Solu
Liberalleştirmek
Yusuf KÖSE
Sol’u liberalleştirme; onu devrimci
özünden kopararak, burjuva düzen içi bir hareket haline getirme ve burjuva
sistemine karşı toplumsal devrimci alternatif olmaktan çıkarma çabaları, solun
tarihi kadar eskidir. Toplumun burjuva-proleter kampa bölünmesinden bu yana da,
burjuvazi, sol’u sol olmaktan çıkarmanın her türlü yolunu denemeye, şiddetin
yanında, ideolojik ve siyasal olarak onu yozlaştırmaya özel bir önem verdi.
Burjuvazinin kendi sınıfsal
çıkarları açısından, proletarya sınıfını, baskı ve şiddetin yanında, ideolojik deformasyon aygıtını çalıştırması
doğaldır. Bu emek-sermaye çelişkisinin diyalektik gelişimidir.
Burjuvazi, sol’u
liberalleştirmek için devreye toplum içinde ki, özellikle de ara tabakalardan
bir çok kesimi devreye sokar. Bunların başında küçük burjuva kesimlerden
“aydın”lar gelir. Küçük burjuvazi, büyük burjuvazi karşısında ezilmesine
karşın, ideolojik olarak ondan ciddi bir biçimde etkilenir ve burjuvazinin
görüşlerini yumuşatarak, “sol” adı altında işçi sınıfı saflarına aktarmaya ve
benimsetmeye çalışır. Bu bağlamda, sınıfsal olarak proletarya sınıfının,
sosyalizm mücadelesinde dostu olan küçük burjuvazi, buradan hareketle işçi
sınıfı içine daha kolaylıkla sızar ve onu ideolojik ve siyasal olarak etkilemeye
çalışır. Ve böylece küçük burjuvazi, “sosyalizm” cilalı revizyonist ve
reformist görüşlerini işçi sınıfı saflarına aktarır.
Sınıf bilinçli proletaryanın bu
tür burjuva görüşlere karşı ideolojik ve siyasal mücadelesi teorik düzlemde önem
kazanmaktadır. Ne yazık ki, son yıllarda ülkemizde revizyonist görüşlere karşı
idelojik mücadele zayıflamıştır desek yeridir. Bu mücadelenin boyutu, toplumsal devrimci
mücadelenin ivmesiyle doğru orantılı olarak ilerlemektedir.
Türkiye’de son 40 yıldır
Birikim Dergisi çevresi, proletaryanın MarksistLeninistMaoist görüşlerine
karşı, yoğun bir mücadele sürdürmektedir. Teorik düzlemde sürdürülen bu
mücadele, solu liberalleştirmek amaçlıdır. 1960’larda başlayan ABD ve Avrupa
menşeli revizyonist ve burjuva liberal anlayışlar, “sol” adı altında Birikim
dergisi tarafından devrimci saflara empoze edilmektedir. Daniel Bell’in
“ideolojilerin sonu”, A. Gorz’un “Elveda Proletarya”sı ile devam eden Marksizme
karşı cepheden mücadeleler, Birikim Dergisi eliyle ülkemizde yaygınlaştırılmaya
ve benimsetilmeye çalışıldı. Elbette, bu
reformist çaba, salt Birikim Dergisi çevresiyle sınırlı kalmadı. Daha
geniş bir siyasal yelpazeyi kapsamaktadır. Bunların bütün derdi, işçi sınıfının
“devrimci”liğinin kalmadığı ve Marksizmin artık “eski”diği reformist görüşlerin kabul görmesidir.
Buraya kadar, genel bir
görünümü kısaca vermeye çalıştık. Daha somuta indirgersek, Gezi (Haziran
Ayaklanması)’den sonra, bazı “sol” siyasal yapılarda burjuvazinin beyaz
bayrağına karşı varolan hayranlık derecesi ve harareti arttı. Uluslararası alanda
işçi sınıfının dünya görüşü Marksizme karşı yürütülen çabalar, ülkemizde bir
başka alanda kendini göstermektedir. Proletaryanın kendi bayrağı yerine
burjuvazinin beyaz bayrağının altında toplanmayı savunan ulusalcı anlayışlardır.
Daha açıkca söylenirse; kemalist cumhuriyet, bizim küçük burjuvazinin hep
handikapı olagelmiştir. Bir eli sosyalizmde iken, bir eli de burjuva kemalin
eteğinde asılı kalmıştır. Yer yer “sol” damarları kabarırken, yer yer de,
koşulların oluşmasıyla beraber kemalist ulusalcı damarları kabarmıştır. Bu
konuyu Kaypakkaya çok net ortaya koymuştur. Bu kısa yazıda bunun tartışmasına,
elbette girmeyeceğiz.
“solu tanımlamak” adlı yazısında, TKP’nin yazarlarından Metin Çulhaoğlu,
22.10.2013 tarihli Sol gazetesinde ki köşesinde;
“Şu “sol” kavramını günümüz koşullarında güncellemeye ne dersiniz? Diye
başlamış ve solu kendi bakış açısıyla güncellemiş. Tam da TKP’nin çizgisine ve
giderek ulusalcılığa daha yatkın hale gelen yanına göre bir „güncelleme“
yapmış. Elbette, her pratik adımın teorik bir yanı olması gerekiyordu. TKP’nin
„teorisyenlerinden“ kabul edilen Çulhaoğlu’da üzerine düşeni „cumhuriyetin 75. yılı“
kutlamalarından beri büyük bir gayretkeşlikle yapıyor. Ama, TKP’nin ulusalcı
yanını, daha doğrusu burjuva kemal yanını „sol“ teoriyle cilalayarak, „ulusalcı“
damgası yemekten kurtulmak için de „teorik“ bir temel oluşturmaya çalışıyor.
TKP, elbette şimdilik „sol“
cenahta yer alıyor. Ancak, „gelenek“çi olduğu kadarıyla da revizyonist ve
kemalist hayranlığı çukurundan bir türlü kendini kurtarmadığı, daha doğrusu
böyle bir niyeti de olmadığı için, her seferinde, „sol“ tarafının yanına bir de
burjuva kemalciliği eklemekte bir sakınca görmemiştir.
TKP, devrimcilerle ortak hareket
etme yerine, başta kardeş örgütleri Aydınlıkçılar (İşçi Partisi) olmak üzere,
CHP gibi egemen burjuvazinin partisiyle birlikte hareket edecek denli „sol“(!)
kalmıştır. Taksim Dayanışma‘sının çağrısıyla, kitlelerin Taksim‘de toplanmasına karşın, kendileri İP
ve CHP ile birlikte Kadıköy’de „Gaz Adam Festivali“nde birlikte olmayı
yeğlemiştir. Bu bilinçli bir seçimdir. Çünkü, mümkün olduğunca, radikal
devrimci kesimlerle ve Kürt ulusal
hareketi ile yanyana gözükmekten, yanyana durmaktan kaçınıyor. Bu kesimlerle ortak
hareket etmek yerine CHP ve İP gibi partilerle birlikte hareket etmeyi daha çok
tercih ediyor. Böylece, egemen ulus ırkçılarıyla (CHP ve Aydınlıkçılar)
birlikte olmayı „sol“ kavramı içine sokabilmiştir. Çulhaoğlu’nun „sol“u „güncelleme“si
tam da bunun altını doldurma gayretidir.
„Sol“u daha önceleri Birikim Dergisi yazarlarından
Ahmet İnsel „tanım“lamıştı. İnsel’in, „solu tanımlamak“ adlı kitabı, yukarıda
adlarını verdiğim Bell ve Gorz’un görüşleri doğrultusunda Marksizme yönelik
ideolojik bir saldırıyı içermektedir. Marx’ı, „ekonomizm“le suçlayacak denli
yolunu şaşırmış ve idealizmin çukurunda kendine yol bulmaya çalışan küçük
burjuva „aydınlar“ımızın imdadına; TKP’nin „teorisyen“leri de, bir başka
cepheden, egemen ulus milliyetçiliğinden, „sol“u burjuvaziye yanaştırmak istemekle,
yetişiyorlar. Bu iki farklı cephe, kemalizm konusunda anlaşamasalar da,
Marksizmi revize etme ve „sol“u, burjuvazinin kabul edebileceği noktaya çekme
konusunda birleşiyorlar.
Konuyu fazla dağıtmadan,
Çulhaoğlu’nun “güncellemesi”ni buraya alalım.
„Aydınlanmacılık,
Emperyalizm Olgusu ve Emek-Sermaye Çelişkisi.“ Çulhaoğlu, „sol“un bunları kabul
etmesini istiyor. Bunları kabul edenlerin „sol“ sayılabileceğini belirliyor. Bu belirlemelerle hem fikiriz.
Kendine Marksist diyenlerin bunları kabul etmesi gerekir. Ancak, yazarın, burjuva
aydınlanmacılığını sol olmanın kıstasları arasına alıp, ülkemizde en önemli
sorunlardan biri olan Kürt ulusal sorununu dıştalaması, onun günümüz için artık
„geçerli olmadığını“ söylemesi, bir gerçeğin üstünün örtülmesinin
terminolojisidir. Yani, kapitalizmin şafağındaki burjuva aydınlanmacılığını
sol kıstasın içine alıp, Türkiye ve Kürdistan’da 30 yıldır kendi kaderini tayin
hakkını elde etmek için savaşan ve on binlerce ölü veren Kürt ulusal hareketine
yaklaşımı „sol“ olmanın kıstasları arasından çıkarmak, tam da burjuva
ulusalcılığın, TKP açısından da egemen ulus şovenizmini sahiplenmenin
argümanlarıdır.
AKP dinciliğine karşı, alternatif
olarak kemalist burjuvazinin, daha bir başka söylemle; geleneksel Türk egemen
burjuvazisinin beyaz bayrağına sahip çıkmak, onun yanında saf tutmak, „sol“
olmanın değil, ama, egemen ulus şovenisti olmanın kıstasları arasına sokulabilir.
Özellikle, Türk ırkçılığı tescilli, işçi sınıfı devrimi ve devrimci düşmanı, ve
her türlü eli kanlı faşist katillerle birlikte hareket eden; her koşulda ve her
ortamda, MHP ile aynı bulvarda
rahatlıkla buluşan, Alman Nasyonal Sosyalistlerin (Nazilerin) görüşlerinden
ideolojik bağlamda hiç bir ayrımı olmayan İşçi Partisi (İP, Aydınlık) ile
başına „yeni“ ekleyerek „Cumhuriyet“ mitingleri düzenlemek, TKP’nin
„aydınlanmacılık“ anlayışında aramak gerekiyor. Aydınlığın „sol“culuğu ile
nazilerin „sosyalist“liği arasında her hangi bir fark yoktur. Naziler ne kadar
„sosyalist“ idiyse, Aydınlık’da bir o kadar „sol“dur!
“Cumhuriyet mitingleri”
düzenlemek kendine “sol” diyen TKP’ye düşmemesi gerekir. Kendini “Komünist” ve
“sol” değerlendirenlerin cumhuriyetleri sosyalizm olmalıdır. Çulhaoğlu’nun
“emek-sermaye” çelişmesini de “sol” olmanın kıstasları arasında yer vermesi, sınıf
mücadelesinden söz etmesi, sorunu bulanıklaştırmanın, TKP’nin şovenist
çizgisinin üstünü küllemenin argümanları olarak kabul etmek gerekiyor.
Aydınlık, çok açık bir şekilde,
kendisini “kemalin askerleri” olarak değerlendiriyor ve tam da bu görüşü doğrultusunda
devrimcilere karşı tavır alıyor ve MHP’li faşistler ile birlikte saldırıyor. Aydınlık, burjuva düzenin gönüllü bekçiliğini yapmaya çalışıyor ve de
yapıyor. Aydınlığın, AKP ile çelişmesi, egemen sınıflar arasındaki çatışmada,
kemalist burjuva (laik) tarafını tutmasından kaynaklanıyor. Bunun içinde
kitlelerin AKP’ye karşı haklı tepkisini kullanmaya çalışıyor. Gezi’de bunu
yapmak istedi. TKP gibi örgütler ile de ortak hareket ederek kendini “sol” da
göstermenin avantajını elde etmek istiyor.
Aydınlığın (İP), Marks, Engels,
Lenin, Stalin ve Mao’nun adını kullanması, “sol” ya da “sosyalizm”den söz
etmesi, bunu ideolojik manipüle aracı olarak kullanmasından, devrimci saflarda
örgütlenen ya da örgütlenecek kitleleri oradan uzaklaştırıp, burjuva düzenin
askerleri haline getirmek için yaptığı siyasettir. Bunu TKP’nin bilmemesinin
olasılığı yok. Elbette, sorun “bilmek” ile çözülmüyor ya da doğru saflarda yer
alınmıyor. Doğru saflarda yer almak, ancak işçi sınıfı ideolojisiyle donanmak
ile olabilir. TKP’de, oldum olası böyle bir şey olmadı. O, hep, burjuva kemalin
karşısında durur gibi yapıp, ama onun eteklerini de bir türlü bırakamadı. Şeyh
Said İsyanı sırasında, Dersim’in katledilmesinde ve de son PKK önderliğindeki
ulusal harekete yaklaşımı, egemen ulus şovenizmin güçlü izlerini taşıdı.
Birinci ve ikincisin de açıktan kemalin yanında yer alırken, üçüncüsün de ise “kerhen”
ulusal hareketin bazı taleplerini destekler gözüktü. Ancak, o hep şovenist
kaldı. Bunu bir türlü aşamadı. Bu nedenle de adını kullandığı “K” ismini hep
lekeledi. O “K”yı bir iğreti gibi yanında taşıdı ve ona ihanet etmeye devam
etti. Günümüz TKP’nin, sahip çıktığı “gelenek”; çizgi olarak revizyonizmin
dışına çıkamadığı ve bundan dolayı da işçi sınıfının 50 yıllık bir kesitini
burjuva kemalin “ilericiliği”ne “bağışlayan” bir çizgiye sahip olduğu gibi, uzun bir süre sosyal faşist bir çizgiyi de “sol”
adı altında içine sindirebilmiş bir tarihe sahiptir.
Türkiye’de “ulusal soruna
yaklaşımı “sol olmanın “ kıstası olmaktan çıkarıp, burjuva aydınlanmacılığını
onun yerine koymak, ülkemizde ki, AKP dinciliğine karşı, kemalist “laik”çiliğin
yanında yer almayı ya da onu desteklemeyi öne sürmenin oportünist bel kıvraklığının
ürünüdür. Türkiye’de sol olmanın kıstaslarından biri, Kürt ulusunun kendi kaderini
tayin hakkını kayıtsız şartsız savunmaktır. Bunu savunmayan ne sol ne de
komünist olabilir. Hatta, ulusların kendi kaderini tayin hakkını
savunmak demokrat olmanın kıstasıdır. Bu hakkı savunmayan demokrat dahi olamaz.
Evet, bu bir burjuva hakkı, ancak, emperyalizm ve proleter devrimler çağından
itibaren, yani 17 Ekim 1917 Rus Devrimi’nden bu yana bu hakkın savunusu ve
çözümü proletaryanın temel görevleri arasında yer almıştır. Bu sorunun olduğu
bir yerde, bunu geri plana atmak ya da bu sorun “aşılmıştır” diyerek geçiştirme
çabaları, onu yok saymakla birlikte, ezilen ulus karşısında egemen ulus
şovenizminin etkisinde kulaç atmakla eş anlamlıdır. Özellikle de ezilen ulusun
ulusal demokratik talepleri için ayağa kalktığı bir süreçte, bu sorunu görmezden
gelmek, tam da burjuvazinin ırkçı “tek”çi politikasına destek olmak demektir.
Her şeyden önce belirtilmeli ki;
işçi
sınıfının yanında yer almak, sosyalizmi ve komünizmi savunmak, burjuvazi ile
proletarya arasındaki mücadelede proletarya safında saf tutmak, sol olmanın
temel kıstasları ve sol olmanın olmazsa olmazlarıdır. Sol, demokrattır,
ama, aynı zamanda, o, işçi sınıfının sınıf çıkarının ve mücadelesinin içinde
yer alarak sol olma hakkını kazanır. TKP, sol”culuğu, egemen ulus şovenizm
derekesine düşürüyor. Geçmiş revizyonist geleneğinden bir türlü kurtulamayan
TKP, şimdi sol olmanın dışına doğru adım atıyor ve uzun bir süredir bunu
derinleştirmenin teorisini yaparak, geleneğinin revizyonist günahlarına
yenilerini eklemeye çalışıyor.
ÖDP, Genel Başkanı Alper
Taş’da, Aydınlığa öpücükler göndererek, TKP’nin izinden gitmeye çalışıyor.
Ortayolcu gelenek, yine bildiğini okuyor. Ne kendi tarihinden ne de sosyalizmin
tarihinden öğrenmeye bir türlü yanaşmıyor. İşçi sınıfının çıkarlarının
burjuvaziyle hiç bir şekilde uzlaşmadığı gibi, egemen burjuvazinin bir
kanadının askerleri olanlarla da devrimin çıkarlarının uzlaşamayacağını bilmek
gerekiyor. İşçi sınıfının sınıf çıkarlarını burjuvazi ile uzlaştırma çabaları,
solu liberalleştirme ve burjuva ulusalcılığı kulvarına çekme çabalarıdır.
Bizim reformist ve oportünistlerimiz tam da bunu yapıyorlar. Maya baştan bozuk
olunca, sonradan düzeltme çabaları bir şeye yaramıyor. TKP gibi, ÖDP de
geleneksel siyasetlerini izliyor.
“Sol”, ya da devrimci ve
komünistler, “ulusal değerler”i savunmazlar mı? Ya da nereye kadar savunurlar?
Bunun yanıtı çok açıktır: Ülkenin emperyalizmden bağımsızlığını savunmak, genel
anlamda “sol”un ya da daha özel de devrimci ve komünistlerin sosyalizmin
çıkarlarıyla, sosyalist mücadeleyle örtüşür. Ama, burjuva ulusalcılığını
savunmak, burjuva ulusal kültürü savunmak ve burjuva ulusal değerlerini
savunmak, proleter devrimler çağında gerici bir duruştur. Burjuva bayrağı da
bunun içindedir. Kitlelerin o bayrağa sahip çıkması ayrı bir şey, o bayrağı, komünistlerin
proletarya bayrağının yerine koyması daha başka bir şeydir. Sonuncusu, sınıf
bilinçli proletarya tarafından kabul edilemez.
Dinci bir devlet yönetimi ile
laik bir burjuva cumhuriyeti arasındaki tercih de, ikincisi tercih edilir. Ama,
bu, işçi sınıfını ve emekçileri, egemen sınıflar arsındaki çıkar dalaşına ve de
onların yönetim biçimlerinden birinin kuyruğuna takmak anlamına gelmez. İşçi sınıfı, egemen sınıflar arasındaki
çelişmeden, kendi sınıfsal çıkarlarını ve mücadelesini güçlendirmek ve geliştirmek
için yararlanır. Ama, asla, birine karşı diğerinin beyaz bayrağını ya da onun
diğer burjuva ulusal sembollerini öne çıkarmaz ve de kullanmaz. Tersine, buna
karşı sınıfın kendi kızıl bayrağını, ideolojik ve siyasal değerlerini öne
çıkarır ve kitlelerin bu değerler etrafında toplanmasını ve mücadele etmesini
savunur.
Ayrıca, AKP yönetimi öncesi
“laik” kemalist cumhuriyet, ne burjuva demokrasisinin olduğu bir cumhuriyetti
ne de “laik”ti. Faşist bir devlet biçimiydi. AKP, buna dincilik maskesi
geçirmiş durumda. Birinci cumhuriyet “laik” görünümlü faşist bir cumhuriyet
iken, ikinci cumhuriyet ise “din” maskeli faşist bir cumhuriyettir.
Sonuç olarak, TKP ve
yazarlarının görüşleri, elbette salt günümüze özgü değil, bunların geleneksel
tarihi de, söylem yerindeyse kemalist cumhuriyet bekçiliği olmuştur. Çulhaoğlu,
daha cumhuriyet’in 75. Yılı (1998) vesilesiyle yazdığı makalede, sosyalistleri,
“Türkiye cumhuriyetinin değerlerine sahip çıkmamakla” eleştirmişti.[1]
Çulhaoğlu bugün de bu bekçiliğin devam ettirilmesini öneriyor. Çulhaoğlu ve
TKP, kapitalizmin feodalizm karşısında yeni geliştiği serbest rekabetçi dönemin
ilk dönemlerinin taktiklerini günümüze uyarlamaya çalışıyor. Çok geri de
kaldıklarını ve günümüze uygun bir sol olmadıklarını, M. Suphi sonrasından beri
biliyoruz. ***28.10.2013