Resim: İ. Balaban
Sermayenin Cennet Devleti
Yusuf KÖSE
TC, kuruluşundan bugüne, işçi sınıfı ve köylülerin
ve tüm ezilenlerin karşısında gericiliğin kalesi oldu. Bir taraftan
emperyalizmin ileri karakolu olurken, bir taraftan ise işçi ve emekçilerin
sınıf mücadelesinin karşısında yerini aldı. Hem ülke burjuvazisinin ve
gericiliğin savunucusu olurken, hem de emperyalist burjuvazinin çıkarlarının
koruyucusu oldu.
Özellikle SSCB’nin komşusu
olması, emperyalist burjuvaznin daha fazla bu ülkenin kontrolünü elinde tutmaya
itti. Bu nedenle de ideolojik ve pratik olarak da komünizm karşıtı bir politika
izlemeyi hep ön planda yürüttü.
Daha önceki tarihin devamı
olarak 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’da, başta emperyalist burjuvazinin
bölgesel çıkarlarını ve içeride neoliberal politikaların hayata geçirilmesi
için gündeme getirilirken, bunların karşısında yer alan komünist ve
devrimcilerin ezilmesi ve yok edilmesi politikaları vahşice yaşama
geçirildi. Çünkü, işçi ve emkçileri sermayenin politika ve uygulamalarına karşı
örgütleyip harekete geçirecek yegane güç bunlardı.
Dün 12 Eylül 1980 Askeri Faşist
Cunta’sını (AFC) destekleyen burjuvazi,
içeride komünist ve devrimcilere karşı, hiç bir zaman elinin altından
bırakmadığı dinciliği öne çıkardı. Devrimciliğin karşısına siyasal islamı
çıkardı, besledi, destekledi ve büyüttü. Anlı şanlı, kemalistler, “laik”
burjuvalar, liberal aydınlar AFC’yi el üstünde tuttular. Türk egemen sınıfların
işçi ve emekçiler üzerindeki “balyozu”, ABD emperyalizminin apoletli “boys”ları,
kısa zamanda ülkenin tüm ilerici güçleri üzerinde terör estirdi. Ülkede bir avuç kalmış azınlıkları iyice sindirdi ve kovdu. Kürtlere karşı ise ırkçı politika ve uygulamalarını ayyuka çıkardılar.
AKP, işte böylesi bir
emperyalist ve ulusal politikanın ürünü olarak ortaya çıktı. Ve AKP, hala burjuvazinin çok "demokratik seçimleri"ni kazanmaya devam ediyorsa,, ayakta
kalıyorsa, devlete egemen hale gelmişse, bu Türk egemen sınıflarının ve
emperyalistlerin isteği ve desteği ile olmuştur.
Sınıflar arası mücadele, salt,
ezilen sınıflarla (işçiler, emekçiler) burjuvazi arasında olmuyor. Egemen
sınıfların kendi aralarında, iktidarın nimetlerinden daha fazla yaralanmak,
daha fazla sermayeye sahip olmak içinde yapılıyor. Ve bu mücadelede yeri
geldiğinde oldukça sert geçebiliyor, birbirinden karşılıklı kelle alabiliyor.
Buna ülke tarihi çok yakından tanıktır.
Bugün, AKP ve Erdoğan’dan
“şikayetçi” olan burjuvazinin bir kesimi, şikayetlerinin tek nedeni; devletin
nimetlerinin (emekçilerin sömürüsü), “eşitçe” paylaşılmadığını, daha doğrusu,
AKP’nin temsil ettiği sermaye kesmine
daha fazla peşkeş çekilmesindendir. Bunların, AKP’nin, toplumu, zorla, dinin
kara örtüsü altına sokması, kadınları kara çarşafa kapatması, okulları
bütünüyle imam hatiplere çevirmesinden fazlaca bir şikayetleri olmadığı
açıktır. Önemli olan sermayenin karının artması, yani büyümesi ve bu büyümenin
önündeki sınıf engellerinin, yani, işçilerin direnişlerinin kırılması ve
yasaların bütünüyle kendi çıkarları doğrultusunda yapılmasıdır. Bunlarda, AKP
burjuvazisinin “iman” gücüyle yerine getirilmektedir.
Bazı liberaller, “laik
burjuvazi” diye bir kavram çıkardı. Bu, 1800’lü yılların ortalarında kaldı. Artık
burjuvazinin “laik”liği, sermayenin büyümesiyle yakından ilgilidir. “Laik”lik,
sermayenin büyümesine, burjuvazinin palazlanmasına hizmet ediyorsa, burjuvazi
“laik” ve hatta Çin burjuvazisi gibi “komünist” dahi olurlar. Ama, “laik”lik,
sermayenin çıkarlarına ters geliyorsa, en geri dinciliğe dahi sarılırlar.
Dincilik, ya da günümüz islam şeriatçılığı (aynen Suudi Arabistan’da olduğu gibi)
neoliberal politikaların önünde engel değil, tersine, onu yürütmenin bir arcı
haline getirilmiştir. Başka türlü ayakta kalması söz konusu dahi olamaz.
AKP’nin dinciliği, şeriatçılığı
ve siyasal islamcılığı ve Türk devletini siyasi islam kılıfına büründürülmesi,
emperyalist neo liberal politikaların önünde engel değil, tersine bu
politikaların en iyi (burjuvazinin çıkarlarına uygun) bir şekilde hayata
geçirilmesidir. ABD, AB burjuvazisi boşuna AKP’yi desteklemedi. AKP, bunların
eliyle büyüdü, palazlandı, işçi ve emekçiler üzerindeki faşist iktidarını
pekiştirdi.
Türk burjuvazisi, AKP’nin
siyasal islamcı politikasıyla, toplumu dizayn etmeye çalışıyor. Özellikle de
işçi sınıfı ve emekçiler içinde biat külütürünü, yani, kayıtsız şartsız boyun
eğme politikasını yerleştirmeye çalışıyorlar. AKP’de, bunu, toplumu
kutplaştırarak yapıyor. Sunni, alevi kutuplaştırmasından diğer azınlıklara
karşı dışlayıcı politikaları öne çıkarıyorlar. Böylece, sınıf mücadelesinin
önüne geçmeyi ve onu en gerilere itmeyi hesaolıyorlar. Tabi, böylesine
kutuplaştırıcı bir politika Erdoğan’ın iktidarda kalmasına da zemin hazırlıyor.
Faşist AKP iktidarı, siyasal
islamı bir rejim haline getirmesi ve burjuvazinin bunu desteklemesi,
Türkiye’nin, Avrupanın kıyısında yeni
bir Pakistan olarak çıkma tehlikesini ciddi bir şekilde taşımaktadır. Türk
egemen sınıfları, din savaşlarını kontrol edebileceğini umuyor olmalı ki,
“kutuplaştırıcı politikayı” pek önemsememiş gözüküyor. Ancak, toplumsal
gelişmeler her zaman kontrol altında olmaz, onu yaratnaları ya da
körükleyenleride kendi kör bıçağı altına yatırabilir. Özellikle dinsel
kutuplaşmanın başını çeken Erdoğan ve diğer AKP politikacılarının boğazında
böyle bir kör bıçak duruyor. İD’i (İŞİD) desteklemek, onun bölgede varlığını
pekiştirmesi için her türlü yardımı yapmanın, ülke içinde karşılığı olmaması
düşünülemez. Çünkü, sunni dinciliğin geliştirilmesi, bunun en geniş bir şekilde
devlet eliyle propagandasının yapılması, ülke içinde de İD’nin örgütlenmesinin
koşullarının yaratılmasını beraberinde getiriyor.
Ancak, bu dinci kutuplaştırıcı
politika, burjuvaziye uzun süre “yar” olmaz. Çünkü kitleler, özellikle de işçi
sınıfı, uzun süre din lapasıyla daha fazla oyalanamaz. Ekonomik ve sosyal
gerçekler her zaman öne çıkar ve kendi koşullarını ve içinde taşıdıkları
çelişkileri sınıf mücadelesi arenası içine kaçınılmaz olarak sokar.
Türk egemen sınıfları arasında
bir çelişme var. Bu doğru. Ancak, sanıldığının aksine, AKP karşıtı gibi gözüken
sermaye grupları, Erdoğanın tüm politikalarına karşı değiller. Karşı oldukları
yan, sömürüden daha az pay almaları, devlet olanaklarının kendilerine daha
fazla cömertçe sunulmamasıdır. Son cumhurbaşkanlığı seçiminde bunu açıktan
gösterdiler.
AKP-İD İşbirliği
Daha önceki yazımda belirttiğim
için yeniden uzunca üzerinde durmayacağım. İD, emperyalist burjuvazinin ürünü
olarak ortaya çıktı. Özellikle Suriye’nin kaosa sürüklenmesi ve parçalanmasıyla
birlikte, İD’nin ortaya çıkarılması ve geliştirilmesi içinde zemin oluşturuldu.
Özellikle Türk devletinin İD ile yakın bir işbirliği söz konusudur. Musul
Konsolosluğunda bulunanların “rehin” alınmasıysa tamamen AKP-İD arasında
danışıklı dövüş olarak gözükmektedir. AKP, ABD ve AB gibi emperyalist ülkelerin
İD’e yönelik yaptırım ve saldırılarını önlemek için böyle bir yol seçildiği
gözlemleniyor. Nitekim, ABD önderliğindeki AB’li emperyalistlerin İD’e yönelik
hava saldırılarına çekince koyması ve gerekçe olarak da “rehinleri” göstermesi,
bu olayın danışıklı-dövüş olduğunu gösteriyor.
AKP’nin dış politikasında tek
dayanağı İD kaldı. Onunda ortadan kalkması, bütün politikalarının geri tepmesi
olacaktır. Ayrıca, yukarıda da belirttiğim gibi ülke içinde de İD’nin
örgütlenmesi söz konusudur. İçerde bombaların patlaması, AKP’nin sonunu
getirebilir.
Burada bir gelişmeyi daha vurgulamak gerekiyor. ABD
önderliğindeki batılı güçlerin İD’e (Irak ve Suriye içlerine) hava saldırısı
kararı almalarının arka planında Rusya-Ukrayna sorunu olduğu görmek gerekiyor.
Rusya’nın, Ukrayna’nın doğusundaki faaliyetleri ve bundan geri adım atmamasına
karşılık, “İD terörüne karşı savaş” gerekçesi adı altında Suriye’de Esad
rejminede açıktan saldırma olanağı verdi. Bir başka söylemle, Ukrayna’ya karşı
Suriye’de esad rejminin bütünüyle ortadan kaldırılması resti.
Kısacası, emperyalistler
arasındaki dalaş, enerji yataklarının kontrolü, pazar paylaşımı ve egemenlik
alanlarını genişletme mücadelesi, emperyalist savaş tamtamlarının sesini de
yükseltmişe benziyor. ABD ve AB’nin politikasına destek vermeyen ya da bölgesel
çıkarlarına zarar verebilecek bir AKP ve Erdoğan iktidarda kalamaz. Bu
nedenlede AKP ve onun başı Erdoğan, ABD ve AB’ye gereksinimi vardır ve onların
çıkarlarına karşı duracak ne ekonomik ne de siyasal bir durmu söz konusu
değildir.
CHP Muhalefetçiliği, AKP’yi Ayakta Tutma
Politikasıdır
Türk egemen sınıfların muhalif
kanatları, AKP’nin kendilerini kısmen dışlayıcı politikaları dışında diğer
politikalarına destek veriyorlar. CHP’de toplumu yeniden dizayn etme politikalarına
destek vermiştir. Muhalifliği, kiiteleri sessizliğe davet etmenin ve pasifize etmenin
ötesine geçmemiştir. Çünkü, Türk egemen sınıfların muhalif kanadı böyle
istiyor. Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde de kitleleri sağcılaştırma ve "sermaye
düzenin bekası" politikalarını daha net ortaya koymuşlardır.
CHP’nin, düzen partisi olduğu
ve egemen sınıfların bir kanadının temsilciliğini yaptığı açıktır. CHP’nin
sınıfsal niteliğini belirsizleştirmeye çalışan ve onu ezilen sınıflardan
(halktan) yana göstermek isteyen bazı küçük burjuva kesimler mevcut. Bunların
görmek istemediği ya da kabullenemedikleri CHP’nin düzenin, yani sermayenin
koruyucusu bir parti olduğudur. Bu nedenle de, kitlelere CHP’yi “ilerici” bir
parti olarak göstermeye çalışıyorlar ve kitleleri böylesi bir gerici partinin
peşine takmak istiyorlar. Çünkü bu küçük burjuva kesimlerin kendi politikaları da düzenin revize edilmesinin ötesine geçememektedir.
Burjuvazinin tüm kanatları, Erdoğan’ın
seçilmesi için her türlü olanağı sundular. Bu nedenle de CHP-MHP’e ye
seçilmeyecek bir kişiyi aday gösterttiler. Bu aynı zamanda, burjuvazinin,
ülkeyi daha da gerici bir ortamın içine, özellikle de siyasal islam gericilği
içine çekilmesine açıktan verilen bir destekti.
AKP’yi bir zaman destekleyen liberal aydınların bir kesimi, gelinen aşamada, kendilerini “ihanete uğramış” olarak görmeleri, onların ideolojik duruşlarıyla ilgilidir. Onlar, her zaman, burjuvazinin iki kliği arasında yer almışlardır. Birinden birine top gibi ortada yuvarlanıp durmuşlardır. Ama, tek koktukları işçi sınıfının sınıf mücadelesi ve sosyalizm olmuştur. Burjuvazinin işçi ve emekçilere karşı mücadelesini ise doğal bir hak olarak kabullenmişlerdir.
Emperyalistler ve Türk egemen sınıfların bir kanadı, Erdoğan ve AKP’yi, ekonomiye zarar vererek yıkmak istemediler. Seçimlerle yıkılmasını ya da en azından hizaya getirlmesi politikasını yürüttüler. Piyasaya çıkarılan telefon konuşmaları (tapeler), Erdoğan önderliğindeki AKP’yi yıpratmak ve uzlaşmaya zorlamaktı. Özellikle emperyalist burjuvazi AKP ve Erdoğan’ı açıktan yıkma savaşına katılmadı. Sıcak parayı (sermaye) çekme (2001 Şubat Krizi’nde olduğu) gibi bir yönelime girmediler. Çünkü %70’i emperyalist sermayeninin elinde olan borsanın düşmesi, emperyalist sermayenin zararınaydı ve daha 2008 krizi atlatamamış ve yeni bir kriz kapının eşiğine gelip dayanmışken (en azından durgunluk), Türk ekonomisinin zayıflatılması ya da açıktan krize sokulması, emperyalist burjuvazi ve Türk burjuvazisinin (muhaliflerde dahil) zararınaydı ve böyle bir yönelime girmeye karşı çıktılar.
Ayrıca Erdoğan’ın yıkılması,
kayıt dışı para (sermaye) akışını ve bundan çıkarları olanları (ki, bu
uluslararası sermaye ve özellikle de Arap petrol krallıkları)[1]
da büyük zarara uğratacaktır. Bu nedenle, Erdoğan önderliğindeki AKP
uluslararası sermaye tarafından açıktan desteklenmiştir. Erdoğan kayıt dışı paralarla ayakta duruyor
dense yeridir. Üstelik Erdoğanın cumhurbaşkanı seçilmesiyle sıcak para akışı
artmış. Bu da, uluslararası sermayenin, Erdoğan ile olan ilişkisini ve ona güvenini ortaya
koyan bir veridir.
Emperyalist burjuvazinin AKP ve
Erdoğan’dan rahatsız oldukları yanlar var. Özellikle “dış politika” ve içeride
anti-semitiz (ya da anti-İsrail) politikanın yürütülmesidir. Oysa, el altında
İsrail ile ekonomik ilişkiler yürütüldü. AKP döneminde İsrail ile Türk devletinin ticareti %170 arttı. Örneğin, 2005 yılında 1.5 milyar dolar olan ikili
ticaret, 2011 yılında 4 milyara yükselirken, 2014 yılı tahminleri ise 5 milyarı
geçeceğidir.[2]
Bu veriler, AKP’nin “anti-İsrail” propagandasının esas nedeninin kitleleri
aldatmaya yönelik olduğunun göstergesidir.
Erdoğan ve önderliğindeki AKP’nin yıkılmaması
için yoğun çaba harcaması, kendi yasalarını dahi kuşa çevirmesi, hukuk tanımaması, burjuvazinin
kendi yasa ve kanunlarını kendine göre "yormlaması" ve uygulaması ve istediği gibi hareket etmesinin
arkasındaki güç, yerli ve uluslararası sermaye çevrelerinin açıktan desteğini almasındandır.
Sermaye Cenneti Türkiye
AKP, “Bugünün alçaklıklarını dünün alçaklıklarıyla maruz
göstermek”(Marx)[3]
politikası izliyor. Kitlelerin en geri duygularına hitap ediyor. Dine, dinsel
ve mezhepsel farklılıklara sarılıyor ve bunları birbirine karşı kışkırtıyor.
TC’nin kuruluşundan beri sürdürülen ırkçı politikalar nedeniyle ülkede kalmayan
azınlıklara ve Kürtlere yönelik ırkçı-faşist politikaların sürdürülerek,
kitleler içinde ırkçılık ve şovenizm geliştiriliyor. Ve bunlar, bir taraftan
AKP’nin iktidarda kalması için araç olarak kullanılırken, bir yandan ise işçi
ve emekçiler arasındaki sınıfsal daynışma, örgütlenme ve sınıfsal hareket etmenin yolu tıkanmaya çalışılıyor.
Kendinden önce yürütülen “alçakça politikalar”ı kulanarak, kendini “madur” gösterirken, yine dünün (kendinden önceki burjuva iktidarların) alçaklıklarına sarılıyor. 12 Eylül’e karşı çıkar gibi yapıp, 12 Eylül yasalarını aratacak denli faşist yasa ve uygulamalarla kitlelerin karşısına çıkıyor.
AKP ve Erdoğan, yerli ve uluslararası sermaye
için bir cennet yaratı. Son 8 ayda 1270 işçi “iş kazası” adı altında öldürüldü.
Sadece Soma’da aynı anda 301 maden işçisi diri diri madene gömüldü. Son 14
yılda 13 bini aşkın işçi iş kazasından öldü. Bunlar resmi olarak açıklanan
rakamlar. Ama bir de açıklanmayan, kayıt altına alınmayanlar var. Diğer yanda,
sigortasız, kayıt dışı çalışma, kölelik ücretiyle çalıştırılma ve
taşeronlaştırılma ise, ülkenin, sermaye açısından tam bir cenete, işçiler
açısından ise cehenneme çevrildği bir yer haline getirilmiştir. Cennetin olduğu
yerde cehennemin olmaması düşünülemez. Her şey kendi karşıtıyla vardır.
Bir ülkede iş kazalarının
fazlalığı, o ülkede sermayenin hoyartça hareket etmesinden ve işçileri kölece
(tüm sağlık ve güvenlik tedbirlerinden yoksun ve aşırı kar için)
çalıştırmasından kaynaklıdır.
AKP’nin 12 yıllık iktidarı
sürecinde bir çok “torba yasası” çıkarıldı. Ve bu yasaların hiç birinde
işçilerin lehine bir madde yoktu. Son (10 eylül 2014’de mecliste kabul edilen)
torba yasası da aynı niteliğe sahiptir.
OECD’nin[4]
2014 verilerine göre, dünyada, gelir dağılımı sıralamasında Şili ve Meksika’nın
ardından Türkiye 3. sırada yer alıyor.
Devletin resmi istatistik
kurumu TUİK’in bir yıl önceki (Eylül 2013) açıklamasına göre, nüfusun en alt ve
en üst % 20’lik dilimi arasındaki gelir farkı 8 kat artmış. Yani, en üst
%20’lik dilim en alttakininin aldığı toplam gelirden 8 kat fazlasına el
koyuyormuş. TÜİK bunu böyle açıkladığına göre, artık saklanamaz bir durum
olmasından kaynaklıdır.
Bir avuç burjuvazinin cenneti,
milyonlara ise cehennem olmaya devam ediyor. Bu iki zıt sosyal yaşam ve toplam gelirden
alınan pay arasındaki eşitsizlik ve bundan kaynaklı çelişki, AKP ve Erdoğan’ı en
çok köşeye sıkıştıracak olgulardan birisi olarak durmaktadır. Ne var ki,
burjuvaziyi köşeye sıkıştıracak olan işçi sınıfıdır. Bütün baskılara karşın
grevlerin sürmesi, yer yer direnişlerin olması, toplumsal protestoların
varlığı, AKP ve arkasındaki sermaye çevresini köşeye sıkıştıracak olgular
olarak gözükmektedir.
AKP iktidarı büyük baskı ve
hukuksuzluklarla iktidarda durabilmektedir. Ancak, ona karşı işçi sınıfı
örgütlülüğü, devrimci demokrat muhalefetin varlığı ve daha geçen yıl GEZİ gibi
bir toplumsal kalkışmayı yaşamış bir ülkede, burjuvaziye fazla rahat yüzü
gösterilmeyeceği de bir gerçektir. 12.09.2014
***
[1]
Bkz. Kayıt Dışı Para için, Kendime
Yazılar, Mafi Eğilmez.com, Blog.
Örneğin,
son 12 yıl içinde ülkeye 36 milyar dolar kayıt dışı sermaye gidiği saptanmış.
Sadece bu yılın ilk altı ayında 8.8 miilyar doların girdiği saptanmış. Ayrıca
bkz. Mehmet Çetingüleç, 10.09.14, Al-monitor.com.
[2] Bkz. Arad Nir, Al-monitor. Com, 1
Eylül 2014,
[3]
Marx’ın “Din üzerine” adlı
makalesinden
[4]
Bkz. 28 Haziran 2014 Zaman gazetesi,
ayrıca bkz. Haziran 2014 TÜSİAD Raporu