2 Temmuz 2013 Salı

Haziran Ayaklanması Üzerine Bir Değerlendirme, 2. Bölüm



Haziran Ayaklanması Üzerine Bir Değerlendirme, 2. Bölüm

DEVLETİN ÖLDÜRME VE ŞİDDET UYGULAMA HAKKI(!)
KİTLELERİN KENDİLERİNİ SAVUNMAMA HAKKI

Yusuf  KÖSE

Devletin baskılarına karşı ayaklanan kitlelerin polise taş atması dahi “terör” olarak görülüyor, göster,liyor. Hatta bazı kesimler, polisin vahşice saldırıları karşısında kitlelerin susmasını istendi. Devletin ise fütursuzca saldrıması, katletmesi, yaralaması “hak” görüldü ve öyle gösterilmeye çalışılıyor. Hükümet, polisin bu vahşice baskılarını az görürken, bunu haklı çıkarmaya çalışan ve halktan yana gibi gözükenler ise, polisin bu şiddeti karşısında, kitleyi pasifize etmeye çalışması, kabul edilebilir bir şey değildir. Aslında, bu tür anlayışta olanlar, kitlelerin ayaklanmasını, karşı-devrimci şiddete karşı haklı ve meşru devrimci mücadeleyi kullanmayı değil, devlet şiddeti karşısında boyun eğmeyi savunur durumunda kaldıklarının bilincinde olmamaları düşünülemez. Yani, devletin kitlelere şiddet uygulamasını meşru ve haklı görürlerken, kitlelerin, devletin bu vahşi şiddeti karşısında kendilerini savunmalarını ise “aşırı” görebilmektedirler. 

“Öldürürse devlet öldürür”, “vurursa devlet vurur”. Halka düşen görev ise, devlet şiddeti karşısında boyun eğmektir. Ve ceberrut devletin sopasına kendini “kurban” gibi bırakmasıdır. O sopa, fütürsuzca işkence yapabilir, yaralayabilir, öldürebilir. Buna ses çıkarmak, kendini savunmak için “taş” bile kullanmak, “kendini savunmak” olarak değil, “devlete, topluma karşı işlenen yıkıcı şiddet” olarak adlandırılmaktadır. Halkın örgütlenmesi, faşist TC anayasasında bile yazılı olan; “önceden izin almadan gösteri ve toplanma hakkı”nı kullanmasını “suç”, “develete ve onun güvenlik güçlerine müdahale” sayan bir yaklaşım, faşist devletlere has bir uygulama ve düşünme biçimidir. 

Devletin ve temsilcilerinin (başta Erdoğan olmak üzere) devletin istediği de bu: Polis ve asker şiddeti karşısında boyun eğin! Onlar size baskı yapabilir, sizi öldürebilir, ama siz asla ve asla onların yüzüne dahi tüküremezsinin. Bu kanunsuzluk olur. Ne yazık ki, bir çok reformist ve “sol” görünümlü liberallerin görüşleri de devletin düşünüş tarzı gibidir. Bu açıkça, kitle hareketi karşısında yer almak ve devletin baskılarını meşru göstermektir.

Bu tür “telkinleri” kitlelere verenlerin başında CHP gelmektedir. CHP, kitlelerin devrimcileşmesini değil, sadece AKP’ye karşı gelmesini istiyor. Çünkü, kendisi de iktidara geldiğinde aynı şiddeti kullanacaktır. Meşhur “demokrat sol”cu Ecevit’in 19 Aralık 2000’de hapishanelerde uyguladığı katliam gibi. Ya da CHP’nin tek başına iktidar olduğu dönemlerde polis ve askeri halka karşı kullandığı gibi...

Türk egemen sınıfları yıllarca, orduyu halka “dost” gösterdi ve halkı kandırdılar. Oysa, halka, her seferinde en büyük darbe egemen sınıfların Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) geldi. Bugün de, Türk devleti, polisin yetmediği yerde orduyu devreye sokacaktır. Şu anda direkt sokmamasının nedeni, ordunun teşhir olmasını önlemek içindir. Ancak, bilinmeli ki, Türk egemen sınıfları, kitleleri polis baskısıyla kontrol edemedikleri yerde, orduyu direkt kitlelerin karşısına çıkararak katliam yapmaktan dahi çekinmeyeceklerdir. Çünkü bu, bir iktidar sorunudur. Erdoğan’nın dediği gibi, “ayakların baş olması” istenmez. Bütün korkuları da “ayakların baş olması”dır. Yani, işçi sınıfının iktidarı almasını asla ve asla kabullenemezler. Bunu önlemek için yüzbinlerce insanı katletmekten de çekinmezler: Tarih bunların örnekleriyle doludur. Kitlelerin en asgari demokratik hak ve özgürlük taleplerini kurşunlarla, plastik mermilerle, biber gazlarıyla, coplarla kaşılık verenlerin, siyasal iktidarlarını hedef alan bir hareket karşısına tank, top ve tüfekle çıkacaklardır. Bu biline!

Haziran Ayaklanması süresi boyunca, Türk devletinin (bu baskının salt AKP’ye özgü olmadığını, TC tarihini bilenler bunu net görürler) halka karşı vahşeti sakalanamayacak denli aşikardır. Artık her şey kaydediliyor. Burjuvazi, ne kadar gizlemeye çalışsa da teknolojinin gelişmişlik düzeyi bunun önünde engel oluyor. Böylesi bir baskıya karşı, kitleleri “sükunete”, “sağduyuya”  davet etmek, sessiz kalmalarını söylemek, niyet ne olursa olsun (bazılarının niyeti belli), kitlelerin mücadelesini daha baştan yenilgiye uğratmaktır.

Polis, “orantısız güç” kullandı deniyor. Bunun anlamı; polisin halka güç (yani, şiddet) uygulama hakkı var. Ama, “lütfen, biraz yumuşak davransın”dır. Bu, daha baştan, devletin halka karşı şiddet uygulama hakkı olduğunu savunmaktır. Yani, devlet şiddetini meşrulaştırmak ve buna karşı çıkan ve karşı koyan halkın kendini savunmasını ise “terör” ve de haksız görmek, “yasa dışı” görmektir.

Burjuva devletin halka karşı “orantılı şiddeti” olamaz. Çünkü halkın elinde silah yok. Silahlı polisi ve ordusu yok. Bu nedenle , “orantısız şiddet” kavramı yanlış ve bu, devletin şiddetini meşrulaştıran bir anlayıştır. Bu anlayışa karşı çıkılmalıdır. Savunulması gereken, devletin halka karşı hiç bir şekilde şiddet uygulayamayacağı ve bunun bir suç sayılmasının gerekliliğidir. 

Polisin, kitlelere yoğun şiddet uygulaması karşısında, “bunlar nasıl insan” diye yakınmalar, öfkeler oluyor. Öfkenin doğması normal, ancak, polisten “insanlık” beklemek, devletin yapısıyla çelişir. Benzetme yerinde olursa; polis (asker, bürokrasi, mahkeme ve hapishaneler) devletin keskin dişlileridir. Devlet makinesi çalıştıkça polis bir önüne geleni övütmeye çalışır. İnsanların kolu bacağı kırılmış, kafası kopmuş ve ölmüş, o bunları düşünmez. Onun tek düşündüğü ve tek düşünebileceği şey, önüne çıkanı bertaraf etmek. Çünkü o, dönen dev bir makinenin keskin dişlileridir. Ne zaman ki, burjuva devlet denen baskı makinesi durur ya da durdurulur ya da dişleri birer birer sökülür, o zaman makine eski makine olmaktan çıkar ve artık işlemez hale gelir, polis ve devletin diğer kolluk güçleri işlevsiz kalır. Burjuva devleti denen baskı ve şiddet makinesi artık işlevsiz kalır ve tarih müzesinin “bir zamanlar” bölümüne kaldırılır.

Burjuva devletini koruma ve kusallaştırma anlayışı yıkılmadığı ve bu devletin halkın değil, burjuvazinin çıkarlarını koruyan ve onun devleti olduğu gerçeği kitleler tarafından bilince çıkarılmadıkça, halkın demokratik hak ve özgürlüklerini kazanması  ya da geliştirmesi oldukça zorlaşmaktadır. Her şeyden önce şiddet uygulayan halk değildir. En demokratik haklarını savunan halka karşı, devletin baskısı ve aşırı şiddet kullanması yaşanmaktadır.

Devletin karşı-devrimci şiddetine karşı halkın kendisini savunmak için meşru mücadele hakkı savunulmalıdır. Kitlelerin demokratik hak ve özgürlük mücadelelerindeki ayaklanmalarda, kitlelerin devlete karşı mücadele yürütmesi, devletin baskılarına karşı gelmesi, silahlı polise taş atması, cadde ve sokakalara barikatlar kurması meşru ve gereklidir. Bu savunulmalı ve geliştirilmelidir. Kitleler, örgütlü ve silahlı devlet gücü karşısında, kendi haklarını zorla gasp eden bir develete karşı kendini savunmak ve haklarını korumak zorundadır. Bunun yolu, direnişi büyütmek, örgütlenmek ve kendi örgütlü gücünü ortaya çıkarmaktır.
Mücadele ilerledikçe, örgütsüz kitleler doğal olarak kendi örgütlenmelerini de yaratacaklardır. Örgütlü kitlenin eylem şekilleri ve talepleri de değişir.  İşte, korku bu!


AFRİKA’DAN AVRUPA’YA KİTLE HAREKETLERİNİN TALEPLERİ

Türkiye’deki Haziran ayaklanmasının taleplerinin neler olduğunu yukarıda kısaca vurguladık: Demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi... Bu talepler, kitlelerin, kapitalist sistem içindeki en doğal hakları. Ancak, kapitalizm, artık bunları da karşılayabilecek bir durumdan çıkmıştır. Aslında bu, kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Kısmen 2. Emperyalist savaş sonrası sosyal-devlet rolünü oynamak zorunda kalmışlarsa, da sosyalist görünümlü Rusya’nın “sosyalist” gömleğini çıkarıp gerçek yüzünü ortaya koymasıyla beraber, emeperyalist burjuvazi için, sermaye birikimi önündeki en büyük sıkıntıları (sosyal devlet olgusu) da ortadan kalkmış oldu.

Emperyalist ülkelerin kendi ülkelerinde “demokrasi”cilik oynamaları, özellikle yeni sömürgelerinde ise anti-demokratik uygulamaları teşvik etmeleri, desteklemeleri ve hatta demokrat iktidarları yıkıp yerine faşist iktidarları getirmeleri, sermayenin birikimi, büyümesi ve temerküzü ile doğrudan ilgilidir. Emperyalist burjuvazi yarı-sömürgeleri kayıp ettiği taktirde, kendi ülkelerinde de anti-demokratik uygulamaları geliştirmek zorunda kalacaktır. Şu anda, bu ülkelerdeki işçi ve emekçiler üzerindeki anti-demokratik baskı ve aşırı sömürüyü fazla artırmıyorlar. Ancak, bunu yarı-sömürgelerden gelen artı-değer ile karşılıyorlar. Ne zaman ki, yarı-sömürgelerden gelen sermaye akışı durduğunda, içe yönelik baskıları ve aşırı sömürüyü artırmakla karşı karşıya kalacaklardır.

Bu ülkelerde, kitle hareketlerinin, “başka bir dünya mümkündür” diyerek anti-kapitalist söylemlerle harekete geçmesi, bir üst paragrafta söylenenlerle doğrudan bağlantılıdır. Fransa, İngiltere, ABD, Yunanistan, İspanya ve Portekiz’deki kitle hareketlerinin talepleri, anti-kapitalist içeriklidir. Tunus, Mısır[1], Yemen, Bahreyn ve en son olarak Türkiye’deki Haziran ayaklanmasının talepleri içinde doğrudan anti-kapitalist bir söylem ve talep yoktur. Bu ikisi arasındak fark; birincilerin burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde olması, ikincilerin ise burjuva demokrasisinin olmadığı, daha çok da faşist yönetimlerin eğemen olduğu ülkelerde olmasından kaynaklanmaktadır. Bu halk hareketlerinin ortaklaştığı yan; kapitalist sistemden kaynaklı baskı ve aşırı sömürücü sisteme karşı baş kaldırmalarıdır. Sanayinin daha yoğun geliştiği ülkelerde direkt anti-kapitalist taleplerin dile getirlmesi doğal olduğu gibi, demokratik hak ve özgürlüklerin alabildiğine kısıtlandığı yarı-sömürglerde, özgürlük, demokrasi ve adalet istenmesi de bir o kadar doğaldır.

Emperyalist ülkelerde sermaye, işçileri, ekonomik haklarını kısarak baskı altına alırken, yarı-sömürge ülkelerde ise, ekonomik baskıların yanında aşırı sömürü ve yoğun demokratik hak gasplarıyla kitleleri kıskaç içinde tutmaya çalışmaktadır. Emperyalist tekekller, kendi ülkelerinde demokratik hak ve özgürlükleri daha fazla kısma yoluna gitmemeleri, iç cepheyi sağlama almak amaçlı olduğu gibi, buradaki “kayıpları”nı dış sömürüden karşılıyor olmalarındandır.

Ancak, gelinen aşamada bütün dünya da, burjuvaziye karşı kitle hareketleri, demokratik hak ve özgürlüklerin gaspına karşı ve bunların geliştirilmesi uğruna mücadeleleri gelişmektedir. Önümüzdeki yıllar bu tür halk ayaklanmalarına daha fazla tanık olacağımız da bir gerçektir. Bu, komünist örgütlenmelerin gelişmesine ve kitlelerin, özellikle de işçi sınıfının kendi sınıf örgütleri içinde örgütlenmesine hizmet edecektir.

 AKP’NİN BÖL-YÖNET POLİTİKASI
AKP’nin halk arasındaki dinsel farkı kullanması ve bunu körükleme çabasının temelinde, kendisinin uzun bir süre iktidarda tutacak bir politika olarak görmesinden kaynaklanıyor. Alevi düşmanlığı yaparak sünni kesimin oylarını alıp iktidarda kalma çabasıdır. AKP’nin artık başka türlü de iktidarda kalma olasılığı kalmamıştır. Eğer, bu düşmanlığı sünni kesimlerde kemikleştirirse, kendi iktidarını da sağlama alacağını düşünmektedir. 

En son, yapmayı planladıkları 3. Boğaz köprüsüne “Yavuz Sultan Selim” ismini vereceklerini açıklamaları, Reyhanlı’da katledilenler için (ki, büyük ihtimalle bu katliamı da MİT aracılığıyla kendileri planladı ve yaptırdı) de, “Sünni vatandaşlarımız” demeleri, alevi-sünni  düşmanlığını daha ileri götürme hesaplarıdır. Türk devletine egemen olan sermaye kesiminin bir bölümü de bu politikayı sakıncalı görmüyor. Çünkü AKP, “dincilik” adı altında ve kitleleri böl-yönet politikasıyla komprador tekelci sermayenin istediği gibi hareket etmekte, işçi ve emekçiler için bir cehennem, sermaye için ise bir cennet yaratmaktadır. Emperyalist burjuvazinin de bundan bir rahatsızlığı söz konusu değildir. Tam da emperyalist burjuvazinin politikalarına denk gelmektedir. AKP’nin din ayrımcılığı yapması ve bunun üzerine politika inşa etmesi, emperyalizmin çıkarlarıyla örtüşmektedir. AKP ve Erdoğan, böyle bir politika izleme cesaretini ve desteğini ABD ve AB (özellikle Almanya, İngiltere, Fransa) emperyalistlerinden almaktadır.

AKP’nin “sünni” politikası, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da İran’ı yalnızlaştırma politikasının da bir ürünüdür. “Şii Hilali” dedikleri İran, Irak ve Suriye’yi birbirinden koparmak ve buralarda ABD yanlısı iktidarları başa getirmek için uygulanan böl-yönet politikasıdır. Elbette, bunların temelinde, ABD ve Batılı emperyalistlerin Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’i güçlendirmek, İran’daki anti-ABD’ci iktidarı yıkma sorunu yatmaktadır. ABD’nin bu politikasının bir parçası olarak Türkiye’de de AKP eliyle böyle bir politika gündeme sokulmuştur. Ne var ki, emperyalizmin bu politikası, Türkiye’deki halk ayaklanması ile halkın duvarına çarparak tökezlemiştir ya da daha ileri gidemeyecektir diyebiliriz. Türkiye olmadan, emperyalizmin “sünni-haç” politikasının yaşama geçmesi oldukça zordur. 

ABD ve AB emperyalistleri, AKP’yi ve Erdoğan’ı hemen harcama yoluna gitmeyeceklerdir. AKP onlar için biçilmiş bir kaftandır. Özellikle ABD emperyalizminin sadık uşağı olarak görevini en iyi şekilde yerine getiren Erdoğan ve onun partisi AKP, içeride çok yıpranmadıkça korunmaya devam edilecektir. Bunların, sık sık “orantısız güç kullanmayın”, toplantı ve gösteri hakkını kullananlara saldırmayın, “özgürlükleri genişletin” demeleri ya da bu doğrultuda, “özgürlükler konusunda hassas” görüntüsünü vermek için, demeç üstüne demeç vermeleri, türbünlere oynama siyaseti, Türkiye ve uluslararası kamuoyunu yanıltma siyasetidir. 

AKP sıkıştıkça, hiç bir zaman elden bırakmadığı ümmetçi politikanın yanında, Kürt ulusunu hedef alan  milliyetçi politikayı da ırkçılığa vardırıcasına kullanacaktır. Bunlar hiç bir zaman Kürt ulusunun demokratik haklarını tanımadı. Son “İmralı çözümü” olayı ise, AKP’nin soluklanma ve güç toplama, Kürt ulusal hareketini bölme, en azından entegre etme taktikleri olarak gözükmektedir. AKP şefinin Kazlıçeşme mitinginde Kürtlerle ve Öcalan’la ilgili söyledikleri ise, bu konu da yeniden başa döndüğünün işaretlerini veriyor.

Erdoğan ve şürekasının saldırganlığı, böl-yönet politikası, kitleleri tehdit etmesi, Türk  egemen sınıfların politikalarıdır. İşçi ve emekçilerin tüm demokratik hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması ve bunlar için yasal düzenlemelerin yapılması ve yürürlüğe sokulması, bütün egemen sınıfların alkışladığı ve desteklediği politikalardır. Kendine “Çapulcu” diyen Boynerler’de dahil.

Kısacası, Türk devletini masum gösterip, sadece AKP’yi “suçlu” göstermek, Türk devletini aklama çabalarıdır. Ve aynı zamanda devletin niteliğini, bu devletin bir avuç burjuvaziyi temsil ettiğini ve onların devleti olduğu gerçeğini kitlelerden gizleme yaklaşımlarıdır. Bu nedenle, AKP, Türk egemen sınıfların politikalarını yaşama geçiren egemen sınıfların temsilcisi bir partidir. Genel anlamda egemen sınıfların, daha özel de ise egemen sınıflar içindeki bir kanadın siyasal temsilcisi bir partidir. 

Haziran Ayaklanması, egemen sınıflar içindeki çatışmaları ve çelişkileri daha fazla keskinleştirici bir rol oynamıştır.[2] AKP kliğinin temsil ettiği egemen sınıf kanadının daha fazla palazlanması, bunların çıkarlarının daha fazla korunması, diğer sermaye kesimlerinin tepkisinin çekmektedir. Bu kesimler, kitlelerin muhalefetini AKP’ye karşı kullanmak isteyeceklerdir. Bunu, kitleleri haklı gördüklerinden değil, sömürüden daha fazla pay almak için AKP ve temsil ettiği kliği köşeye sıkıştırmak için kullanmaya çalışacaklardır.

TÜSİAD kanadının bir kısmı AKP’nin toplumu bölücü tavırlarından rahatsız olduğu gözlemleniyor. Yer yer bu konuda açıklama yapıyorlar. Bunların istediği, geleneksel Kemalist politikanın (M. Kemali öne çıkaran) sürdürülmesi, dinci, ümmetçi politikanın öne çıkarılmaması yönünde olduğu da biliniyor. Ancak, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasında AKP’yi sonuna kadar destekliyorlar. İşçi haklarının kısıtlanması, anti-demokratik yasalarla sendikaların işlevsiz hale getirilmesi, neoliberal politikaların en ağır biçimde uygulanmasını desteklemeye devam ediyorlar. 

Komünistlerin, egemen sınıflar arasındaki çelişmelerden yararlanma ve bu çelişkileri derinleştirme poltitikaları olabilir, ama, bunlar arasındaki çıkar dalaşmasından dolayı, birine karşı diğerinin yanında yer alması söz konusu olamaz. Çelişkilerin derinleşmesi ise, kitle hareketlerinin gelişmesi, ekonomik ve siyasi krizin doğması ve derinleşmesiyle yakından ilgilidir.

Eskilerin deyimiyle Türk devleti kurulduğu günden beri kendini kitlelere “ceberut devlet”  olarak tanıttı ve bu ceberutluğunu zulüm ve sömürüyle devam ettiriyor. Burjuva devleti, kudretini, elindeki şiddet makinesinden alıyor. Ancak, bu kudret, kitlelerin birleşmiş gücü karşısında param parça olacağı da bir gerçektir. Bunu kitleler gördüğü ve bildiği zaman, ceberut devletten, kendi kaderlerini kendileri ellerine alarak özgürlüklerini de kazanmış olacaklardır. 

AKP kurulduğundan beri çok parçalı bir partidir. Esas olarak milli görüşçüler ağırlıkta olmak üzere, sağın bütün yelpazesini içinde barındırdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak, AKP için de, esas olarak iki kanat savaşmaktadır. Biri Erdoğan ve Bülent Arınç’ın başını çektiği Milli Görüşçüler, diğeri ise Fettullah Gülen’ciler. Bu iki klik AKP’ye doğal olarak devlete egemen olmak ve sömürüden daha fazla pay almak için yoğun bir çatışma yaşarken, birliklerini bozmamalarının nedeni ise, iktidarı kaybetmemek içindir. İktidarı elde tutmak için kendi aralarında, kemalist kesime karşı bir arada olma zorunluluğunun bilincinde oldukları da bir gerçektir.

“Ergenekon Davası” kemalist egemen sınıf kesimlerine karşı ve esas olarak da kemalist askeri kesime karşı açılmış bir dava ve operasyondur. Bunu, ABD ve AB’nin güçlü desteği ile gerçekleştirerek, devlet iktidarını tamamen ele geçirmişlerdir. Zorla ele geçirdikleri devlet iktidarını kaybetmeleri durumunda başlarına nelerin gelebileceğini de bildikleri için, keskinleşen çelişkilere rağmen birarada durmaya çalışıyorlar. Ancak, Haziran Ayaklanması, bu çelişmeyi daha da derinleştirdi. Uzun süre sessizce ve içten içe yürütülen çatışmalar, Gezi ile birlikte iyice gün yüzüne çıktı.  AKP’lilerin deyişiyle, “emekli müezzin” Fettullah Gülen’in son günlerde Kürtlere ve Alevilere yönelik sahiplenici ve “ılıman” çıkışları, Erdoğan’ın yıpranması karşısında güçlenme hamleleri olarak okunmalıdır.

AKP içindeki bu iç çatışmalar (AKP, esas olarak iki klikten oluşmaktadır) ömrünün fazla uzun olmadığını gösteriyor. Özellikle Erdoğan’ın, başkanlık sistemini getirmek istemesi ve bununla beraber kendisini başkan seçtirmek için çeşitli manevralar yapması boşuna değildir. “İmralı çözümü” içinde de “başkanlık” sorunu yatmaktadır. Öclan, kendisinin dışarı çıkmasına karşılık BDP olarak AKP’nin başkanlık önerisini destekleyebileceklerini açıklamışlardır.

Ancak, buna Haziran Ayaklanması engel olmuşa benziyor. Daha doğrusu, Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin yolunu büyük ölçüde kapattı. Bu nedenle de AKP ve Erdoğan iyice saldırganlaştı ve yeniden Kürtlere yönelik ırkçı, tekçi söylemleri öne çıkarmaya başlayarak, en azından milliyetçi-dindar tabanı elde tutmaya çalışıyorlar. AKP’nin başka da şansı kalmadı. Kitleleri bölerek, dindar ve milliyetçi kesime dayanmak.... Bu da ona kurtuluş sağlamayacaktır. Çünkü bugüne kadar izlediği politika budur. 

Devam edecek. Gelecek Yazı: KİTLELERİN ÖĞRETTİKLERİ ve ÖĞRENDİKLERİ













[1] Bu yazı yazıldığında Mısır’daki son ayaklanmalar daha başlamamıştı.
[2] TÜSİAD’ın “Gezi’ye” yaklaşımı ve polis şiddetinin “aşırı” olduğunu söylemesi, Darbeci Ertuğrul Özkök ve Gülenci Hüseyin Gülerce gibileri  ise “demokrat”, “müslüman demokrat”  olduklarını açıklamak zorunda kalıyorlarsa, bunları, Haziran Ayaklanması’nın –yani kitlelerin- kudretinde aramak gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder