Haziran Ayaklanması
Üzerine Bir Değerlendirme, 2. Bölüm
DEVLETİN ÖLDÜRME VE
ŞİDDET UYGULAMA HAKKI(!)
KİTLELERİN
KENDİLERİNİ SAVUNMAMA HAKKI
Yusuf KÖSE
Devletin baskılarına karşı
ayaklanan kitlelerin polise taş atması dahi “terör” olarak görülüyor,
göster,liyor. Hatta bazı kesimler, polisin vahşice saldırıları karşısında
kitlelerin susmasını istendi. Devletin ise fütursuzca saldrıması, katletmesi,
yaralaması “hak” görüldü ve öyle gösterilmeye çalışılıyor. Hükümet, polisin bu
vahşice baskılarını az görürken, bunu haklı çıkarmaya çalışan ve halktan yana
gibi gözükenler ise, polisin bu şiddeti karşısında, kitleyi pasifize etmeye
çalışması, kabul edilebilir bir şey değildir. Aslında, bu tür anlayışta
olanlar, kitlelerin ayaklanmasını, karşı-devrimci şiddete karşı haklı ve meşru
devrimci mücadeleyi kullanmayı değil, devlet şiddeti karşısında boyun eğmeyi
savunur durumunda kaldıklarının bilincinde olmamaları düşünülemez. Yani,
devletin kitlelere şiddet uygulamasını meşru ve haklı görürlerken, kitlelerin,
devletin bu vahşi şiddeti karşısında kendilerini savunmalarını ise “aşırı”
görebilmektedirler.
“Öldürürse devlet öldürür”,
“vurursa devlet vurur”. Halka düşen görev ise, devlet şiddeti karşısında boyun
eğmektir. Ve ceberrut devletin sopasına kendini “kurban” gibi bırakmasıdır. O
sopa, fütürsuzca işkence yapabilir, yaralayabilir, öldürebilir. Buna ses
çıkarmak, kendini savunmak için “taş” bile kullanmak, “kendini savunmak” olarak
değil, “devlete, topluma karşı işlenen yıkıcı şiddet” olarak
adlandırılmaktadır. Halkın örgütlenmesi, faşist TC anayasasında bile yazılı
olan; “önceden izin almadan gösteri ve toplanma hakkı”nı kullanmasını “suç”,
“develete ve onun güvenlik güçlerine müdahale” sayan bir yaklaşım, faşist
devletlere has bir uygulama ve düşünme biçimidir.
Devletin ve temsilcilerinin
(başta Erdoğan olmak üzere) devletin istediği de bu: Polis ve asker şiddeti
karşısında boyun eğin! Onlar size baskı yapabilir, sizi öldürebilir, ama siz
asla ve asla onların yüzüne dahi tüküremezsinin. Bu kanunsuzluk olur. Ne yazık
ki, bir çok reformist ve “sol” görünümlü liberallerin görüşleri de devletin
düşünüş tarzı gibidir. Bu açıkça, kitle hareketi karşısında yer almak ve
devletin baskılarını meşru göstermektir.
Bu tür “telkinleri” kitlelere
verenlerin başında CHP gelmektedir. CHP, kitlelerin devrimcileşmesini değil,
sadece AKP’ye karşı gelmesini istiyor. Çünkü, kendisi de iktidara geldiğinde
aynı şiddeti kullanacaktır. Meşhur “demokrat sol”cu Ecevit’in 19 Aralık 2000’de
hapishanelerde uyguladığı katliam gibi. Ya da CHP’nin tek başına iktidar olduğu
dönemlerde polis ve askeri halka karşı kullandığı gibi...
Türk egemen sınıfları yıllarca,
orduyu halka “dost” gösterdi ve halkı kandırdılar. Oysa, halka, her seferinde
en büyük darbe egemen sınıfların Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) geldi. Bugün
de, Türk devleti, polisin yetmediği yerde orduyu devreye sokacaktır. Şu anda
direkt sokmamasının nedeni, ordunun teşhir olmasını önlemek içindir. Ancak,
bilinmeli ki, Türk egemen sınıfları, kitleleri polis baskısıyla kontrol
edemedikleri yerde, orduyu direkt kitlelerin karşısına çıkararak katliam
yapmaktan dahi çekinmeyeceklerdir. Çünkü bu, bir iktidar sorunudur. Erdoğan’nın
dediği gibi, “ayakların baş olması” istenmez. Bütün korkuları da “ayakların baş
olması”dır. Yani, işçi sınıfının iktidarı almasını asla ve asla
kabullenemezler. Bunu önlemek için yüzbinlerce insanı katletmekten de
çekinmezler: Tarih bunların örnekleriyle doludur. Kitlelerin en asgari
demokratik hak ve özgürlük taleplerini kurşunlarla, plastik mermilerle, biber
gazlarıyla, coplarla kaşılık verenlerin, siyasal iktidarlarını hedef alan bir
hareket karşısına tank, top ve tüfekle çıkacaklardır. Bu biline!
Haziran Ayaklanması süresi
boyunca, Türk devletinin (bu baskının salt AKP’ye özgü olmadığını, TC tarihini
bilenler bunu net görürler) halka karşı vahşeti sakalanamayacak denli
aşikardır. Artık her şey kaydediliyor. Burjuvazi, ne kadar gizlemeye çalışsa da
teknolojinin gelişmişlik düzeyi bunun önünde engel oluyor. Böylesi bir baskıya
karşı, kitleleri “sükunete”, “sağduyuya”
davet etmek, sessiz kalmalarını söylemek, niyet ne olursa olsun
(bazılarının niyeti belli), kitlelerin mücadelesini daha baştan yenilgiye
uğratmaktır.
Polis, “orantısız güç” kullandı
deniyor. Bunun anlamı; polisin halka güç (yani, şiddet) uygulama hakkı var.
Ama, “lütfen, biraz yumuşak davransın”dır. Bu, daha baştan, devletin halka
karşı şiddet uygulama hakkı olduğunu savunmaktır. Yani, devlet şiddetini
meşrulaştırmak ve buna karşı çıkan ve karşı koyan halkın kendini savunmasını
ise “terör” ve de haksız görmek, “yasa dışı” görmektir.
Burjuva devletin halka karşı
“orantılı şiddeti” olamaz. Çünkü halkın elinde silah yok. Silahlı polisi ve
ordusu yok. Bu nedenle , “orantısız şiddet” kavramı yanlış ve bu, devletin
şiddetini meşrulaştıran bir anlayıştır. Bu anlayışa karşı çıkılmalıdır.
Savunulması gereken, devletin halka karşı hiç bir şekilde şiddet
uygulayamayacağı ve bunun bir suç sayılmasının gerekliliğidir.
Polisin, kitlelere yoğun şiddet
uygulaması karşısında, “bunlar nasıl insan” diye yakınmalar, öfkeler oluyor.
Öfkenin doğması normal, ancak, polisten “insanlık” beklemek, devletin yapısıyla
çelişir. Benzetme yerinde olursa; polis (asker, bürokrasi, mahkeme ve
hapishaneler) devletin keskin dişlileridir. Devlet makinesi çalıştıkça polis
bir önüne geleni övütmeye çalışır. İnsanların kolu bacağı kırılmış, kafası
kopmuş ve ölmüş, o bunları düşünmez. Onun tek düşündüğü ve tek düşünebileceği
şey, önüne çıkanı bertaraf etmek. Çünkü o, dönen dev bir makinenin keskin
dişlileridir. Ne zaman ki, burjuva devlet denen baskı makinesi durur ya da durdurulur
ya da dişleri birer birer sökülür, o zaman makine eski makine olmaktan çıkar ve
artık işlemez hale gelir, polis ve devletin diğer kolluk güçleri işlevsiz
kalır. Burjuva devleti denen baskı ve şiddet makinesi artık işlevsiz kalır ve
tarih müzesinin “bir zamanlar” bölümüne kaldırılır.
Burjuva devletini koruma ve
kusallaştırma anlayışı yıkılmadığı ve bu devletin halkın değil, burjuvazinin
çıkarlarını koruyan ve onun devleti olduğu gerçeği kitleler tarafından bilince
çıkarılmadıkça, halkın demokratik hak ve özgürlüklerini kazanması ya da geliştirmesi oldukça zorlaşmaktadır.
Her şeyden önce şiddet uygulayan halk değildir. En demokratik haklarını savunan
halka karşı, devletin baskısı ve aşırı şiddet kullanması yaşanmaktadır.
Devletin karşı-devrimci
şiddetine karşı halkın kendisini savunmak için meşru mücadele hakkı
savunulmalıdır. Kitlelerin demokratik hak ve özgürlük mücadelelerindeki
ayaklanmalarda, kitlelerin devlete karşı mücadele yürütmesi, devletin
baskılarına karşı gelmesi, silahlı polise taş atması, cadde ve sokakalara
barikatlar kurması meşru ve gereklidir. Bu savunulmalı ve geliştirilmelidir.
Kitleler, örgütlü ve silahlı devlet gücü karşısında, kendi haklarını zorla gasp
eden bir develete karşı kendini savunmak ve haklarını korumak zorundadır. Bunun
yolu, direnişi büyütmek, örgütlenmek ve kendi örgütlü gücünü ortaya
çıkarmaktır.
Mücadele ilerledikçe, örgütsüz
kitleler doğal olarak kendi örgütlenmelerini de yaratacaklardır. Örgütlü
kitlenin eylem şekilleri ve talepleri de değişir. İşte, korku bu!
AFRİKA’DAN AVRUPA’YA
KİTLE HAREKETLERİNİN TALEPLERİ
Türkiye’deki Haziran
ayaklanmasının taleplerinin neler olduğunu yukarıda kısaca vurguladık:
Demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi... Bu talepler, kitlelerin,
kapitalist sistem içindeki en doğal hakları. Ancak, kapitalizm, artık bunları
da karşılayabilecek bir durumdan çıkmıştır. Aslında bu, kapitalizmin
emperyalizme evrilmesiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Kısmen 2. Emperyalist
savaş sonrası sosyal-devlet rolünü oynamak zorunda kalmışlarsa, da sosyalist
görünümlü Rusya’nın “sosyalist” gömleğini çıkarıp gerçek yüzünü ortaya
koymasıyla beraber, emeperyalist burjuvazi için, sermaye birikimi önündeki en
büyük sıkıntıları (sosyal devlet olgusu) da ortadan kalkmış oldu.
Emperyalist ülkelerin kendi
ülkelerinde “demokrasi”cilik oynamaları, özellikle yeni sömürgelerinde ise
anti-demokratik uygulamaları teşvik etmeleri, desteklemeleri ve hatta demokrat
iktidarları yıkıp yerine faşist iktidarları getirmeleri, sermayenin birikimi,
büyümesi ve temerküzü ile doğrudan ilgilidir. Emperyalist burjuvazi
yarı-sömürgeleri kayıp ettiği taktirde, kendi ülkelerinde de anti-demokratik
uygulamaları geliştirmek zorunda kalacaktır. Şu anda, bu ülkelerdeki işçi ve
emekçiler üzerindeki anti-demokratik baskı ve aşırı sömürüyü fazla
artırmıyorlar. Ancak, bunu yarı-sömürgelerden gelen artı-değer ile
karşılıyorlar. Ne zaman ki, yarı-sömürgelerden gelen sermaye akışı durduğunda,
içe yönelik baskıları ve aşırı sömürüyü artırmakla karşı karşıya kalacaklardır.
Bu ülkelerde, kitle
hareketlerinin, “başka bir dünya mümkündür” diyerek anti-kapitalist söylemlerle
harekete geçmesi, bir üst paragrafta söylenenlerle doğrudan bağlantılıdır.
Fransa, İngiltere, ABD, Yunanistan, İspanya ve Portekiz’deki kitle
hareketlerinin talepleri, anti-kapitalist içeriklidir. Tunus, Mısır[1],
Yemen, Bahreyn ve en son olarak Türkiye’deki Haziran ayaklanmasının talepleri
içinde doğrudan anti-kapitalist bir söylem ve talep yoktur. Bu ikisi arasındak
fark; birincilerin burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde olması, ikincilerin
ise burjuva demokrasisinin olmadığı, daha çok da faşist yönetimlerin eğemen
olduğu ülkelerde olmasından kaynaklanmaktadır. Bu halk hareketlerinin
ortaklaştığı yan; kapitalist sistemden kaynaklı baskı ve aşırı sömürücü sisteme
karşı baş kaldırmalarıdır. Sanayinin daha yoğun geliştiği ülkelerde direkt
anti-kapitalist taleplerin dile getirlmesi doğal olduğu gibi, demokratik hak ve
özgürlüklerin alabildiğine kısıtlandığı yarı-sömürglerde, özgürlük, demokrasi
ve adalet istenmesi de bir o kadar doğaldır.
Emperyalist ülkelerde sermaye,
işçileri, ekonomik haklarını kısarak baskı altına alırken, yarı-sömürge
ülkelerde ise, ekonomik baskıların yanında aşırı sömürü ve yoğun demokratik hak
gasplarıyla kitleleri kıskaç içinde tutmaya çalışmaktadır. Emperyalist
tekekller, kendi ülkelerinde demokratik hak ve özgürlükleri daha fazla kısma
yoluna gitmemeleri, iç cepheyi sağlama almak amaçlı olduğu gibi, buradaki
“kayıpları”nı dış sömürüden karşılıyor olmalarındandır.
Ancak, gelinen aşamada bütün
dünya da, burjuvaziye karşı kitle hareketleri, demokratik hak ve özgürlüklerin
gaspına karşı ve bunların geliştirilmesi uğruna mücadeleleri gelişmektedir.
Önümüzdeki yıllar bu tür halk ayaklanmalarına daha fazla tanık olacağımız da
bir gerçektir. Bu, komünist örgütlenmelerin gelişmesine ve kitlelerin,
özellikle de işçi sınıfının kendi sınıf örgütleri içinde örgütlenmesine hizmet
edecektir.
AKP’NİN BÖL-YÖNET POLİTİKASI
AKP’nin halk arasındaki dinsel
farkı kullanması ve bunu körükleme çabasının temelinde, kendisinin uzun bir
süre iktidarda tutacak bir politika olarak görmesinden kaynaklanıyor. Alevi
düşmanlığı yaparak sünni kesimin oylarını alıp iktidarda kalma çabasıdır.
AKP’nin artık başka türlü de iktidarda kalma olasılığı kalmamıştır. Eğer, bu düşmanlığı
sünni kesimlerde kemikleştirirse, kendi iktidarını da sağlama alacağını
düşünmektedir.
En son, yapmayı planladıkları
3. Boğaz köprüsüne “Yavuz Sultan Selim” ismini vereceklerini açıklamaları,
Reyhanlı’da katledilenler için (ki, büyük ihtimalle bu katliamı da MİT
aracılığıyla kendileri planladı ve yaptırdı) de, “Sünni vatandaşlarımız”
demeleri, alevi-sünni düşmanlığını daha
ileri götürme hesaplarıdır. Türk devletine egemen olan sermaye kesiminin bir
bölümü de bu politikayı sakıncalı görmüyor. Çünkü AKP, “dincilik” adı altında
ve kitleleri böl-yönet politikasıyla komprador tekelci sermayenin istediği gibi
hareket etmekte, işçi ve emekçiler için bir cehennem, sermaye için ise bir
cennet yaratmaktadır. Emperyalist burjuvazinin de bundan bir rahatsızlığı söz
konusu değildir. Tam da emperyalist burjuvazinin politikalarına denk
gelmektedir. AKP’nin din ayrımcılığı yapması ve bunun üzerine politika inşa
etmesi, emperyalizmin çıkarlarıyla örtüşmektedir. AKP ve Erdoğan, böyle bir
politika izleme cesaretini ve desteğini ABD ve AB (özellikle Almanya,
İngiltere, Fransa) emperyalistlerinden almaktadır.
AKP’nin “sünni” politikası, ABD
emperyalizminin Ortadoğu’da İran’ı yalnızlaştırma politikasının da bir
ürünüdür. “Şii Hilali” dedikleri İran, Irak ve Suriye’yi birbirinden koparmak
ve buralarda ABD yanlısı iktidarları başa getirmek için uygulanan böl-yönet
politikasıdır. Elbette, bunların temelinde, ABD ve Batılı emperyalistlerin
Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’i güçlendirmek, İran’daki anti-ABD’ci
iktidarı yıkma sorunu yatmaktadır. ABD’nin bu politikasının bir parçası olarak
Türkiye’de de AKP eliyle böyle bir politika gündeme sokulmuştur. Ne var ki,
emperyalizmin bu politikası, Türkiye’deki halk ayaklanması ile halkın duvarına
çarparak tökezlemiştir ya da daha ileri gidemeyecektir diyebiliriz. Türkiye
olmadan, emperyalizmin “sünni-haç” politikasının yaşama geçmesi oldukça zordur.
ABD ve AB emperyalistleri,
AKP’yi ve Erdoğan’ı hemen harcama yoluna gitmeyeceklerdir. AKP onlar için
biçilmiş bir kaftandır. Özellikle ABD emperyalizminin sadık uşağı olarak
görevini en iyi şekilde yerine getiren Erdoğan ve onun partisi AKP, içeride çok
yıpranmadıkça korunmaya devam edilecektir. Bunların, sık sık “orantısız güç
kullanmayın”, toplantı ve gösteri hakkını kullananlara saldırmayın,
“özgürlükleri genişletin” demeleri ya da bu doğrultuda, “özgürlükler konusunda
hassas” görüntüsünü vermek için, demeç üstüne demeç vermeleri, türbünlere
oynama siyaseti, Türkiye ve uluslararası kamuoyunu yanıltma siyasetidir.
AKP sıkıştıkça, hiç bir zaman
elden bırakmadığı ümmetçi politikanın yanında, Kürt ulusunu hedef alan milliyetçi politikayı da ırkçılığa
vardırıcasına kullanacaktır. Bunlar hiç bir zaman Kürt ulusunun demokratik
haklarını tanımadı. Son “İmralı çözümü” olayı ise, AKP’nin soluklanma ve güç
toplama, Kürt ulusal hareketini bölme, en azından entegre etme taktikleri
olarak gözükmektedir. AKP şefinin Kazlıçeşme mitinginde Kürtlerle ve Öcalan’la
ilgili söyledikleri ise, bu konu da yeniden başa döndüğünün işaretlerini
veriyor.
Erdoğan ve şürekasının
saldırganlığı, böl-yönet politikası, kitleleri tehdit etmesi, Türk egemen sınıfların politikalarıdır. İşçi ve
emekçilerin tüm demokratik hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması ve bunlar için
yasal düzenlemelerin yapılması ve yürürlüğe sokulması, bütün egemen sınıfların
alkışladığı ve desteklediği politikalardır. Kendine “Çapulcu” diyen
Boynerler’de dahil.
Kısacası, Türk devletini masum
gösterip, sadece AKP’yi “suçlu” göstermek, Türk devletini aklama çabalarıdır.
Ve aynı zamanda devletin niteliğini, bu devletin bir avuç burjuvaziyi temsil
ettiğini ve onların devleti olduğu gerçeğini kitlelerden gizleme
yaklaşımlarıdır. Bu nedenle, AKP, Türk egemen sınıfların politikalarını yaşama
geçiren egemen sınıfların temsilcisi bir partidir. Genel anlamda egemen
sınıfların, daha özel de ise egemen sınıflar içindeki bir kanadın siyasal
temsilcisi bir partidir.
Haziran Ayaklanması, egemen
sınıflar içindeki çatışmaları ve çelişkileri daha fazla keskinleştirici bir rol
oynamıştır.[2]
AKP kliğinin temsil ettiği egemen sınıf kanadının daha fazla palazlanması,
bunların çıkarlarının daha fazla korunması, diğer sermaye kesimlerinin
tepkisinin çekmektedir. Bu kesimler, kitlelerin muhalefetini AKP’ye karşı
kullanmak isteyeceklerdir. Bunu, kitleleri haklı gördüklerinden değil,
sömürüden daha fazla pay almak için AKP ve temsil ettiği kliği köşeye
sıkıştırmak için kullanmaya çalışacaklardır.
TÜSİAD kanadının bir kısmı
AKP’nin toplumu bölücü tavırlarından rahatsız olduğu gözlemleniyor. Yer yer bu
konuda açıklama yapıyorlar. Bunların istediği, geleneksel Kemalist politikanın
(M. Kemali öne çıkaran) sürdürülmesi, dinci, ümmetçi politikanın öne
çıkarılmaması yönünde olduğu da biliniyor. Ancak, demokratik hak ve
özgürlüklerin kısıtlanmasında AKP’yi sonuna kadar destekliyorlar. İşçi haklarının
kısıtlanması, anti-demokratik yasalarla sendikaların işlevsiz hale getirilmesi,
neoliberal politikaların en ağır biçimde uygulanmasını desteklemeye devam
ediyorlar.
Komünistlerin, egemen sınıflar
arasındaki çelişmelerden yararlanma ve bu çelişkileri derinleştirme
poltitikaları olabilir, ama, bunlar arasındaki çıkar dalaşmasından dolayı,
birine karşı diğerinin yanında yer alması söz konusu olamaz. Çelişkilerin
derinleşmesi ise, kitle hareketlerinin gelişmesi, ekonomik ve siyasi krizin
doğması ve derinleşmesiyle yakından ilgilidir.
Eskilerin deyimiyle Türk
devleti kurulduğu günden beri kendini kitlelere “ceberut devlet” olarak tanıttı ve bu ceberutluğunu zulüm ve
sömürüyle devam ettiriyor. Burjuva devleti, kudretini, elindeki şiddet
makinesinden alıyor. Ancak, bu kudret, kitlelerin birleşmiş gücü karşısında
param parça olacağı da bir gerçektir. Bunu kitleler gördüğü ve bildiği zaman,
ceberut devletten, kendi kaderlerini kendileri ellerine alarak özgürlüklerini
de kazanmış olacaklardır.
AKP kurulduğundan beri çok
parçalı bir partidir. Esas olarak milli görüşçüler ağırlıkta olmak üzere, sağın
bütün yelpazesini içinde barındırdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak,
AKP için de, esas olarak iki kanat savaşmaktadır. Biri Erdoğan ve Bülent
Arınç’ın başını çektiği Milli Görüşçüler, diğeri ise Fettullah Gülen’ciler. Bu
iki klik AKP’ye doğal olarak devlete egemen olmak ve sömürüden daha fazla pay
almak için yoğun bir çatışma yaşarken, birliklerini bozmamalarının nedeni ise,
iktidarı kaybetmemek içindir. İktidarı elde tutmak için kendi aralarında,
kemalist kesime karşı bir arada olma zorunluluğunun bilincinde oldukları da bir
gerçektir.
“Ergenekon Davası” kemalist
egemen sınıf kesimlerine karşı ve esas olarak da kemalist askeri kesime karşı
açılmış bir dava ve operasyondur. Bunu, ABD ve AB’nin güçlü desteği ile
gerçekleştirerek, devlet iktidarını tamamen ele geçirmişlerdir. Zorla ele
geçirdikleri devlet iktidarını kaybetmeleri durumunda başlarına nelerin
gelebileceğini de bildikleri için, keskinleşen çelişkilere rağmen birarada
durmaya çalışıyorlar. Ancak, Haziran Ayaklanması, bu çelişmeyi daha da
derinleştirdi. Uzun süre sessizce ve içten içe yürütülen çatışmalar, Gezi ile
birlikte iyice gün yüzüne çıktı.
AKP’lilerin deyişiyle, “emekli müezzin” Fettullah Gülen’in son günlerde
Kürtlere ve Alevilere yönelik sahiplenici ve “ılıman” çıkışları, Erdoğan’ın
yıpranması karşısında güçlenme hamleleri olarak okunmalıdır.
AKP içindeki bu iç çatışmalar
(AKP, esas olarak iki klikten oluşmaktadır) ömrünün fazla uzun olmadığını
gösteriyor. Özellikle Erdoğan’ın, başkanlık sistemini getirmek istemesi ve
bununla beraber kendisini başkan seçtirmek için çeşitli manevralar yapması
boşuna değildir. “İmralı çözümü” içinde de “başkanlık” sorunu yatmaktadır.
Öclan, kendisinin dışarı çıkmasına karşılık BDP olarak AKP’nin başkanlık
önerisini destekleyebileceklerini açıklamışlardır.
Ancak, buna Haziran Ayaklanması
engel olmuşa benziyor. Daha doğrusu, Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin yolunu büyük
ölçüde kapattı. Bu nedenle de AKP ve Erdoğan iyice saldırganlaştı ve yeniden
Kürtlere yönelik ırkçı, tekçi söylemleri öne çıkarmaya başlayarak, en azından
milliyetçi-dindar tabanı elde tutmaya çalışıyorlar. AKP’nin başka da şansı
kalmadı. Kitleleri bölerek, dindar ve milliyetçi kesime dayanmak.... Bu da ona
kurtuluş sağlamayacaktır. Çünkü bugüne kadar izlediği politika budur.
Devam edecek. Gelecek Yazı: KİTLELERİN
ÖĞRETTİKLERİ ve ÖĞRENDİKLERİ
[1]
Bu yazı yazıldığında Mısır’daki son
ayaklanmalar daha başlamamıştı.
[2]
TÜSİAD’ın “Gezi’ye” yaklaşımı ve
polis şiddetinin “aşırı” olduğunu söylemesi, Darbeci Ertuğrul Özkök ve Gülenci
Hüseyin Gülerce gibileri ise “demokrat”,
“müslüman demokrat” olduklarını
açıklamak zorunda kalıyorlarsa, bunları, Haziran Ayaklanması’nın –yani
kitlelerin- kudretinde aramak gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder