Haiti
BÜYÜK CANAVARLAR KENDİ SURETLERİNDE
KÜÇÜK CANAVARLAR DA YARATIR
Yusuf Köse
Dinlerin ortaya çıkışının tarihi insanın kendisiyle yaşıt
olsada, semavi dinlerin ortaya çıkışı insanlık tarihi için yeni, modern insan
için ise eski sayılır. Semavi (ibrahimi) dinleri ortaya çıkaran da, sınıfların
iktidar mücadelesi olmuştur. Özellikle Ortadoğu kökenli tek tanrılı İbrahimi
(müsevilik, hiristiyanlık ve müslümanlık) dinleri, o dönemin egemen sınıfların egemenlik
alanlarını genişletme, daha geniş toprakları ele geçirmenin bir aracı olarak
ortaya çıkmış ve gelişmiştir.
Tek tanrılı dinler, kendilerini ruhani bir şeyin
temsilcisi gibi göstermeye çalışsalarda, maddi dünyanın kendisinden başka bir
şey olmamış ve onun dışına çıkamamıştır. Çünkü, ne dünyada ne de evrende maddi
olmayan bir şey yoktur. Din, insanla-doğa ve insanla-insanın (sınıfların)
aralarındaki çelişmelerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Geçmişte “din savaşları” adı altında yapılan tüm
savaşların esas nedeni de; iktidar ve egemenlik alanlarını elde tutmak ya da
genişletmek amaçlıyıdı. Ezilen kitleler için din, ezilmenin, yoksul kalmanın,
bilmemenin verdiği acizlik karşısında tutunmanın, ayakta kalmanın yolu olurken,
egemen sınıflar için siyasal iktidarın ideolojik ve siyasal bir aracı olmuştur.
Ve esas olarak da, kitleleri baskı altında tutmanın ve yönetmenin ideolojik
aracı haline getirilmiştir.
Bugün de bu daha güçlü bir şekilde kullanılmaktadır. Batı
burjuvazisi feodal kiliseye karşı baş kaldırdı, ancak, süreç içinde onunla
uzlaştı ve onu kendi egemenliği altına aldı. Çünkü, dine gereksinimi vardı. Sınıf
mücadelesi karşısında kitleleri uyutmanın, afyonlamanın, kendine ve insanın
insana yabancılaştırmanın, sersemletmenin, aşağılatmanın ve alçatmanın en
etkili ideolojik araçlarından biri dindir.
Batı burjuvazisi, Batı’da da dinden hiç bir zaman
kopmamıştır. Yeri geldiğinde kiliseye binleri doldurmuş, devasa yardımlar
yapmış ve ayakta kalmasını sağlamıştır. Vatikan’ı ayakta tutması boşuna
değildir. Vatikan’ın tek bir görevi var: İşçi ve emekçileri din afyonuyla
burjuvazinin egemenliği altında tutmaktır. Kapitalist sistemin ve emperyalist
burjuvazinin çıkarlarını “tanrı” adına korumaktır. Vatikan’ın ruhu, emperyalist
burjuvazinin çıkarlarıyla örtüşerek maddileşmiştir.
İslam dini de, kendinden önceki semavi (yahudilik,
hiristiyanlık) dinler gibi bir iktidar aracı olarak ortaya çıkmış, kılıç
zoruyla etkinliğini ve egemenlik alanlarını gelişmiştir. O günden bugüne
kadarda, islamı kabul eden toplumların üzerinde siyasal iktidarın çok yönlü
baskı kılıcı olarak görev yapmıştır. Başka bir şey olmasının da realitesi söz
konusu değildir.
Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri, sömürü ve
egemenlik alanlarını genişletmek için tüm dinleri kendi çıkarları için
kullanırlar. Özellikle geri bıraktırılmış ülkelerde, dinin kitleler üzerindeki
etkisinin de bilinciyle, bunu daha da geliştirmiş ve kitlelerin sosyal ve
anti-emperyalist mücadelelerin gelişmemesinin önüne dikmiş ya da dikmeye
çalışmıştır. İslam dini, bu anlamda, sınıf mücadelesinin önünde büyük bir engel
olarak kullanılmıştır. Burjuvazi, işçi sınıfının sosyalist sınıf mücadelesinin
karşısına ya ulusalcılığı ya dini ya da her ikisini birden çıkarmıştır.
Türkiye’de olduğu gibi.
Kapitalizm,
kalpsiz ve ruhsuz bir dünya yarattı
Sınıflı toplumlarda din, gericiliğin ideolojisidir.
Özellikle semavi dinleri, tarihinde hiç bir zaman ilerici bir rolü olmamıştır.
Çıktıkları toplumsal koşullarda bir iktidar mücadelesinin ürünü olarak
kendilerini var eden semavi dinleri, egemenlik alanları genişledikçe gericiliğin
temel kaynakları ve toplumsal ilerilemenin ise engeli olmuştur. Bu nedenle de,
burjuvazinin dinlerle birleşmesi, bütünleşmesi ve onu kullanması kadar doğal
bir şey yoktur. Çünkü, kapitalizmin kendisi, emperyalizme evrilmesiyle
gericileşmiştir. Kapitalizmin gelişen üretim güçleri karşısında gerici üretim ilişkileri,
onu siyasal ve ideolojik olarak daha da gerici bir konuma itmiştir.
Burjuvazinin, kendi iradesiyle buradan geriye dönüşü de söz konusu değildir.
Afganistan’dan Ortadoğu ve Afrikaya kadar uzanan geniş
coğrafya’da islam dinin kullanılması ve siyasal islamcılığın geliştirilmesi,
emperyalist burjuvazinin egemenlik alanlarını genişletme ve sömürüyü
derinleştirme amacından ayrı ele alınamaz. Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri,
dini kullanarak, emperyalist yayılmayı ve birbirlerinin pazarlarını ele
geçirmeye çalışırken, aynı zamanda, işçi sınıfını sosyalizm mücadelesinden
uzaklaştırmayı hedeflemişlerdir.
Çünkü emperyalist ve yerli burjuvazinin en büyük düşmanı
işçi sınıfının sosyalizm hedefli sınıf mücadelesidir. Emperyalist ve
gericiliğin karşısında duracak ve onu yenebilecek tek güç bu sınıfın
örgütlenmesi ve harekete geçmesidir. Burjuvazi işte bunun önüne geçmek için,
kitleler üzerinde etkin olan dini daha etkin bir hale getirmiştir. Bunun için
de o toplumların sınıfsal kimlikleri yerine dinsel kimlikleri öne çıkarmak için
yoğun çaba harcamış ve sonunda, işgallerle, çeşitli müdahalelerle, iktidara
kendi uşaklarını ve dikatatörleri getirmekle vb. kendi sistemini ayakta tutmayı
başarmıştır.
Emperyalist işgallerle ve bölgesel savaşlarla, dinsel
motifli iç savaşlarla, islam ülkelerinin sosyal dokuları alabildiğine bozulmuş
ve dejenere edilmiştir. Yıllarca süren savaşlarla, milyonlarca ölüyle,
yaşamların yok edildiği, ve hergün, nerede patlayacağı belli olmayan bombaların
arasında yaşanan ve insanların din uğruna biribirini boğazlatıldığı bir ortam ürtetilmiştir.
Burjuvazi, dünyayı, kalpsiz ve ruhsuz koyu karanlık bir
sermaye pazarına çevirmiştir. Sermaye ise büyümek ve kendini yeniden üretmek
için daha çok sömürü, daha çok egemenlik alanı istemektedir. Bunların anlamı
ise; daha fazla yoksullaşma, daha fazla din motifli iç ve bölgesel savaşlar ve
daha fazla ölümdür.
Eğer Paris’te alçakça ve vahşice bir katliam yapılıyorsa,
eğer Nijerya’da binlerce insan acımasızca öldürülüyorsa; eğer İŞİD, El-Kaide,
Boko Haram vb. gibi uzaktan kumandalı katliam makinaları gibi çalışan örgütler
ortaya çıkarılıp, kendinden olmayanı ve kendine iman etmeyenleri
katlettiriyorsa, kör bıçakla kelle kestirecek denli kendi insanlığına
yabancılaştırıyorsa; bunun, siyasal ve ekonomik nedenleri; kapitalizmin sistem olarak çürümüşlüğünde,
emperyalist burjuvazinin ise siyasal gericiliginde aranmalıdır.
Nazizmi üreten sistem, dinci-ırkçı bir katliam makinası olarak İsrail'i yeniden ve yeniden üretmiştir. Pinochetleri, 12 Eylülcüleri üreten sistem, "ılıman (?) islamcı" Erdogan'ı üretmiştir. Ve aynı sistem, İŞİD, El-Kaide, Boko Haram, Taliban vb.lerini her geçen gün yeniden ve yeniden üretmeye devam etmektedir. Kapitalist-emperyalist sistem, ancak böyle kendini varedebiliyor. Bu bir kuraldır: Büyük canavarlar kendi suretlerinde küçük canavarlar da yaratırlar. Ve toplumsal sistemlerde bir kural daha vardır: Ne üretirsen onu tüketirsin. Bu, siyasal olarakta böyledir.
Yıllardır Güney Afrika halkına (1948-1994 arası) ırkçılık
uygulayan bir sistemi üreten ve burjuvazinin, bugün kalkıp “demokrasi ve insam
hakları”dan söz etmesi riyakarlıktır. Onun medeniyeti, burjuvazinin
çıkarlarıyla örtüşüyorsa medeniyettir. Ruanda’da (6 Nisan-Temmuz 1994 arası)
yaklaşık bir milyon insanı katletirerek soykırım temizliği yaptıranları,
yeraltı kaynaklarıyla zengin Afrikayı yoksul Afrikaya dönüştürerek,
Afrikalıları ölü bir Afrikalıya çevirenler, burjuvazinin kapitalist sisteminden
başkası değildir.
Irak’ta yaklaşık 2 milyon insanı katledenlerin, insanları
yerinden yurdundan edenlerin, her gün korku içinde yaşatanların, dilenciliğe ve
fuhuşa mahkum edenlerin, emperyalist burjuvaziden başkası olmadığı
bilinmektedir. Yine, Libya ve Suriye’de yaşamı ceheneme çevirenlerin ve bölgeyi
ortaçağın bir din savaşları arenası haline getirenlerin, emperyalist burjuvazi
ve destekçilerinden başkaları değildir. Yani, kapitalizmin kendisidir.
Büyük haydutların katliamlarıyla, küçük haydutların
katliamları arasında nitelik farkı yok, sadece biçimsel farklar vardır. Çünkü, ikincisi birincisinin siyasal ürünüdür.
Kapitalizm, ayakta kalabilmek için, doğayı ve insanlığı uçurumun
kenarına getirmiştir. Kapitalizm ilericilik değil, kendini ürettiği oranda gericiliği de
üretmektedir. Bugün Batı’da görece refah varsa, bu dünyanın ezici çoğunluğunun
yoksullaştırılması pahasına olmaktadır. Dünya halklarının yarattıkları değerler,
emperyalist sermayenin bulunduğu alanlara aktarılmaktadır.
İşte böylesi bir ortamda yetişenlerin, Paris’in göbeğinde
toplumsal bilincin ileri kesimlerini katletmesi de kaçınılmaz bir hal alıyor.
Çünkü, en gelişmiş Emperyalist bir ülke olan Fransa’nın bir yanı yoksul iken
bir yanı ise zengindir. Bir yanı işsiz ve dıştalanmış emekçi sınıfıdır. Bu
dışatalanmışlar, aşağılanmışlar, ırkçılığa ve ayrımcılığa mahkum edilmiş
olanların, kendilerini dinci gericiliğin içinde bulmaları ve birer ölüm
makineleri haline gelmeleri de, büyük canavarlıklardan küçük canavarlıkların
üremesi oluyor.
Nijerya’da, Boko-Haram’ı besleyen ortamı yaratanlar ile
Ankara’nın tepesine dikilen diktatörün ideolojisi aynıdır. Yine, kendi dininden
olmayan kadın ve kızları köle pazarında satanların ideolojisi ile Türkiye’nin
göbeğinde “6 yaşındaki kızla evlenilir” diyen ideoloji ve anlayış aynıdır.
Bunlara bu ideolojiyi verenlerin, ortaçağı gericiliğini dirilten kültürün
burjuva kültürü, burjuva ideolojisi ve burjuvazinin çürümüş kapitalist sistemi
olduğu aşikardır.
Çürümüş bir sistem, eğer toplumun içinden sökülüp
atılmazsa, her geçen gün çürümüşlük üretir. Aynı, vucudun her hangi bir
bölgesine yerleşen kötü huylu kanser hücresi gibidir. Kapitalizm de gelinen
asamada dünya için kanserli urdur. Ya kesilip atılacak ya da dünya daha fazla yaşanmaz
hale gelecektir.
Liberal aydınlar ve egemen sınıf sözcüleri, Charlie Hebdo
katliamını kapitalist sistemden ve emperyalist burjuvazinin yaptıklarından
bağımsız olarak ele almaya ve göstermeye çalışıyorlar. Oysa, Paris’te,
emperyalist burjuvazinin sözcü ve temsilcilerinin katliamı kınama yürüyüşünün
en başında yer alamaları, riyakarlığın ta kendisidir. İŞİD, El-Kaide vb. gerici
örgütleri yaratan ve besleyenlerin timsah gözyaşlarından başka bir şey değildir
bu. Kamuoyunu aldatma şovlarıdır. Bunların tek dertleri kapitalizme zarar
gelmesin, kitlelerin gözünde yıpranmasın ve olayın esas yanı gözardı edilsin
istiyorlar.
İŞİD ile her türlü
iş birliği (ve ideolojik olarak da) içinde olan TC başbakanı Davutoğlu Paris
yürüyüşünde yer alıyor. Katliamda parmağı olanlar katliamı kınıyorlar(???) Bu,
katilin, kurbanlarının cenazesine katılması gibi bir şey...
Burjuvazinin maddi ve ruhani gerçek dini sermaye olunca,
onun için her şey mübah oluyor.
Kapitalizmin yarattığı kalpsiz ve ruhsuz dünyanın bütün
işçi ve emekçiler için yaşanır hale gelmesinin yolu; burjuvaziyi yeryüzünden
kovmaktan, sosyalizmin bayrağını ise bütün ülkelerde dalgalandırmaktan,
geçiyor. 13.01.2015
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder