20 Mayıs 2013 Pazartesi

SERMAYE HUZURU NEREDE BULUYOR?


Bu, sermayenin intiharının fotoğrafıdır!

 
Sermaye, çocuğu kurtarmayı değil, önce ondan ne kadar para kazanacağını düşünür.
 Böyle yaptığı içinde bu fotoğrafı çeken fotoğrafçı gibi kendi intiharını hazırlar.
 
 
 
 
SERMAYE HUZURU NEREDE BULUYOR?

 

 

Yusuf KÖSE

Bilinen bir gerçek var: Burjuvazi, deyim yerindeyse, varlığını huzursuzluğa borçludur. Bu huzursuzluk, kitlelerin sermayeye karşı olan huzursuzluğundan farkılı olanıdır. Ezilen kitlelerin kendilerini huzursuz edenleri huzursuz etme yerine, kendi kendilerini huzursuz etmeleridir.

Emek-sermaye arasındaki çelişki temel bir huzursuzluk, daha çok da işçi ve emekçilerin burjvaziye karşı huzursuz olmasını sağlayan en önemli olgulardan birisidir. Burjuvazi, bunu bildiği için, emek-sermaye çelişkisini öteleyerek, kitleler içinde daha farklı çelişkiler –dinsel, mezhepsel, ulusal aidiyet vb.- yaratmaya çalışarak “böl ve yönet” politikasını uygular. Bunu yaratamadığı zaman, işçi sınıfının ve emekçilerin sınıf bilinciyle ve bu bilinçten doğan direnişlerle karşı karşıya kalır. Bu ise, tüm sermaye çevrelerin korkulu rüyasıdır. Onların tek korkusu; örgütlenmiş, az çok sınıf bilinciyle donanmış yığınların ayağa kalkmasıdır. Ve bu yığınları örgütleyen sınıf örgütleri ve esas olarak da kitlelerle kaynaşmış işçi sınıfının sınıf bilinciyle donanmış partileridir.

Burjuvazi, tarihi boyunca hiç bir zaman sınıf örgütlenmelerini savunmadı. Emperyalizmle birlikte ise en gerici dönemine girdi. Gericilik adına ne varsa üstlendi ve gericiliği kitlelere “ilerici öğeler” olarak sundu.

 1970’lerden sonra, (sosyalist ülkelerin tarihsel yenilgisiyle beraber) özellikle de 1980’lerden itibaren kitleleri huzursuz etmek için yoğun bir çaba harcadı. Kitleleri kendi sınıf gücünden yoksun bırakarak etkisiz hale getirmenin yolu; sınıf örgütlenmesini, sınıf mücadelesini geri plana itip, esas olarak burjuvaziye değil, tersine burjuvaziyi güçlendiren, fakat kitlelerin kendilerine zarar verecek olan dinsel, mezhepsel, ulusal vb. çatışmaların içine sokulmasıdır.

Bin yılların gerici dinsel kültürüyle beslenen kitlelerin, dinsel gerici gücün etki alanının içine yeniden yeniden girmesi çok zor değildir. Özellikle sınıf bilincinden yoksun kitlelerin yoksulluktan, ezilmişlikten ve de horlanmışlıktan kurtulmanın yolu olarak din vb. gerici öğeleri kabullenmeleri, sınıfsal kurtuluştan daha önce gelebilmektedir. Kitlelerin üzerindeki bu ölü toprağın, tarihsel gerici mirasın, tarihsel şekillenmeyle yakından ilgisi olduğu gibi, tarih boyunca gericiliğin ve günümüz burjuvazisinin sürekli bu tür gericilikleri kitlelere empoze etmelerinin rolü küçümsenemez. Bu olgu, kitleleri gerçek kurtuluşlarından uzaklaştırıcı ve kendi kendilerine yabancılaştırıcı bir siyasal-ideolojik unsur olarak varlığını sürdürmüştür. Marks’ın; “ölülerimizin bize miras olarak bıraktığı bir kabus” olarak nitelendirdiği şey de budur.

Kitlelerin, dinsel, ulusal vb. gerici kimliklerin içine sokulması ve bu aidiyetlar üzerinden kurtuluşlarını aramaları, kendi kendilerini bitirmeleri, kendi gerçek kurtuluşlarına yabancılaşmalarıdır. Burjuvazinin istediğide budur. Burjuvazinin kabusu, örgütlenmiş işçi ve emekçilerin burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi vermeleridir. İşçi ve emekçilerin kendilerini bitiren kabus ise, sınıfsal olmayan kimlikler içinde birbirlerini elimine etmeleri, bir başka söylemle birbirlerini boğazlamalarıdır. Bu ise, kitlelerin, kendi özgürlüklerini kendi elleriyle boğmalarının adıdır.

Emperyalist burjuvazi, 1970’lerden itibaren Müslüman halkları “yeşil kuşak” dediği gerici projenin içine soktu. Yani, müslüman halklarını birbirine kırdırarak, kendi sömürü ve egemenliğini pekiştirmek. Bunu ise, o ülkelerdeki gerici yönetimler vasıytasıyla yaptı ve yapmaya devam ediyor. Türkiye’de AKP’de bu politikanın ürünü olarak doğdu, beslendi ve geliştirildi. AKP, Ortadoğu’da, kadim ABD uşağı İsrail bir kenera bırakılırsa, müslüman ülkelerde  Mübarek’ten sonra ABD’nin en sadık uşaklarından ve beslemelerinden biri haline getirildi.

Emperyalist sermaye ekonomik krize girdiğinde beraberinde siyasal bunalımın içinede giremiyebiliyor.. Bu ikisinin birlikte olması, kitlelerin devrimcileşmesini de beraberinde getirecektir. Ne var ki, burjuvazi, siyasal bunalımını kitleleri bir birine karşı kırdırarak aşıyor. Bunu Ortadoğu’da en iyi şekilde yapıyor. Kitleleri birbirine kırdrmanın pilot politik alanı burasıdır demek, pek de yanlış olmayacaktır. Emperyalist sermayenin krizi aşmanın yollarından bir olarak Ortadoğu kullanılıyor. Bugün yine Ortadoğu emperyalistler arası çatışmanın odak noktası olarak varlığını sürdürüyor.

Bugün dünyada birbirini boğazlayan halklar müslüman ülkelerde daha çok oluyor. Gericilik buralarda diz boyu. Kendine “allahın askeri” diyen bir kişi, rahatlıkla düşman belletilen kişinin kalbini ya da ciğerini çıkarıp yiyebiliyor. Bu tür unsurlar, bu denli insani kimliğine yabancılaştırılmış ve insani kimlikten uzaklaştırılmıştır. Hayvanlar, karınlarını doyurmak için avını öldürür. Bunlar ise, “allah” belledikleri emperyalist burjuvazinin ya da uşaklarının hizmetinde  onların isteklerini yerine getirmek için “cihat” yapıyorlar. Gericiliğin sınır tanımadığı nokta da burasıdır. Adı ne olursa olsun, gericilik, emperyalizmden bağımsız ele alınamaz. Onun, ya dolaylı ya da direkt hizmetindedir. Bugün Suriye’de “cihat” yapanlar, emperyalist burjuvazinin ve uşaklarının direkt hizmetinde paramiliter güçlerdir. Onlar, Suriye’de ezilen yığınların kurtuluşu için Esad gericiliğine karşı savaşmıyorlar, tersine, emperyalist burjuvazinin çıkarlarını egemen kılmak için kitleler üzerinde vahşet üretiyorlar.

Reyhanlı’da olan da bu vahşetin küçük bir parçasıdır. Bu vahşet, Reyhanlı için büyük, ancak dünyada olanlar için ise küçük bir parça. Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Türkiye ve daha bir çok müslüman ülkelerde ya da Afrika’nın geri ülkelerinde, Latin Amerika’nın paramiliter güçlerle korunan modern Latifundialarında yaşananlar, Çin, Hindistan ve Bangaldeş ve daha bir çok Güney Asya ülkelerindeki köle işçilerin ve köle işçi çocukların varlığı, emperyalist ve yerli (!) sermayenin çıkarlarından, onların politikalarından ayrı ele alınamaz. İşte, genel anlamda sermayenin huzuru budur. Kitleler için huzursuzluk olan; can güvenliği, yoksulluk, her türlü alçaltılma ve aşağılanma, burjuvazi için ise gerçek bir huzurdur. Burjuvazi sermayesini böylesi koşullarda büyütüyor ve krizini bu tür yollarla atlatmaya, egemenliklerini bu yollarla kitlelere kabul ettirirmeye çalışıyorlar.

Irak savaşının arifesinde o zamanın ABD dışişleri bakanı Powell’in, “maliyetimiz en fazla 9 bin ABD askeri olacak” demesiyle, C. Çandar vb. gibi kirli mendillerin Reyhanlı’ı vb. burjuvazinin kitle katliamlarını “maliyet” olarak hesaplamaları, sermayenin kitlelere bakış açısının dışa vurumudur. Aslında, bunların “maliyet” dedikleri de ölen insanlar değildir. O olay sırasında sermayenin giderleridir. Çünkü sermaye için her şey metadır. Bu nedenle, burjuvazi de insani bir his aramak, daha baştan her şeyi kaybetmek demektir.

Şu anda Avrupa’daki halkların huzuru pek kaçıtrılmıyor. Ancak, buralarda da sınıf mücadelesi geliştiğinde ya da emperyalist sermayenin ekonomik-siyasal krizi derinleştiğinde, diğer ülkelerde izlenen politikalar buralarda da izlenecektir. Tarih bunun tanıklığını yapmıştır.

Kürdistan’da savaş sürerken, Türk sermaye kesimi büyümüş ve oldukça palazlanmıştır. Yine ABD Afganistan, Irak vb. ülkeleri işgal ederken, ABD burjuvazisi sermayesine sermaye katar. Egemenlik ve sömürü alanlarını genişletir. Yani, söz yerindeyse, savaş burjuvaziye antibiyotik ilacı gibi gelir. Bu nedenle de, bunların huzur bulduğu ortam; kitlelerin birbirini boğazlamaları ve kitlelerin üzerine tonlarca bomba atmalarıdır. Eğer, “savaş çıkacak” sözü dahi, burjuvazinin kumarhanesi borsalardaki endekslerin yükselmesini sağlıyorsa, katilin kanlı gömleğinin nerede aranması gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkar.

Burjuvazi, bugün meydanlarda at oynatıyorsa, her atrafta savaş çıkartabiliyorsa, bu sınıf mücadelesinin geriliğinden kaynaklanıyor. Sosyalizmin kitleler üzerindeki etkisinin olmamasından kaynaklanıyor. Kitlelerin yoksulluğu, devrimci direnişe her zaman yol açmıyor. Kuzey Afrika (Tunus, Mısır vb.) ülkelerinde olduğu gibi, kitlelerin hoşnutsuzluğu ya da direnişleri, sınıf örgütlerinin önderliğinden yoksun olunca rahatlıkla başka kanallara aktarılabiliyor. Bu aynı zamanda sosyalizmin kitleler üzerinde etkisinin olmamasından ya da da ha geri düzeyde oluşundan ileri geliyor.

Bütün bunlara karşın, sosyalizm olgusu, sınıf mücadelesi olgusu ve emek-sermaye çelişkisi bir gerçektir. Emek-sermaye çelişkisi her an sınıf çatışmasını üreten sosyal bir gerçekliktir. Bunun siyasal alana yansıması, bunun kitlelere yansıması, yansıtılması gerekiyor. Sermaye, kitleleri bir birine kıradırarak huzur bulurken, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenlerde örgütlü sınıf mücadelesi çerçevesinde hareket ettiklerinde, sermayenin huzuru kaçarken, kendi huzurlarını kazanacaklardır. Yani, kendi iktidarları sosyalizmi kazanacaklardır.

Burjuvazinin kitleler karşısında en büyük silahı, yalandır ve  yalanlar etrafında örgütleyerek onları kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda çatıştırmak ve ehlileştirmektir. Devrimcilerin ise en büyük silahı gerçeklerdir. Kitlelerin kendi gerçeklerini kitlelere taşımak ve onları sınıf mücadelesi doğrultusunda örgütleyerek mücadeleye sevk etmektir.

Sınıfın öncülerinin ve ileri unsurlarının sosyalizme olan inancı geliştikçe, işçi sınıfının ve emekçilerin sosyalizme inancı yendien kazanılacaktır. Sosyalizme inanmayanlar, yenilgi döneminde kalarak, onunla yatıp onunla kalacaklardır. Bu da burjuvazinin kitleleri ideolojik-siyasal olarak manipüle etmesine hizmet edecektir. Çünkü direnmeden kazanmanın, çatışmaya girmeden ise karşı-devrimin kalelerinin yıkılma şansı hiç yoktur. 20.05.2013

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder