmenin
zamanı gelmiştir. Sanat için sanat yoktur. Toplumdan bağımsız, bu toplumun
üstünde duran “özgür” sanatçılar, yazarlar, şairler, oyun yazarları,
yönetmenler ve gazeteciler yoktur, olamaz. Kimsenin onlara ihtiyacı yoktur.
Böyle insanlar var olamazlar. Eski karşı devrimci burjuvazi geleneklerinin
kalıntıları Sovyet halkına hizmet etmek istemiyorlarsa ya da kendini Sovyet
halkına hizmet etmeye adamış işçi sınıfı iktidarının karşısında duruyorlarsa,
ülkeyi terk etmeleri ve dışarıda yaşamaları için onlara izin veriyoruz. Bırakalım
her şeyin alınıp satılabildiği, yaratıcı aydınların yaratma eylemlerinde
finansal çekim merkezlerine tamamen bağımlı olduğu, kötü ünlü burjuva
toplumundaki “özgür yaratıcılık” kavramı onları ikna etsin." (aynı konuşmadan)***20.01.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder