25 Mart 2012 Pazar

ABD’nin Savaş Üssü Türkiye

Son yıllarda AKP hükümeti,T. Erdoğan vasıtasıyla İsrail’e karşı „gürleyip" duruyor. Daha üzerinden bir yıl geçmeden „komşularla sıfır politika"nın yerini giderek şiddeti artan politikalara bıraktı. Özellikle İsrail’e karşı lafta kalan „sert" politikalar izlenirken, diğer komuşlar üzerinde yaptırımcı ve saldırgan politikalara ve savaşa (Libya özgülünde olduğu gibi) dönüştü. Türk egemen sınıfları, 2. Emperyalist Savaş’tan sonra ABD emeperyalizminin egemenliği altına girmişlerdir. Özellikle’de 1950’de DP’nin iktidar olmasıyla beraber bu süreç hızlanmış ve pekişmiştir. Bu süreç, aynı zamanda, ABD emperyalziminin emperyalist cephede liderliği ve egemenliği ele almasının kesinleşmesinin ve de pekişmesinin sürecidir. Genel anlamda, 1950’leri başından itibaren ABD’nin güdümünde hareket eden egemenler, zaman zaman efendileriyle bazı anlaşmazlıklara düşseler de, esas olarak ABD’nin dediğinden çıkmamışlar, çıkamamışlardır. ABD ve Batılı emperyalistlerin savaş makinesi NATO içinde yer aldıktan sonra da, ABD ve Batılı emperyalistlerin çıkarlarına askeri olarak katılmışlardır. Bugün bu süreç fazlasıyla yerine getirilmektedir. Edoğan başkanlığındaki AKP hükümeti, ABD emperyalizmin vurucu gücü, polis gücü olmayı çoktan kabullenmiş ve bu görevlerini severekte yerine getirmeye çalışıyorlar. İlk baştaki paragrafta da belirttiğim gibi, dinci-faşist Erdoğan hükümetinin İsrail politikası, danışıklı-dövüş politikasıdır. Daha önce bir çok yazımda belirttiğim gibi bu „sertlik" politikası, ABD emperyalizminin izin verdiği ölçüde, onların sınırlarını zorlamadığı orandadır. Gerisi ise „takkiye"dir. Kitleleri kandırma, emperyalizmin saldırılarını ve de kendi uşaklığını gizleme taktikleridir. Öncelikle vurgulamak gerekiyor AKP hükümeti ABD’nin desteği ile ayakta duran ve baştan itibaren’de Türk egemen sınıfları içindeki dalaşta arkasında güçlü bir ABD desteğini alan bir hükümettir. Türk ordusunun darbelerine karşı ABD’nin elinde büyüyen bir partidir. Ve de genel anlamda Batılı emeperyalist tekellerin çıkarlarına ve ülkeyi onların rahatlıkla sömürebileceği bir duruma sokan bir partidir. Son yılların beylik deyimiyle; „küresel sermayenin çıkarlarına" hizmet eden bir parti olan AKP ve onun hükümetinin „anti-İsrail"ci söylemlerinin ciddiye alınacak bir yanı yoktur. Daha üç-beş aya öncesine kadar izlendiği söylenen „komşularla sıfır sorun" politikası da yine emperyalistlerin bilgisi dahilinde olan, bölgeye, özellikle de Arap halklarına şirin gözükme politikasıydı. Sözde Filistin davasını sahiplenerek, Arap halkların sepmatisini kazanmak ve bu sempati üzerinden emperyalizmin saldırılarını kolaylaştırma taktiğidir. Bazı Arap yazarlarının dediği gibi de, bu taktik; „emperyalizmin polis gücü rolünü" oynamaktır. Erdoğan ve temsil ettiği sermaye sınıfı ABD ve diğer Batılı emperyalistlerle sınıfsal bir çatışması söz konusu değil. AKP’nin temsil ettiği sermaye kesimi emperyalistlerin artıklarıyla beslenerek palazlanmış bir kesimdir. Bu nedenle, genel anlamda emperyalizmin, özel anlamda ise ABD emperyalizminin çıkarlarına ters bir politika izlemeleri söz konusu olamaz. Erdoğan , AKP hükümeti ve bunların temsil ettiği sermaye kesimi, emperyalizmin izini olmadan İsrail’e baş kaldıramaz. Hele hele, Akdeniz’in uluslararası sularında İsrail gemileriyle „it dalaşı"na girmesi beklenemez. Bu tür sözler, kitleleri aldatma, onların siyonist devlet karşıtı duygularını sömürme amaçlıdır. AKP hükümetinin "yeni Osmanlı” rolünü oynama meraklısı dışişleri bakanın İsrail karşıtı „sert" açıklamaları, Türk burjuva dış politika yazarlarını dahi güldürmüştür. „hangi güçle" ve „aBD’ye nazaran mı?" diye sormuşlar ve İsrail ile ekonomik ilişkilerin hala sürdürüldüğünü yazmışlardır. Erdoğan hükümetinin ne Türkiye iç koşulları açısından olsun ne de dış koşullar açısından olsun ABD karşıtı politika izlemesi, ABD emepryalizminin çıkarllarına zarar verecek bir tavır sergilemesi, bugünkü veriler ışığında söz konusu olamaz. Çünkü; İçte, egemen sınıflar arası çelişkinin keskinliği. Her ne kadar Kemalist Türk ordusunun tepe kadrolarını önemli ölçüde „temizlemiş" ya da dize getirmiş görünüyorsa da, bu çatışma şimdilik AKP’nin galibiyetiyle kısmen durmuş ya da geriye çekilmiş gibidir. Bu çatışma’da ABD ve Batılı emperyalistler AKP’den yana tavır koymasaydı, AKP’nin hükümet ömrünün bu kadar uzun olmasının olanağı pek yok gibiydi. Ayrıca güçlü bir Kürt Ulusal Hareketi’nin varlığı… AKP hükümetinin, siyasal açıdan ABD karşıtı politika izlemesinin koşulları olmadığı gibi ekonomik açıdanda ABD ve Batı karşıtı politika izlemesi bugünkü veriler ışığında olası gözükmemektedir. Ekonomik olarak ABD ve AB sermayesine bağlıdır. Türkiye’deki bankaların yaklaşık %60’nı elinde bulunduran emperyalistler, borsada dönen sermayenin %70’i gibi büyük bir kısmı da yine bu tekellerin elindedir. „Beşbin dolar çekildiği" anda yeni bir „2001 Şubat Krizi" anında kapıyı çalacaktır. Bunu her iki tarafta bilmektedir. Bundan dolayı, Erdoğan’ın Libya ile ilgili politikası saat başı değişmiştir. Önce „NATO’nun ne iş var Libya’da" diyerek „kabadayılanması"nın ardından bir kaç gün sonra ise NATO’nun emrinde Libya’ya saldırı pozisyonuna geçmesinin yanında İzmir’de saldırı merkezi yapılmıştır. Erdoğan’a tükürdüğünü anında yalatmışlardır. Türk egemen sınıfların İsrail ile tarihsel bağları, sınıf çıkarları bağlamında güçlüdür. Kolay kolay kopmaz. Bunu şu anda AKP’de koparamaz. Ayrıca, bunlarında böyle bir niyetleri de yoktur. Oynana oyun türbünler içindir ve de büyük bir sahtekarlıktır. Bir taraftan ABD’nin jandarmalığını yapacaksın, öbür yandan ABD’nin göz bebeği gibi koruduğu ve Ortadoğu’da en önemli vurucu gücü olan İsrail’e kafa tutacaksın. İkisi de bir biriyle çelişen şeylerdir. Oynanan oyun ABD’nin bilgisi dahilinde bir oyundur. ABD’nin Erdoğan hükümetinin böyle bir oyun oynamasına bölge halklarını etkileme açısından gereksinimi vardır. ABD’nin Füze Kalkanı Türk egemen sınıfların ve özellikle de dinci-faşist hükümetin „anti-İsrail" söyleminin arkasında yatan gerçek, ABD’nin Füze Kalkanı projesinin onaylanması ve Türkiye’ye yerleştirilmesi kararının perdelenmesi olarak da ele almak gerekiyor. Bu bir çok açıdan önemlidir: Emperyalizmin kendini idame ettirmesi için savaşa, savaşlara gereksinimi var. Emperyalist-kapitalist sistem, sermaye akışını ve sermaye büyümesini sağlamak için sıcak savaşlara gereksinim duyuyor. Özellikle 2008 kriiznden sonra bu krizden çıkış yollarının savaş seçeneğinden başka seçenekleri kalmamış gibidir. Emperyalizmin krizden çıkışlarının bütün yoları savaşa çıkmaktadır. Bu bağlamda da enerji yataklarının ve enerji yollarının kontrol altına alınması ve hepsinin başta ABD olmak üzere AB’li emperyalistlerin kontrolüne girmesi hesaplanmaktadır. Emperyalist tekelci burjuvazi işi şansa bırakmak istemiyor. Emepryalistlerin bütünüyle hizmetinde olmayan, sermayenin şu veya bu oranda ayağına dolaşan bağlarından kurtulmak istiyor ve ayak bağı olanları ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bunlardan biri Kadafi idi. Sırada Suriye ve ondan sonra ise İran gözüküyor. Esas olarak da İran’ı köşeye sıkıştırmak ve teslimiyetini sağlama politikasının daha ağır bastığı da görülmelidir. ABD ve diğer Batılı emperyalistlerin, emperyalist saldırı savaşları için Türkiye’ye gereksinimleri vardır. Özellikle Ortadoğu açısından sorun ele alındığında ve buralardaki dev enerji yatakları düşünüldüğünde, „müslüman" bir ülkenin NATO içinde ve NATO ile müslüman ülkelere saldırmasının yatıştırıcı ve etkileyici bir yönü vardır. Arap halklarının ve de milliyetçilerinin „hiristiyanların haçlı seferi" kozlarını ve psikolojik propagandalarını ellerinden almak istiyorlar. Türkiye ve Erdoğan hükümeti bu rolü oynuyor. Örneğin, Türkiye’ye Sırbistan’a saldırıda hiç bir görev verilmemiştir. Çünkü orası Hiristiyandı. Ama, emperyalistlerin müslüman olan ülkelere saldırılarında Türkiye görev almıştır. Irak’a yönelik işgal hareketinde direkt yer almamasının nedeni ise, erdoğan hükümetinin içte bu kadar güçlü olmamasından kaynaklanmıştı. Bugünkü kadar güçlü olsaydı, ağızından salyalar akarak Irak halkını bombalamaktan kaçınmazdı. Sadece hava sahasını kullandırmak ve bazı lojistik desteklerin yapılmasını sağlamak için destek vermekle yetinmek zorunda kaldı. ABD ve Batılı emperyalistlerin Türk devletinin PKK kamplarını ve Kürt Ulusal Hareketi’nin siyasi kadrolarına yönelik saldırıları karşısında sessiz klmaları ve hatta desteklemelerini de bu çerçevede ele almak gerekiyor. Füze kalkanı projesi de bu çerçeve de ele alınmalı ve içeriği savaş olarak okunmalıdır ve bu savaşın odağında ya da saldırı merkez üslerinden biri de Türkiye olarak okunmalıdır. Türk egemen sınıflarının PKK’ya karşı ve genel anlamda Kürt Ulusal Hareketine karşı sertleşmesi, saldırılarını yoğunlaştırması; PKK’nın tüm barış çağrılarına ve aşırı tavizlerine karşı aşırı saldırganlıkla cevap vermesi ve bunlara bağlı olarak içeri de yoğun tutklamalara girişmesi, hükümetin savaş hükümeti olduğunun yalın bir göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Bu saldırıdan salt Kürt Ulusal hareketi nasibini almayacak ya da almıyor, bu saldırılar aynı zamanda komünist, devrimci-demokrat ve hatta burjuva muhaliflere kadarda uzanacak ve uzanmaktadır. „Ergenekon" hikayesi de bunun bir aracı olarak ele alınmıştır. Yani, burjuva muhalifleri de elimine etme operasyonun bir aracı olarak okunmalıdır. Kısacası, AKP ve onun hükümetinin politikası, savaş politikasıdır. Dışta emperyalizmin vurucu gücü olma, içte de kendi muhaliflerini temizleme hareketidir. Başta Kürt Ulusal hareketi olmak üzere işçi ve emekçilere yönelme politikalarıdır. AKP başta da belirtildiği gibi emperyalistlerin beslemesi bir parti ve egemen sınıfların esasta bir kanadının siyasal temsilcisidir. Ülke içinde seçimlerde yaklaşık %50 oranında oy almasına karşın kendini rahat hisetmeyen ve her an yıkılabileceğini düşünen bir örgütlenmedir. Bu ve yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü ABD’nin dediğinden çıkmayacaktır. Onların emrinde kendi komşularına saldırıdan vaz geçmeyecektir. Dış saldırı önce içerdeki muhalefeti ezmeyi gerektiriyor. Bu nedenlede önce Kürt ulusal hareketi ve onunla beraber işçi ve emekçilere yönelecektir ve yönelmektedir. Komünistler ve devrimciler ise her zaman bütün burjuva kesimlerin ilk saldırı hedefi olmuştur. İşte, Türk devletinin ve onun hükümetinin anti-isarail söyleminin arkasında yatan gerçekler bunlardır diyebiliriz. 03.09.2011 Yusuf Kose

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder