13 Ocak 2015 Salı

BÜYÜK CANAVARLAR KENDİ SURETLERİNDE ....


Haiti


BÜYÜK CANAVARLAR KENDİ SURETLERİNDE KÜÇÜK CANAVARLAR DA YARATIR
           

Yusuf  Köse

Dinlerin ortaya çıkışının tarihi insanın kendisiyle yaşıt olsada, semavi dinlerin ortaya çıkışı insanlık tarihi için yeni, modern insan için ise eski sayılır. Semavi (ibrahimi) dinleri ortaya çıkaran da, sınıfların iktidar mücadelesi olmuştur. Özellikle Ortadoğu kökenli tek tanrılı İbrahimi (müsevilik, hiristiyanlık ve müslümanlık) dinleri, o dönemin egemen sınıfların egemenlik alanlarını genişletme, daha geniş toprakları ele geçirmenin bir aracı olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir.

Tek tanrılı dinler, kendilerini ruhani bir şeyin temsilcisi gibi göstermeye çalışsalarda, maddi dünyanın kendisinden başka bir şey olmamış ve onun dışına çıkamamıştır. Çünkü, ne dünyada ne de evrende maddi olmayan bir şey yoktur. Din, insanla-doğa ve insanla-insanın (sınıfların) aralarındaki çelişmelerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Geçmişte “din savaşları” adı altında yapılan tüm savaşların esas nedeni de; iktidar ve egemenlik alanlarını elde tutmak ya da genişletmek amaçlıyıdı. Ezilen kitleler için din, ezilmenin, yoksul kalmanın, bilmemenin verdiği acizlik karşısında tutunmanın, ayakta kalmanın yolu olurken, egemen sınıflar için siyasal iktidarın ideolojik ve siyasal bir aracı olmuştur. Ve esas olarak da, kitleleri baskı altında tutmanın ve yönetmenin ideolojik aracı haline getirilmiştir.

Bugün de bu daha güçlü bir şekilde kullanılmaktadır. Batı burjuvazisi feodal kiliseye karşı baş kaldırdı, ancak, süreç içinde onunla uzlaştı ve onu kendi egemenliği altına aldı. Çünkü, dine gereksinimi vardı. Sınıf mücadelesi karşısında kitleleri uyutmanın, afyonlamanın, kendine ve insanın insana yabancılaştırmanın, sersemletmenin, aşağılatmanın ve alçatmanın en etkili ideolojik araçlarından biri dindir.

Batı burjuvazisi, Batı’da da dinden hiç bir zaman kopmamıştır. Yeri geldiğinde kiliseye binleri doldurmuş, devasa yardımlar yapmış ve ayakta kalmasını sağlamıştır. Vatikan’ı ayakta tutması boşuna değildir. Vatikan’ın tek bir görevi var: İşçi ve emekçileri din afyonuyla burjuvazinin egemenliği altında tutmaktır. Kapitalist sistemin ve emperyalist burjuvazinin çıkarlarını “tanrı” adına korumaktır. Vatikan’ın ruhu, emperyalist burjuvazinin çıkarlarıyla örtüşerek maddileşmiştir.

İslam dini de, kendinden önceki semavi (yahudilik, hiristiyanlık) dinler gibi bir iktidar aracı olarak ortaya çıkmış, kılıç zoruyla etkinliğini ve egemenlik alanlarını gelişmiştir. O günden bugüne kadarda, islamı kabul eden toplumların üzerinde siyasal iktidarın çok yönlü baskı kılıcı olarak görev yapmıştır. Başka bir şey olmasının da realitesi söz konusu değildir.

Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri, sömürü ve egemenlik alanlarını genişletmek için tüm dinleri kendi çıkarları için kullanırlar. Özellikle geri bıraktırılmış ülkelerde, dinin kitleler üzerindeki etkisinin de bilinciyle, bunu daha da geliştirmiş ve kitlelerin sosyal ve anti-emperyalist mücadelelerin gelişmemesinin önüne dikmiş ya da dikmeye çalışmıştır. İslam dini, bu anlamda, sınıf mücadelesinin önünde büyük bir engel olarak kullanılmıştır. Burjuvazi, işçi sınıfının sosyalist sınıf mücadelesinin karşısına ya ulusalcılığı ya dini ya da her ikisini birden çıkarmıştır. Türkiye’de olduğu gibi.

Kapitalizm, kalpsiz ve ruhsuz bir dünya yarattı 

Sınıflı toplumlarda din, gericiliğin ideolojisidir. Özellikle semavi dinleri, tarihinde hiç bir zaman ilerici bir rolü olmamıştır. Çıktıkları toplumsal koşullarda bir iktidar mücadelesinin ürünü olarak kendilerini var eden semavi dinleri, egemenlik alanları genişledikçe gericiliğin temel kaynakları ve toplumsal ilerilemenin ise engeli olmuştur. Bu nedenle de, burjuvazinin dinlerle birleşmesi, bütünleşmesi ve onu kullanması kadar doğal bir şey yoktur. Çünkü, kapitalizmin kendisi, emperyalizme evrilmesiyle gericileşmiştir. Kapitalizmin gelişen üretim güçleri karşısında gerici üretim ilişkileri, onu siyasal ve ideolojik olarak daha da gerici bir konuma itmiştir. Burjuvazinin, kendi iradesiyle buradan geriye dönüşü de söz konusu değildir.

Afganistan’dan Ortadoğu ve Afrikaya kadar uzanan geniş coğrafya’da islam dinin kullanılması ve siyasal islamcılığın geliştirilmesi, emperyalist burjuvazinin egemenlik alanlarını genişletme ve sömürüyü derinleştirme amacından ayrı ele alınamaz. Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri, dini kullanarak, emperyalist yayılmayı ve birbirlerinin pazarlarını ele geçirmeye çalışırken, aynı zamanda, işçi sınıfını sosyalizm mücadelesinden uzaklaştırmayı hedeflemişlerdir.

Çünkü emperyalist ve yerli burjuvazinin en büyük düşmanı işçi sınıfının sosyalizm hedefli sınıf mücadelesidir. Emperyalist ve gericiliğin karşısında duracak ve onu yenebilecek tek güç bu sınıfın örgütlenmesi ve harekete geçmesidir. Burjuvazi işte bunun önüne geçmek için, kitleler üzerinde etkin olan dini daha etkin bir hale getirmiştir. Bunun için de o toplumların sınıfsal kimlikleri yerine dinsel kimlikleri öne çıkarmak için yoğun çaba harcamış ve sonunda, işgallerle, çeşitli müdahalelerle, iktidara kendi uşaklarını ve dikatatörleri getirmekle vb. kendi sistemini ayakta tutmayı başarmıştır.

Emperyalist işgallerle ve bölgesel savaşlarla, dinsel motifli iç savaşlarla, islam ülkelerinin sosyal dokuları alabildiğine bozulmuş ve dejenere edilmiştir. Yıllarca süren savaşlarla, milyonlarca ölüyle, yaşamların yok edildiği, ve hergün, nerede patlayacağı belli olmayan bombaların arasında yaşanan ve insanların din uğruna biribirini boğazlatıldığı bir ortam ürtetilmiştir.  

Burjuvazi, dünyayı, kalpsiz ve ruhsuz koyu karanlık bir sermaye pazarına çevirmiştir. Sermaye ise büyümek ve kendini yeniden üretmek için daha çok sömürü, daha çok egemenlik alanı istemektedir. Bunların anlamı ise; daha fazla yoksullaşma, daha fazla din motifli iç ve bölgesel savaşlar ve daha fazla ölümdür.

Eğer Paris’te alçakça ve vahşice bir katliam yapılıyorsa, eğer Nijerya’da binlerce insan acımasızca öldürülüyorsa; eğer İŞİD, El-Kaide, Boko Haram vb. gibi uzaktan kumandalı katliam makinaları gibi çalışan örgütler ortaya çıkarılıp, kendinden olmayanı ve kendine iman etmeyenleri katlettiriyorsa, kör bıçakla kelle kestirecek denli kendi insanlığına yabancılaştırıyorsa; bunun, siyasal ve ekonomik  nedenleri; kapitalizmin sistem olarak çürümüşlüğünde, emperyalist burjuvazinin ise siyasal gericiliginde aranmalıdır.


Nazizmi üreten sistem, dinci-ırkçı bir katliam makinası olarak İsrail'i yeniden ve yeniden üretmiştir. Pinochetleri, 12 Eylülcüleri üreten sistem, "ılıman (?) islamcı" Erdogan'ı üretmiştir. Ve aynı sistem, İŞİD, El-Kaide, Boko Haram, Taliban vb.lerini her geçen gün yeniden ve yeniden üretmeye devam etmektedir. Kapitalist-emperyalist sistem, ancak böyle kendini varedebiliyor. Bu bir kuraldır: Büyük canavarlar kendi suretlerinde küçük canavarlar da yaratırlar. Ve toplumsal sistemlerde bir kural daha vardır: Ne üretirsen onu tüketirsin. Bu, siyasal olarakta böyledir.

Yıllardır Güney Afrika halkına (1948-1994 arası) ırkçılık uygulayan bir sistemi üreten ve burjuvazinin, bugün kalkıp “demokrasi ve insam hakları”dan söz etmesi riyakarlıktır. Onun medeniyeti, burjuvazinin çıkarlarıyla örtüşüyorsa medeniyettir. Ruanda’da (6 Nisan-Temmuz 1994 arası) yaklaşık bir milyon insanı katletirerek soykırım temizliği yaptıranları, yeraltı kaynaklarıyla zengin Afrikayı yoksul Afrikaya dönüştürerek, Afrikalıları ölü bir Afrikalıya çevirenler, burjuvazinin kapitalist sisteminden başkası değildir.

Irak’ta yaklaşık 2 milyon insanı katledenlerin, insanları yerinden yurdundan edenlerin, her gün korku içinde yaşatanların, dilenciliğe ve fuhuşa mahkum edenlerin, emperyalist burjuvaziden başkası olmadığı bilinmektedir. Yine, Libya ve Suriye’de yaşamı ceheneme çevirenlerin ve bölgeyi ortaçağın bir din savaşları arenası haline getirenlerin, emperyalist burjuvazi ve destekçilerinden başkaları değildir. Yani, kapitalizmin kendisidir.

Büyük haydutların katliamlarıyla, küçük haydutların katliamları arasında nitelik farkı yok, sadece biçimsel farklar vardır.  Çünkü, ikincisi birincisinin siyasal ürünüdür.

Kapitalizm, ayakta kalabilmek için, doğayı ve insanlığı uçurumun kenarına getirmiştir. Kapitalizm ilericilik değil,  kendini ürettiği oranda gericiliği de üretmektedir. Bugün Batı’da görece refah varsa, bu dünyanın ezici çoğunluğunun yoksullaştırılması pahasına olmaktadır. Dünya halklarının yarattıkları değerler, emperyalist sermayenin bulunduğu alanlara aktarılmaktadır.

İşte böylesi bir ortamda yetişenlerin, Paris’in göbeğinde toplumsal bilincin ileri kesimlerini katletmesi de kaçınılmaz bir hal alıyor. Çünkü, en gelişmiş Emperyalist bir ülke olan Fransa’nın bir yanı yoksul iken bir yanı ise zengindir. Bir yanı işsiz ve dıştalanmış emekçi sınıfıdır. Bu dışatalanmışlar, aşağılanmışlar, ırkçılığa ve ayrımcılığa mahkum edilmiş olanların, kendilerini dinci gericiliğin içinde bulmaları ve birer ölüm makineleri haline gelmeleri de, büyük canavarlıklardan küçük canavarlıkların üremesi oluyor.

Nijerya’da, Boko-Haram’ı besleyen ortamı yaratanlar ile Ankara’nın tepesine dikilen diktatörün ideolojisi aynıdır. Yine, kendi dininden olmayan kadın ve kızları köle pazarında satanların ideolojisi ile Türkiye’nin göbeğinde “6 yaşındaki kızla evlenilir” diyen ideoloji ve anlayış aynıdır. Bunlara bu ideolojiyi verenlerin, ortaçağı gericiliğini dirilten kültürün burjuva kültürü, burjuva ideolojisi ve burjuvazinin çürümüş kapitalist sistemi olduğu aşikardır.

Çürümüş bir sistem, eğer toplumun içinden sökülüp atılmazsa, her geçen gün çürümüşlük üretir. Aynı, vucudun her hangi bir bölgesine yerleşen kötü huylu kanser hücresi gibidir. Kapitalizm de gelinen asamada dünya için kanserli urdur. Ya kesilip atılacak ya da dünya daha fazla yaşanmaz hale gelecektir.

Liberal aydınlar ve egemen sınıf sözcüleri, Charlie Hebdo katliamını kapitalist sistemden ve emperyalist burjuvazinin yaptıklarından bağımsız olarak ele almaya ve göstermeye çalışıyorlar. Oysa, Paris’te, emperyalist burjuvazinin sözcü ve temsilcilerinin katliamı kınama yürüyüşünün en başında yer alamaları, riyakarlığın ta kendisidir. İŞİD, El-Kaide vb. gerici örgütleri yaratan ve besleyenlerin timsah gözyaşlarından başka bir şey değildir bu. Kamuoyunu aldatma şovlarıdır. Bunların tek dertleri kapitalizme zarar gelmesin, kitlelerin gözünde yıpranmasın ve olayın esas yanı gözardı edilsin istiyorlar.

İŞİD ile her türlü  iş birliği (ve ideolojik olarak da) içinde olan TC başbakanı Davutoğlu Paris yürüyüşünde yer alıyor. Katliamda parmağı olanlar katliamı kınıyorlar(???) Bu, katilin, kurbanlarının cenazesine katılması gibi bir şey... 

Burjuvazinin maddi ve ruhani gerçek dini sermaye olunca, onun için her şey mübah oluyor.

Kapitalizmin yarattığı kalpsiz ve ruhsuz dünyanın bütün işçi ve emekçiler için yaşanır hale gelmesinin yolu; burjuvaziyi yeryüzünden kovmaktan, sosyalizmin bayrağını ise bütün ülkelerde dalgalandırmaktan, geçiyor. 13.01.2015

***





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder