Kürt Ulusal Hareketi ve Sınıf
Tavrı (I)[1]*
Yusuf KÖSE
Ezilen Ulusun Haklı İstemleri
Ülkemizdeki siyasal gelişmeleri
direkt etkileyen Kürt ulusal hareketinin durumunun, sık sık ele alınması kadar
doğal bir şey yoktur. Hem hareketin gücü ve etki alanı açısından olsun hem de
hareketin işçi ve emekçileri, özellikle de Kürt işçi ve emekçilerini etkileyen
yönü açısından olsun, hem de uluslararası ve bölgesel boyutu açısından, sorunu
yeniden yeniden ele almak, işçi sınıfının mücadelesi açısından bir
zorunluluktur.
Ezilen ulusun mücadelesi ile işçi
sınıfının mücadelesinin, birleştiği ve ayrıştığı noktaları doğru bir şekilde
ele almak ve ortaya koymak; Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfının ortaklaşa
mücadelesi açısından da teorik, siyasal ve pratik bir zorunluluktur. Sınıflar
mücadelesinde sınıflar arası ilişkinin belirsizleştirilmesi,
bulanıklaştırılması, işçi sınıfının mücadelesine zarar verir.
Sınıf hareketi ile ulusal
hareketi karşılaştırmak ya da karşı karşıya koymak pek uygun olmasa da, ülkemiz
açısından bunun teorik zorunluluğu da amprik olarak ortaya çıkmaktadır. Sınıf
hareketinden kasıt işçi sınıfı hareketidir. Genel anlamda sınıf hareketi; işçi
ve emekçilerin, yani tüm ezilenlerin
baskı ve sömürüden kurtuluşunu içerirken, özel de ise, nihai olarak;
sınırsız, sınıfsız toplum olan komünizmi hedefler. Ve işçi sınıfı hareketi,
iktidarı burjuvaziden almak için tüm strateji ve taktiklerini bu hedefe varmak
için belirler.
İşçi sınıfı hareketinin “ulusal
kurtuluş mücadelesi”, ezen ulus burjuvazisinin ve daha genel anlamda
burjuvazinin değil, ülkenin bağımsızlığıyla sınırlıdır. Sınıf hareketi, ezilen
ulus burjuvazisinin ulusal demokratik haklarını savunur, ama, ezilen ulus
burjuvazisinin istemlerini, işçi hareketinin istemlerinin yerine ve önüne
geçirmez.
Ezen ve ezilen ulus işçi
hareketi, özgürlüğü, ezilen ulus burjuvazisinin özgürlüğü ile asla sınırlamaz.
Ezilen ulus burjuvazisinin özgürlüğü, burjuva demokratik bir sorun olmasına
karşın, tüm baskılara karşı olması nedeniyle, ulusal hareketin demokratik
istemleriyle de yakından ilgilenir ve bu bağlamda UKKTH[1][2] kayıtsız şartsız savunur.
Lenin ve Stalin’in izinden giden
Kaypakkaya, ezilen Kürt ulusal hareketinin demokratik içeriğini şöyle
açıklıyor:
“Kürt ulusal hareketi genel
demokratik bir içerik taşır. Çünkü bir yönüyle, ezilen ulusun egemen
sınıflarının zulmüne, zorbalığına, ayrıcalıklarına, bencil çıkarlarına karşı
yönelmiştir. Ulusal baskının kaldırılması, milliyetler arasındaki eşitliğin
sağlanması, egemen ulusun egemen sınıflarının ayrıcalıklarının kaldırılması,
dil üzerindeki yasaklamaların ve sınırlamaların son bulması, her alanda uluslar
arasında eşitliğin ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğinin tanınması, bütün
bunlar demokratik ve ilerici istemlerdir.”[2][3]
İşte, işçi sınıfı hareketinin,
ezilen ulus sorununda desteklemesi ve savunması gereken yer burasıdır. Ezilen
ulus hareketinin demokratik istemlerinin desteklenmemesi sosyal şovenist bir
politikadır. Ülkemizde, sol içinde
sosyal şovenizm eskiye oranla önemli ölçüde kırılmasına karşın, hala
varlığını sürdürdüğünü belirlemek yanlış olmayacaktır.
Ezen ulus egemenlerin ezilen
ulusa karşı baskı politikası, her zaman çeşitli uluslardan işçi ve emekçileri karşı
karşıya getirdiği gibi, ister istemez, onları, sınıfsal sorunlardan ulusal
soruna kaydırır. Bugün ülkemizde olduğu
gibi. Ezen ulus burjuvazisi, ezen ulus ırkçılığını ve milliyetçiliğini; “vatan,
bayrak, millet, din vb.” argümanlarla, “birlik/beraberlik” çağrılarının
arkasına gizlenerek, kitleleri sınıf sorunlarından uzaklaştırmaya ve birbirine
karşı kırdırmaya çalışırken, ezilen ulus burjuvazisi de, ezilen ulus işçi ve
emekçilerine, yeğane kurtuluş yolunu, “ulusun özgürlüğünde” olduğunu ileri
sürer.
Türk egemen sınıfların, Kürt
Ulusal Hareketinin haklı ulusal talepleri doğrultusunda mücadele vermesini,
“bölücülük” olarak kitlelere göstermesinin hiç bir haklı yanı olmadığı gibi,
kendi burjuva bencil çıkarlarını, bütün toplumun çıkarları olarak ortaya koymaya
çalışması da aynı şekilde çıkarlarının bir gereğidir. Ve bunu Türk işçi ve
emekçileri içinde şovenizmi geliştirmek içinde kullanır. Böylece, kitlelerin
gerçekleri görmesinin önüne ırkçılık perdesini çekerek, ezilen kitlelerin
burjuvaziye olan öfke ve bu öfkenin birleşerek burjuvaziye karşı güçlü bir
birlik oluşturmasının önüne geçemek ister.
Kitleler içinde şovenizmin
gelişmesi, çeşitli uluslardan işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesini
güçleştiriyor, aralarındaki sınıf dayanışmasını yıkarak, egemen burjuvazinin
ikitidarını pekiştirme ve sürdürme aracı haline getiriyor. Oysa, sermaye
sınıfı, işçileri sömürürken, onların alt kimlikleriyle değil, sınıf
kimlikleriyle ilgileniyor ve sınıfsal olarak ortak hareket etmemeleri için
işçiler arasında milliyetçiliğin gelişmesini sağlayıcı politikaları sürekli
gündemde tutuyor.
TC’nin kuruluşundan beri ırkçı poltikaları, kitleler
üzerinde bir sindirme ve ideolojik olarak yönlendirme aracı olarak kullanan
Türk egemen sınıfları, ülkemizin çok uluslu olması nedeniyle, her zaman bir
“bölücü” milliyet ya da ulus bulmuştur. Kürtler her zaman egemenlerin “baş
düşmanı” olmakla beraber, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve söylem düzeyinde ise
Rusları (SSCB zamanı), ırkçı söylemlerinin hedefleri haline getirmişlerdir.
Türk egemen sınıfların, Kürt
ulusunu baskı altında tutmaları ve tüm ulusal haklarını gasp etmeleri,
dillerini yasaklamaları, katliam da dahil jenoside varan politikalara baş
vurmaları, ezen ulus burjuvazisinin sınıfsal çıkaraları gereğidir. Bunun
karşısında olmak; asgari oranda demokrat olmanın bir gereği ve demokratik bir
duruştur. Ayrıca, ezilen ulusun ise, buna karşı mücadelesi ise haklı ve
meşrudur, desteklenmelidir.
Ezilen Ulus Hareketinin İkili Niteliği ve PKK’nın “Sınıfsız”lığı
Burada PKK’nın teorik açılımlarını
fazla irdelemeyeceğiz, konumuz bağalamında, sınıfsal niteliği ve yönünün daha
iyi analaşılabilmesi açısından, kısa kısa vurgulayarak geçeceğiz.
Her ezilen ulusal hareketin ikili
bir niteliği vardır. Birinci niteliği, ezen ulus baskısını ortadan kaldırarak
ulusal hakları alma mücadelesi ve ikici niteliği ise; ezilen ulus
burjuvazisinin çıkarlarını bütün işçi ve emekçilerin çıkarı olarak gösterip,
kendi burjuva çıkarlarını garanti altına almak, işçi ve emekçileri kendi ulusal
bayrağı altında toplamaktır.
Bu ikili karakter, ezilen ulus
burjuvazisinin sınıf karakteri gereğidir. Başka türlü olması da sınıfsal
davranış karakterine terstir. Ezilen ulus burjuvazisinin bu yönü görülmeyip,
“kurtuluş”, “özgürlük” sloganlarına takılıp, bunların kimler için olduğu
bilinmezse, işçi ve emekçilerin mücadelesi kolayca ezilen burjuvazinin
politikalarına alet edilebilir.
PKK, kendini “Kürt özgürlük
hareketi” olarak niteliyor. Bu özgürlükten kasıt Kürt burjuvazisinin
özgürlüğüdür. Kürt işçi ve emekçilerin özgürlüğü değildir. Ancak, Kürt işçi ve
emekçilere de bu özgürlüğün kendileri için olduğu söylenirken, sınıf sorununa,
işçi ve emekçilerin sömürülmesi ve sınıfsal baskı altında tutlmasına karşı her
hangi bir eylemi ya da programsal olarak bir çözümü gündeme getirmez. Bunu
söylem düzeyinde bile olsa yapmaz, yapamaz.
PKK, ilk programında kendini,
Kürt işçi sınıfının sınıf partisi olarak nitelerken, Öcalan’ın yakalanmasından
hemen sonra gerçekleştirdiği kongreden
sonra bunu değiştirdi ve gelinen aşamda ise, “sınıf” sözcüğüne de karşı çıkar
oldu. Yani, kendisini bir sınıf partisi olarak nitelemiyor. İşçi sınıfı ve işçi
sınıfı mücadelesinin artık gerilerde kaldığını ve bunun aşılması gerektiğini
vurguluyor. PKK lideri Öcalan, İmralı'ya getirildikten kısa bir süre sonra,
bunları “aştığını” ve “yeni” bir paradigma çıkardığını ileri sürmeye başladı.
PKK’nın ilk programından ilk iki maddeyi buraya alalım:
“MADDE 1: Kürdistan İşçi Partisi, Kürdistan işçi sınıfının
Marxsizm-Leninizmle donanmış siyasi partisi olup Türkiye Kürdistanında
kurulmuştur.
MADDE 2: Kürdistan İşçi Partisi'nin nihahi amacı, her türlü sınıf
egemenliğine, sömürü ve zulme son vererek, sınıfsız toplumu gerçekleştirmektir.
Kürdistanın bütünlüğünü sağlamayı hedef edinen Kürdistan İşçi Partisi ilk
aşamada, Türk sömürgeciliğini, onunla uzlaşan Kürt komprador burjuvazisi ile
feodal gericiliği ve bu güçleri ayakta tutan emperyalizmin yurdumuz üzerindeki
egemenligi yıkıp Kürt ulusunun KENDİ KADERİNİ BİZZAT KENDİSİNİN TAYİN HAKKINI
gerçekleştirecektir.“ (Sosyalist Forum sitesinden)
PKK’nın ilk programı’nı Mazlum Doğan 18.06.1981’de mahkemede verdiği
„savunma“ da, şöyle belirtiyor:
“Partimiz,
önüne yüce görevler koymustur. Bunlar, azami olarak sınıfsız toplum yaratmak,
yani sınıfları ortadan kaldırmak, her türlü sömürü ve zulme son vermek
göreviyle, asgari olarak ülkenin bagımsızıik ve demokrasiye ulastırılma
görevidir.“
PKK’nın ilk programındaki
maddeler ile M. Doğan’ın savunması arasında birebir bir uyuşma var. Bu anlamda,
PKK’nın ilk kurulduğu dönemde ML’den önemli ölçüde etkilendiği ve onu kendisine
rehber edindiği açıktır.
Bugün ise, bu programdan geriye
bir şey kalmamıştır, bunun yerini;
„… klasik devletçi, iktidarcı, milliyetçi ve şiddeti esas alan zihniyet ve
politikaları aşan, demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü paradigmaya
dayanan, halkların eşit ve özgür birliğini esas alan Demokratik Konfederalizm
çözümü geliştirilemezse…“ (PKK’nın son programından) reformist anlayışı almıştır. PKK’nın ilk
programı sınıfsal iken, ikincisi ise, „sınıflarüstü“, yani, ezilen sınıflara
egemenlik tanımayan, ezen sınıflara ise egemenliklerine devam ettiren ve
kapitalist düzenin kısmen reforimize edilmesine denk düşen bir programdır.
Pratik olarak son programın,
sınıflar mücadelesi dünyasında hayat bulmasının nesnel bir dayanağı da olmadığı
gibi, teorik olarak da hiçbir bilimsel
tutarlılığı yoktur. O, sınıf ve sınıf mücadelesini reddederken, burjuvazinin
„sınıflar yoktur, millet vardır“ desturuna gerilemiştir. „ulusu da reddetmesi,
kendi pratiği ile çeliştiği gibi, verdiği mücadelenin esas yönünü Kürt işçi ve
emekçilerinden gizleme tavrıdır. Bu anlayışın ideolojik yönü budur. Birinci
program daha radikal iken, son program ise, „teorik ve felsefi“ sözcükler ve
kavramlarla bezenmiş bir burjuva programdır.
Burjuvazi ne olacak, sömürü ve
sınıf baskısı nasıl ortadan kalkacak, Kürt köylüsü ve işçisinin üretim ilişkisi
içindeki yeri nerede olacak, burjuvaziden iktidar nasıl alınacak, özel mülkiyet
sistemi nasıl ve hangi sınıflar aracılığıyla ortadan kaldırılacak vb. gibi sorulara
hiç yanıt vermiyor. Bu anlayışa; TC’nin egemen sınıflarının, „sınıfsız,
imtiyazsız bir zümreyiz“ anlayışının, yeni kavramlarla ve sözcüklerle bezenmiş
ezilen Kürt burjuvazisinin versiyonu dense yeridir. PKK, Kürt burjuvazisini de,
Kürt işçi ve emekçisini de, Kürt köylüsünü de „Kürt halkı“ kavramı içinde
birleştirmiştir. Böylece, sınıfları ortadan kaldırmış oluyor. Bu programa göre,
burjuvazinin özel mülkiyet edinme hukuku olduğu gibi hükmünü sürdürecektir.
Böylesine bir yaklaşımın, işçi ve emekçiler lehine bir açıklamasını yapmaya
çalışmak beyhude bir çabadır.
Bilindiği gibi, PKK’nın ilk
kongresinde savunduğu, “Birleşik Kürdistan’ın bağımsızlığı” ilkesi de “misaki
milli sınırlar için de demokratik özerkliğe” evrilerek “ana dilde eğitim”e
kadar geriledi. Daha bir çok görüşleri temelden, en azından program düzeyinde
değişti. Daha doğrusu, Türk egemen sınıfların benimseyeceği bir düzeye çekildi.
Bunun “felsefi ve teorik” yanları da İmralı’da dolduruldu. Anarşizmin tutarsız
burjuva teorileri bir nevi PKK’nın “yeni teorik açılımlarına” dayanak oldu.
Özellikle, sınıfların varlığının inkarı, burjuvazinin çıkarlarını koruma
temelinde ezilen sınıfların çıkarlarını savunulmasının terk edilmesine dönüştü.
PKK’nın “kapitalizme karşı”
oluşu, salt söylem düzeyindedir. Kapitalizmin yerine koyacağı “demokratik
özerklik” dediği konsept, kapitalizm karşıtı değil, onun liberalleştirilmiş
halidir. Avrupalı Yeşillerin programıyla birebir örtüşmesede bazı benzer
yanları da vardır. Avrupalı Yeşiller ise tekelci sermayenin, “ekolojıst ve
cinsiyet örgürlükçü” söylemlerle yumuşatılmış birer stepneleridir. Alman
Yeşiller ise tekelci sermayenin asli unsuru haline gelmiştir.
„Her ne kadar
işçi partisi adını almışsak bile bir sınıf partisi de değildir.“ (M. Karasu, „ Tarihe Damgasını Vuran PKK'nin Kuruluş Öyküsü“, PKK WEB
Sitesi)
Karasu, açık olarak belirtiyor.
İsimleri her ne kadar işçi partisi olsa da, PKK bir işçi partisi değil. Sınıf
deyince genelde işçi sınıfı anlaşılır. Karasu’da bunu belirtiyor. Ancak,
burjuva sınıfından hiç söz etmiyorlar. Burjuvaziyi ürkütmemek için işçi
sınıfının partisi olmadıklarını açık olarak belirtiyorlar. Onlar, “sınıf”
sözcüğünden yalnızca işçi sınıfını anladıkları için, burjuvaziyi sınıf
kavramının dışında tutuyorlar. Burjuvazi de aynen böyle düşünüyor. Kendilerini
sistemin asli ve vazgeçilmez unsuru gördüklerinden, karşılarında alternatif
olabilecek bir sınıfın varlığını yok sayarak, burjuva iktidarının alternatifsiz
olmasını yeğliyorlar. “Demokratik Cumhuriyet” projesi de, Kürt işçi ve
emekçilerine bunu benimsetmek amacıyla ele alınmıştır. PKK’nın “yeni
pradigma”sından çıkan sonuç budur.
PKK’nın kendisi silahlı savaşçı
bir partidir ve silahlı savaşımla ve bir sınıfa (Türk egemen sınıflarına) karşı
mücadeleyle bugüne gelmiş ve hala silahlı savaşımını sürdürmektedir. Ama o,
Marksizmi, “sınıf savaşımını kutsallaştırmakla” eleştirir. Kendisinin bugüne
savaşla geldiğini unutarak...
„Aslında reel sosyalizm, sosyal
demokrasi, ulusal kurtuluş, liberalizm ve muhafazakârlığa kapitalizmin en büyük
mezhepleri olarak bakmak daha doğru olur.“ (PKK’nın son programından)
PKK, programının kısa girişinde „bilimsel-demokratik sosyalizm“ gibi sözler
kullanmasına karşın, onun programının aslında böyle bir şey söz konusu değil.
Yukarıda ki alıntıda da görüldüğü gibi, sosyalizmi kapitalizmle aynı görüyor.
Öcalan, savunmasında, herşeyi reddederek, yeni bir sistem ortaya çıkardığına
inanılmasını istemiş. Oysa, yaptığı kapitalizmin kutsanmasından öte bir şey
değildir. PKK’da bunları olduğu gibi
program haline getirmiştir.
PKK’nın destek ve savaşçı kitlesi
dikkate alındığında, açıktan Kürt burjuvazisinin programatik görüşlerini
savunamaz. Ancak, “teorik ve derin felsefi” görüşler adı altında, kitlelerin
bilincini bulanıklaştırıp, ezilen ulus burjuvazisinin pratik çıkarlarını
savunabilir. Bu nedenle de “Kürt özgürlük hareketi”, “halk savaşı”, “demokratik
cumhuriyet” vb. söylemlerle kendini ifade etmesi, bu söylemlerde, Kürt işçi ve
köylülerinin özgürlüğüne yer olmadığı açıktır. Çünkü, Kürt işçi ve
emekçilerinin özgürlüğü sınıf mücadelesinin hedeflediği sosyalizm ile
gerçekleşir. Nihai hedefi ise komünizmdir. Sosyalizm ve komünizmi içermeyen bir
program, işçi ve emekçilerin programı olamaz ve onları özgürlüğe kavuşturamaz.
Parti programına “halkçı” bir görüntü vermek de, onu, özünde bir burjuva
programı olmasından kurtaramaz.
PKK, kendisinin bir “sınıf partisi olmadığını”
özellikle vurgulasa da, partinin içinde ve savunduğu görüşlerde Kürt küçük
burjuvazisinin önemli bir izi bulunmakla beraber, o esas olarak ezilen Kürt ulusal
burjuvazisinin temsilcisidir. O, “sınıfsız, devletsiz bir demokrasi”
savunduğunu ileri sürse de, “Türkiye Kürt sorununu çözerse, bölgede en güçlü
devlet olur” (A. Öcalan, A. Türk ve BDP eş başkanlarının yaptıkları
konuşmalardan) belirlemelerini de asla ve asla eksik etmiyorlar. Ayrıca,
Öcalan’nın avkatlarıyla konuşmalarında Türk devletinin bölgede nasıl
güçleneceğine ilişkin epey bir “çözümlemesi”, daha doğrusu Türk egemen
sınıflarına öğütleri vardır. Hem “devlet” olgusuna karşı çıkacaksın, hem de savaştığın,
seni ezen bir devletin güçlenmesini isteyeceksin. Bunu; “Türk ve Kürt
burjuvazisi birleşirse, bölgede, epey bir pazara sahip olur” anlamında
anlamamak olası değildir. Ezilen Kürt burjuvazisinin pazardan pay kapmak için
tavizin sınırının tek yanlı olarak belirsizleştirilmesi ezilen burjuva sınıfın
bencil çıkarlarına denk düşmektedir.
PKK ve ona bağlı güçler, İmralı sürecinden bu yana Kürt sorununu “dil ve
kültür” sorununa indirgemişlerdir. Bunun böyle olması, ezilen Kürt ulusal
burjuvzisnin daha fazla zarara uğramadan pazardan bir pay kapma tavizleri ve
taktikleri olarak yorumlanmalıdır. Kürt pazarının bütününe hakim olamayınca,
asgari düzeyde de olsa bir pazara sahip olmak, hiç yoktan iyidir diye
düşünmektedir. Kürt ulusal hareketi, gelinen aşamada, ne kadar uzlaşıcı olursa
olsun, dil ve kültürel haklardan vazgeçemez. Bunlardan vazgeçtiği anda, bütün
haklarından vazgeçmesi olur ki, bu da onun ulusal intiharıdır.
Kısacası, Öcalan’ın ileri sürdüğü “demokratik cumhuriyet” de, Türk egemen
sınıflarının egemenliği altında Kürtler için kısmi kültürel özerkliğin ötesinde
bir şey yoktur. Ezilen ulus burjuvazisinden Kürt işçi ve emekçileri için sosyal
kurtuluş programı beklemek ise, sınıf bilinçli proletaryanın MLM görüşlerinden
uzaklaşanlara özgü, işçi sınıfıyla burjuva sınıfı arasında kalmış küçük
burjuvaca bir beklentidir. Öcalan’ın “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk
Cumhuriyet” adı altında yayınlanan mahkeme savunmaları, PKK’nın gerçek
görüşleridir. O görüşler ise, Kürt işçi ve emekçilerin ezilmesi, Türk egemen
sınıflarının egemenliği altında Kürt burjuvazisine hak tanınmasıdır. Gersi ise,
sorunun özünü ideolojik ve siyasal olarak bulanıklaştırmaya yöneliktir.
„Devletin temel ilkelerine, üniter yapısı,
anayasal kurumlarına karşı değiliz. Bizim bu kurumlarla bir sorunumuz yoktur.
Bireysel haklar ve kültürel haklar önemlidir" (... ) "Bizim taleplerimiz MİT müsteşarının dile getirdiği görüşlerinden
daha fazlası değildir". (şubat,2007
notları). (Aktaran,
Rucan Keleş, 'Abdullah Öcalan‘ın açıklamaları ve Kürd aydın duruşu' (2),
Rızgari Online)
Bütün PKK’lı ve BDP’li
yöneticilerin Öcalan’ın bu açıklamalarından bir fazla ya da eksik söyledikleri
yoktur. Aynı zamanda, burada, Kürt işçi ve emekçilerine de yer yoktur. Laf
kalabalıkların gerisinde; yazı içinde bir çok defa yinelendiği gibi, Kürt işçi
ve emekçilerine yönelik türbünal çıkışlar ve onların desteğini sürekli canlı
tutabilmek vardır. ****
PKK’nın Savaşçı Kaynağı ve Kürt İşçi ve Köylüsünün Beklentileri
PKK’nın, Kürt işçi ve
emekçilerden, altında toplanmasını istediği bayrak, ezilen Kürt ulusal
burjuvazisinin burjuva çıkarlarının sembolü olan burjuva bayraktır. Kürt işçi
ve emekçilerin çıkarlarını içeren bir bayrak değildir. Ancak, PKK’nın çağrısına
uyarak, onun programı doğrultusunda savaşan da, bu savaşın bütün ağırlığını
taşıyanda Kürt işçi ve emekçileridir. Başta, Kürt köylüsü çoğunluktayken,
30 yıllık savaş süreci içinde, köylerinden şehirlere sürülen Kürt köylüler
işçileşerek, PKK’nın savaşan gücü haline gelmiştir. Daha genel anlamıyla, PKK’nın
saflarında aktif olarak savaşanlar Kürt işçi ve emekçileridir.
Ezilen ulusal hareketinin, özünde
bir köylü hareketidir. PKK’da başta Kürt köylüsünden önemli bir destek
almıştır. 1994’lerden sonra PKK’nın savaşçı tabanı değişim göstermeye
başlamıştır. 1994’lerin sonlarında Türk devletinin “alan hakimiyeti” politikası
sonucu, yüzlerce Kürt köyü ya yakılmış ya da boşaltılmıştır. Köylüler zorunlu
olarak şehir varoşlarına yığılmışlardır.
Devletin bu politikayla amacı,
PKK’yı Kürt köylüsünden soyutlamak ve yalnızlaştırmaktı. Yani, gerilla
kaynağını kurutmaktı. Ancak, bu, devletin düşündüğü gibi olmadı ve PKK’nın
savaşçı kaynağı bu kez şehirler oldu. Aslında bu, kitleler içinde önemli bir
yer edinmiş, yani, ezilen ulus emekçileri tarafından “özgürlük hareketi” olarak
benimsenmiş bir hareketin, egemen sınıfların yoğun baskı ve katliamlarıyla
onlardan soyutlanması pek olası değildir. Çünkü, bu hareket, hitap ettiği
kitleler ile küçümsenmeyecek ölçüde bütünleşmişti. PKK, boşalan Kürt
köylerinden beslenmese de şehirlere zorla göç ettirilen kitlelerden desteğini
aldı ve almaya devam ediyor.
Bütün bunlar, PKK’nın tabanın,
esas olarak Kürt köylüsü olmaktan çıkıp, Kürt işçi ve emekçileri olduğu
gerçeğini ortaya koyar. Kürt şehirlerinde yapılan kitle mitingi ve gösterileri
de bu saptamaları doğrular niteliktedir. PKK’yı “sol”a açık bırakan bir etken
de burasıdır. Ayrıca, Kürt ulusal hareketinin sendikalar içindeki
örgütlenmeleri, etkinlikleri de dikkate alınırsa, bu saptamanın doğruluğu
keniliğinden anlaşılır. Bu veriler, elbette, PKK’nın Kürt köylülerinden destek
almadığı anlamına gelmiyor. Ancak, eskisi gibi, köylü kalmadığı ve bu
köylülerin şehirlere zorla itilmesi sonucu, ortaya çıkan nesnel bir
durumdur.
PKK’nın tabanın esas tabanını işçi ve emekçilerin
oluşturması, PKK’yı adında taşıdığı gibi, gerçek bir işçi partisi yapmaya
yetmiyor. Burada önemli olan programdır. Bir siyasal hareketin niteliği sahip
olduğu programdan anlaşılabilir. Program, işçi ve emekçilerin kurtuluşuna
yönelik olmadığına göre, Kürt işçi ve Kürt köylüsü neden destekliyor sorusu da
beraberinde gelmektedir.
Ezilen ulus burjuvazisi, kendi
çıkarlarını ezilen bütün kesimlerin çıkaraları olarak gösterdiğinde, Kürt işçi
ve köylüsü de, ezilen Kürt ulusal burjuvazisinin programında kendi kurtuluşunu
arıyor ya da bu programın yaşam hakkı bulmasıyla kendinin de kurtulacağına
inanmış olmalı ki, PKK’ya açıktan destek veriyor.
Ezilen ulus burjuvazisi ile
proleterlerin “ortak”laştığı nokta, ezen ulus burjuvazisinin baskılarına karşı
mücadeledir. Başta kimlik ve dil üzerindeki yasaklar olmak üzere, bir takım
kültürel yasakların varlığıdır. Bu yasaklar ortadan kalktığında Kürt işçi ve
emekçileriyle ezilen Kürt ulusal burjuvazisi arasındaki “ortak” noktaları da
bütünüyle ortadan kalkacaktır.
Yıllardır Türk egemen sınıflarından,
sınıfsal baskıların dışında, salt Kürt
olduğu için baskı gören, katliamlara uğrayan, horlanan ve dıştalanan Kürt işçi
ve emekçilerin, genel bir “özgürlük” şiarı ve istemiyle ortaya çıkan bir
hareket karşısında sessiz ve duyarsız kalması beklenemezdi. Salt kimlik ve dil
sorunu ve bunlardan dolayı ağır baskılara maruz kalması, ezilen ulus işçi ve
köylüsünün sorun karşısında duyarlı kalmasına neden olur ve olmuştur da.
İşçilerin ve köylülerin esas
sorunu, sınıfsal baskının ortadan kaldırıması olduğu halde, ezilen ulus burjuva
hareketine, yoğun bir destek vermeleri, onun esas tabanı ve savaşçı kaynağı
olması; sınıfsal baskının da Türk egemen sınıflarından geldiğini
görmelerindendir. Kürt işçi ve köylülerinin, Kürt büyük toprak sahibinin ya da
Kürt sermayedarın varlığı ve bunların sömürüsüne maruz kalmaları, Türk egemen
sınıfların yoğun baskıları karşısında ikinci plana düşmektedir. Bu somut ve
pratik durum, işçi ve köylülerin dikkatini, Stalin'in de belirttiği gibi,
ezilen ulus burjuvazisinin “ortak çıkarlar harmonisi”ne çekmektedir.
Bu durumu Kaypakkaya, TC’nin
kurulduğu ilk yıllardaki Kürt isyanlarını, 1970’lerin başında şöyle analiz
etmişti:
“Bütün bu nedenler, feodal Kürt beylerini, genç Kürt burjuvalarını ve
aydınlarını, Kürt köylülerini yeni devletin egemeni olan Türk burjuvalarına,
toprak ağalarına ve onlarla beraber hareket eden egemen büokrasiye karşı
birleştirdi.”
Gelinen süreç de, Kaypakkaya’nın
sözünü ettiği ezilen ulus bileşenlerinin arasına Kürt işçilerini de kattı.
Çünkü, eskiden köylü olanlar, süreç içinde işçileşti. Ulusal savaşla beraber
şehirlere yığılma yığınsal bir hal aldı. Özellikle son 30 yıllık savaş, uyuşuk
Kürt köylüsünü hem politikanın aktif içine çekerek, siyasal uyanıklığını
sağlarken, hem de onları toprağından kopararak işçileştirerek, ezilen ulus
sorunu bağlamında demokrasi mücadelesinin aktif birer savaşçısı haline
getirdi.
İkili ağır baskı altında sıkışıp
kalan işçiler ve köylüler, bu baskıların bütün kaynağını “ulusal hakların
gaspı”nda gördüğü ve bu baskılar kalkınca sınıfsal baskıların da ortadan
kalkacağına inandırıldığı için, ezilen ulus burjuvazisinin çıkarlarını temsil
eden bayrağın altında toplandılar.
Kürt işçi ve köylüsü ağır
yoksulluk içinde yaşamalarına ek olarak, TC’nin kuruluşundan bu yana salt Kürt
oldukları için büyük bir zulüm görmüşlerdir. Bu gerçeklik, ezen egemen ulus
zulmü karşısında dirençli bir karşı koyuşu da beraberinde getirmiştir. En büyük
karşı koyuşun, hem ulusal hem de sınıfsal olarak ezilen kesimlerden gelmesi
kadar doğal bir şey yoktur. Ezilen ulus burjuvazisine, sadece önederlik etmek
kalmıştır. O da, fazla gecikmeden, kendi bayrağına yazdığı “özgürlük”ün, bütün
Kürtleri kucakladığını ilan ederek, herkesin bu savaşa katılmasını istemiştir.
En fazla zulme uğrayanlar ise, bu savaşın temel dayanakları haline gelmiştir.
Burjuvazi adına, esas olarak onlar savaşmakta, onlar ölmekte ve onlar savaşın
sonunda, savaş meydanından mağlup ayrılacak olanlardır.
Bunu, yanı başımızda ki Güney
Kürdistan gerçeğinde rahatlıkla bulabilir ve de görebiliriz. Irak ezen ulus
egemenlerine karşı yıllardır silahlı savaşım veren Güney Kürdistan Kürt ezilen
ulus hareketleri (Barzani ve Talabani önderliğinde), şu anda ezen egemen
sınıflar haline gelmişlerdir. Güney Kürdistanlı Kürt işçi ve köylülerine ise barzanilerin
ve talabanilerin sınıfsal baskıları kalmıştır. Şimdi onlara karşı mücadele
ediyorlar. Güney Kürdistan burjuvazisi baskıdan kurtuldu, şimdi bunlar, “Kürt
özgürlüğü” şiarı ile savaşa kattıkları işçi ve köylülere uluslararası sermaye
ile birlikte sınıfsal baskı uyguluyorlar. Onları, burjuvazinin, “özgür” sermaye
birikim aracı haline getirdiler.
Güney Kürdistanlı emekçiler,
silahla Barzani diktatörlüğüne karşı savaşmıyorlar, ancak, grevle, protesto
gösterileriyle Kürt burjuvazisinin palazlanması ve uluslararası sermayeye karşı
mücadele ediyorlar. Güney Kürdistan’da şu anda muazzam bir talanın olduğu ise
bilinen bir gerçektir. Talandan ise, Kürt işçi ve emekçilerin payına sadece ve
sadece baskı ve sömürü düşmektedir. İşte, ezilen ulus burjuvazisinin, "özgürlük"
şiarının vardığı noktanın en yakın örneği! Kuzey Kürdistan işçi ve
emekçilerinin güneyli soydaşlarının ve sınıf kardeşlerinin durumunu yakından
bilmelerinde yarar var.
Şu anda Irak egemen sınıfları
arasında, “ezen-ezilen ulus”dan öte, pazarlara egemen olma savaşı
yaşanmaktadır. Ezilen ulus sorunun vazgeçilmez bir yanı da, ezeilen ulus
burjuvazisi için pazar sorunu gerçeğide bir kere daha yaşanarak görülüyor.
Talabani’nin de Irak Baas rejmine
karşı savaşım verdiği yıllarda, özellikle 1990’lara kadar, “sosyalizm” şiarını
eksik etmediği unutulmamalıdır. Barzani ve Talabani’nin de “sınıfları” yoktur,
onlar, sadece “kürttürler”. Her şey “Kürdün güçlenmesi” ve “Kürt ulusunun
zenginliği” için yapılmaktadır. Bu yaklaşım, ne Türk işçi ve emekçilerine ne de
Kürt işçi ve emekçilerine “yabancı” gelmiyordur. Bu tür,
"sınıflarüsüt" argümanlar, bütün burjuvalarda mevcuttur. Çünkü onlar
için; “ulusun güçlenmesi”, burjuvazinin güçlenmesidir, “ulusun zenginliği”, bir
avuç burjuvazinin zenginliğinde kendini bulmasının sermaye birikiminin
hikayesidir.
Kürt Komünistlerinin Görevi
Ezilen ulus hareketleri, genel
olarak, soyalizm ile şu veya bu oranda yakınlık kurmak zorunda kalıyorlar.
Çünkü komünistler, ezilen ulus hareketinin dostu ve destekçileridir. Onlar, her
türlü baskı ve sömürünün karşısında olmaları nedeniyle, ezilen ulus burjuvazisi
de, ezilen ulus işçi ve köylülerini yanlarına çekmek içinde olsa, sosyalizmden
etkilenirler. Hatta, bazıları, PKK’nın değişiminde görüldüğü gibi, “işçi sınıfı
partisi” olarak ortaya çıkar ve süreç içinde, yani, güçlendikçe, gerçek
sınıfsal niteliğini de daha açık bir şekilde belirginleştirir. Sınfsallığa
karşı çıkarak, gerçek sınıfsal niteliğini ortaya koyar.
Her sınıf kendi savaşını insanlık
adına olduğunu ileri sürer. PKK’da, kendi savaşını, salt Kürtler için değil,
Ortadoğu ve insanlık için olduğunu sık sık tekrarlıyor. Kendi çıkarlarını
insanlığın çıkarlarıyla özdeşleştirme de bir sakınca görmüyor.
„ PKK doğarken de toplumsallaşmayı
hedefleyen bir hareketti. Mücadelesinde belli bir düzeye geldikten sonra
devlete dayalı iktidar sorunlarının ortaya çıktığını gördü. Önderlik bunların
reel sosyalizmle olan bağını çözdü, onun ideolojik, felsefi, örgüt ve eylem
anlayışıyla olan bağını gördü. Oysaki PKK toplumsallaşmak isteyen bir hareketti.
Bunun tedbirlerini aldı. Bunu sadece
PKK açısından yapmadı. İnsanlık açısından da yaptı. Bu açıdan büyük bir
mücadele yürüttü. Bu büyük mücadelenin dayanaklarını ortaya çıkardı."
(Cemil Bayık, Tarihe Damgasını Vuran PKK'nin Kuruluş
Öyküsü“, PKK WEB Sitesi)
Bayık’ın, “topsullaşma”dan kastı,
sınıf hareketi ve sosyalizm uğruna mücadeledir. Bundan “kurtulmalarını” büyük
bir olay, insanlık için bir "şans" görüyorlar. PKK’nın kendi tarihi
içinde en büyük değişimi “olumlu yönde”, sınıf ve sosyalizm kelimelerini terk
etmede buluyorlar. Bayık, bunu, “önderliğin en büyük yanı” olarak niteliyor.
“Tedbir”den kasıt ise, bunun ideolojik ve siyasal alt yapısının bezenmesi ve
Kürt işçi ve emekçilerinin kendi sınıf çıkarlarını unutmasının idelojik
manipülasyonu ve ötelenmesi oluyor.
Bu, ezilen ulus burjuvazisinin en
masumane görüntüsüdür. Soruna, işçi sınıfının penceresinden bakılmayınca,
inanmak isteyen buna kolayca inanabilir. Ancak, insanlığın kurtuluşu sınıfsız sömürüsüz bir sistemdedir.
Bu işçi sınıfının bilimidir. Ezilen ulus burjuvazisinin bencil çıkarları,
insanlığın kurtuluş umudu olmadı, olamadı. Olsaydı, kapitalzimin şafağında
olabilirdi. Ancak, özel mülkiyetli toplumların ve sömürücü egemen sınıfların ya
da bunu hedefleyenlerin böyle bir fonksiyonları ve de nitelikleri söz konusu
değildir. Burjuvazinin, işçi ve emekçilere unuturmak istediği nokta da tam
burasıdır.
Baştaki sorumuza dönersek, Kürt
işçi ve köylüsünün PKK’nın önderliğinde yürüttüğü savaştan beklentisi, kimlik
ve dil sorunudur. Kendi sınıfsal özgürlüğünü bununla bütünleştirmiştir. Bu da
en büyük bir yanılsamadır. Ezilen ulus önderliğinde yürütülen silahlı savaşın
kendi doğal gerçekliği, sınıf sorununu, sınıf gerçekliğini ikinci plana
itmiştir. Ulusun “ortak acısı” birinci planda olmuştur. Bu da, Kürt
komünistlerinin işçi ve köylüler içindeki etkinliklerinin ya olmaması ya da çok
az olmasından kaynaklanıyor. Kürt işçi sınıfının içinde sınıf mücadelesinin
geriliğini ortaya koymaktadır. Ulus kimliği için ölümüne mücadele eden bir
sınıfın, asıl kendi sınıfsal çıkarları için duyarsız kalması, anlamsız gibi
gelsede, az önce belirttiğimiz gibi, kitlelerin yanlış yönlendirilmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu idelojik defarmasyonu yıkacak olan yine sınıf bilinçli
Kürt işçi sınıfıdır.
Burada, Kürt komünistlerine
önemli görevler düşmektedir. Sınıf gerçeğinin ortaya çıkması için, Kürt
komünistlerinin soruna ulus duygusallığından değil, sınıf duyarlılığı açısından
bakması gerekiyor. “önce ulusal çıkar, sonra sınıfsal çıkar” anlayışıyla
soruna yaklaşmak, komünistlerin yaklaşımı olamaz. Komünistler, nerde olursa
olsun, soruna işçi sınıfının sınıf çıkarları açısından yaklaşmalıdır. Sınıfsal
bakış ve sınıfsal duruş bunu gerektirir. Ötesi, işçi sınıfı aleyhine,
burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını esas alan bir programı hayata geçirme
kavgasıdır. İşçi sınıfını ve emekçileri, burjuvazinin çıkarları için savaşa
sürmek ise sınıfa yapılan en büyük ihanettir. ***
Ulusal Çelişki ve Baş Çelişki
Çok uluslu ülkelerde, ezen-ezilen
ulus çelişkisi önemli bir yer tutmasının asıl nedenlerden birisi, işçi ve
emekçilerinde bu çatışmanın içine çekilmesidir. Her iki tarafta, ezen de ezilen
de kendi milliyetinden işçileri ve köylüleri, kendi sınıfsal çıkarları
doğrultusunda saflarını belirlemeye çağrıyorlar. Birincisi, ezen ulus milliyetçiliğini
geliştiririken, ikincisi ise, kendi ulusal çıkarlarını bütün ezilen ulustan
işçi ve emekçilerin çıkarı olarak öne çıkarıyor. Birincisinin hiç bir haklı
yanı yokken, ikincisinin istemlerindeki haklı ve meşru yanları vardır. Bu onun
demokratik bir istemidir.
Ezen ulus ile ezilen ulus
burjuvazisini aynı kefeye koymak, elbette doğru bir yaklaşım değildir. Biri
ezen biri ise ezilendir. Komünistlerin tavrı ezilenden yana olmaktır. Ancak,
bunun sınırı da bellidir. Bu sınırın nereye kadar olduğu ise, yazının daha önceki bölümlerinde ortaya kondu.
Buraya kadar, PKK’nın sahip
olduğu son program doğrultusunda işçi sınıfı mücadelesiyle ilgili ilişkileri
ele alındı. PKK’nın, kendisinin de açıkça belirttiği gibi bir işçi sınıfı
partisi olmadığı ve bu tür sınıf partileri anlayışına karşı çıktığını
programından ve önderlerinin konuşmalarından kısa alıntılarla ortaya koyduk.
Türk burjuvazisinin ırkçılığı,
Kürtleri yok saymasında kendini ifade etmiştir. Kendine devrimci ya da “sol”
diyen kesimlerde sosyal şovenizm ise, Kürtlerin varlığınının kabul edilmesi,
ancak, esas olarak ayrı devlet kurma hakkının yok sayılmasında kendini ifade
eder.
Bütün bunlar, Kürdistan’da
verilen mücadelenin ulusal olduğu, ama sosyal kurtuluş yanın, yani, işçi ve
emekçileri yakından ilgilendiren ezilenlerin üzerindeki sömürü ve baskının
varlığını devam ettirici bir yanı olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Oysa, Ezilen ulus burjuvazisinin geri plana ittiği ya da hiç değinmediği bu
sorun; Kürt proletaryasının esas sorunudur. Ezilen ulus sosrununa da bu açıdan
yaklaşmak durumundadır. Kendi burjuvazisinin güçlendirme adına, kendi sınıfsal
çıkarlarından vazgeçmesi, ezilen ulus proletaryasının intiharıdır. Bir başka
deyimle, ezen ulus baskısından kurtulmaya evet, sınıf baskısından kurtulmaya
ise hayır demektir.
Kürt proletaryası, Türk egemen
sınıfların Kürt ulusu üzerindeki tüm baskılara karşı çıkarken, bunu işçi ve
emekçilerin sosyal sorunlarıyla yani, proletaryanın kurtuluşu programıyla ele
almak durumundadır. Bu anlamda da, Kürtdistan’da bir devrim durumu söz konusu
değilken, Türk işçi ve emekçileriyle birlikte mücadeleyi ve ortak örgütlenmeyi savunmalıdır. Bu elbette,
sınıf bilinçli Kürt paroletaryasının örgütünün varlığını yoksaymayı
gerektirmez. Örneğin, 17 Ekim Devrimi öncesi Rusya’da bunun örnekleri çoktur.
Bu sorun, konumuz dışında olduğu için geçiyoruz.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan
özgülünde sorun ele alındığında, Kürt ulusuyla Türk ulusu arasındaki (Türk
ulusunun egemen sınıfları tarafından Kürt ulusunun bütün ulusal haklarını zorla
gaspetmesi bağlamında) çelişki, ezen-ezilen ulus arasındaki bir çelişkidir ve
bu başlıca çelişmeler arasındadır. Böyle bir çelişkiyi başlıca çelişmeler
arasına almamak, bu çelişkinin varlığını yadsımak sosyal şovenist bir politika
izlemeye neden olur. Aynı zamanda, böyle bir yaklaşım, UKKTH’nı redde kadar
götürür. Yani, ezilen ulusun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkının yok
sayılmasıdır. Bu çelişki, ezilen ulus
sorununun olduğu bir yerde bütün iradi olguların ötesinde nesnel bir olgu
olarak vardır. Bu çelişkinin, başlıca çelişmeler arasına alınması, proletarya
tarafından bu çelişmenin baş çelişme olarak ele alınmasını getirmez. Çünkü
proletarya, emperyalizm ve proleter devrimler çağında bu sorunu, proleter
devrimlerin bir parçası olarak ele almıştır. Bu sorunun gerçek çözümü,
proletarya önderliğindeki devrimle çözülebilir. Gelinen aşamada burjuvazi,
sınıfsal çıkarları açısından bu sorunu çözebilecek bir sınıfsal nitelikten
uzaklaşmıştır.
Konumuz bağlamında ezilen ulus
proletaryasının ulusal çelişkiyi baş çelişki olarak ele alması, ayrılığı direkt
gündeme getirmesi ile olasıdır. Bunun anlamı; ayrı bir devlet kurma bağlamında
mücadele ve ezilen ulus burjuvazisiyle bu temelde ittifak. Bu da, doğal olarak,
proletaryanın sosyal devrim şiarı ikinci plana, ezen ulus baskısından
kurtulduktan sonraki bir sürece ertelenmesi anlamına gelir. Ancak, böyle bir
yönelim pğroletaryanın gerçek kurtuluşunu sağlamayacaktır. Daha çok, ezilen
ulsu burjuvazisinin kurtuluşunu garantilemeye yönelik olacaktır. Oysa,
emperyalizm ve proletar devrimler çağında, ezilen ulus sorunu, proleter
devrimlerin sorunu olmuştur. Ekim Devrimi’nden bugüne kadar olan süreç, bunu
defalarca doğrulamıştır.
Eğer, proleterya
enternasyonalizminden hareketle, bütün ülkelerin işçilerinin birliğinin
sağlanması temelinde ortak mücadele savunuluyorsa, ortak örgütlenme ve bundan
hareketle de soruna sınıf mücadelesi temelinde yaklaşmak kaçınılmazdır. Ezilen
ulus proletaryasının yaklaşımı ve ulusal sorunda çıkış noktası da burası
olmalıdır.
Ezilen ulus çelişkisinin
çözümünün salt ulusal baskıdan kurtulmak olarak ele alıp, proletarya
devrimlerinden bağımsız ele alınırsa, ezilen ulus milliyetçisi bir çizgiye
düşme yanında, ezilen ulus sorunun çözümünü de gerçekleştiremeyeceği gibi,
ezilen ulus burjuvazisinin çıkarları uğruna, proletaryanın ortaklaşa
mücadelesini reddetmek, dıştalamak olur. Genelde, Kürt küçük burjuva
devrimcilerinin tavrı da bu yöndedir. Yani, önce ezilen ulus sorununu çözelim,
peşinden ise proletaryanın sosyal kurtuluş mücadelesi gelir vb...
Kürt küçük burjuva devrimcilerinin,
“kaderimizi Türk proletaryası belirlemesin” vb. gibi yaklaşımlarına da değinmek
gerekiyor. Aslında onların tek söyledikleri “Türklerden kurtulmak”. Ancak,
yanıldıkları nokta, burjuvazi ile komünistleri aynı kefeye koymak tavırlarıdır.
Proleterlerin birliği ve ortaklaşa mücadelesi, bütün ulusal sorunlardan önde
gelir. Ayrıca, ezilen ulus sorunun çözümü de bir devrim sorunudur. Bunların
görmek istemedikleri nokta da burasıdır. Onlar, ya bilinçli ya da farkında
olmadan ezilen ulus burjuvazisi ile bu konuda aynı düşünceyi paylaştıklarıdır.
Ulusal soruna, Yugoslav Semiç gibi yaklaşmaktadırlar.
Stalin’in Yugoslav komünisti
Semiç ile KEYK toplantısındaki tartışması, günümüz açısından da ulusal soruna
yaklaşım açısından önem taşımaktadır. O kunuşmadan kısa bir alıntıyı buraya
aktaralım:
“Ulusal programın çıkış
noktası, Yugoslavya’da Sovyet devrimi tezi olmalıdır, burjuvazinin yenilgisi ve
devrimin zaferi olmaksızın ulusal sorunun az buçuk doyurucu bir biçimde
çözülmeyeceği tezi olmalıdır.” (Stalin, Eserler, C.7, sf. 69, İnter)
Lenin ve Stalin’in ulusal sorun
konusundaki temel tezleri çarpıtılmayacak denli açık ve nettir. Sağa sola
çekmenin de hiç bir yararı yoktur. Bugün Kürt sorunu üzerindeki tartışmalar ve
Kürt ulusal hareketinin geldiği nokta dikkate alındığında, bu sorunun
proletarya devrimi sorunuyla ne denli yakın bir ilişki içinde olduğuda
kendiliğinden anlaşılabilir. Güney Kürdistan’daki gelişmeler dikkate
alındığında ise, emperyalist burjuvazinin çıkarlarına hizmet edici bir gelişme
olduğu görülebilir. PKK ile Irak KDP ve YNK’nın programları ve sınıfsal
konumları birebir aynı olmasa da, proleter sınıf bakış açısından uzak ve ulusal
sorunu proletarya devrimi sorunu olarak ele almayan bir çizginin varacağı yeri
de bize göstermektedir. Özellikle sınıf bilinçli Kürt proletaryasının bunu
görmesi ve ezilen sınıfların sınıf
çıkarları açısından sorgulaması gerekiyor.
Kürdistan sorunu açısından da
ele alındığında, ezilen ulus burjuvazisinin niyeti ve amacı, bütün Kürdistanı
bileştirmektir. Sınıf çıkarları gereği bu onun en doğal istemleri arasındadır.
Ancak, proletarya da kendi sınıf çıkarları açısından soruna yaklaşmak
durumundadır. Bu, ezilen ulus sorununa kayıtsız kalmak değil, tersine, bu
sorunun gerçekci çözümünü ortaya koymak içindir. Sınıf bilinçli proletarya hiç
bir zaman, ezilen ulus sorununa duyarsız kalmamış ve bunu kendi sorunu,
proleter devrimler sorunu olarak ele almıştır.
TDH açısından da soruna
yaklaşıldığında, özellikle Kaypakkaya’dan sonra bu soruna duyarsız kalınmamış,
tersine proleter bir çözüm programı ortaya konmuştur. Ayrıca, Kaypakkaya,
ezilen ulus sorununda çeşitli olasılıkları da dikkate alarak, Kürdistan’da
devrimin gelişmesi halinde, proleteryanın ayrılmayı gündeme getireceğini de
belirtmiştir.
Lenin, “ezen ulus
proletaryasının ayrılıktan yana, ezilen ulus proletaryasının ise birlikten yana
propaganda yapmalıdır” sözü, ezen ulusun baskılarına karşı bir mücadeleyi ve
ezilen ulusunda kendi çıkarlarını öne çıkaran ayrılık tavrının önüne geçilip,
proleterlerin birliğinin saplanmasına yöneliktir.
Ulusal Sorunun Çıkış Noktası
Bazı “sol” kesimlerde; “eğer
ulusal çelişki baş çelişki olarak ele alınsaydı, bugün PKK yerine orada
proleter bir hareket olurdu” anlayışı var ve özellikle bu anlayış, PKK’nın
mücadelesinin gelişmesine koşut bir şekilde gelişme gösterdiği söylenebilir.
Sınıf bilinçli proletarya
partisinin sahip olduğu bir programla, salt ezen ulus baskısını kaldırmaya
yönelik bir program aynı niteliklere sahip değildir. Birincisi, işçi ve
emekçilerin kurutuluşunun yanında, ezen ulusun egemenlerinin ezilen ulus
üzerindeki ulusal baskıyı ve her türlü ulusal hak eşitsizliğini de ortadan
kaldırmaya yönelik olmasına karşın, Kürt işçi ve emekçileri kimlik ve dil
sorununu, bir başka söylemle; kendi kurtuluşunu geri plana atarak, ezen ulus baskısına
karşı ezilen ulus burjuvazisinin peşinden gitmeyi tercih etti.
İbrahim Kaypakkaya’nın, sınıf
bilinçli proletaryanın programını öz olarak şöyle açıklıyor:
“Demokratik halk (ve de
proletarya Y.K’nın notu) diktatörlüğü sisteminde bütün ulusların ve dillerin
tam hak eşitliği garanti edilecektir. Hiç bir zorunlu dil tanınmayacak, halka
bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin
anayasası, her hangi bir ulusun, her hangi bir ayrıcalığa sahip olmasını ve
ulusal azınlığın haklarına her hangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır.
Her ulusa kendi kaderini tayin etme hakkı tanıyacaktır. Bütün bunların
gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik
yerel kendi kendine yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten
bölgelerin sınırları ekonomik ve toplumsal koşullar, bizzat yerel nüfus
tarafından belirlenecektir.
Ulusal sorundaki temel
şiarımızı bir kere daha tekrarlayalım:
“Bütün uluslar için tam hak
eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin
etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin (ve ezilen halkların) birleşmesi.”
İşte, ulusal sorunda komünist
bir program. Ulusal sorunun çözümünün tek garantisi, işçi ve emekçilerin
birliği ve birlikte mücadelesi ve birlikte iktidarıdır. Burjuva iktidarının hiç
bir garantisi yoktur. Irak ve İran’da bunlar yaşanarak görüldü. Burjuvazi,
istediği zaman tanınan “özerkliği ya da ototnomiyi” geri aldı. Ve hiç bir zaman
ezen ulus baskısını da eksik etmedi, Demoklesin kılıcı gibi, en iyi
dönemlerinde dahi ezen ulusun başında sallandırdı.
Kaypakkaya’nın ulusal çözüm
programının içinde, işçi ve emekçilerin sosyal kurtuluşu da yer almaktadır. Ve
Kürt ulusal sorunu buna bağlı olarak ele alınmıştır. Ancak, Kürt ulusal
hareketinin programında sınıf sorunu, sınıfsal baskı ve sömürüden kurtulma
sorununa yer verilmiyor. Birinci bölümde, sözünü ettiğimiz gibi, muğlak
ifadelerle ezilen ulus burjuvazisinin programını kotarma, sosyal kurtuluş
görüntüsü verme yer almaktadır. Ancak, bu programda; Kürt köylüsünün, işçisinin
ve emekçilerinin payına, sınıfsal baskı ve sömürü düşmektedir.
Ne yazık ki, Kürt köylüsü ve Kürt emekçilerinin önemli bir bölümü komünist
bir programı tercih etme yerine, Kürt ulusal burjuvazisinin kurtuluşunu esas
alan programı tercih etmiştir. Bu bağlamda, “Kürt ulusal çelişmesi baş çelişme
alınsaydı, orada proletarya hareketi gelişirdi” vb... gibi soyut tartışmalar
yürütmenin pratik teorik bir geçerliliği yoktur. Orada, Kürt köylüsü, toprak
sorununu ve sınıf sorununu esas alan bir programı elinin tersiyle itmiş, kendi kurtuluşunu
Kürt ulusal burjuvazisinin kurtuluşunda görmüş ve elbette ki yanılmıştır.
Her şey olması gerektiği gibi
olmuştur. Nasıl ki, Fin işçi ve köylüleri Sovyet devrimi yerine Fin
burjuvazininin bencil çıkarları peşinden gitmişse, Kürdistan da olan durumda
budur. Kürt işçi ve köylüleri üzerinde yıllarca uygulanan asimilasyon
politikası, başta Kürt köylüsü olmak üzere onları, önce “ulusun egemenliği”
çerçevesinde ayrı devlet kurma ve süreç içinde ise kimlik ve dil sorunun
taraftarı ve savaşçı öznesi durumuna itmiştir.
Bütün bunlar yaşanırken,
“ezilen ulus çelişkisinin baş çelişki alsaydık” gibi yakınmalar, olsa olsa
ezilen ulus burjuvazisinin hizmetinde ve onun bencil çıkarları peşinde gözü
kapalı gitmenin siyaseti olabilir.
Ayrıca belirtmek gerekiyor ki;
bir hareketin gelişmesinde belirleyici olmasa da, bir zamanlar Suriye’nin PKK’ya verdiği destek
ve bugün Kandil’de PKK’nın barınması, sınıf hareketine tanınmazdı. Ayrıca,
uluslararası emperyalist güçlerin tavırları çok farklı olurdu. Bunlar, sınıf
sorununu gözardı edenler için görünmezden ve de bilinmezden geliniyor.
Ezen ulus proletaryası da,
ezilen ulus çelişmesini baş çelişme
olarak ele alamaz. O, her türlü ulusal eşitsizliğe ve ulusal baskılara karşı
amansız mücadele etmesine karşın, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin
sınıfsal baskıya maruz kalması yönünde siyasal bir çizgi de izleyemez.
Kurtuluşu birlikte görür ve ulusal sorunun gerçek çözümünü de proleter devrimle
olacağını bilir.
Komünistler, bazı istisnaları
gözardı etmemekle beraber, özellikle Ekim Devrimi’nden sonra sorunun çıkış
noktasını: “Devrim tezi, ulusal programın çıkış noktası olmalıdır” (Stalin) şeklinde belirlemiştir. Bu sübjektif
bir belirlemeden öte, emperyalizm ve proleter devrimler çağının ortaya
çıkardığı yakıcı nesnel gerçekliğidir.
Ulusal sorunu salt bir anayasal soruna indirgeyenlerin görüşlerini de
gelecek yazıda ele alacağız.***
“Barış Görüşmeleri” ve “Yeni Anayasa”
Barış Görüşmeleri
PKK ile devlet arasındaki „barış
görüşmeleri“, bir çok yazımızda da belirtildiği gibi, yeni bir olay değil.
Savaşın başlamasından beş altı yıl sonra bu tür görüşmeler yapıldı. Daha çok da
el altından, yani devletin isteği doğrultusunda kamuoyundan gizlenerek! Devletin, PKK ile görüşmelerini gizlemesinin
nedeni; özellikle Türk kitlesine karşı, PKK’nın „muhattap alınmadığı“
izlenimini canlı tutmak. Sürekli olarak; „teröristler ile masaya oturmayız“
yönlü tekrarlamaları, kamuoyu nezdinde kalıcı kılmak için yapılıyordu ve hala
da aynı anlayışı devma ettirmeye çalışıyorlar.
Türk egemen sınıfları, son yıllarda, özellikle AKP’nin iktidara gelmesinden
sonra, hükümet kanadından bir heyetle
görüşme yapılması yerine, daha çok MİT kanalıyla görüşmeyi gerçekleştirmeleri,
olayı güvenlik sorunu olarak göstermek istediklerinden ileri geldiği gibi, yeri geldiğinde, kitleler karşısında
kendilerine bir kıvırtma payı da bırakmak içindir. Burjuvazinin iki yüzlü
olması nedeniyle, yeniden, „teröristlerle muzakere eden“, „onları muhatap alan,
şerefsizdir, namussuzdur“ diyebilirler. „Benim MİT müsteşarım görüştü“ diyerek,
özellikle şovenizm etkisi altında kalan kitleye bir mesaj ulaştırmak ve
kitlelerden, olayın siyasi boyutunu gizlemek içinde olabilir. Erdoğan,
bunu sıklıkla yapan ve yapabilecek bir kıvırtkanlığa sahiptir. Devlete egemen
sermaye kesimi de, Erdoğan’ın kitleler karşısındaki bu kıvırtkanlığını
sevmektedir.
Dünya da bir çok silahlı ulusal hareketin yanında, silahlı mücadele yürüten
sınıf hareketleri de vardır. Bu hareketlerin olduğu ülkelerde görüşmeler, el
altından devletin istihbarat güçleri ile yürütüldüğü gibi, sivil aracılar
vasıtasıyla da öngörüşmeler, yani, kamuoyu nezdinde açık yapılacak görüşmelerin
bir hazırlığı olarak gündeme gelebiliyor.
Bunlardan bazılarını şöyel sıralayabiliriz:
Filipin devleti-Filipin Komünist Partisi, Filipin devleti-Mora ulusal
kurtuluş hareketi (müslüman), FARC-Kolombiya devleti, daha önceleri Nepal
Komünist Partisi (Maoist)-Nepal devleti, IRA-İngiltere, ETA-İspanya ve bazı Afrika ülkelerinde süren iç savaş ya
da hükümetlere karşı silahlı hareketler…
Bunların çoğuyla, süreç içinde kamuoyuna karşı açık görüşmeler yapılmıştır.
Şu anda Kolombiya devleti ile FARC arasındaki görüşmeler, dünya kamuoyunun
gözleri önünde Havana'da sürdürülmektedir.
PKK, devlet ile MİT üzerinden değil, resmi olarak görüşmeleri dayatmalıydı
ve dayatmalıdır. Görüşmeler kamuoyuna karşı açıktan yapılmalıdır. Devlet, böyle
bir görüşmeye yanaşmıyorsa, PKK’da MİT ya da diğer güvenlik güçleri üzerinden
görüşmeleri kabul etmemeliydi ve gelinen süreçte etmemelidir. „Öcalan ile BDP
milletvekillerinin görüşme tutanaklarının sızdırılması“nın burjuvazi nezdinde
gürültü koparması, görüşmelerinin ve içeriğinin kitlelerden gizlenmesine
yönelik ve de devletin resmi olarak PKK ile görüştüğünün açığa çıkmaması
içindir. Eğer, görüşmeler gizli yapılıyorsa,
kitlelerden birşeylerin gizlendiğinin bir göstergesidir. Ayrıca, PKK’nın
kendi kitlesinden gizleyeceği bir şey de olmamalıdır.
AKP-İmralı görüşmeleri de, yine MİT üzerinden yapılmaktadır. Devreye,
BDP’nin kendi iradesiyle seçtiği değil, başbakan Erdoğan’ın onay verdiği
milletvekilleri sokularak, görüşmelerin
biraz daha ciddiyet ve resmiyet kazanmasına neden olmuşsa da, yine hükümet,
Kürt ulusal sorununa „güvenlik sorunu“ olarak gördüğünü her fırsatta yineliyerek,
sorunu, „kriminal Kürtlerin ehlileştirilmesi“ olarak gösterme çabası içindeler.
Hükümetin BDP’yi devreye sokması ise, Kürtlerin ulusal taleplerini
karşılamaktan çok, PKK’nın silahlı güçlerini dağıtmasına hizmet etmek amaçlıdır.
Daha açıkcası PKK’ın kendini tasfiye etmesine yöneliktir. Devletin beklentisi,
görüşme amaçları ve tüm çabası bu yöndedir. Bunu gizlemiyor, açıktan beyan
ediyor.
Devletin, BDP milletvekillerini devreye sokmasındaki diğer bir amaç ise,
hem Kürt kitlesine, „olayı ciddiye alıyoruz“ mesajını vererek güven kazanmak,
hem de PKK’yı, sivil kesim vasıtasıyla iknaya yönelik bir çaba gibi
görülmektedir. Özellikle Öcalan’ın devreye sokulması, Öcalan’ın tüm gücünün
silahların bıraktırılması yönünde kullanılmasına yönelik olduğu da, hükümetin
açıklamalarından ortaya çıkıyor.
Her iki tarafta bu görüşmelerden bir beklentileri var; Devletin beklentisi
açık; PKK'nın silahları bırakması! Kürt ulusal hareketin bu görüşmelerden
beklentisi ise, Kürt kimliğinin anayasal olarak açıktan tanınması, ana dilde
eğitimin resmileşmesi ve asgari ölçüde özerk bir yönetim. Bu konuda, devletin
istemleri ile PKK’nın istemleri uyuşmuyor. Birbirinin zıttı. Öcalan’ın son
açıklamaları, bu zıtlığı ortadan kaldırmaya, daha çok da ulusal hareketin
taleplerini daraltma ve içini boşaltmaya yönelik olduğu görülüyor. Ulusal
hareketin kendisi, bunu kabul eder mi bilinmez. Deneyimler, PKK‘nın böyle bir
şeye yanaşmayacağı yönündedir. Çünkü, AKP hükümetinin isteği doğrultusundaki
bir „çözüm“ çözüm olmaktan öte, sorunu ötelemeye ve esas olarak da Kürt ulusal
silahlı hareketinin bastırılması, dağıtılması ve ulusal baskının aynen devamını
sağlamaya yöneliktir.
Türk Burjuvazisinin Çözüm Planı: “ Tek Devlet, Tek Bayrak, Tek Sınır”
Bütün bunlara karşın, Türk egemen sınıfların, bu sorunun, asgari düzeyde de
olsa çözülmesini istediği de bir gerçektir. Yani, Türk devletinin üniter
yapısının tanınması, „misaki milli“ sınırların korunması, Türk bayrağının
kabulü ve korunmasına yönelik bir karşı çıkış olmadığı sürece, (tek devlet, tek
bayrak ve tek sınır şeklinde formüle edilebilecek) devletin Kürtlerin kısmi
olarak ulusal kültürel haklarını tanımaktan yana olduğu, uzun bir zamandır
bilinen bir gerçek. Türk burjuvazisi, özellikle de TÜSİAD kanadının, 1993’ten
beri bu konuda hükümetlere raporlar sunduğu da biliniyor. Ancak kendi içlerinde
de bu konuda netleşmedikleri ve Kürtlerin ayrılması korkusunu yaşadıkları da
bir gerçek. Kürt ulusal hareketi de, devletin bu kuşkularını gidermek için;
„bayrakla, devletin üniter yapısıyla ve misak-i milli sınırla bir sorunumuz
yok“ diyerek, güvence veriyor, olmasına karşılık, semayenin egemen olduğu
kapitalist bir sistem de, burjuvazinin kendine dahi güveni olmadığı bilinir.
Ancak, PKK’nın Türk devletine güvenmemesinin haklı temelleri daha çoktur. Türk
egemen sınıfları egemenliklerinin zayıflamasını asla ve asla istemezler,
tersine, egemenlik alanlarını daha da geliştirme çabası içinde oldukları da bir
sır değildir.
Türk Egemen sınıflar arasında da Kürt sorunu konusunda önemli çelişkilerin olduğu
da bir gerçektir. Ancak, PKK’nın gücü, Kürt kitlesinin önemli bir bölümünün
PKK’yı desteklemesi, bölgedeki gelişmeler (Güney ve Batı Kürdistan’daki
durumlar), Türk egemen sınıfları, bu konuyu savaşı bitirerek çözüme zorlayan
etkenlerin başında gelmektedir. Egemen sınıf, Türk devleti ile PKK arasındaki savaşın daha
fazla uzamasını, kendilerinin lehine olmadığını da görüyorlar. Bu nedenle de
olsa, PKK’nın silahsızlandırılması, Türk egemen sınıfların baş hedefleri
arasındadır. PKK’nın, devletin askeri gücüyle tasfiye edilemediği gibi,
tersine, devletin Kürtler üzerindeki çok yönlü baskı ve katliamlarına karşın
her geçen gün PKK güçlendi. Bunu bilen devlet, askeri bastırmanın yerine,
„barış“ görüşmeleriyle PKK’yı silahsızlandırmak istiyor. Böylece, Kürt ulusal
hareketinin en önemli silahı elinden alınmış olacaktır. PKK silahları bıraktığı
anda, devlet, “gerisinin geleceğini”, yani, Kürt ulusal hareketinin en önemli
direnme noktalarının kırılmış olacağını biliyor. Öcalan’ı da bu konuda
zorlamaktadırlar.
Kandil’in temkinli açıklamalarından yola çıkılırsa, bu durumu, Kürt ulusal
hareketi de görmektedir. Onlar’da devletin niyetini bilmektedir. Her ne kadar
Öcalan ve Öcalan’la görüşme yapan BDP‘li milletvekiller, AKP’nin „samimi“
olduğunu söyleselerde, „samimiyet“ten ne anlaşıldığı ve bunun sınırlarının
nereye kadar uzandığı net olarak açıklanmıyor. Öcalan’ın bazı „uç“ açıklamalarını, Kandil; „önderliğimize
güvenimiz tam“dır sözcükleriyle kısmende
olsa törpülemeye çalışıyor. Ancak, BDP milletvekilleri de AKP’nin
„samimiyetine“ (P. Buldan’ın Avrupa dönüşü açıklaması) inanmış gözüküyor.
Kandil ise, „AKP’den bu samimiyeti göremediğini“ söylüyor. Devlet de, bu
çelişkileri derinleştirerek Kürt ulusal hareketini yıpratmayı da amaçlıyor.
Osman Öcalan örneğinde olduğu gibi (o zaman, küçümsenmeyecek bir silahlı gücün
devre dışı kalmasına neden oldular), devletin böyle bir dayatması ve yönelimi
PKK’nın bölünmesini de hedeflemektedir.
Anayasa ile Kürt Ulusal Sorununu
Çözme
Burjuvazi, net olmamakla beraber, „yeni anayasa“ ile Kürt sorununu kısmen
de olsa „çözmek istiyor" gözüküyor. Bu anayasanın içinde vatandaşlık
belirlemesi salt Türklüğe indirgenmeyerek daha geniş bir şekilde ele
alınabilir. Ancak, „Kürt kimliğini tanıyoruz“ ve de „Kürtçe eğitim olacak“ vb.
gibi kavramların yer almayacağı da açık gözüküyor. Yani, olayı muğlak olarak
ele alacaklar. BDP’den de bunu desteklemelerini istiyorlar. Buna karşılık,
AKP’nin başkanlık sistemi planının desteklenmesi şartı da BDP’ye, yani PKK’ya
dayatıldığı açık. Öcalan’ın buna yeşil ışık yaktığı gözüküyor.
Öcalan-MİT görüşmelerinde, „çözüm“ yolu olarak „Paris Şartı“nın konuşulduğu
anlaşılıyor. „Paris Şartı „ diye bilinen metini ise, Türkiye, 1990 yılında,
AGİK üyeleriyle birlikte onayladı. Yine, Yugoslavya’nın parçalanmasına hukuki dayanak oluşturmak için „Paris
Şartı“ içinde Batılı emperyalistlerce konulan ve „self-determination“ olarak
bilinen „halkların kendi geleceğini tayin hakkı“ ise, (biz bunu,
„halkların“ yerine „ulusların“ okuyalım) 2003 yılında AKP hükümeti tarafından
onaylanmıştır. Uluslararası
yasaların onaylanmasının bağlayıcılığı, sadece sermayenin çıkarlarıyla
ilgilidir. Emperyalist burjuvazi kendi çıkarlarını zedeliyorsa, onaylamayan
ülkelere baskı yapıyor, eğer „insan hakları“, „azınlık hakları“ vb. gibi
konularda ise, sorunun üstüne gitmiyor.
Yeni anayasada Kürt sorununun
çözümü, „Paris Şartı‘na“ bağlanırsa; bunun, bugüne kadar ne olduysa o
olacaktır anlamına gelmesinden başka bir şey ifade etmediği bir kere daha
yaşanarak görülecektir. Türk devleti, "Paris Şartı"nı 20, „kendi kaderini
belirlemeyi“ ise 10 yıl öncesinden imzalamıştır. Ancak, söz
konusu bu imzalar, uygulamaya sokulmayarak kağıt üstünde bırakılması tercih
edilmiştir ve „azınlık hakları“nın (ki, Kürtler azınlık değildir) en fazla bu
süreçte ihlal edildiği de söylenebilir. Paris Şartı’na imza koyan bütün „demokrat“
ülkeler ise, Türk devletinin Kürtler üzerindeki baskılarına destek vermişlerdir.
Bunların „azınlık hakları“ndan anladıkları ise; Türkiye’de, hiristiyan kökenli
vakıf ve kiliselerin haklarıyla sınırlı kalmıştır. Bu da, emperyalist burjuva
devletlerin ne biçim bir „demokrat
devletler“ olduğunun Kürtle nezdindeki kanıtı olmuştur.
AKP önderliğinde hazırlandığı söylenenen burjuvazinin „yeni anayasa
taslağı“nda, "Kürt sorunun çözümü yer alacak" deniyor. Ya da
kitleler, özellikle de bir bütün olarak Kürt ulusal kitlesi böyle bir
beklenti içine sokulmaya çalışılıyor. Türk devletinin hazırladığı bütün (1924
anayasası hariç) anayasalarında yer alan: „egemenlik kayıtsız şartsız Türk
milletinindir“ ilkesi ne olacak? Türk burjuvazisi bundan vazgeçecek mi? Bu net
değil. Bu madde anayasada yer aldığı sürece, Kürtlerin „eşit“ görülmesi (ve
diğer azınlık milliyetlerinin haklarının tanınması) söz konusu olamaz.
Ayrıca, anayasa da bunlara yer
verilmezse ya da buna yönelik düzenlemeler olmazsa, Kürt kimliği ve dilinin “zımni”
kabulünün “kalıcı” olmayacağı açıktır. “Türk milletinin egemenliği” maddesinin kaldırılmasına, başta CHP, MHP
olmak üzere egemen sınıf partilerinin önemli bir bölümü karşı çıkacaktır. AKP
de kamuoyuna, bu konuda“ net bir görüş“ açıklamış değildir.
Türk egemen sınıfların, AKP önderliğinde „yeni anayasa“ da ilerici olan hiç
bir şey olmayacağı bir gerçektir. Yukarıda belirttiğim gibi, Kürt ulusal hareketine yönelik kısmi bazı
kültürel (ki, bunun da açıktan anayasa da yazılı olarak yer alacağı belli
değil) göz kırpmalar dışında, işçi ve emekçilerin lehine her hangi bir
iyileştirme olmayacağı gibi, içeriği 12 Eylül
1980 anayasının bir benzeri olacaktır. Daha doğrusu, içerik aynı, ama
kelimelerin yerleri değişmiş olacaktır desek, yanılmış olmayız. Çünkü, Türk
egemen sınıfları, sınıfsal çıkarları gereği „demokrat“ içerikli bir anayasa
hazılayamazlar. Hatta, bugünkü koşullarda, 1961 anayasası düzeyinde dahi bir
anayasa (o günde devletin sınıfsal niteliği aynı olmasına karşın; egemen
sınıflar arsındaki keskin çelişmelerin yanısıra kitle hareketlerindeki olumlu
gelişmeler, bazı demokratik hakların anayasada yer almasını sağlamıştır)
hazırlamaları söz konusu değildir. AKP’nin hükümetinin on yıllık uygulamaları
ortadadır. Faşist nitelikli bir partinin , işçi ve emekçiler lehine bazı ileri
adımlar ataması olası değildir. Özellikle, kitlelerin demokratik hak ve
özgürlükleri elde etme yönünde ciddi mücadeleleri olmadıkça, burjuvazinin,
zorla gaspettiği demokratik hak ve özgürlükleri kitlelere kendiliğinden sunmaları
sınıfsal karakterine terstir.
Türk egemen sınıfları, PKK’nın
istediği „demokratik özerklik“i kabul eder mi? Bunu kabul etmeleri de söz
konusu gözükmüyor. „Sızdırılan görüşme tutanağı“ eğer doğruysa, Öcalan’ın da
bundan vazgeçtiği gözüküyor. Geriye ise, PKK açısından, Öcalan’ı da kapsayan
„genel af“ kalıyor. Salt bu düzeydeki bir "çözüme" PKK’da
yanaşmayacaktır diye düşünüyorum. Yanaştığı taktirde, bu onun siyasi intiharı olur. PKK’nın sınıfsal yapısı ve buna bağlı
olarak siyasal çizgisi gözönüne alınırsa, „yanaşmayacağının“ garantisini vermek
elbette zor. Eğer, basına sızan "görüşme tutanakları" dışında, el
altında olan başka birşeyler yoksa, hiç bir hak elde etmeden, bölgedeki son
gelişmelere pek uygun olmadığı için, PKK'nın silahları bırakması politikasını
kabule „yanşması“ çok zor gözüküyor.
Kürt kitlesi barış istiyor, ancak, „onursuzca“
bir barıştan yana olmadığını da açıklıyor. PKK’nın „onursuzca“ bir „barış“
yapması durumunda (Öcalan’da devrede olsa),
Kürt kitlesine anlatması zor olacaktır. Elbette, soruna sınıfsal açıdan
bakmak gerekiyor. PKK’da sınıfal çıkarları neyi gerektiriyorsa, onu yapacaktır.
Kendine destek veren işçi ve emekçilerin çıkarlarını, Kürt ulusal burjuvazinin
çıkarları önüne geçirmeyecektir.
Eğer, „yeni anayasa“da, Kürtlerin ulusal
kültürel haklarına yönelik iyileştirici herhangi bir madde olmazsa, PKK ve BDP
hangi anayasaya „evet“ oyu verecek? Burjuvaziyi daha da güçlendirecek,
demokratik hak ve özgürlükleri bütünüyle yok edecek; işçiler, köylüler ve tüm
ezilenler aleyhine olan bir anayasaya „evet“ demek, demokratik bir tutum
olamaz. Böyle bir anayasadan Kürt ulusuna da hiç bir ileri adım çıkmaz. Kürt
burjuvazisine tanınacak bazı kırıntılar adına, Kürt işçi ve köylülerinin daha
fazla baskı altına alacak bir yasaya „evet“ demenin kabul edilebilecek bir yanı
yoktur. Bu tavır, başta Kürt işçi ve köylüsü olmak üzere, çeşitli
milliyetlerden bütün işçi ve emekçilerin haklı bir nefretini
kazanacaktır.
Kürt Ulusal Sorunun Çözümü
Burada, güncel gelişmelerle
bağlantılı olarak soruna kısaca değineceğiz. Bu sorunun esas çözümünün ne
olduğunu yazımızın diğer bölümlerinde dile getirdik. Ezilen ulusal sorunun
gerçek çözümünün (UKKTH’nı özgürce gerçekleştirme bağlamında) proletarya
önderliğinde bir devrimle gerçekleşebileceğini belirttik. Buna karşın, diğer
(UKKTH tanımayıp, ulusu zorla boyunduruk altında tutmanın yanısıra, kısmi
ulusal demokratik kültürel haklar ve ulusal kimliğin tanınması vb.)
çözümlerin de reddi ya da yadsınması
anlamına gelmiyor. En azından Kürt ulusu lehine bazı ulusal demokratik hakların
kazanımı elbette olumlu bir gelişme olacaktır. Bu, en azından, Türk halkı ile Kürt halkı arasındaki sınıfsal
dayanışma ve dostluğu geliştirmeye hizmet edeceği gibi, Türk halkında var olan
şovenizmin kırılmasına da neden olabilecek ya da bunun gerilemesini beraberinde
getirecek bir rol oynayabilecektir.
Kürt kimliğinin ve Kürtçe anadilde
eğitimin kabulü ve bazı kültürel hakların tanınması, elbette desteklenecek
şeylerdir. Ancak, Kürtlerin bu ulusal demokratik hakları ile Türk burjuva devletinin
egemenliğinin daha da pekiştirilmesi için bir „şart“ olarak ileri sürülürse,
böyle bir şartın desteklenmesi söz konusu olamaz. Kürtlerin bazı ulusal
hakları, Türk devletinin anayasasıyla birlikte sunulduğu taktirde, bu
anayasanın desteklenmesi kabul edilemez. Bazı liberal yazarların da ifade
ettiği gibi, „ölümü gösterip sıtmaya razı etme“ formülü, devrimci ve
komünistlerin onaylayacağı ve kabul edebileceği bir yöntem olmaz ve burjuvazinin bu yöntemi en
geniş şekilde teşhir edilmelidir.
AKP’nin, „ölümü gösterip sıtmaya
razı etme“ tavrı, 12 Eylül 2010 „Anayasa Referandumu“nda
oldu. Bazı ilerici kesimlerde buna „evet“ dediler. Ancak, „sıtma“, ölümdende
beter oldu. „direnerek ölümü“ kabul etmeyenlerin önemli bir bölümü, sonradan
pişmanlıklarını bildirdiler.
Kürt ulusunun „ulusal demokratik
özerklik“ istemi de desteklenmelidir. Bazıları bunu, proletarya önderliğindeki
devrimden sonraki „bölgesel özerklik“le karşılaştırarak karşı çıkıyor. Oysa,
PKK’nın istediği „demokratik özerklik“, sosyalist bir devletten değil,
kapitalist bir devletten, Türk egemen
sınıflarındandır. Ezilen Kürt
ulusunun özerk olması, baskı altında tutlmasından daha ileri bir adımdır.
Ezilen ulus lehine desteklenecek bir çözümdür. Türkiye açısından da önemli bir
demokratik gelişme olacaktır. Ancak, Türk egemen sınıfların böyle bir
demokratik gelişmeye „evet“ demeleri, bugünkü koşullarda zor gözüküyor. Eğer,
Türk işçi ve emekçileri, Türk egemen sınıfların Kürtler üzerindeki ulusal
baskılarına karşı çıkıp, Kürtlerin ulusal demokratik haklarına destek verirse,
kitlelerin bu zorlamasıyla Türk egemen sınıfları buna „evet“ diyebilir.
Bugün, Türk halkı ciddi olarak Türk şovenizmin etkisi
altındadır ve Türk devletinin Kürtler üzerindeki ulusal baskılarına destek ve
ortak olmaktadır. Ülkemizde sınıf hareketinin geriliği ve Kürt ulusal
kurtuluş hareketinin pratik olarak ileri düzeyi, egemen sınıfların, bu hareket
üzerine daha acımasız bir şekilde gitmesine neden olmaktadır. Sınıf hareketi
ile ulusal hareketin dayanışması olmakla beraber, özellikle işçi sınıfı
hareketinin zayıf olması, Türk şovenizminden önemli ölçüde etkilenmesi, ulusal
harekete gereken desteği verememektedir.
Bu da, egemen sınıfların Kürt ulusal hareketine karşı tavizsiz
yaklaşmasına hizmet etmektedir. Bu konuda, komünist ve devrimcilere önemli
görevler düşmektedir. Kürt ulusu üzerindeki tüm baskılara karşı aktif bir
mücadele ve Kürt ulusunun kendi kaderini
özgürce tayin etme hakkının tanınması için mücadele, devrim mücadelesinin
önemli bir parçasıdır. *** 09-03-2013
UKKTH: Ulusların Kendi Kaderini
Tayin Hakkı
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf.
230, Umut Yayımcılık