Yusuf KÖSE
Tarihin, komünistleri haklı
çıkarması, sorunların onların düşünceleri doğrultusunda çözülmesini de peşinden getirmiyor. Ya da insanlar, daha
özel bir vurguyla; günümüz toplumsal yapısının temel özneleri olan halklar ve işçi sınıfı,
komünistlerin siyasal söylemlerini kendi sınıfsal çelişmeleriyle birleştiremedikleri için, kendi kaderlerini de kendileri
ellerine alamıyorlar. Emperyalist burjuvazinin ve işbirlikçilerinin kendilerine
biçtikleri kahredici bir yaşam sınırları içinde birbirlerini boğazlıyarak
varlıklarını sürdürmeye çılışıyorlar. Boğazlanması gerekenleri değil,
kucaklaşması gerekenler birbirlerinin gırtlaklarına sarılmış. Tam’da Frantz
Fanon’un betimlediği sömürge insanına biçtikleri rolleri oynuyorlar. Beyaz
adamın (emperyalist burjuvazi) böl-yönet politikasını benimseyerek,
birleşecekleri yerde hücrelerine kadar alt kimliklere bölünmüşlerdir. Bunu, kitlelerin
sahip olduğu kendi nesnel sınıf kimliği altında bütünleştirmek, örgütlemek ve
burjuvazinin saltanatını yıkmaya yöneltmek de komünistlerin görevi olarak orta
yerde duruyor.
Lenin; “emperyalizm
kapitalizmin son aşamasıdır” demiştir. O, yine, “emperyalizm egemenliktir”
demiştir. Doğru bir saptamada bulunmuştu. Yine hemen hemen bütün Marksistler,
emperyalizmin yağma ve talan olduğunu, işgal ve sömürgecilik olduğunu sık sık
vurgulamışlardır.
Yine Lenin, emperyalizm,
“dünyanın yeniden ve yeniden paylaşımıdır” ve “emperyalizm var olduğu sürece
emperyalist savaş tehlikeside var olacaktır” demiştir.
Bu saptamalar, son yüzyılın siyasal
doğrularıdır. Bunları her gün yaşayarak görüyoruz. Emperyalist-kapitalist
sistem varolduğu sürece, insanlığın bir bütün olarak acıları bitme yerine,
acılar yoğunlaşarak artıyor. Üretkenliğin ve bilimin gelişmesi, insanların
yaşam seviyelerinin yükselmesi yerine, bir avuç burjuvazinin işçi sınıfını ve
emekçileri köleleştirmesine hizmet ediyor.
Ortadoğu’daki gelişmeler
emperyalist politikalardan ayrı ele alınamaz. Irak ve Suriye’nin parçalanması,
yıllarca bir arada yaşayan halkların arasına düşmanlığın ekilmesi ve birbirine
kırdırılma politikası emperyalist burjuvazinin egemenlik savaşının bir paraçası
olarak ortaya çıkmıştır. Hatta emperyalistlerin en çok dalaştığı bölgelerin
başında uzun yıllardır Ortadoğu gelmektedir. Enerji yataklarının bolluğu, bölge
halkının refah ve barış içinde yaşması yerine, emperyalizmin ve gericiliğin
kahredici gazabıyla yaşamaya zorlanıyorlar.
Özellikle emperyalist ABD ve AB
ülkeleri, kapitalist sistemi sürdürmeleri ve yarı-sömürge halklarının
değerlerini kendi ülkelerine taşımaları için, kan akıtılmasına ve halkların en
geri yöntemlerle birbirine kırdırılması gerekiyordu. Tek başına emperyalist
işgal ya da saldırganlık yetmiyor. Emperyalist burjuvazinin sınıfsal çıkarları
için dini kullanarak halkların birbirini boğazlamasının ortamının oluşturulması
gerekiyor. Gerisi geliyor. Çünkü emperyalist burjuvazinin diri tutuğu gericilik,
zaten buna hazır bekliyor. “Din adına” savaşlar başlıyor. Böylece halklar kendi
sınıfsal çıkarı yerine emperyalist burjuvazinin ve gericiliğin çıkarları için
savaş arenalarına sokuluyor.
ABD Irak’ı işgal ettiğinde,
Irak’ın eskisi gibi olmayacağı ve toplumsal yapı taşlarının yerinden oynadığı
ve bir daha eskisi gibi aynı yerlerine konamayacağı biliniyordu. Bunu
işgalcilerde dahil olmak üzere herkes söylüyordu. Irak üçe ayrılacaktı. Şiiler,
Sunniler ve Kürtler olarak. Baskılarla bir arada duran halklar, emperyalist
işgalle birlikte, silahlarını birbirine çevirdi. Elbete burada da yerli gerici
sınıfların ekonomik ve siyasal (sınıfsal) çıkarları doğrultusunda kitleler
savaşa sokuldu.
Her şey emperyalistlerin
istediği gibi olmayabiliyor. Bir taraftan, açıktan propagandası yapılan dinci
ayrım politikası ve bir taraftan ise bastırılmış sınıf çelişmeleri açığa
çıktıktan sonra onların nasıl bir şeye evrileceğe ve hangi bir çelişmeyi öne
çıkaracağı belli olmaz. Savaşın başladığı yer belli olmasına karşın nerede
duracağı ise önceden kestirilemez. Araya hesap edilemeyen veriler çıkabilir.
Ancak, din görüntüsü ya da dinsel farklılıklar altında ortaya çıkan çatışmanın
gerçek nedeni ekonomik ve siyasaldır. Saddam döneminde iktidarı elinde
bulunduran sünni kesim, yeniden iktidarı ele geçirmek ya da sınıfsal
ayrıcalıklarını bütünüyle yitirmemek için savaşıyor. Şiilerde aynı durumdadır.
Ve bu her iki gerici kesimler, kitleleri kolayca da peşlerine takarak, sünni-şii
ayrımı adı altında halkları birbirine boğazlatabiliyor.
ABD ve batılı emperyalistlerin
Suriye’yi “dize” getirme ve kendi egemenlik alanları altına alma politikası
sonucu, Irak’tan sonra Suriye’nin de savaş alanı haline getirilmesi, Irak’da
iktidarı kaybeden Sünnilere güçlerini toplama ve bir devlet olarak ortaya
çıkabilme koşulunu yarattı. Sünni kesimlerin gerici sınıfları, hem Irak’ta hem de
Suriye’de kendilerine güçlü bir yandaş bulabildi. Uzun yıllar gerici propaganda
ve baskı altında oluşan toplumsal doku İD gibi siyasal yapıların yeşermesine
zemin hazırladı. Çünkü Suriye’de de Irakta’ki kadar olmasa da sünniler
eziliyordu. Nüfusun çoğunluğunu oluşturmalarına karşın, iktidar nimletlerinden
aleviler kadar yararlanamıyorlardı.
Aslında özü gerici egemen
sınıfların sınıfsal çıkarlarına dayanan bu çatışma, sünni-şii çatışması olarak
sahneye sürüldü. Çünkü kitleleri en kolay bir şekilde etkilemenin ve kendi
tarafına çekmenin yollarından biri, dinsel farklılıkları kullanmaktır.
Diğerleri gibi İD (İslam Devleti) da dini kullanıyor. Sünni ve şii kesimin
egemen sınıfları işçileri, köylüleri ve
emekçileri kendi saflarında savaşmaya çekebilmek için “din adına” savaşa
çıktıklarının propagandasını yapmayı yeğliyorlar. Savaş sırasında ise
barbarlığın hiç bir kuralı ve sınırı
olamaz. Özellikle “din adına” savaşa çıkanların bu konuda pervasızlıkları ve
barbarlıkları bilinen bir gerçektir. Bu salt islam adına savaşanlar için değil,
hiristiyanlık ya da her hangi bir din için savaşanlarda da aynı yöntemleri
kullanmışlardır. Çünkü büyük (büyüklükleri uyguladıkları şiddetle doğru
orantılıdır) dinler, savaşla kabul ettirilmiştir ve yayılmıştır. Ve tüm gerici
sınıflar dini kullanmayı her zaman yeğlemişlerdir. Emperyalist burjuvazi de
işine geldiği yerde dini öne çıkarmış, halkların dinsel farklılıklarını kendi
egemenlik çıkarlarını pekiştirmenin bir aracı olarak kullanmıştır. “Masum” gibi
görünen dinlerin altı kazındığında, ortaya egemen sınıflar arası iktidar
savaşımı çıkar. Ne var ki, ezilen halklar bunun ayrımında değillerdir. Bu
nedenle de kendi dinlerinin safında olan egemenlerin “kutsal savaş” çağrılarına
kayıtsız kalmazlar ve en temel savaşçı potansiyeli olarak, kendilerine karşı
savaştıklarını bilmeden, efendileri için kendi ve kendisi gibi “karşı” dinden
olan halkı öldürmenin barbarlığına katılırlar. Bu savaşta kazanan din
bezirganları (egemenler) olur.
Irak ya da Suriye’yi artık eski
haline getirmenin koşulları ortadan kalkmıştır. Özellikle Irak, kabul edilsin
edilmesin üçe bölünmüştür. Kürtler ezilen bir ulus olarak kendi topraklarında
ayrı bir ülke ve devlet haline gelmiştir. Irak ve Suriye Arapları ise dinsel
olarak bölünmüştür. Şiiler ve sünniler olarak. Emperyalistler arası egemenlik
savaşı aynı ulusa mensup bir halkı dinlerine göre bölmeyi başarmıştır.
ABD ve İD
İslam Devlet (İD) gericiliği,
ABD ve diğer batılı emperyalistlerin yanısıra, Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar'ın ürünü ve beslemesi olarak ortaya çıkmıştır
ve zamanla gelişme ortamı bulunca da kısmen “kontrolden çıkmış”tır. Uyguladıkları
şiddet biçimi, kendinden olmayanları yok etme ve kadını köleleştirme siyaseti
ise, onların varolma koşulları halini almıştır. Aynı emperyalist burjuvazinin
uyguladığı zor gibi. İki “zor” arasında sadece biçimsel bir ayrım vardır.
İD’nin kafa kesmesi, açıktan
katliam yapması, doğal olarak herkesin tepkisini çekmektedir. Oysa, İD’nin
yaptığı ile emperyalizmin yaptığı arasında özde bir fark yoktur. İD bıçakla
insanın kafasını gövdesinden ayırırken, ABD’nin bombaları insanları hücrelerine
kadar parçalıyor. İsrail, Gazze’de yaşayan Filistinlilerin tutup kafasını
bıçakla kesmiyor, ama bombalayarak binlerce insanı katledebiliyor. İD’nin
katlimalarıyla emperayalizmin ve
uşaklarının katliamlarının özü aynı. Ya da Türk devletinin[1]
Roboski’de, Reyhanlı’da ve GEZİ’deki katliamları arasında hiç bir fark yoktur.
ABD, Irak’da birbuçuk milyon
insanın katledilmesine neden olmuştur ve büyük çoğunluğu ise ABD bombalarıyla
katledilmiştir. Daha sonraki katliamlar ise ABD ve diğer batılı
emperyalistlerin izledikleri sömürgeci siyaset nedeniyle olmaktadır. Yine
Süriyie’de olanda aynı şekilde emperyalitlerin böl-parçala ve yönet siyasetinin
bir ürünü olarak yaratılmış ve şimdi ise, kendi yarattıkları canavara karşı
savaşıyor pozisyonu almışlar. Oysa halkların en büyük canavarı ABD ve diğer
emperyalistlerdir. İD vb. gibi gericilik onların siyasetlerinin “defolu yan
ürünleri” olarak ortaya çıkartılıyor ya da çıkıyorlar.
Birçok insan, İD’nin
katliamları karşısında öfke duyarken, ABD ve diger “medeni” emperyalistlerin ve
uşakların katlimalarını anlaşılan daha “temiz” buluyor ki, ikincisine öfke
duymuyor ya da aynı şiddetli “öfkeyi” göstermiyorlar. Oysa, İD (IŞİD)
emperyalizmin bir ürünüdür. İD, “ortaçağ” yöntemlerini uygulayarak insanları katediyorsa
(ki, bu; karşı tarafa, özellikle kitlelere korku salarak kolayca kendilerine
teslim olmalarını sağlamanın yöntem biçimidir) insanlara “ortaçağ” yaşam
biçimini dayatıyorsa, bu, emperyalist burjuvazinin, toplumları nasıl bir
uçurumun eşiğine getirdiğinin resmidir.
Aynı zamanda, kapitalizmin ne denli çürüdüğünün de bir
resmidir bu. Doğanın ekolojik dengesini bozan kapitalizm insanın insan olma
dengesini de bozmuştur. İnsanı bütünüyle kendine yabancılaştırmıştır. Bu da
onun çürüdüğünün ve doğa ve insanlık için büyük bir tehlike haline geldiğinin
göstergesidir. Bu iflah olmaz Ur’un, insanlığın sırtından kesilip atılması da bir o kadar
zorunlu hale gelmiştir.
Kürtler ve “Yardımsever” Emperyalistler
ABD, Almanya, Fransa, İngiltere vd. emperyalistler şimdi
Kürtlere yardım etme kararı almışlar. Böylece, İD “vahşeti” karısında kendi
vahşetlerini şirin gösterme ve unutturma siyasetini de gütmüş oluyorlar. ABD’nin
İD’ni “bombalaması”, bir çok kesim tarafındann sevinçle karşılandı. Özellikle
Ezidilerin “kurtarılması” çabaları olarak yorumlandı. Oysa, Ezidilerin katledilmesinin birinci sorumlusu ABD ve
diğer batılı emperyalistlerdir. Bu gözardı edilerek ABD’nin İD’ye karşıymış
gibi gösterilmesi, halkları kendi cellatlarına aşık etme siyasetidir. ABD ve
diğer emperyalistlerin yardımına değil, bölgeden defolup gitmeleri halkların
birbirini boğazlamasını durduracaktır. Kürtlerin ya da Ezidilerin ABD’nin
“yardımına” değil, bölgeden kanlı elini çekmesine gereksinimleri vardır.
O zaman ne İD ortaya çıkar ne de diğer gerici yönetimler kitleleri boğazlayabilir.
Hırsızın evi yakıp, sonrada
söndürmeye gelmesinin inandırıcılığı olamaz. Eğer yaktığı evi söndürmeye
geliyorsa, bilin ki, o, ev sahiplerinin telaşından (birbirlerini
boğazlamasından) yaralanarak, yıkıntılar arasında değerli eşyalara (petrole vb.
enerji kaynaklarına) el koymak içindir. ABD ve diğerlerinin yaptığıda budur.
Bazıları, emperyalizmin
“sermaye birikimi için kaosa değil, istikrarlı bir ortama gereksinim duyar”
yollu anti-marksist teroileri ileri sürebiliyorlar. Böyle süreçler olabilir,
ama bu uzun sürmez. Sermaye yeni pazarlar ister. Yeni pazarlar elde etmek, yeni
savaşların kapısını zorunlu olarak açar. Burjuvazinin sermaye birikimi için,
tek bir şeye gereksinimi var; egemenlik alanlarının genişlemesine. Bu da ancak
savaşla olabilir. Kaos ortamı içinde daha büyük sermaye birikimi
sağlanmaktadır. Ortadoğu petrolleri, ister İD egemenliği bölgelerinde olsun
isterse bir başka gerici yönetimin elinde olsun, emperyalist tekellerin
pazarlamasına gereksinimleri vardır. Ayrıca, sürekli bir savaş ortamı,
emperyalizmin yayılmacı ve talancılığını kolaylaştırarak egemenliğinin
pekişmesini, genişlemesini ve sermaye birikiminin sürekliliğini sağlıyor. Sınıf
savaşımı yerine “dinsel” ya da daha başka görüntüler altında verilen savaşlar,
emperyalizmin çıkarlarına hizmet ediyor. Ama, sınıf savaşımları ise,
burjuvaziyi ürkütüyor. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin sınıf savaşımı yerine
alt kimliklere bölünerek birbirlerini boğazlamalarının siyaseti ve yöntemi
izleniyor. Sınıf savaşımları, emperyalizm ve gericiliği hedeflerken, kitlelerin
dinsel ya da bir başka alt kimlik altında birbirlerini boğazlamaları,
emperyalizmin ve gericiliğin beslenme kaynakları oluyor.
Kitleler, işçi sınıfının sınıf
savaşımı etrafında birleşip sosyalist bir dünya yaratana kadar bu acıları fazlasıyla
hep yaşayacaklardır. Kitleler için bu uzun ve meşakatli yolu kısaltmanın
yöntemi ise; komünistlerin ve devrimcilerin kitleler içinde daha aktif ve
militanca bir siyasi çalışma yapmalarından geçiyor. 30.08.2014
***
[1]
Türkiye ve İŞİD (İD) ile ilişkileri
ve bunun olası yansımaları, bir sonraki yazının konusu olacak.