14 Ocak 2017 Cumartesi

Burjuvazinin Cumhuriyeti Kendini Tekrarlıyor


Burjuvazinin Cumhuriyeti Kendini Tekrarlıyor


Yusuf KÖSE

TC’nin dünü ile bugünü arasındaki benzerlikleri yeni kuşak bilmeyebilir, ama araştırırsa kolayca öğrenebilir.

Türkiye Cumhuriyeti kendini tekrarlıyor. AKP iktidarı boyunca yaşanan ve yaşadıklarımız, TC açısından yeni bir olgu değildir. Bunlar daha önce Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarından 1946 yıllarına kadar neredeyse birebir ya da benzer şekilde yaşanan olaylardır. Sadece, mekan aynı, zaman farklı. Devlet aynı devlet. Burjuvazi, ortağı feodal toprak ağalarını sırtından atıp tek başına egemenliği ele geçirmiş. Bugün, sanayi-finans burjuvazisinin bütünüyle egemen olduğu has burjuva cumhuriyeti var karşımızda.

Türkiye ve Kürdistan halkları, bugün yaşadıklarını dün de yaşadı. Bütün anti-demokratik uygulamalardan tutunda faşizmin her türlüsü, katliamların, kırımların, sürgünlerin, asimilasyon-inkar politikalarının en vahşileriyle karşı karşıya kaldı. Biraz sonra örneklerini vereceğim, dün ile bugünün benzerliklerin arasındaki tek fark, birincisi “vatan-millet-sakarya” adına yaparken, AKP bu söylemlere, “toplumun yaşam biçiminin islamlaştırılmasını” eklemiştir. Kısacası, egemen sınıflar, dönemlere uygun olarak, ihtiyaç duydukları ve koşulların dayattığı sloganları ileri sürmüşlerdir,

Bugün demokrat kesilen bir çok liberal yazar ve entellektüellerimiz, 1925-1945 arasındaki faşist uygulamalara gerekçe olarak “cumhuriyet yeniydi” kılıfını getirirken, günümüz AKP’si ise “yeni Türkiye” adı altında faşist islamcı bir yönetimi egemen kılmanın savaşını veriyor. İslamcı-faşist yönetimi pekiştirmek için anayasa değişikliği adı altında, her türlü despotizmi uygulamaktan kaçınmıyor.

TC’nin kuruluşu ve resmiyet kazanmasından sonra, yani kemalistlerin iktidarı sağlamlaştırmalarınin peşinden uyguladıkları rejmin adı faşizmdi. Bütün örgütlenmeleri, yasaları ve uygulamaları o dönem Avrupa ülkelerinde güçlü bir şekilde esen faşizm rüzgarını kendilerine örnek almışlardı.

Kemalistler, yanı başlarında 1917 Rus Ekim Devrimi’ni örnek alacaklarına, Avrupa faşizmini, Türkiye ve Kürdistan topraklarına getirmişlerdir. Oysa, Kurtuluş Savaşı sırasında en büyük desteği ise Bolşevikler’den almışlardır.

Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek, “Takrir-i Sükun Kanunu”nu (Huzurun Sağlanması Yasası) çıkardılar. Bu yasanın en temel özelliği; Hükümete, “huzuru sağlamak” amaçlı, her türlü olağanüstü yetkiyi vermiş olmasıydı. Yani, bütünüyle anti-demokratik ve faşist uygulamaların yaşama geçirilmesi amaçlıydı. Aynı bugün Erdoğan’ın Kanun Hükmünde Kararname’leri (KHK) gibi. Dün, bugün olduğu gibi yüzden fazla üniversite ve buna denk düşen bugünkü gibi binlerce akademisyen olmadığı için, bugünkü gibi bir akademisyen kırımının olanağı da yoktu. Ayrıca, o dönemde komünistlerin dışında demokrasiyi savunan kesimlerde yoktu. Ülkenin burjuva birikimi oldukça azdı. İşçi sınıf ise nicelik olarak yeni yeni güçlenmeye başlamıştı.

Mahkemeler ise, bugünkü gibi “bağımsız” ve “tarafsız”dı(!) Yani, hükümetin emrindeydiler. Hükümet ne derse “bağımsız ve tarafsız yüce mahkemeler” adaleti (!) derhal yerine getiriyorlardı.

Bunlarda yetmedi, 1921 yılında kurulan İstiklal Mahkemeleri yeniden yürürlüğe sokuldu ve bu mahkemeler 1929 yılına kadar çeşitli gerekçelerle uzatıldı. Mahkemelerin en önemli özelliği ise; bu mahkemelerin verdiği karara itiraz edilemiyor olması yani temyiz yolunun kapalı olmasıydı. İstiklal mahkemelerin verdikleri idam kararı sonucu, idam edilenlerin saysı; 1630.

Uğur Mumcu’dan tutunda günümüze kadar bir çok kemalist, bu mahkemeyi “devrim mahkemeleri”, kararları ise, oldukça “adil ve demokrat” olarak lanse ettiler. 1937-38 Dersim’de katliam yapan Türk devletini “demokrat ve adil” buldukları gibi.

Örneğin, İstiklal Mahkemeleri kararları arasında, firari askerlere, halk arasında 40-100 civarında sopa cezasının yanında, evlerini yakma ya da ailesinden birisini firarinin yerine askere alma gibi cezaları da vardı. Bugün AKP, özellikle Kürdistan’da benzeri uygulamaları yapıyor. AKP, Kürtlere ceza olarak Kürt yerleşim yerlerini ve büyük Kürt şehirlerini yerle bir etti. Yığınca Kürdü tutukladı ve tutuklamaya devam ediyor. Sadece Kürtleri tutuklamakla kalmıyor, muhalif gördüklerinin tümünü tutukluyor ve kamu görevlerinden men ediyor.

Kemalistler, 1925-1945 arasında da hiç bir muhalefete göz açtırmadılar. Kürtlere, azınlıklara ve komünistlere savaş açtılar. Alevilerin tüm ibadet yerlerini yasakladılar. Aleviler üzerindeki bu yasaklar hala uygulanmaya devam etmektedir. “islam dışı”, “ucube” vb. adlar altında dıştalanmaktadırlar.

1920-1940 arası Kürt ayaklanmaları kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra, toplumu Türkleştirmek, tekleştirmek ve dizayn etmek için yeni bir düşman gerekliydi. Bunlar Nazilerden ithal edilen Yahudilerden başkası olamazdı. Yahudiler, “Türk olmadıkları” gibi, “müslüman”da değillerdi. Toplum, uzun bir süre “Yahudi düşmanlığı” ile oyalanabilirdi. Milli Şef İnönü temsilciliğinde Türk egemen sınıfları aynen öyle yaptı. Ayrıca, Türk egemenleri soykırıma ve azınlık mallarına el koyma konusunda tecrübesizde değillerdi.

1915’lerin devamı olarak, 1920’lerden başalayıp 1970lere kadar Hıristiyan ve diğer azınlıklardan ülkeyi adeta temizlediler. İnsanları yüzyıllardır yaşadıkları topraklarından kovdular, kaçamayanları, gitmeyen ve gidemeyenleri katlettiler. Düşünsel yapısıyla olduğu gibi fiziksel yapısıyla da Hitler özentili olan Başbakan Şükrü Saraçoğlu başkanlığında ve İnönü tasdikli, 1942 yılında “Varlık Vergisi Kanunu”nu (Nazilerin Yahudi politikasının benzeri) çıkardılar.

Ülkedeki azınlık uluslara mensup insanları toplama kamplarına doldurdular.1 Bütün burjuva basını, “stokçu ”, “yolsuzluk yapan”, “vurguncu”, “kaçakçı”, “vatan haini Yahudi” vs. vs. manşetleriyle çıkıyordu. Göbbels’in gazete manşetleri olduğu gibi kemalist basında yer alıyordu. Gazetelerin ilk ve son sayfasına kadar “pis Yahudiler” hakkında haberlerden geçilmiyordu.2 O zamanın gazeteleri, “Yahudileri” öne çıkarsa da, 1942 Varlık Vergisi Kanunu, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve diğer müslüman olamayan azınlıklara ve az sayıda “müslüman”lara uygulanmıştır.

Nazilerin yolunda giden hükümet, yoğun bir Yahudi aleyhtarı kampanya başlattı. Bugün AKP yandaşı medyanın muhaliflere karşı başlattığı kelle avcılığı kampanyasını, dünde CHP yandaşı medya (baştada bugünün Cumhuriyet Gazetesi) Kelle avcılığı başlatmıştı. 1925-1938’lerde “şaki (Kürt) kelle avcılığı” yapanlar, Avrupa’da Nazizmin egemen olmasıyla, Yahudi ve diğer azınlıkların kellelerini istiyorlardı. Dünün Milli Şefçi (İnönü) ve tetikçi Cumhuriyet Gazetesi, bugünün Reisçi (Erdoğan) tetikçi Akit Gazetesi’ydi. O dönemin Cumhuriyeti ile günümüzün Akit’in karşılaştırın, pek bir fark göremezsiniz. Ayrıca, Nazilere ve İtalyan faşistlerine yapılan övgüler ve işgallerinin övücü sözlerle süslenmesi ise, burjuva riyakarlığının ve yalanlarının ne denli dibe vurduğunun tarihi örnekleridir.

1925-1946 arası hiç bir muhalif gazeteye yaşam hakkı tanınmamıştır. 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı’nı “gerici” diye bastırılmasını onaylayan, “Aydınlık, Orak Çekiç ve Bursa’da çıkan “Yoldaş” dergileri, kapatılmaktan kurtulamamışlardır. Ayrıca, hükümetin izni dışında çıkan tüm gazeteler, ilerici-gerici hepsi kapatılmıştır. Bu konuda, şu söylenebilir: Dünün yasak ve sansürleri bugünde devam ettirilmektedir.

Kelle Avcısı gazetelerin yanı sıra, kelle avcısı “şair”lerde vardı. Aynı bugün olduğu gibi. Her dönem kendi sanatçısını, gazetecisini, entellektüelini vb.de yaratır. Sanıldığı, ya da gösterilmeye çalışıldığı gibi, faşizm, öne çıkarılan “soytarı kılıklı bir diktatörün” işi değildir. Başta egemen sınıflar olmak üzere egemen sınıfların sömürüsünden pay almak isteyen toplumun ileri çıkan önemli bir kesimin ortak hareketidir.

Kelle İstiyorum! Ben ki bir tavuk bile kesilirken bakamam; karıncaları, sinekleri öldüremem, kelle istiyorum. Yumruklarım sıkılmış, dişlerim kısılmış, at meydanında kazan kaldıran yeniçeriden daha hiddetli bir sesle kelle istiyorum, vurguncunun kellesini!

Onun, mülevves (pis) kafasının bir çürük kavun gibi önümde yuvarlandığını görsem ferahlıyacağım. Onun, iğrenç vücudunun boş bir çuval gibi karşımda süründüğünü görsem rahatlıyacağım. Böyle, dünyayı sarmış bir ölüm kalım mücadelesi içinde ben, vurguncuya karşı merhamet tanımam, şefkat tanımam, adalet tanımam, kanun, nizam, usul, hiç bir şey tanımam! Bence onun cezası, para değil, hapis değil, dükkân kapamak değil, neyif (sürgün) değil; müsadere, yağma, falaka, işkence, zindan veya ölüm olmalı!” (Orhan Seyfi Orhon)3

Sinek öldüremeyen bu “şair”, Yahudi kanı içmekten zevk alacak denli ırkçılaşmıştı. 1950-1960 Demokrat Parti dönemi olsun ve askeri cuntalar dönemi olsun, her faşist ve baskıcı dönem kendi yandaş yazar-çizerlerini ve Cem Küçük vb.leri gibi tetikçilerini yaratmıştır.

Göbbels’in öğrencilerinden Başbakan Ş. Saraçoğlu, “Devrim Kanunu” olarak adlandırdığı Varlık Vergisi kanunu uygulamaya sokulduğu günlerde şunları söylüyordu:

Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en az onun kadar) bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!” Ayşe Hür (aynı yer)



1942 “Varlık Vergisi” temizliği yetmeyince 1955’te 6-7 Eylül yağmasını yaptılar. Bu kez Rum’lara yöneldiler ve onların mallarını yağmaladılar. Katliam, yağma ve kırım burjuva Türk egemen sınıfların “alamet-i farika”sı olmuştur.


CHF’den AKP’ye Uzanan Tekçi Faşizmin Yolu


CHP (Ozaman, Cumhuriyet Halk Fıkrası –CHF-ydı. 1935 yılından sonra CHP oldu.) 1927 yılında yaptığı tüzük değişikliği ile, ülkenin yönetimi; Fıkra Başkanlık Divanı’na4 devr edilmiştir. Yani, devlet parti devleti olmuştur. O süreçte Türk egemen sınıfların buna gereksinimi vardı. Hem palazlanmak hem de demokratik koşulları ve olanakları yok ederek sermaye birikimi sağlamak için, tek parti diktatörlüğü onlara uygundu. Ayrıca, Avrupa’da da böyle bir gelişme vardı. 1922 yılında Mussolini İtalya’da başa gelmişti ve Almanya’da ise Hitler güçleniyordu. Yani, bugün AKP politikaları karşısında, “kaygıyla izliyoruz” yarım ağızlı demokrasi vurguları, dünün Avrupasında yoktu. Çoğu faşist ya da faşzime teslim olmak üzereydiler.

CHP’nin tek partili ve tek şefli partisinde olduğu gibi AKP’nin de tek şefli partisinde (ve aslında ülkede tek bir parti var. Çünkü HDP’yi baskı ve tutuklamalarla işlevsiz hale getirdiler. Diğer burjuva partiler ise tek bir parti gibi hareket ediyorlar) liderler, tanrı tarafında, “milleti ve “ümmeti kurtarmak” için gönderilmişlerdir. Kitlelere bu empoze edilir. İtalya’da Duçe (Mussolini), Almanya’da Führer (Hitler)’de kurtarılmayı bekleyen ulusa tanrı lütuflarıydı.

AKP’nin yandaş medyası, Erdoğan’la yatıp-kalkıyor. İslam ümmetine tanrı tarafından peygamber olarak gönderilmesinden tutunda “Türk’ün gücünü bütün dünyaya göstermek içinde tek şanstır.” Vs. vs. bütün gerici ve faşist nitelemeler Erdoğan üzerine sıralanarak, kitlelere “kurtarcı” olarak gösterilmeye çalışılıyor.

Bugün Erdoğan’a dizilen mehtiye ve “kurtarıcı” sıfatlar, dün M. Kemal ve İnönü için, 1950-1960 arası ise Menderes-Bayar ikilisi için sıralanmıştı.

Ve bugün, AKP’nin Erdoğan’ı “Milli Reis” yapmak için Anayasa değişikliği yapması ile M. Kemal ve İnönü’nün tek kişi ve tek parti (1925-1946) dönemlerinin benzerlerinin yaşandığı daha net görülebilir.

M. Kemal’in CHP adına milletvekillerini belirlediği Tamimleri;


Aziz Vatandaşlarım,

Cumhuriyet Halk Fırkası namına bütün memlekette Türkiye Büyük Millet Meclisi azalığı için mebus namzedi olarak tesbit ettiğim zevatın heyeti umumiyesini ıttılaınıza arzediyorum. Her vatandaş için yeni devrede beraber çalışmağı münasip gördüğüm arkadaşların heyeti umumiyesinin birlikte görülmesini faideli addettim. Bunlardan her dairei intihabiyeye tefrik edeceğim mebus namzetlerini ayrıca imzam tahtında arzedeceğim. Gazi Mustafa Kemal,H.M.: 31 Ağustos 1927“5


Aziz Vatandaşlarım!

İntihabat (seçimler. YK) neticelendi. Cumhuriyet Halk Fırkası namına takdim ettiğim namzetler memleketin her tarafında aziz vatandaşlarımın müttefikan umumi tasvip ve intihabına mazhar oldu. Aziz vatandaşlarımın tezahuratındaki asil manayı yüksek mesuliyet hissile ve lâyıkıle ihata ediyorum. Gazi M. Kemal“6


Bunları kısaca buraya almamızın nedeni, bugünkü dönemi faşist diktatörlük olarak görüp, dünkü dönemi „demokrat“ görenlerin ikiyüzlülüğünü ortaya koymak içindir. Birinci dönem „laiklik“ adına yapılırken, bugünkü dönem ise „islamlaşma“ adına yapılmaktadır. M. Kemal ölünce yerine milli şef olarak İnönü geçmiştir. Politika ise aynı kalmıştır.

Tarih tekerrür etmiyor, ama, burjuva cumhuriyetinde, burjuvazi, ülkeyi aşağı yukarı aynı yöntemlerle yönetiyor. Bu tür yöntemler, kitlelerin bilinçlerinin bulandırılmasında önemli rol oynuyor.

AKP’nin 18 maddelik anayasa değişikliği de, aynı CHF’nin uygulaması gibidir. Oradan örnek alınmaktadır. Tek parti ve tek şef yönetimi. Kriz içindeki burjuvazinin, kriz süresince ülkeyi yönetme yöntemlerinden biridir. Kendi faşist tarihine toz kondurmayan CHP’nin AKP’ye karşı “mücadelesi” ise, gece mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benziyor.

M. Kemal, kendine “izmir Suikastı” gerekçe göstererek, elindeki yetkileri dahada güçlendirerek bütün muhalifleri elimine etmiştir. Erdoğan’da, “FETO”cuları gerekçe gösterek, aynı yöntemi izlemektedir. Ve böylesi süreçlerde, ülke “vatan haini” bolluğundan geçilmez olur. Yandaş gazetelerin tümü “vatan haini avcılığına” çıkarlar.

Kemalistler döneminde de “vatan hain”leri boldu, bugünde “vatan hainleri” boldur. Cumhurbaşkanını, başbakanı ve de diğer devlet yetkililerini eleştirmek “vatan hainliği” ile eşitlenmiştir. Her iki dönemde de bunun örnekleri yığınladır. Bugünkü örnekleri günlük yaşadığımız için çoğu kimseye yabancı gelmez. Ancak, dün çok gerilerde kaldığı için, o günün anti-demokratik ve faşist uygulamaları pek bilinmemektedir. Ya da unutulması istenmiş ya da ”Kadro Harekatı”nın devamcıları, anti-demokratik ve faşist uygulamaları cilalıyarak “devrim çabaları” olarak karşımıza çıkarmışlardır.

Örneğin, Erdoğan bugün “başkan” olmak istiyor. “Ya başkanlık ya kaos” diyerek, şimdi burjuva meclisinde kendi yasasını kabul ettiriyor. Yani, İsmet İnönü’den sonra ikinci “Milli Şef” olmaya aday. İnönü 1938 yılından 1945 yılına kadar CHP’nin değişmez genel başkanı olduğu gibi, ülkeninde tek sorumlu şefiydi. Ülkeyi ise CHP yönetiyordu. Aynı bugün AKP’nin yönettiği gibi. Milletvekillerinden, valilerden muhtarlara kadar bütün atamaları ve belirlemeleri CHP teşkilatı yapıyordu. Faşizm sevicileri, bunları “o günün koşulları”na bağlıyarak, kitlelerin hoşgörüsüne sunuyorlar.

Parti devletle birlikte çalışır. Sınıf farklarını göz ardı eder. Toplumun manevi varlığının ifadesi olan ulus, Parti içinde toplanmakta ve Parti ulusla, dolayısıyla devletle bir olmaktadır. Bunada ek olarak ulus, devlet ve Partinin “önder”in kişiliğinde somutlaştığı, devletin “Atasıyla bütünleşmiş millet” demek olduğu noktasına varılmıştır.”

Atatürk ilkeleri” adı altında anti-demokratik ve faşist yasalar, değişmez anayasa maddeleri arasına alınırken, İnönü’de değişmez “milli şef” olmuştu. Halkımızın, o dönemde söylediği; “Geldi İsmet Kesildi Kısmet” tekerlemesi, kendiliğinden ortaya çıkmamıştı. Bir uygulamanın halk nezdinde dışa vurumuydu.

CHP’nin, Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım’larından biri olan Recep Peker, İtalya’da aldığı faşizm derslerinden sonra şunları söylemiştir:

Liberal devlet tipinin çekiştirici, çarpıştırıcı ve yurtiçinde ulus birliğini bozucu ruhunu her gün yeni bir tedbirle ortadan kaldırarak bunun yerine ulusal devlet tipindeki birlik ve beraberlik zihniyetinin tatbikatını hayatımıza aşılıyoruz.”7

Bugün, bu söylemi, farklı ve islam soslu bir şekilde Erdoğan ve AKP söylüyor. Bunun adına da: “İleri demokrasi” diyorlar.

İşçi sınıfının mesleki ve sınıfsal bütün örgütlenmeleri yasak olmasına karşın bir de buna; Peker’in İtalyan (1936) gezisinden dönmesinden sonra, “milli duygulara aykırı propaganda suçu” adı altında, Türk Ceza Kanununa 141-142 maddelerini eklemişlerdir. Ve bu maddeleri, 1991 yılına kadar, işçi sınıfının mücadele örgütlerinin tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallandırmışlardır.

Dün, “devlet Ata’sı etrafında birleşmiş millet”, iken, AKP döneminde ise, “Erdoğan bu milletin 300 yılda bir başına gelen Reis”e dönüşmüştür. Bilinen milliyetçi ve islamcı-faşist tekrarlar. Aynı burjuvaziye hizmet eden iki farklı siyasetçinin, iki farklı görüntüleri var ortada.

Burada bir not düşmek gerekiyor; Elbette M. Kemal ile Erdoğan’ın islamcılığı aynı değil, M. Kemal daha pozitivist. Erdoğan ise ülkülerini islam dinine dayandırıyor. Ancak, bu söylem düzeyinde kalıyor. Yani, kitleleri aldatma amaçlıdır. Erdoğan’ın kapitalizm koşullarında işi hurafelerle yürütmesinin koşulu yoktur. O, hurafeleri, siyasal-ideolojik olarak kitleleri uyutma amaçlı ortalığa salmaktadır.

Her iki sürecin, faşist devlet yönetimi, tek parti anlayışı, muhalifleri yok etme biçim ve uygulamaları, demokratik hak ve özgürlüklerin yasaklanması, işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskı vb. vb. aynıdır. Erdoğan, islamcılığı öne çıkararak ve bunun uygulamasını yaparak kitleleri oyalarken, diğeri, Türk milliyetçiliğini daha fazla öne çıkarmıştır. Ama ikisi de (İnönü’de dahil), tek liderlik olgusunu putlaştırmışlardır. Burjuva demokrasilerinde görülen görüntü bunlarda olmamıştır. Erdoğan, iktidarının ilk yıllarında “demokrasi” oyunları oynamış, iktidara egemen oldukça, “demokrasi”yi ötelemiştir. Aslında, TC’nin kurulduğu 1923'den 1925 yılına kadra iki yıll kısmi de olsa burjuva demokrasisine hayat hakkı tanınmıştır.8 1925 ile birlikte demokratik haklar bütünüyle ortadan kaldırılıp, faşist iktidar biçimi öne çıkarıldı.

Kemalizm döneminde işçilerin hiç bir örgütlenme hakkı yoktu. Türkiye’de yasal olarak sendikal örgütlenmelere 1947 yılında izin verildi. Ancak hiçbir hakları yoktu. Toplu sözleşmeli, grevli haklar 1961 Anayasası’nda yer aldı. İşçi sınıfının sendikal örgütlenmesinin yasakladığı bir rejimi “ilerici” ya da “demokrat” olarak adlandırmak, burjuvazinin ilk çıkış felsefesine dahi terstir. İşçi sınıfı örgütlenmelerinin yasaklandığı yerde burjuva demokrasisini aramak, küçük burjuvaziye özgü faşizm seviciliğidir.

Laiklik konusunda ise, kemalistler, gerçek anlamda bir burjuva laikliğini uygulamadılar. Sistem, hiç bir zaman dini devletin dışında tutmadı. Sünnileştirmeyi esas aldılar ve diğer mezhep ve dinlere ise yaşam hakkı tanımadılar. Başta Kürt ulusu olmak üzere, diğer azınlık uluslarında asimile edilerek Türkleştirme politikalarını hayata geçirirken, dini de devlet kontrolü altına alarak sünnileştirme politikası izlediler. Sünni Diyanet İşleri Başkanlığı, 1924 yılında bu amaçla kurulmuştur.

Erdoğan, kamunun tümünü ve yaşam biçimini sünnileştiriyor. Yani, İslamı kamusal yaşamın tüm alanlarında hakim kılmak istiyor ve hızla yerine de getiriyor. Egemen burjuvazinin önemli kesminin de buna pek bir itirazı yoktur.

Kürt ve diğer azınlık ulus politikasında ise devletin 94 yıllık yoketme ve sindirme politikası hala geçerliliğini koruyor. 94 yıllık TC tarihinde, “Takrir-i Sükun’ların, “Örfi idare”lerin, “Sıkıyönetim”lerin ve “Olağanüstü Hal”lerin olmadığı dönem hesaplansa, bir on yılı bulmayabilir. Burjuvazinin çok övündüğü kapitalist sistemin gerçek anti-demokratik yüzü.

Bazı ayrım noktalarını ve farklarını ileri sürerek, sözünü ettiğimiz tarihler içinde dün-bugün arasında nitel fark çıkarmak, demokratik olmayan yönetim biçimlerini aklamaktır. Kendine “sol” diyen bazı kesimlerde bunu yapmaya çalışarak, iki faşist yönetim biçimi arasında bir tercih yapılmasını istiyorlar. Faşist rejimler arasında tercih yapılmaz. Faşizm ile burjuva demokrasisi arasında, eğer bir tercih yapılacaksa bu burjuva demokrasisi olur.9 Çünkü sosyalizm için, işçi sınıfının örgütlenmesinin burjuva demokrasisi koşullarında faşizme göre daha avantajlıdır.

İşçi sınıfının haklarının olmadığı yerde, komünistlerin varlığına ve örgütlenmelerine de izin verilmiyordu. TC tarihi “Komünist Tevkifatı”ıyla doludur. TC’nin komünist avı hiçbir zaman bitmemiştir. Her fırsatta komünistleri ezme ve yok etme politikası izlemiştir. 1991’lara kadar komünist propagandayı yasaklamış ve ağır cezalar getirmiştir. Daha sonraları ise “Terörle Mücadele Yasası” adı altında anti-demokratik ve faşist uygulamalar bugüne kadar devam ettirilmiştir.

İşte, TC tarihinin genel ve kabaca görünümü budur. Bu topraklar üzerinde yaşayan çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerine, burjuva sistemini korumak amaçlı, çeşitli gerekçeler ileri sürülerek reva görülen yaşam biçimi...

Biz yıkmadan üzerimizden kalkmayacak çürümüş bir sistemin enkazı!

Ocak 2017

1 Nazi hayranlığı bu dönemde taban yapmış durumdaydı. Babası, Aşkale Toplama Kampı’ndaki 6-8 bin kişiden birisi olan İshak Alaton şöyle anlatıyor; “Anti-semitizm güçlü bir havaydı. Şişli Terakki Lisesi‘nde okurdum. Okula Türk subayların refakatinde Nazi subayları gelir ve Nazizmin propagandasını yaparlardı.” Rıdvan Akar, age, sf. 243. Bugün İŞİD’çilerin okullarda dinci propaganda yapmasının bir başka biçimi.

2 Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları-Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Belge Yayınları

3 Ayşe Hür, 1942 Varlık Vergisi Kanunu, 10.05.2015 Radikal.

4 Mete Tuncay, Tek Parti Dönemi

5M. Kemal’in seçim öncesi C.H.P. adayları hakkında vatandaşlara yayınladığı mesajı. 3 Agustos 1927

6M. Kemal’in seçimden sonra vatandaşlara yayınladığı mesajı, 7 Eylül 1927

7 M. Tuncay, Tek Parti Dönemi

8İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık

9 İbrahim Kaypakkaya, age.

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder