Bu Piramid
Yıkılacaktır!
Kapitalizm
Ehlileşir Mi?
(yazının bütünü)
Yusuf
KÖSE
Giriş:
Kapitalist
üretim ilişkileri altında öncelikle iki şey göze çarpar: Bir
tarafta devasa sermaye birikimi, yani bir avuç kapitalistin elinde
biriken zenginlik, bir tarafta ise sermaye birikimine ters orantılı
büyüklükte toplumun en geniş kesimlerini (çalışanları ve
işsizleri) içine alan devasa bir yoksulluk. Kapitalist toplum bu
anlamda iki kampa bölünmüştür. Aralarında derin sınıfsal
uçurum olan bu iki kampı bir araya getirmek, birleştirmek ya da en
iyimser yanıyla ekonomik, siyasi ve kültürel olarak yakınlaştırmak
olası değildir. Bölünmüş iki kampın ortadan kalkması için,
bu uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklarla bölünmüşlüğü yaratan
ekonomik ilişkilerin ortadan kaldırılması gerekir. Yani, bu iki
kampı yaratan kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan
kaldırılmasıyla, çalışanların ürettiklerine el koyan bir avuç
kapitalist ile çalıştıklarının karşılığını alamayan ve
zenginlerce el konulanların oluşturduğu yoksullar kampı da
ortadan kalkarak sınıflı toplumsal yapıda ortadan kaldırılmış
ve yerine sınıfsız bir to
E
plum inşa edilmiş olur.
Bu
toplumu oluşturan esas olarak bu iki uzlaşmaz sınıfsal kamp,
gökten bir elma gibi düşmedi. Bunu tarihsel kökleri var .
İnsanlık tarihinin ilk evrelerinde olmsada, daha sonraki süreçte,
insanın üretkenliğinin artmasıyla, fazla üretime el koyanların
ortaya çıkmasıyla oluşmuştur.
O
günden bu güne değin, özel mülkiyet ve özel mülkiyete sahip
olmayanlar olarak bölünmüş toplumsal yapı, özel mülkiyeti
elinde bulunduranlar ile mülksüzleştirilmişler arasındaki
mücadele, bazan kanlı, bazan devasa sınıf çatışmalı toplumsal
altüst oluşlarla günümüze geldi. Toplum sınıflara
bölündüğünden bu yana hiç bir zaman durağan ve statik bir hal
almadı. İçten içe büyüyen sınıf çelişmeleri devrimsel
çatışmalarla günümüze ulaştı.
Bu
iki uzlaşmaz sınıfa bölünmüş kapitalist toplumda, sınflar
arası uzlaşma söz konusu olabilir mi? Olur denirse,
kapitalistlerin el koydukları zenginlin bir kısmından, daha da
ilerisi, işçi sınıfı üzerinde kurdukları diktatörlüğün bir
kısmından vazgeçilmesi anlamına gelir.
Burjuvazi,
iktidarından vazgeçer mi? Daha önceli olmasına karşın,
burjuvazinin tarihini 1789’da başlatırsak, burjuvazinin
kendiliğinden iktidarından vaz geçmediğini, yaşanan burjuva ve
proleter devrimlerle gördük. Tersine, burjuvazi kaybettikleri
iktidarı yeniden ele geçirmek için bütün çabaları gösterdiğini
ve işçi sınıfının sosyalist iktidarına karşı, aralarında
çıkar çatışmalarını bir kenara bırakarak, esas düşmanları
olan işçi devletleri olan sosyalizmi yıkmak için birleştiklerini
gördük. Ne yazık ki, saf değişitirip liberalleşen küçük
burjuva Kautsky’nin; “... Sermayenin
yayılma eğilimleri, emperyalzimin şiddete dayalı yöntemleriyle
değil, ancak barışçı demokrasiyle en iyi şekilde
kolaylaştırabilir” öngörüsü
gerçekleşmedi, tersine iki dünya savaşı yaşandı ve o günden
bu yanada emperyalist işgaller, saldırılar, tekeller arsındaki
ölümüne rekabet ve paylaşımlar bitmedi. Küçük burjuva düşünce
yapısının, sınıf uzalaşmacılığı hayali, sınıfların “iyi
niyeti” gösterileriyle ilgili olmadığını sıklıkla gösterdi.
1789
tarihi, nasıl ki, burjuvazi için, feodal aristokrasiyi yenip,
feodal sistemi parçalayarak burjuvazi önderliğinde kapitalist
toplumsal sistemi kurmanın görkemli tarihini, bir adım daha ileri
taşımanın dönüm noktasıysa: 1917 Sovyet Devrimi’de
uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halklar için (bu yıl
150. yılını kutladığımız) 1871 Paris Komüni izinden
yürüyerek, işçi sınıfı önderliğinde burjuvaziyi yenip
kapitalizmi yıkıp sosyalizmi inşa etmenin tarihi adımını daha
ileri taşımanın toplumsal tarihin görkemli bir dönüm
noktasıdır. Burjuva devrimleri sosyalizmin kurulmasının yolunu
açtıysa, sosyalist devrimlerde; insanın insanı ezen, insanlar
arasına sınır çeken ve insanı sınıflara bölen toplumsal
yapıların nasıl ortadan kaldırılacağının yolunu açmıştır.
Üretim
Araçları Kimin Elindeyse İktidar O Sınıfındır
Diğer
sınıflar üzerinde egemenlik inşa eden sınıf, sınıfsal
imtiyazlarından vaz geçmez. Tersine, ekonomik, siyasi ve kültürel
imtiyazlarını her geçen gün daha da artırma yoluna gider. Bu
sınıflara bölünmüş toplumsal bir yapıda, diğer
sınıflara hükmetmenin, onlar üzerinde iktidar kurmanın olmazsa
olmazıdır. Çünkü, kapitalist üretim ilişkileri, iktidardaki
sınıfın iktidarda kalması ve her geçen an imtiyazlarını daha
da artırmanın toplumsal üretimini gerçekleştirir. Ama öbür
yandan ise, baskı altın aldığı, üzerinde iktidar oluşturduğu
sınıfın güçlenmesinin alt yapısını kaçınılmaz olarak
üretir.
Burjuvazi,
iktidarını, daha fazla sömürü ve daha fazla baskı ile üretir.
Ama buna karşı ise, üzerinde egemenlik kurduğu işçi sınıfının
kapitalist üretim ilişkilerini yıkıcı, tahrip edici devrimci
ilişkilerini (üretici güçlerin gelişmesini) kaçınılmaz
olarak üretir. Ancak, biri geri bir üretim iken, ikincisi ileri bir
üretimdir. Burada ileri olan, burjuvazinin üzerinde egemenlik
kurduğu üretici güçlerin devamlı bir devrimci gelişm içinde
oluşudur. Burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışma, yeni ile
eskinin, geri ile ilerinin çatışması olarak ortaya çıkar. Geri
üretim ilişkilerine dayanarak toplumsal sisteme gemen olan
burjuvazi, üretim ilşkilerinin gerici karakterinden dolayı,
devamlı olarak ilerinin karşısında yer alıp, var olan toplumsal
statik durumu korumaya, yani, kendi iktidarını korumaya, ona karşı
çıkan kesimleri ise devamlı olarak devlet gücüyle, yani zorla
bastırmaya ve susturmaya çalışır.
Soyut
söylemleri somut ile birleştirirsek, sermaye birikimi, zoru (devlet
şiddeti ya da şimdi Türkiye’de uygulandığı gibi devlet
terörü, ki bu; faşist devlet terörüdür) zorunlu olarak
öne çıkarır. Çünkü, sermaye birikimi, işçinin emeğinin
zorla kapitalist tarafından el konulmasına dayanır. Burjuvazi,
kendi emeği olmadığı halde, üretim araçlarını elinde
bulundurmasından dolayı, yaşamını sürdürmek için üretim
araçlarından yoksunlaştırılmış (mülksüzleştirmenin özü
budur) işçiler üzerinde, durmadan artan ölçüde, baskı ve
sömürü koşullarını ağırlaştırır. Sermaye birikiminin
oranına koşut olarak baskı ve sömürü koşulları da ağırlaşır.
İşçi sınıfının yaşam koşulları iyice sefilleştirilir. Bu
kapitalist birikimin genel bir eğilimidir.
Burjuvazinin,
işçi ve emekçi karşısında en büyük silahı üretim araçlarına
sahip olmasıdır. Bu nedenle de, toplumun önemli bir kısmını
mülksüzleştirmesi gerekir. İnsanın yaşamını sürdürmesi için
üretim araçlarına gereksinimi vardır. Üretim araçları, toprak,
toprağı işleyecek aletler, üretim yapacağı makineler vb. Bunlar
olmadan insan yaşamını sürdüremez. Ya da küçük esnaf içinde
köyde yaşayan köylü içinde yaşaması için birine küçük bir
esnaf dükanı, diğerine ise az da olsa toprak gereklidir.
İnsan
üretiminin gelişmişlik düzeyinin yüksek oluşunun getirdiği bir
sonuç olarak, toprağın dışında, üretim araçları fabrikalarda
toplanmıştır. Yüksek düzeyli ve toplumsal üretimler artık
fabrikalarda yapılmaktadır. Yani, kapitalizm öncesi çağlarda
olduğu gibi, küçük ve bireysel (toprak da dahil) üretim
araçları toplumsallaştırılmıştır. Ve bunlar kapitalist
bireylerin elindedir. İşte kapitalistin en büyük avantajı budur.
Üretim araçlarını (fabrika ya da toprağı kendi mülkiyeti
altında toplayan büyük toprak sahibi olarak) kendi elinde
toplayarak, yaşamak için üretmek zorunda olan üretim araçlarından
yoksun olan işçileri kendi adına çalıştırır. Yaşamak için
üretim araçlarından yoksun işçiler mecburen kapitalistin
fabrikasında çalışmak zorundadır. Çünkü yaşaması gerekir.
Ailesi varsa ailesine bakması için kapitalistin fabrikasında onun
istediği koşul ve şartlarda çalışmak zorundadır.
Kapitalist
işçiye; “istemiyorsan çalışma, çalışmak gönüllü”
diyebilir. Ama, kapitalist de, üretim araçlarından yoksun işçi
de çok iyi biliyor ki, işgücünden başka bir yaşam aracı
olmayan işçi çalışmak zorundadır. Çalışmazsa yaşayamaz.
Çalışmadan kendi bireysel yaşamını sürdüremeyeceği gibi,
varsa ailesi, onlarında yaşamlarını sürdürmeleri olası
değildir. Çalışmazsa başını sokacağı evi olmaz, günlük
asgari gıdasını alamaz. Kısacası, yaşamak için en asgari ve
zorunlu gereksinimlerini karşılayamaz.
Kapitalistin
en büyük avantajı üretim araçlarına sahip olmaksa, işçinin de
en büyük avantajı örgütlü olmasıdır. Ekonomik örgütü olan
sendikalar ve iktidar örgütü olarak kendi sınıfının sınıf
bilinçli partisi. Kapitalistin en büyük korkusu işçilerin
örgütlü olmasıdır. İşçinin sendikal örgütlenmesinden
korktuğu gibi, sınıf bilinçli örgütlendesinden fazlasıyla
korkar. Ve işçinin örgütlenmemesi için yasal ya da zoraki her
türlü engeli çıkarır. İşçinin örgütsüz oluş hali,
aç kurt karşısında savunmasız kuzu durumuna benzer.
Kapitalist aç kurt gibidir. Ama işçi örgütlü olduğunda,
özellikle de sınıf bilinçli bir örgütlenme içinde olduğunda,
kurt-kuzu ilişkisi işçinin lehine döner. Örgütlülük, işçinin
kapitalist karşısında en büyük silahı ve kapitalist karşısında
kolay kolay yenilmez gücüdür. İşçi sınıfı ideolojisine
yabancılaşmış ve örgütsel olarakta ondan uzaklaşmış küçük
burjuva düşünce sahiplerinin bu gerçekliği görmeleri zordur.
Burjuvazi,
kitlesel olarak toplumun çok az bir kesimini oluşturmasına karşın
örgütlüdür. Onun örgütü kapitalist devlettir. Ancak, bu
devlet, işçi sınıfının sınıf bilinçli örgütlenmesi
karşısında yaşam hakkı bulamaz. Bu nedenlede burjuvazi, işçi
sınıfının örgütsüz kalması için sadece devletin zor aygıtını
değil, aynı zamanda ideolojik olarak da örgütsüzlüğü
körüklüyor. İşçi sınıfını önemsizleştiriyor. Bu alanda
burjuva liberallerini kullandığı gibi, küçük burjuva
devrimcileri de burjuva liberallerin ideolojik bombardımanı altında
sersemliyorlar.
Kapitalist,
mümkün olduğunca her şeyi mülkiyeti altına almıştır.
Toplumun ezici çoğunluğunu mülksüzleştirerek, yani onların
yaşamaları için gerekli olan üretim araçlarını kendi özel
mülkiyetine alarak, işçileştirmiştir. İşçinin ise kapitalist
toplumda yaşaması için tek sahip olduğu işgücüdür. İşgücüne
sahip olmak her şeye deva olmuyor. Yani, yaşamak için yeterli
olmuyor. İşgücünü satacağı ve onu alacak üretim araçlarını
kendi özel mülkiyeti altına geçirip toplumsal bir üretim yapan
bir kapitalist gerekli. Bu her zaman bulunmuyor. Daha doğrusu
kapitalist, üretim fazla olunca ve üretimi pazarda tüketemeyince
ya da kriz dönemlerinde işçinin bir kısmını işten çıkararak
kapı dışarı atıyor. İşsizlik kapitalist birikimin olmazsa
olmaz ilkelerden biridir.
Kapitalist
ülkelerde “sıfır” işszilik diye bir şey olamaz. Kapitaliste
işçi lazım olduğu gibi, aynı şekilde işsiz de lazımdır.
Üretim araçlarından yoksun herkes çalışıyor olursa,
kapitalist, işçinin iş gücünü ucuza almak için pazarlık yapma
avantajını (bu bir hükmetme biçimidir) yitirir. “Sıfır”
işsizlik olduğunda, işgücüne sahip işçi, ihtiyacı olan
patrona iş gücünü ucuza satmaz. Bu da kapitalist birikim için
zorunlu olan artı-değer sömürüsünü ya çok aza indirir ya da
patrona artı-değer kalmaz. Bu nedenle de, kapitalistlere işçi
lazım olduğu kadar işsiz de lazımdır. Ülkede işsiz kalmamışsa
dışarıdan işçi alarak işsizleştiriler. AB ülkelerinin göçmen
işçi alması bunun en iyi örneğini oluşturur. Bugün, kapitalizm
açısından gelişmiş ülkelerin hemen hepsi dışarıdan göçmen
işçi avına çıkmıştır. Türkiye’de buna dahildir.[1]
Kapitalist
ve kapitalistin devleti, işçiyi öyle bir cendere altına almıştır
ki, onu kapitalistin dediği koşullarda çalışmaya ve yaşamaya
zorlamaktadır. Bu yaşam, ölmeden tekrar ertesi gün kapitalistin
fabrikasında çalışmaya yetecek enerjiyi sağlayacak kadar bir
geçim ve yaşam biçimidir.
İşsiz
olduğu için intihar eden işçiler sık sık haber konusu olur. Bu
son günlerde, işszi olduğu için fabrika önlerinde simit satmak
zorunda kalan, “pandemi önlemleri” adı altında simit satmasına
bile izin verilmeyen, iş gücünden başka hiç bir geçim aracı
olmayan bir kadın emekçi, sosyal medyadan: “Ben
48 yaşındayım ve çalışmak zorundayım. Ama beni kimse işe
almıyor. Çocuklarım var, hasta çocuğum var, devlet karşıma
polisleri dikmiş, ben polisleri karşımda değil arkamda görmek
istiyorum” sesleniyordu.
Bir
başka örnek. Yine sosyal medyada gündem olan, 65 yaş üstü bir
kadın emekçi, İstanbul’da (65 yaş ve üstü olanlara belli
saatlerde sokağa çıkma yasağı –bu da, faşist bir devletin
emekçiler üzerinde uyguladığı ekstra devlet terörü-) belediye
otobüsüne biniyor. Şöfer kadını indirmek istiyor. Kadın
çalışmak zorunda olduğunu ve ev temizlemekten geldiğini
anlatmaya çalışıyor. İşgüzar şöfer, kadının otobüsten
inmesi için diretiyor. İşgüzar şöförün tavrı, işçi
sınıfının bölünmüşlüğüne örnek oluşturuyor.
Kadın
emekçinin karşısına elbette, onu işe almayan kapitalist değil,
onun koruyucusu polisi ya da asker dikiliyor. Daha olmazsa
mahkemeleri var, bu da yetmezse hapishaneleri var. Yani, kapitalistin
yanında tüm kurumlarıyla (istisnasız, kültürel kurumları da
dahil hepsi birer işçi üzerinde baskı aracıdır) devlet var.
Ama, yaşamak için iş isteyen işçinin karşısında bütün
haşmeti ve vahşetiyle kapitalistin devlet zoru var.
Bunlar
kapitalist sistemin öne çıkarılmayan ama yaygın olan gerçekleri.
Üretim araçlarından yoksun olanlar çalışmak zorunda. Çünkü
insanın yaşamını idame ettireceği, yaşamını yeniden ve
yeniden üreteceği üretim araçları bir avuç kapitalistin elinde
toplanmış durumdadır.
Sosyal
medyada bu örnekler çok. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresinin
sosyal medyaya neden karşı oldukları, neden
“faşist-terörist” dedikleri çok açık. Bu çığlıkların
toplumun geniş kesimi tarafından duyulmasını istemiyor,
istemiyorlar. Aslında bütün kapitalist devetlerde burjuvazi,
sosyal medyaya karşı, ancak, sosyal medya alanında sermaye
birikimi açısından büyük bir sektör haline geldiği için,
bundan da vazgeçemiyorlar. Ve bu sektör her geçen gün devasa
adımlarla büyüyor. Şu anda dünyanın en büyük tekelleri ve en
büyük zenginleri sosyal medyayı kontrol altında tutan iletişim
tekelleridir.
Burjuvazinin
“Ehlileştirilmesi” Meselesinde Liberallerin Rolü
Baskı
ile ayakta duran, baskı ve sömürü ile iktidarını sürdüren bir
burjuva sınıfı, baskıları ve sömürüyü hafileştirir mi? Ya
da kapitalist sistem ehlileşir mi?
Burjuva
tarihi bunun tersine işaret ediyor. Yani, burjuvazinin ehlileşmesi
söz konusu olamaz. Ancak, işçi sınıfının yoğun mücadeleleri
karşısında kısmen geri adım atabilir, işçiler lehine
demokratik haklar biraz fazla olabilir. Bu durum, 2. Emperyalist
savaş sonrası 1970’lerin başındaki emperyalist dünya
sisteminin ekonomik krize girmesiyle sona erdi. O günden bu yanada
işçilerin kazandıkları hakları adım adım geri alındı.
Özellikle 1980’den sonra neoliberal (saldırgan ekonomipolitika)
politikaların uygulanmasıyla, işçi sınıfı üzerindeki baskı
ve sömürü arttı. Liberalleşme Türkçede “serbestleşme”
anlamına gelsede, işçi sınıfı ve emekçiler lehine bir
serbestleşme, özgürleşme ve de ekonomik ve demokratik hakların
artırılması yönünde bir genişlemeyi içermiyor. Tersine,
burjuvazinin her alanda saldırganlığının daha da artması,
saldırganlıkta, yani, sömürünün ağırlaştırılması,
demokratik hak ve özgürlüklerin adım adım kısıtlanması ve yok
denecek düzeye getirilmesi, işçilerin tam bir ücretli köle
durumuna getirilmesi, çalışma saatlerinin uzatılması vb.
Burjuvazi lehine, sınırsız bir serbestleşme, işçi sınıfı
aleyhine ise, tam bir kölelik düzeyinde çalışma ve yaşama
koşuları sunma...
İşçi
sınıfı üzerindeki sömürünün artması, politik baskıların
artmasını da koşulluyor. Sermayenin birikiminin büyümesi ve
merkezileşmesi sömürü ve baskılarının artmasını zorunlu
olarak dayatıyor. Sermaye ve işçi sınıfı bir terazinin iki
kefesi gibidir. Bir kefenin ağırlığının artmasına oranla diğer
kefenin hafiflemesini de beraberinde getirir. Kapitalizmde bu iki
kefe hiç bir zaman dengede olamaz. Dengede olması demek,
burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki sömürüsünün azalması,
reforumcu yönünün öne geçmesi analmına gelir. Yani, küçük
burjuva liberallerin ileri sürdüğü “kapitalizmin ehlileşmesi”
olur ki, bu kapitalist üretim ilişkilerin niteliğine terstir. Bu
bağlamda burjuvazinin ehlileşmesi, teorik olarak da olası
değildir.
Emperyalist
burjuvazi, “Yeni Dünya Düzeni”, “Neoliberal ekonomik model”,
“küreselleşme” vb. adlarıyla ürettiği politikalar, ne
dünyaya barış getirmiştir ne de bütün burjuva ülkelerinde
demokrasinin sınırları ezilenler lehine genişlemiştir. Giderek
ekonomik ve demokratik haklar sınırlanmaya bazı ülkelerde ise
hepten gaspıyla sonuçlanmıştır. Bu bağlamda, neoliberal
ekonomik model, burjuvazinin yeni sermaye birikim (uluslararsı
üretimin yeniden örgütlenmesi) modeli olarak yaşama geçirilen
saldırgan ekonomipolitikadır. 1970’lerin ortalarından beri
uygulanan bu modelin sonuçları ise ortadadır. Koronavirüs salgını
da bu modelin ürünüdür. Çünkü, doğa özellikle son 50 yıl
içinde görülmemiş oranda yıkıma uğratılmış, doğanın
ekolojik dengesi canlılar aleyhine bozulma aşamasına girmiştir.
Özellikle
1990’lı yıllardan itibaren ise, emperyalizmin girdiği yeni evre
(yani üretimin uluslararasılaşması ve dünya kapitalist
ekonomisine dünyanın en büyük 500 tekelin egemen olması) ile,
demokratik hak ve özgürlükler burjuvazinin gündeminden
kaldırılmıştır.
Stfena
Engel bu süreci şöyle tanımlıyor:
“...
Emperyalist dünya
sisteminde giderek büyüyen çatlaklar yüzünden, egemenler çareyi,
artan bir şekilde devletin şiddet aygıtını genişletmede ve
burjuva demokratik hak ve özgürlükleri kısmada arıyor.”
“Eşitsiz
gelişme, dünyanın, en büyük uluslararası tekeller ve en büyük
emperyalist güçler arasındaki yeniden paylaşılması
mücadelesinin yeni bir evresini başlatmıştır. Savaş
ve gericilik, miadını doldurmuş bir toplumsal sistemin ana
mesajlarıdır.”[2]
Bu
saptamalar 1990’lı yılların sonunda yapılıyor ve kitap almanca
olarak 2003 yılında yayınlanıyor.
Geçen
son 20 yıllık süreç, bu saptamaları fazlasıyla doğruluyor. En
“demokrat ülkeler” diye bilinen bir çok Avrupa ülkesinde,
gericilik kol geziyor. Burjuva devletler, İskandinav ülkeleri
dahil, Fransa, Almanya, Hollanda, İsviçre ve Avusturya’da hak
gasplarını yasallaştırdılar. Çoğu AB ülkeleri çalışma
saatlerini (1800’lerin başına geri dönüş yaparak) 12 saat
üzerine çıkardılar ve polis yasalarını işçi sınıfı
aleyhine güçlendirdiler. AB ülkelerinde neredeyse polisin
saldırmadığı demokratik hak ve özgürlüklerin temel kıstası
sayılan, “gösteri ve yürüyüş hakkı” yok gibidir. Polis,
hemen hemen bütün ülkelerde en barışçıl yürüyüşe
saldırmıştır. Saldırmadığı yürüyüş ve gösteri
saldırdığından azdır. Saldırmadığı yürüyüş ve
gösterileri ise provoke etmek için çabalamıştır. Burjuvazi,
hakkını arayan kitleleri kriminalize ve terörize etme eğlimini
artırmıştır. Bizim liberallerin överek bitiremedikleri AB böyle
bir yerdir.
Özellikle
2000 yılının başından itibaren yürülüğe sokulan “anti-terör
yasası”nın neler içerdiğini burada aktarmaya gerek yoktur.
Çünkü, burjuva devletlerinin “terör” dağırcığında işçi
ve emekçi eylemi ön plandadır. Tek tek bireysel gerici terör
eylemleri ise onların dolaylı ya da direkt ilişkili olduğu,
yönlendirdiği eylemlerden başka bir şey değildir. Kendi
ülkesinde yönlendirmiyorsa, başka ülkelerde besleyip
yönlendiriyorlar. Irak, Afganistan, Suriye ve diğer bağımlı
ülkelerdeki, işgaller, gerici-dinci, faşist terör örgütlerinin
silahlandırılıp desteklenmesi vb. gibi gelişmeler bunun en direkt
kanıtlarıdır.
Burjuvazinin
tarihi kanlıdır. Terör ve vahşet örülüdür. Geçmişte ve
günümüzde bir çok ülkede askeri faşist cuntaları desteklemiş,
iktidara getirmiş olmaları bir yana, Afrika ve Asya ülkelerinde
bir çok faşist diktatöre kol kanat germişlerdir. Şilli’de
Allende’yi kanlı bir şekilde deviren yine bunlardır. Güya,
“seçimle gelen seçimle gider” ilkesi burjuva demokrasisinin
ilkesiymiş ya da günümüz Venezuela’daki reformist iktidarı
devrimek için çevirmedikleri dolap, söylemedikleri yalan,
oynamadıkları oyun ve darbe girişimi kalmadı.
Afrika’nın
Che Guerası olarak bilinen Kongo’nun Lumumba’yı alçakca
katleden “demokrasi” beşiği (Belçika ve CIA ortaklığında)
emperyalist devletlerdir. Oysa Patrice Lumumba Kongo’da ilk defa
seçimle başa gelen başbakandı. Şimdi Kongo’nın madenlerinde
uluslararası tekeller için çocuklar köle gibi çalışltırılıyor.
Emperyalistler Lumumba’yı katlettiler, çünkü o bağımsızlıktan
yanaydı ve emperyalist tekellerin sömürüsüne karşı
direniyordu. Burjuvazinin seçim aldatmacısının kendi çıkarları
için kullandığı çok açıktır.
Böyle
bir burjuvazinin ehlileşmesi söz konusu olabilir mi? Elbette
olamaz. Bunu ileri sürenler, burjuva vahşetinin ve egemenliğinin
kabullenilmesini sağlık veriyorlar. İşçi sınıfı ve
emekçilere, ezilen halklara, ezilen uluslara sessiz kalmalarını,
baş kaldırmamalarını, “demokrasi yoluyla” her şeyin iyi
olacağını varsayan, ahmaklıktan öte, burjuva sistemiyle
bütünleşmiş “aydın” görünümlü çanak yalayıcıların
savları...
Bu
tür gericilik sevicilerine “aydın” demek doğru olamsa da,
aydın geçinen burjuva liberalleridir. Aydın, çağının ilerici
olanlarına denir. Bugün kapitalist sistem çağın gerici yanıdır.
Kapitalist sistemi savunanlara aydın denemez. Sosyalizm ise ileri
olan bir toplumsal sistemdir. Sosyalizm için mücadele eden,
sosyalizmi savunanlar aydındır. Bir kişinin entellektüel olması
ile aydın olması aynı şeyler değildir. Günümüzde sınıf
bilinçli işçiler toplumun en aydın kesimleridir.
Örneğin
ülkemizde, bir zamanlar AKP’den “demokrasi” bekleyip, onun
desteklenmesini isteyen (bilinen adlarıyla “yetmez ama evetçiler”)
küçük burjuva liberalleri, bumerangın kendilerine dönmesi
karşısında önce şaşkınlık geçirdiler. Ama yanıldıklarını
da kabul etmediler. Çünkü, onların desteklediği kapitalizmdir.
Yani, kısmi demokratik hakların olduğu, liberal aydınlara
dokunulmadığı, ama işçi ve emekçilerin ağır sömürüyle
karşı karşıya kaldığı, eşitsizliklerin hat safada olduğu,
anti-komünist propagandaların önde olduğu bir sistem istiyorlar.
Lakin böyle bir kapitalist sistem yok.
Burjuvazi
için “demokrasi” kendisi içindir. Sermayenin dikey ve yatay
büyümesi ve merkezileşmesi içindir. Gerisi teferruattır. Burjuva
sisteminde, “teferruat” olanlarda sermayeye hizmet etmiyorsa ona
bile izin verilmez, zararlı ve komünist düşüncelerdir. Günümüz
burjuva moda deyimiyle “terör”dür.
Kapitalizm
sevici liberallerin günahı, kapitalizmin an be an baskı
ürettiğini, sömürüyü artırdığını ve özgürlükleri yok
ettiğini görememeleri ya da görmek istemeyişleridir. Kapitalizmin
emperyalizme evrilmesiyle birlikte, kapitalizmin gericiliği
artmıştır. Çünkü bu kapitalizmin karakteristik bir yapısıdır.
Bunun kişilerle ve de hükümetlerle, başbakanların kişiselliği
ile hiç mi hiç bir ilgisi yoktur. Onları yönlendiren kapitalist
sistemin işleyiş yasasıdır. Onların kişiliğini belirleyen
sistemin aktif savunucusu ve koruyusucu oluşlarıdır. Kapitalizm
kendi savunucusunu, kendi siyasal temsilcilerini de üretmektedir.
Ülkemizde
AKP’nin kurucularından Tayyip Erdoğan bir zamanlar “cici
demokrasi”nin muhafazkar demoktratıydı. Güya askeri vesayete
karşı ve AB yanlısıydı. Liberaller onu ellerinde büyüttüler.
Bütün saldırılara karşı Erdoğan’ı korudular ve Erdoğan,
deyim yerindeyse, büyüyünce (iktidara tam egemen olunca) kendini
ideolojik olarak işçi sınıfı ve emekçilere karşı savunan ve
“demokrat gösteren” liberalleri yedi. Oysa, kapitalist
sistemde vesayetten söz edilecekse, tek bir vesayet vardır. O da
sermayenin vesayetidir. Diğerleri, biçimseldir. Sermaye,
çıkarlarına göre ya da o günün koşulları içinde sınıf
çatışmasının gereklerine göre, bazan askeri cunta, bazan
“demokrasi” bazan ise açık faşizmi öne çıkarır. Burjuva
rejim biçimlerinin hepsi de sermayenin vesayetini kalıcı kılmak
için kullanılır.
Türkiye’de
bazı liberaller, “askeri vesayeti kırmak” adına, AKP’yi
destekledi. Oysa, ortada vesayti kırma değil, egemen sınıflar
arasındaki iktidara sahip olma ya da iktidarın nimetlerinden daha
fazla yararlanma dalaşı vardı. Askeri vesayet yıkıldı, ama
AKP’yi destekleyen liberallerde onunla bilikte yıkıldı. Çünkü,
peşinden, aynı AKP o askeri vesayet sahpleri ile ittifak kurdu.
Egemen
sınıflar arasındaki politik dalaşma, burjuvazinini kendi içindeki
iktidar dalaşıdır. Yoksa, geniş halk yığınlarının demokratik
hak ve özgürlüklerinin genişlemesi uğruna yapılan bir
savaş değildir.
Burada,
AKP’yi “muhafazkar demokrat” diye kitlelere yutturan,
benimseten ve onun en keskin idelojik kalemleri olan burjuva
liberallerin, günümüz AKP-MHP ve diğer bileşenlerin faşizminin
vesyatinden sorumludurlar. Tekellerin, toplumu bu kadar kolayca
faşist baskı altında tutmasında sorumluluk payıları vardır.
Çünkü, küçük burjuva liberaller, geniş halk yığınlarının,
sermayenin kanlı yüzünü doğrudan görmeleri önünde
(ideolojik-politik olarak) engelleyici rol oynadılar. Sınıfsal
karakterleri, onlara bu rolü içselleştirmiştir.
[2]
Stefan Engel, “Küreselleşme”, Tanrıların Günbatımı,
Uluslararası Üretimin yeniden Örgütlenmesi, sf. 17, Umut
Yayımcılık. (abç)
İSİG 26 Ocak 2021 Tuzla Köprüsü'nde
Açıklama
Dünyada
“otoriter rejimlerin artması” ne anlama geliyor?
Bütün
burjuva ülkelerinin ve de onların oluşturduğu birliktelikler
(AB, NATO ve diğerleri), yayınladıkları bildiriler, konseptler
düşman yaratıcı, ve düşman çoğaltıcı yanında düşmana
karşı, karşı taktiklerin geliştirilmesi işlenmektedir. Yani,
ortada “barış” ve “uyum içinde birlikte yaşamak” yoktur.
Mümkün olduğunca rakip yaratmak ve rakip gördüğünü
zayıflatmak ve ya da yok etmek. Bu, emperyalist denegsiz gelişme
yasasının bir eğilimi olarak ortaya çıkar.
ABD’nin
en son yayınladığı “Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi”
(Aralık 2017), Çin’in, Rusya’nın, NATO’nun “NATO 2030
Belgesi”[1]
yayınladıkları
stratejik belegelerinde, ve diğer belgelerde bunlar vardır. Karşı
tarafı “otoriter” olarak değerlendiren AB bileşenleri, kendi
otoriterliklerini ise “demokrasi” olarak adlandırdıkları
gibi, bütün dünyada kendi yanında duran en gerici ve faşist
rejimleri desteklediklerini ise görmezden gelmemizi istiyorlar.
Burjuva
medyası, faşist rejimleri “popülist rejimler”, “popülist
iktidarlar” vb. adla adlandırmayı tercih ediyor. Çünkü “en
demokrat” bilinen burjuva cumhuriyeti ile popülist dedikleri
faşist rejimler arasında kalın bir sınır olmadığı gibi,
birbirine oldukça yakın ve çoğu zaman içiçe geçmişlik
vardır.
Ancak,
aynı burjuva medyası, Venezuela’daki Maduro iktidarını (daha
öncede Chavez) “diktatör” olarak propaganda yapıyor. Oysa ki,
Maduro’da seçimle iktidara geliyor. Üstelik, bütün
emperyalistlerin kışkırtmalarına, içerdeki sermaye tarfını
açıktan desteklemelerine, darbe girişimleri yapmalarına karşın,
Maduro, yapılan tüm seçimleri kazanarak iktidara gelmiştir.
Çünkü Maduro, emperyalist sermayenin çıkarlarının karşısında
duruyor. Ülkeyi uluslararası tekellere tam olarak açmıyor.
Petrolü ve ülkenin diğer yeraltı zenginliklerini –dünyada
özelleştirme furyası varken- millileştiriyor.
Bolivya’da
seçimle başa gelen Evo Morales, emperyalist devletlerin
desteklediği bir darbe ile iktidardan düşürüldü. Bir yıl
sonra yapılan seçimleri yine Evo Morales’in partisinin adayı
kazandı. “E. Morales’e darbe yapılmasını ben destekledim”
diye övünebilen uluslararası tekel sahibi haydut ise, “çok
demokrat” olarak kitlelere sunuluyor.[2]
E.
Musk; “biz kime istersek darbe yapacağız, buna alışın (We
will coup whoever we want! Deal wiht it.)”[3]
diye
twitt atıyor. Uluslararası emperyalist bir tekel sahibinin,
darbeciliğini gizlemeyip açıktan dile getirmesi, tekellere karşı
çıkan halkları açıktan tehdit etmektir. O da bunu bilerek
yapıyor. Bu çıkış, emperyalist tekelci burjuvazinin karakterini
de net olarak belgeliyor.
Demek
ki, burjuvazi için “seçimle gelen seçimle gider” ilkesi,
burjuvazinin yani, uluslararası emperyalist tekellerin çıkarlarına
uygunsa geçerlidir. Uygun değilse, uluslararası emperyalist
tekelere karşı olanları yıkmak için her yol mübahtır.
Seçimlerin hangi koşullarda yapıldığı ise ayrı bir konudur.
Seçime katılanlar eşit koşullar içinde katılamaz. Egemen
sınıfların burjuva partileri her zaman büyük avantajlarla
seçime katılırlar. Maddi desteklerin yanında devletin tüm
olnakları onlar için kullanılır. Reformist ve de komünist
örgütlenmeler ise en zor koşullar ve olanaklar altında seçime
katılırlar. Ve devletin güvenlik güçleri her zaman işçi
sınıfı örgütlenmelerinin daha geniş kitlelere ulaşmasını
engellemek için tüm güçlerini seferber ederler. Bunu ise
(burjuva) demokrasinin olmazsa olmazı olarak sunarlar.
Burjuvazi
gibi, onun basını da iki yüzlü riyakardır. Gerçeklerin
kitleler tarafından görülmesini gizleme yalanları gerçek gibi
gösterme araçlarıdır. Burjuva medyası, sermaye iktidarının
çıkarlarını korumak için, doğrular dışında her yolu kendine
mübah olarak görür.
Bugün,
bütün dünyada ciddi bir gericileşme, faşistleşme söz
konusudur. İşçi haklarının, demokratik hak ve özgürlüklerin
yok edilmesi, kısıtlanması, kitlelerin baskı altına alınması,
iç faşistleşmenin genişletilmesi eğilimi giderek
güçlenmektedir.
Artık,
faşist iktidarlar “poplist iktidarlar” olarak adlandırılarak
normalleştiriliyor. “Terörüzme karşı mücadele” adı
altında işçi ve emekçilerin hakları kısıtlandığı gibi,
sömürü ve baskı yasaları ağırlaştırılıyor. Tekelci
sermaye her alanda işçilere ve emekçilere yönelik saldırılarını
genişletip sistemleştiriyor ve bunu “demokrasi” olarak
kitlelere sunuyor.
Kapitalist
toplumsal sistemin çürümüşlüğü arttıkça, kitlelere, savaş
ve gericilikten başka bir şey veremiyor. Sermaye birikimi ve
kapitalizmin genişlemesi arttıkça, her şeyi kapitalist meta
haline getirerek artı-değer elde etme üretimini artırma ekonomi
politiği, kitlelere daha fazla baskı olarak geri dönüyor.
Emperyalist
sermayenin büyümesi yeni pazar alanlarına artan ölçüde
gereksinim duyarken ve de yeni emperyalist ülkelerin ortayan
çıkması, uluslararası alanda hegomanya savaşını
kızıştırmakta, çelişmeleri keskinleştirmektedir. Bu da, iç
faşistleşmeyi, işçi sınıfı aleyhine anti-demokratik yasaları
daha fazla gündeme getirmektedir. Örneğin 1990’lardaki
demokratik hak ve özgürlükler ile günümüzdeki demokratik hak
ve özgürlükler aynı seviyede değildir. Günümüzde daha da
gerilemiş, işçi hakları ala bildiğine budanmış, yasal
baskıların yanında polisiye baskılar artmıştır.
Burjuva
Demokrasinin Sınırlarını İşçi Hakları Belirler
Eğer
burjuva ülkelerine bir demokrasi karnesi verilecekse, bu işçi
hakları üzerinden olmak zorundadır. Burjuva demokrasisinin
sınırları işçi haklarının sınırları ile belirlenir. Çünkü
kapitalist toplumsal sistem, işçilerin ödenmemiş emeği
(artı-değer) üzerinde inşa olmuştur ve işçilerin emeğini
gasp ederek ayakta durur.
Uluslararası
Sendikalar Konfederasyonu[4]
(ITUC),
2020 Haziran aynında yayınladığı 2020 Küresel Haklar
Endeksi’nda, dünya genelinde istatistik içine alınan 144
ülkeden 123’ünde ülkede grevler
ya yasaklandı ya kısıtlandı.
Bu oran son yedi yıl içinde %63’ten %85’e yükseldi. İşçi
gerevlerinin yasaklanmasında 7 yıl içinde %12 oranında artış
var. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde grev yasakları yüzde
yüz. Grev yasağı oranı Afrika’da %97, Asya-Pasifik ülkelerinin
%87’isinde, Avrupa ülkelerinin %74’ünde, Amerika (Kuzey-Güney)
ülkelerinde %72 oranında yasaklama ve kısıtlamalar söz konusu.
Toplu
sözleşmeleri engelleyen ve ihlal eden ülkelerin sayısıda az
değil.
2014 yılından 2020 Haziranı’na kadar dünya genelinde bu ihlal
%60’tan %80’e çıkmış. Yani 7 yıl içinde toplu sözleşme
yasağı ya da ihlali oranı %10 artmış.
İşçilerin
örgütlenme haklarıda ya ellerinden bütünüyle alınmış ya da
örgütlenme önünde ciddi kısıtlamalar ve yasal engeller
çıkarılmıştır. Yine anlaşmazlıklarda, işten atılmalarda ve
bunların mahkemelere götürülmesinde, kısacası işçilerin
adalete ulaşmasında aynı şekilde 2015-2020 arasında %20
oranında bir gerileme söz konusudur.
İşçi
hakları denince başta, işçilerin sendikal örgütlenmesi gelir.
Dünya genelinde ankete katılan 144 ülkeden 89’unda işçilerin
sendikal örgütlenmeleri ya tam yasaklanmış ya da önemli ölçüde
engellenmiştir.
İşçilerin
sendikal örgütlenmelerini engeleyen ya da kısıtlam getiren
bölgelerin durumu: Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) ülkelerinde
bu oran %89. Asya-Pasifik’te %70; Afrika ülkelerinde %69, Amerika
kıtasında ise %64. Ve Avrupa’da %36.
İşçilerin
haklarını arama karşılığında, keyfi tutuklama, gözaltı ve
hapis oranı da az değil. Son yedi yıl içinde %25’ten %42’ye
çıkmış. Ankete katılan 144 ülkenin genel ortalaması ise %42.
Ankete katılmayan ülkeler hesaba katılırsa oran dahada yükselir.
Çünkü ankete katılmayanlar ülkelerde işçi hakları diye bir
şeyin olmadığı bir gerçektir.
Keyfi tutklama, gözaltı ve hapis:
Asya-Pasifik: %74
MENA:
%50
Amerika:
%48
Afrika:
%33
Avrupa:
%26
İfade
özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğünde ise,
son yedi yıl içinde gerileme ve işçilerin hakları kısıtlanmaya
devam etmiştir.
İLO’nun
verileride ITUC verileri ile uyuşmaktadır. İşçilerin üctretleri
reel olarak düşerken, işszilikte her geçen gün artmaktadır.
ILO’nun
Küresel Ücret Raporu 2020/21 ise, bu konuda da işçiler lehine
bir gelişme olmadığı gibi daha gerilere gidildiği ve özellikle
de erkek işçi ile kadın işçi arasındaki ücret eşitsizliğinin
Korona virüs salğını sürecinde daha fazla artığını ortaya
koymaktadır. Burjuvazi, Korona pandemisini fırsat bilerek, genelde
bir ücret düşüklüğüne giderken, kadın işçiler üzerindeki
ücret düşürme baskısını daha da artırmıştır.
İşçi
başına düşen üretim artışıyla, ücret artışları oranlı
değil. İşçi başına üretim artışları yükselirken, işçi
ücretlerinde düşüş yaşanmaktadır.
Burjuva
demokrasisinin ortalama normlarına göre puanlama yapan Fredoom
House’un[5]
(FH)
hazırladığı 2019 endeksine görede, son 14 yıl içinde insan
hakları ihlallerinde yükseliş söz konusudur.
Yani, bütün istatistikler, burjuva devletlerinin daha da iç
faşistleşmeye gittiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, dünyada
anlaşmazlık ve çatışma bölgelerin sayısı da artmaktadır.
Bunun anlamı. Bütün kapitalist devletler silahlanmaya daha fazla
ağırlık veriyor. Bunun en tipik örneği Faşit Türk hükümetinde
görülmektedir. Faşist Erdoğan, kitlelerin iş ve aş istemesi
karşılığında: “bir kurşunun fiyatını biliyor musunuz”[6]
diye
karşılık vermişti.
FH’un
attığı başlık: “Dünyanın her bölgesinde özgürlüklerde
dramatik düşüş gözlemlendi.” Bunu
komünistler söylese, burjuva liberalleri “abartılıyor“,
„demokrasi düşmanları” diye çıkışabilir, ama bu
başlıkları artık kapitalizmi ve burjuva demokrasisinin asgari
normlarının uygulanmasını savunan kuruluşlar yazıyor. Örneğin,
Türkiye, Brundi’den sonra, son on yıl içinde özgürlüklerin
kısıtlanmasında %31 ile ikinci sırada yer alıyor. Bu verilerin
içinde 2020 yok. Oysa, Türkiye’de halklar üzerinde 2020
yılı, faşist baskıların daha da ağırlaştığı yıl oldu.
İş yerlerinde işçilerin uğratıldığı kırım Türkiye’nin
neden ikinci sırada olduğunun somut delili oluyor.
İstanbul
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG): “son
4 yılda 10 bin 62, 2020 yılında ise 2 bin 47 ölümle Türkiye
tarihihnin en büyük işçi kırımı”[7]
meydana
geldiğini rapor ediyor. Ayrıca, AKP iktidarı yılları içinde
yaklaşık 27 bin işçi iş cinayetinde yaşamını yitiriyor. Son
sekiz yılda sadece tersanelerde 226 işçi iş cinayetinde yaşamını
yitiriyor.[8]
Türkiye’de
bazı sol liberaller, AKP iktidarının uygulamaları karşısında;
“bizm burjuvazi niye sessiz kalıyor” diye yakınıyorlar. Güya,
AKP, burjuvaziye rağmen faşizmi uyguluyormuş görüntüsü
vererek, burjuvaziyi temize çıkardıklarını göremiyorlar ya da
gerçekten burjuvazinin (özellikle de TÜSİAD’ın) “demokrat”
olduğuna inanıyorlar. İkincisi daha güçlü bir ihtimal. Böyle
düşünce sahibi olanlar, daha çok “sol” düşünceli
ekonomistler. Marx’tan sıkça söz etmelerine karşın, toplumsal
yapıda esasta iktisadın belirleyiciliğini unutmuş gözüküyorlar.
Kapitalizmin
işçi kıymı sadece Türkiye’ye özgü değil, bütün dünyada
aynı şekilde. Buraya İLO’nun 2019 verilerini alalım:
Son
tahminler, her yıl 2,78 milyon işçinin iş kazaları ve işle
ilgili hastalıklardan öldüğünü, bunların 2,4 milyonu
hastalıkla ilgili olduğunu ve 374 milyon işçinin de ölümcül
olmayan iş kazalarından meydana geldiğini ortaya koymaktadır.[9]
FH’un
verilerinde, istisnasız bütün ülkelerde ifade ve inanç
özgürlüğünde son 14 yıl içinde düşüş var.
Dernekleşme ve örgütlenme haklarında Asya-Pasifik ülkelerinde
çok cüzzi (%1 kadar) bir iyileşme varken, diğer bütün
ülkelerde gerileme söz konusu. Burjuva liberalleri tarafından
“demokrasi savunucusu ve uygulayıcısı ” olarak örnek
gösterilen AB ülkeleri de bu gerilemenin içinde yer alıyor.
Son
14 yıl içinde hukuk kuralları %3 oranında iyileşme MENA
ülkelerinde görülürken, diğer ülkelerde yine düşüş var.
Yani, burjuva demokrasisinde, kendi normları içinde özgürlüklerin
genişlemesi yönünde artı yok. Kapitalizmin
derinliğine ve genişliğine dünya çapında gelişimesine karşın,
burjuva demokrasisinde hızla otoretileşme (iç faşistleşme)
eğilimi de artıyor. Demek
ki, burjuvazinin yönetimi altında, teknolojik ve bilimsel
gelişmelerde özgürlüklerin genişlemesine değil, işçi sınıfı
ve emekçiler üzerinde baskıları artırıcı işleve neden
oluyor.
[3]
-Elon Musk (@elonmusk) July 25, 2020
[6]
„Ben buradan patetesçilere domatesçilere sesleniyorum o bir tane
merminin bedelini biliyor musun? Bunlar nereden geldi biliyor musun
sen” 9 Şubat 2019, Tayyip Erdoğan’ın Aydın’daki
konuşmasından.
[9]
https://safety4sea.com/wp-content/uploads/2019/05/ILO-Safety-and-health-at-the-heart-of-the-future-of-work-2019_05.pdf
Emperyalist
Dünya Ekonomik Formu’ndan Liberal Beklentiler
Liberallerin
ve kendine sol diyen “sol” liberallerin burjuvazinin “demokrat”
görünümlü, ama özünde ise uluslarrası tekelerin sözcülerinden
beklentileri ve umutları var.
Dijital
Dünya Ekonomik Formu (DEF) 2021 21-29 Ocak tarihleri arasında
yapıldı. Ancak bu kez dijital yapıldı. Sloganları: “Anlaşmazlık
çağından işbirliği çağına” idi.
Emperyalist
devletlerin temsilcileri yanında uluslararası tekel
temsilcileri de buraya katılıyor. Ve neredeyse hepsi de “halkçı”,
“demokrat”, “eşitlikçi”, “yoksulluğu bitirici” sosyal
kavramların yanında “doğanın tahribatından”,
“ekolojik dengenin bozulmasından” söz ederek ne kadar doğa
dostu olduklarının mesajını verirler. Temsilen bir kaç yoksul
ülkenin liderini de çağırırlar ki, mesajın sahteliği
anlaşılmasın. Bu yıl, doğayı tahrihp etmelerinin sonucu olan
pandemi nedeniyle, bir yığın dijital mesajı bırakarak
yine kendi işlerine döndüler. Yani, Oxford’lu bir profesörün[1]
ileri sürdüğü; “2040
yılına kadar, biyolojik tehlikeler, siber tehditler ve uzay
çatışmaları” riski
oldukça yüksek dediği işleri daha ileri taşımak...
Oysa,
bu olguların yaratıcıları ve hatta daha da derinleşemesine
neden olanlar bunlardır bunların temsil ettiği
kapitalist-emperyalist sistemdir.
Örneğin,
Fransız emperyalizmin temsilcisi fırıldak devlet başkanı
Macron, şöyle demiş: “... bu krizden ancak eşitsizliklerle
mücadele eden bir eknomiyle çıkabiliriz.”
Dünya
alemde biliyor ki; Macron göreve geldiğinden bu yana Fransa’da
işçi ve emekçilerin gelirleri azaldı, sosyal adaletsizlikler
arttı, polis yasaları devreye girdi ve “sarı-yelekliler”in
eylemleri ve sendikaların 2019 ortalarından 2020 ortalarına kadar
süren grevler ve direnişler bu dönemde oldu. Nedeni çok basitti:
Sosyal hakları kısmak isteyen Macron’a geri adım attırmak.
Macron “özür” diledi, ama bu özür sahteyidi. Bunu Fransız
işçi ve emekçileri de biliyor. Macron her fırsatta
eşitsizlikleri derinleştirici adımlar atmak istiyor.
Kapitalist
tekellerin diğer sözcüleri de aynı sözleri ettiler. “kapitalizm
artık bu haliyle sürdürülemez” vb.
Bu
sözleri, 2020 Davos’unda da söylemişlerdi. Dünyanın en büyük
zenginleri arasındaki yerini kimseye kaptırmayan Bill Gates’de
söylemişti. Bu nedenle de Afrika’da “açlık ve yoksullukla
mücadele” adı altında, Gates Vakfı'nın “yeşil devrim
projesi” köylüleri daha da yoksullaştırdığı gibi, azıcık
toprağı olanlarda toprağını B. Gates’e kaptırdılar. Yani,
aç kurdun kuzuya faydası ne zaman olursa, emperyalist tekellerinde
halka o zaman yardımı olabilir demek gerekiyor.[2]
Tekeller Afrika’yı
“açlıktan kurtarmaya” her gittiklerinde, Afrika, insanı ve
doğasıyla daha da katlanılmaz acılarala karşı karşıya
kalıyor. Bu birazda, faşist Trump’tan bekledikleri “demokrasi”yi
bulamayanların, “demokrat sermayenin” temsilcisi Biden’de
bulmayı hayal etmeleri gibi bir şey...
Bu
yıl ki DEF, gerçekten, “anlaşmazlık çağından işbirliği
çağına” şeklinde mi sona erdi? Elbette böyle sona ermedi ve
eremezde. Bu kapitalist ekonominin varoluş ruhuna terstir. Çünkü
kapitalizm rekabet demektir. Kapitalizm, birbirini yeme, birinin
üzerine basarak yükselme ve büyümek için birilerini yok
edeceksin ilkesini temel alır.
DEF
Müttevelli Heyeti Üyesi Jim H. Snabe (Simens’in ve
Möller-Maersk’in denetim kurulu üyesi ve daha başka görevler
ve tam anlamıyla uluslararası tekel temsilcisi) şöyle diyor:
“Kutuplaşma,
ilerleme ve sürdürülebilr kalkınmayı rayından çıkardı ..
daha iyi bir dünya inşa edebilmeliyiz. Küreselleşmiş ticaret,
yüzmilyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı.”[3]
Bütün
tekel sözcüleri ve devlet başkanları buna benzer şeyler
söyleyerek 2021 dijital DEF’nu kapadılar.
Esasında,
emperyalist tekellerin sözcüleri de, kendi geleceklerini iyi
görmüyorlar. Bu nedenle, J. Snabe, acı acı ve hatta yalvararak
tekellere sesleniyor: “Hoşunuza
gitsin veya gitmesin, bu işte birlikte olduğumuzu her zaman
aklımızda tutmalıyız: Ya hepimiz kazanırız ya da hepimiz
kaybederiz.”[4]
Ezdikleri,
sömürdükleri kitlelerin hoşnutsuzluklarının artması ve
kitlesel hareketlenmelerin büyümesi, onları kara kara
düşündürdüğü bir gerçek. Bir gerçek daha var: Kapitalizmin
bir canavar olduğunun farkındalar, ancak onun önüne
geçemiyorlar. Geçmeleri için onu yıkmaları gerekir. Elbette
bunu yapmazlar, tersine yıkmak isteyenlere karşı mücadale
veriyorlar. Çünkü onlar, kapitalizmi döndüren çarkın birer
dişlileridirler. Kapitalizmin yarattığı sorunlara kapitalizm
içinde çözüm bulmak istiyorlar. Ancak, kapitalizmin yarattığı
sorunlar kapitalizm içinde çözülemez. Her yönüyle çürümüş
bu toplumsal sistem yıkılıp yerine sosyalizm kurulunca çözüm
bulunmuş olur ve kapitalizmin tüm tahribatları da ancak böyle
ortadan kaldırılabilir.
Emperyalist
tekel sözcülerinin yakındığı kutuplaşma, sınıflı bir
toplumun kaçınılmaz bir sonucudur. Sınıfların varlığı
toplum içinde kutuplaşmanın kendisidir. Üretim araçlarını
elinde bulunduranlar ile üretim araçlarından yoksun olarak
yaşamak zorunda olanlar aynı sınıfın içinde olmazlar ve bu iki
sınıf arasındaki uçurum, sermayenin büyümesi ve
merkezileşmesine oranla artmaya devam eder. Bu da, sınıf
çelişmesini kekinleştirmeye ve kaçınılmaz olarak kendi
çözümünü yaratıcı nihayi bir çatışmaya kadar götürür.
Paydaş
kapitalizm savunucuları: “Şirketlerin
yalnızca hissedarlar için kısa vadelei karları optimize etmekle
kalmayıp, tüm paydaşlarının ve genel olarak toplumun
ihtiyaçlarını gözönünde bulundurrarak uzun vadeli değer
yaratma arayışında olduğu bir kapitalizm biçimidir.”[5]
Diye yazıyor, Klaus Schwab
ve Peter Vanham diye birileri. Bunlarda kapitalizmden “iyi niyet”
beklentisi olanlar. Ve elbette, bu tür yaklaşımlar, toplumsal
sistemi yaratan üretim tarzına değil, toplumsal sistemi kişilere
indirgeyen burjuva ahmaklıktan başka bir şey değildir.
“Paydaş
kapitalistler”, daha doğrusu 1960-1970’lerin sosyal
demokratları, kapitalizmi yaşatma çözümleri olarak,
kapitalizmin reforme edilmesini öneriyorlar. Üstelik bu görüşleri
Klaus Schwab 1971 yılından beri savunuyormuş. 50 yıldır
“paydaş” olamayan kapitalizm, daha da “eşitsiz”liklerle
dolu olduğunu görüyor elbet. Ne yazık ki, kapitalizm
geçmişte kazanılmış sosyal hakları da ortadan kaldırarak ve
eşitsizlikleri katlıyarak yoluna devam ediyor. Burjuva liberaller
bir türlü gerçek olgulardan uzak rüyalarından uyanamıyor.
Onların esas korkusu: Tüm sosyal eşitsizliklerin ortadan kalktığı
komünist bir dünya. Bu korkularını yenerlerse, sağlıklı bir
düşünce üretebilirler.
Aşağıda,
kapitalizmin ehlileşmesini savunan sosyal yardım kuruluşlarından
OXFAM’ın, kapitalizmden beklentilerini buraya alalım. Oxfam bile
“küreselleşmenin
yüzmilyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı”
diye iddia edemiyor: Oxfam’ın
kendi rakamları tekel sözcülerini yalanlıyor:
OXFAM,
2019’dan 2020’e kadar bir yıl içinde sosyal eşitsizliklerin 2
puan artığını rapor[6]
ediyor. OXFAM, “sosyal
eşitsizlik içinde olduğunu söylediği 3.5 milyar insanın”;
kapitalist tekellerden eşitsizlikleri azaltmayı, beklemeye ve
ummaya devam etmelerini istiyor. Sosyal eşitsizlik kapsamında
yaklaşık 3,5 milyar insanın 2030 yılına kadar bir milyar
eksiklerek 2,5 milyara düşmesini bekliyor. Oysa, Oxfam
kuruluşundan beri yayınladığı raporları incelese, sosyal
eşitsizliklerin azalmayıp artmaya devam ettiğini rahatlıkla
görebilir. OXFAM gibi kuruluşların derdi; “yardım ettiği”
insanların, yardıma muhtaç olmadan toplumsal bir yaşam sürmeleri
değil, tersine, yardıma muhtaç olarak yaşamalarını istediği
için, kapitalizmi eleştiriyormuş gibi yapıyor olmalarıdır.
Yani, kitleleri oyalamadır. Kitlelerin gerçek kurtuluşunun
kapitalizm altında olmayacağını, Bill Gates’in vakfının
Afrika’da “açlığı ortadan kaldırmak için” ineklerin
DNA’sını değiştirmenin, kitlelerin ağzına belki bir parmak
bal çalmaktan öte gidemeyeceğini saklamak istemeleridir.
Her
sınıfın “yardım” anlayışı, sınıfsal yapısına uygun
ekonomik ve sosyal bir içerik taşır. Kapitalist tekeller ne kadar
“iyi niyetli” olurlarsa olsunlar, onların niyeti sermayenin
birikim mantığıyla doğru orantılıdır. Bu da, kaçınılmaz
olarak artan ölçüde milyonlarca insanın yoksullaşması, bir
avuç insanın ise zenginleşmesiyle sonuçlanan toplumsal bir
olgudur.
Bitti
[4]
Jin Snabe’nin aynı makalesinden, 21 Ocak 2021
Bitti