Haziran Ayaklanması
Üzerine Bir Değerlendirme[1]
Neden
ayaklanıyorlar?
Nereye gidiyorlar?
Giriş:
Kapitalizm 2008 yılına
girdiğinde tarihinin en büyük bunalımlarından biriyle karşı karşıya kaldı. Bu
krizi atlatmak için çeşitli yollar denediyse de uzun vaadeli çözüm üretemedi. Kapitalizm,
gelinen aşamada, uzun vaadeli çözüm üretmekten uzaktır. Keynesçi dönemden sonra
yürülüğe soktuğu neoliberal politikalar da, artık son sınırına gelmiş ve sermaye
birikimlerinin hayat kaynakları olarak ele aldıkları yarı-sömürge ülkelerde
(emperyalizmin periferilerinde) olduğu gibi, kendi içlerinde de büyük kitle
ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalmıştır.
Başta Fransa, ABD, İngiltere, Almanya,
Japonya, Çin, Rusya ve daha bir çok emperyalist ülkedeki kitle hareketleri,
varoşlarda yaşayanların isyanları, kapitalizmin aşırı sömürüsünden bunalmış
şehir işçi ve emekçileri, kapitalist sömürüye karşı occupy (işgal)[2]
ve isyanlar, büyük kitle gösterileri artık olağan bir hal almıştır. Ancak, her
isyan, her işgal ve her büyük kitle gösterileri, işçi grev ve eylemleri, daha
örgütlü ve daha büyük kitlesel gösteriler olarak yeniden sokaklara dönüyor ve
dönecektir. Bu, emek-sermaye çelişkisinin esas olduğu çağımızda kaçınılmaz bir gelişmeler
zinciridir. Bundan tekelci burjuvazinin hiç bir kaçış ve çıkış yolu yoktur.
Kapitalizmin ölüm sancıları daha da artmış, her tarafını kanserli hücreler
sarmıştır. Küçük operasyonlar, onların ölümünü belki biraz uzatabilir, daha
fazlası değil.
Kapitalist sistem, ölümünü,
baskı ve şiddet ile biraz daha geciktirecektir. Ancak, onlar için deniz bitmiş ve
başka da çıkış yolu kalmamıştır. Bölgesel savaşlar çıkararak, yer yer
işgaller yaparak, etnik ve dinsel kimlikleri öne çıkarıp kitleleri bunlarla oyalamaya
çalışsalarda, bu vahşet politikası da ölümlerini geciktirmeye yetmeyecektir.
Kitleler, sınıf mücadelesi içinde kendi sınıf kimlikerine daha fazla sarılıp,
kendi kurtuluşlarının yolunu da bulacaklardır ve buluyorlarda. Kendi sınıf
örgütleri etrafında örgütlendiklerinde ve harekete geçtiklerinde ise, kurtuluşa
giden uzun acılı yolun kısalacağı da bir gerçektir.
Her tarafta, kitle
ayaklanmaları gelip kapitalizmin kapısına dayanmaktadır. Burjuvazinin tüm kara propagandasına
karşın, işçi ve emekçiler kapitalist sistemin yıkıcılığını ve tahribatını açık
ve net görüyor ve görenlerin sayısı her geçen gün artmaya devam ediyor.
2000’li yılların başında
Türkiye’de yeni bir “model” (1980 başından 1990’ların sonuna kadar uygulanan
modele, biçimsel olarak dindarlık maskesinin takılması) deneme yoluna giden emperyalist
tekelci burjuvazi, bu yolla Ortadoğuya da yön vermek ve sermaye birikimi için
yeni bir soluklanma süreci yaratmak istedi. Ancak, bu da, on yıl sürdü ve Gezi
Ayaklanması ile son buldu. İşte, Haziran Ayaklanması, emperyalist burjuvazinin
ve onun “yerli” uşaklarının aşırı sömürü ve baskısı, yoğun olarak yer üstü ve
yer altı kaynaklarının talanı, kitleler üzerindeki aşırı sömürü ve baskı,
doğanın fütürsuzca geri dönüşümsüz tahribi/talanı, kapitalizmin sürdürülmesi
için yetmedi. Kitleler, emperyalizmin bu politikasına dur dedi. İşte bunun adı,
Türkiye’de Haziran Ayaklanması olarak tarihe önemli bir not düştü. Bu yazıda
analatılmaya çalışılan, tarihe düşülen bu notun kısa siyasal ve sosyal
hikayesidir.
Türk devletinin, en demokratik
gösteri haklarını kullanan silahsız ve savunmasız kitle üzerine vahşice
saldırması, öldürmesi, yaralaması ve gözaltına alması, kapitalizmin vahşetinin
sadece bir yanı, hatta denebilir ki, “en hafif” bir göstergesidir. Kitlelerin
direkt siyasal iktidar aygıtına yönelmesi ise, daha büyük katliam ve vahşetleri
de beraberinde getirecektir. Ancak, bunlarla beraber, burjuvazi ile işçi sınıfı
arasındaki son savaş yaşanmadan, eskimiş, çürümüş toplumsal sistemin yıkılıp, yerine,
yeni bir toplumsal sistemin doğmasının da olanağı yoktur. Kitlelerin, kapitalist
sistemin baskı ve sömürüsüne karşı ayaklanmalarını, işçi sınıfı ile burjuvazi
arasındaki sınıf savaşınmının birer parçaları olarak ele almanın ve bu tarihsel
ilerlemeyi, eskinin sonuna, yenin ise başlangıcına doğru, yer yer durarak, yer
yer hızlanarak yol aldığını dillendirmenin
kaçınılmazlığı da kendiliğinden aşikardır.
Alman Der Spiegel[3]
dergisi, , Türkiye ile ilgili hazırladığı Türkçe-Almanca özel sayfasında,
“Türkiye bir çelişkiler ülkesidir” diyor. Bu saptama doğrudur. Bir doğru daha
var, o da; bu çelişkilerin işçi ve emekçiler lehine çözecek olan sınıf bilinçli
proletarya önderliğindeki sosyalist devrimdir. Burjuvazinin kapitalist sistemi
içinde başkaca bir çözüm yolu da yoktur.
Oguz Atay; “iyi bir hayat
hikayesi yazmak, bir hayat yaşamak kadar zordur” demiş. Buradan hareketle; bir
ayaklanmayı değerlendirmenin, onu yaşamaktan daha zor olduğu da bir gerçektir.
Ayaklanma yaşanır ve yeni bir şeyler yaratır. Burada önemli olan, ayaklanmanın
verdiklerini, aldıklarını ve öğrettiklerini ayaklanmanın kendi doğrusuna
yakışır bir şekilde ele alabilmek. Bunu söylemek ise kendi açımdan hiç de kolay
değil ve ayrıca böyle bir savım da yoktur.
I.
BÖLÜM
ÖZGÜRLÜK, DEMOKRASİ, ADALET
için
BİR
HAYALET DOLAŞIYOR...
Ateşi 28 Mayıs’ta Taksim Gezi
Parkı’nda fitillenen ve 31 Mayıs’ta bütün Türkiye’ye yayılan halk hareketi,
faşist devletin baskılarına karşı bir ayağa kalkış, görkemli bir başkaldırıdır. Türkiye tarihinde
bir ilki gerçekleştiren ve tarihe “Haziran Ayaklanması” ya da “Gezi
Ayaklanması” olarak geçecek olan halk ayaklanması, devletin tüm baskılarına ve şiddetin
boyutunu vahşete vardırcasına artırmasına karşın, çeşitli biçimler alarak devam
etmektedir. Ancaki kitleler, bu ayaklanma ile aldığı suyu unutmayacak, ona,
buradan daha geri adım attırmak artık zor olacaktır.
Ve bundan sonra ülke tarihi, kitlelerin
uyanışının bir adlandırılması olarak; Gezi Öncesi ve Gezi Sonrası diye ikiye
ayrılacaktır. Elbette, her sınıf bundan dersler çıkaracaktır. Komünistler’de
burjuvazi de. Burjuvazi nasıl bir ders çıkarırsa çıkarsın, artı-değer sömürüsü,
onu, daha fazla sömürüye, ve bu da, kitleler üzerinde burjuva basıkısını
artırmayı koşullayacaktır. Kitlelerin ise buna karşı baş kaldırıları ve kendi
kaderlerini kendi ellerine alana kadar devam edecektir.
Ayaklanan kitlelerin talepleri
şöyle özetlenebilir: ÖZGÜRLÜK,
DEMOKRASİ, ADALET
Haziran Ayaklanması, eşitlik,
özgürlük ve adalet talepleriyle ortaya çıkmıştır. Bu talepler, burjuva demokrasisinin olduğu
ülkelerdeki uygulamaların ötesine geçmemiştir. Faşist ve anti-demokratik baskı
ve yasaların ortadan kaldırılması, özgürlüğün sınırlarının genişletilmesi...
AKP’nin hükümete gelmesinden
sonra uygulanan baskıları, kısaca şöyle
özetleyebilirz
:
2012 Agustos’unda resmen
yürürlüğe giren ve 6,5 milyon işçiyi sendikasızlaştıran ve bunlara ek olarak
bir çok iş koluna grev yasağını resmileştiren “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi
Yasası”, işçi tazminatlarının hak olmaktan çıkarılması, taşeronlaştırılmanın
yagınlaştırılmas... B2, C4, Torba yasası, 4+4+4 yasası, köylülerin yaylalarına
el konması, toprakların belli ellerde temerküzü, kentsel dönüşüm adı altında
rant yasası, petrol arama yasası, maden yasası, ormanlık alanların imara açma
ve daha niceleri...
Yine, kadınlara yönelik
baskıların artması, kadınların dıştalanması, zorla kapanmaya zorlanmaları,
sadece çocuk doğurma makinesi durmuna indirgenmeleri ve bunların
yasallaştırılması, içki yasakları, gençlere yönelik yasaklar; yani, kitlelerin
yaşamına direkt müdahalede bulunulması ve şeriat yasalarının yavaş yavaş
topluma empoze edilmesi ve adeta işçi ve emekçilerin bir fanus içine haps
edilmesi ve fanusun havasının ise her geçen gün biraz daha azaltılması...
Burjuvazi tarafından, kitlelerin
soluk alabileceği her yerin işgal edilmesi, yağmalanması; ekonomik, demokratik
hak ve özgürlüklerin gasp edilmesi, yoğun bir baskı ve sömürü politikasının hayata
geçirilmesi. Yürürlükteki kanunların bile uygulanmaması. Kişilere göre kanun
çıkarılması. AKP’yi ve arkasındaki sermaye güçlerinin ve emperyalist tekellerin
istemi doğrultusunda yasaların yürürlüğe sokulması. Bunun için de polis
devletinin resmileştirilmesi ve kitlelerin büyük bir çoğunluğunun, “İdi Amin’in
Uganda”sında ve daha bir çok ülkede olduğu gibi bir muz cumhuriyetinde
olabilecek baskı ve uygulamalarla karşı karşıya kalması, Haziran Ayaklanması’nı
ortaya çıkarmıştır. Çünkü bu baskılardan neredeyse en alttan en üste kadar tüm
muhalif kesimler paylarına düşeni, ekonomi ve üretimdeki payı oranında
almıştır. Bu nedenle, geniş yığınlar bu hareketin içinde yer almış ya da
desteklemişlerdir.
Meydanlara damgasını vuran
sloganların başında, “hükümet istifa”, “faşizme karşı omuz omuza”, “diktatör
istemiyoruz”, “yaşamımıza karışma”, “kurtuluş yok tek başına” vb.dir. Bu
sloganlar, direkt, devlet sistemini
değiştirmeyi hedef alan, kapitalist sistemi hedef alan istemler olmasa da,
demokratik içerikli istemlerdir.
Her hangi bir önderlik olmadan
kendiliğinden ayaklanan örgütsüz kitlelerin meydanlarda attığı sloganlar,
burjuva sisteminin ne hale geldiğinin de bir göstergesidir. Burjuvazi, kitlelerin
en asgari orandan demokratik hak ve özgürlükleri dahi kısıtlar duruma
gelmiştir. Kapitalist sistemi ayakta tutabilmek için en ağır baskı ve sömürü
koşullarını uygulamakla karşı karşıya kalmışlardır. Burjuvazi, kendi
diktatörlüğünü, çeşitli manevralarla en geri yığınlardan dahi saklayamaz duruma
gelmiştir. Erdoğan’ın pervasızlığı bunun en son örneklerinden biridir.
Türkiye’de, burjuva anlamda adalet,
AKP’nin güçlenmesine koşut olarak azalmış ve adeta ortadan kaldırılmıştır.
Burjuvazi, kendi çıkardıkları yasaları dahi hiçe sayarken, halkın ise kanunlara
uymasını, “bagımsız” diye lanse ettikleri burjuva mahkemelerine “saygı“dan söz
edebiliyorlar.
AKP ve Erdoğan ve arkasındaki
sermaye güçleri hızla palazlanmak ve durmadan daha fazla, daha fazla büyümek (bu
kapitalizmin kuralıdır, büyümediği zaman ya batar ya yutulur ve elbette ki
büyümede de sınır tanımaz) istiyorlar. En büyük vurgunu da inşaat dalında,
toprağın temerküzünde[4],
kentsel dönüşüm projelerinde vurduğu ortaya çıkıyor. Özellikle İstanbul gibi,
sanayi, finans ve ticaret merkezinde rant ise oldukça büyüktür. Her köşede
mantar gibi biten AVM’ler, gökdelenler, lüks binalar, kentsel dönüşümler, yeni
köprüler, yeni bir kanal vb. gibi rant üzerine kurulu gelişme, AKP ve
arkasındaki sermayenin daha fazla palazlanması ve elbette bundan alınacak pay
sorunu önem taşımaktadır. Bu nedenle, başbakan Erdoğan direkt devreye sokulmaktadır.
Ayrıca,
Erdoğan ailesinin de son on yıl içinde bir sermaye grubu haline geldiği
gözlerden ırak tutulmamalıdır. Erdoğan’ın her yere burnunu sokması, ihalelere
direkt müdahale etmesi, muhalif sermaye gruplarına baskı ve şantaj yapması,
hızla palazlanmak isteyen ve büyük rantlar peşindeki bir sermaye grubunun
hırçın CEO’su görüntüsü çizmekten geri duramamasının nedenleri arasında bu saydıklarımın
payı büyüktür.
AKP’nin neoliberal politikaları
yaşama geçirmesiyle, faşist baskılar ve anti-demokratik uygulamalar daha da
artmıştır. 1980’de 24 Ocak kararlarının uygulanması 12 Eylül Askeri Faşist
Cuntası’nı zorunlu kıldıysa, emperyalistlerin AKP eliyle neoliberal
politikaları uygulaması ve yaşama geçirmesi de, AKP ve Erdoğan despotizmini,
yani faşist yönetimini devreye sokmuştur. Bütün yetkilerin bir kişinin elinde
toplanması olayı, genel de yarı-sömürgelerde olur. Bu tam da emperyalistlerin ve
“yerli” burjuvazinin istediği bir gelişmedir.
24 Ocak Kararları neoliberal
politikaların Türkiye’de hayata geçirilmesinin adıydı. Bunun içinde işçi ve
emekçilerin zapturapt altına alınması gerekiyordu. Ancak, bu politikaların
hayata geçirilmesi emperyalist burjuvazi ve uşaklarının sermayesinin büyümesine
yetmedi. Daha doğrusu, kapitalizmin yeniden ve yeniden üretimi için bu yeterli
olmadı ve olamazda. AKP, bu
politikaların uygulanmasını devam ettirmek için hükümete getirildi. Bu kez, bir
askeri vesayet altında değil, “demokrasi” adı altında baskıcı polis rejiminin
uygulanmasıydı. “Askeri vesayet”, ABD ve AB için de, Ortadoğu’daki gelişmeler
açısından işlerine gelmiyordu. Sivil görünümlü, “ılımlı islam” yaftalı bir
“demokrasi” modeliyle bölgedeki çıkarlarını daha iyi koruyabileceklerini
düşündüklerinden, AKP desteklendi, beslendi, büyütüldü.
Emperyalist ülkelerdeki,
özellikle de Avrupa’da yeraltı ve yer üstü kaynaklar tükenmiş ya da tükenmek
üzeredir. Bu nedenle de yarı-sömürgelerin bakir alanlarının, yani, doğanın ve
üzerinde yaşayanlarının yaşam alanları acımasızca talan edilmektedir. Ne orman,
ne su, ne de maden bırakılmakta, doğanın ve elbette insanlığın ölümüne rağmen,
talan edilebilecek yerlerin tahribinin önüne geçilememektedir.
AKP döneminde, ülkedeki gelirin
%70’lere varan bölümü emperyalist tekellerin kasalarına akar duruma geldiyse,
bunun sosyal hayattaki karşılığı ise, işçi ve emekçiler üzerindeki baskısının
boyutunun artırılması şekilinde olmuşur. Böyle bir ülkede, deyim
yerindeyse, burjuva demokrasisinin
kırıntılarını dahi bulmak zordur. İşçi ve emekçiler, burjuvazinin yutturmaca
“temsili demokrasi” oyunlarıyla oyalanmaktadır. Baskının boyutu ve şiddeti de
buna göre artış gösterir.
Son on yıl içinde biriken
sermayenin gözeneklerindeki kan, önceki yıllara göre kat kat fazladır. Bir
taraftan sermaye kesimlerinin birbirine karşı mücadelesi ve biribirini yeme
oyunları, bir taraftan ise, sermayeyi büyütmek için işçi ve emekçilere yönelik
ağır baskı ve bir o kadar da sömürünün ağırlaştırılması, kitlelerin
yaşamlarının tek düzeye indirgenmeye çalışılması, toplumun dinci cenderenin
içine sokularak kolayca idare edilmesi yolu amaçlanmış ve siyasal iktidarın
politikaları bu minval üzerinden şekillendirilmiştir.
Burjuvazi, daha önce ezilen
kitleleri, 80 yılı aşkın bir süre “kemalizm” adını verdikleri ideoloji ile baskı
altında tutmuş, bu yetmeyince, “ılıman dinciliği” devreye sokmuştur. Ancak,
artık bu da iflas etmiştir. Türk egemen sınıfları ve onun arkasındaki
emperyalistler, kitle hareketleri daha fazla geliştiğinde “yeni” bir yönelime
geçeceklerdir. Bu kez, “ılıman islam”ı bırakıp, yıllardır gündemde olan kemalizm
sopasını yeniden devreye sokacaklardır. Ya da baskıların biraz
gevşeteceklerdir. Biçimi ne olursa olsun,
burjuva Türk devletinin özü aynı kalacaktır. Kısa ya da uzun vadeli
politikalar, burjuva devletin ayakta tutlması içindir.
Burjuva demokrasisinin kimin için demokrasi
olduğu komünistler açısından çok açık olmasına karşın, asgari düzeyde de olsa
kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerinin varlığını şart koşar. Ancak, burjuva demokrasisinin bu “kırıntıları” Türkiye
ve Kuzey Kürdistan’da aranır durmdadır. Faşizmin hüküm sürdüğü ülkelerde
burjuva (günümüz AB’in de olan) demokrasisini aramak boşunadır. Ya da,
emperyalistler yarı (yeni) -sömürgelerinde demokrasi değil, baskıcı bir rejim
istemekte ve kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerine karşı çıkmaktadır. Bu
nedenle de, bütün yarı-sömürgelerdeki diktatörleri bunlar desteklemiş ve
beslemiştir. Mübarek 30 yıl Mısır halkının tepesinde emperyalizmin ve yerli
uşaklarının sopası olarak tutulmuştur. Tunus’da Bin Ali ve diğerleri de aynen öyledir. Erdoğan’da
11 yıldır, başta ABD olmak üzere, AB emperyalistlerinin sadık uşağı olarak
Türkiye halklarının tepesinde sopa olarak beslenmiş, büyütülmüş, korunmuştur.
Ne zaman ki, kitleler bu uşak
rejimlere karşı ayağa kalktığında, emperyalist burjuvazi “demokrat” kesilmiş,
bir zamanlar “demokrat” dedikleri uşaklarına karşı ağız değiştirerek “diktatör”
demeye başlamışlardır. Şimdi, bazılarının (Alman Bild Gazetesi) Erdoğan’ı
“diktatör” olarak nitelemesi gibi.
Emperyalist burjuvazi destekli Türk
egemen sınıflarının demokrasisi “seçimlerin” olmasıdır. Yani, kitleleri, hangi
egemen kliğin ülkeyi yönetmeye karar vermesidir. Bunun içinde kitlelerin, yani,
işçi ve emekçilerin burjuva asgari ölçülerde dahi özgürlüğünün olmamasıdır.
Kitlelerin özgürlüğü, burjuvazinin özgürlüğünün bittiği yerde, burjuvazinin
özgürlüğü ise, kitlelerin özgürlüğünün bittiği yerde başlar. Burjuvazinin kanunları,
yasaları ve uygulamaları bu gerçeği yerine getirmek için vardır ve hayata
geçirilir.
Bu gelişmeler, kapitalist
sistemin kendi iç çelişkilerinin bir sonucudur. Kapitalist sistem var olduğu
sürece, burjuvaziye karşı ayaklanmalar ve burjuvazinin ise kitlelerin
ayaklanmalarını bastırmak için katliamlara varan uygulamaları olacaktır. Bu
yeni bir olay olmayıp, özel mülkiyetçi toplumsal sistemlerin hepsinde bunlar
yaşanmış ve yaşanmaya devam edecektir. Ta ki, kitleler uyanıp kendi kaderlerini
kendileri ellerine alana kadar, bu karşılıklı çatışma devam edecektir.
Kitlelerin özgürlüğü elde ettikleri gün, burjuvazi ve onun baskı rejmi de
olmayacaktır.
HAREKETİN TOPLUMSAL
DİNAMİKLERİ
Haziran Ayaklanması’nın
sınıfsal niteliğini, işçi ve emekçiler dışında aramak anlamsız ve aynı zamanda
sorunu çarpıtmaktır. Bu eyleme başından beri katılanlar işçi ve emekçilerdir.
Bunun yanında şehir küçük burjuvazisi de güçlü bir şekilde eylemde yer
almışlardır. Öğrenci gençliğin de yer alması, eylemin işçi ve emekçi eylemi
olduğunu yadsımaz. Onlar da emekçi sınıfın içinde yer almaktadır. Ayrıca,
kısmen laik orta sınıf da bu eylem içinde yer almıştır. Daha genel bir
ifadeyle, mavi yakalı ve beyaz yakalı işçilerin güçlü bir şekilde katıldığı bir
ayaklanma olmuştur. Özellikle büyük şehirlerin işçi semtlerinde direnişe
katılımların kitleselliği bu savı doğrulamaktadır. İstanbul gibi mega metropol
kentin, Gazi, 1 Mayıs Mahallesi, Sarı Gazi, Kartal, Maltepe ve daha sayısız
işçi semtlerindeki direnişler, işçi sınıfının katılımının büyüklüğü açısından
özel bir yere sahiptirler.
Toplumsal hareketin devrimci
dinamiği hiç kuşkusuz işçi sınıfıdır. İşçiler, hareketin içinde güçlü bir
şekilde yer almalarına karşın, sınıfın örgütsüzlüğü ve sınıf bilincinden
yoksunluğu, örgütlü bir şekilde, bu hareket içinde öne çıkmasını önleyen
etmenlerin başında gelmiştir. Ancak, örgütlü gücünü kullanamamasının nedeni ise,
sarı sendikaların onların önünde engel olmasındandır. Bu da, işçiler içinde
örgütlü ve etkin bir sınıf partisinin olmadığının göstergesi oluyor.
Bu ayaklanma öncesi, yıllardır
Kürt Ulusal Hareketi’nin ayağa kaldırdığı, politize ettiği Kürt işçileri,
yoksul köylüleri ve emekçileri vardı. Bu
ayaklanma sırasında, ulusal hareket için oynadıkları rolü oynayamamışlardır.
Bunun ilk nedeni, Türk işçi ve emekçileri üzerindeki sosyal şovenizmin
etkisinin olmasıdır. Devletin milliyetçiliği ırkçı politikasının geniş bir
kesim üzerinde hala etkisini sürdürmesi, Kürt ulusal hareketine karşı uzak durmalarında önemli bir etken oldu.
Ve
bu ayaklanmanın öncesi devlet ile Kürt ulusal hareketi arasındaki anlaşmanın
varlığı, Kürt ulusal hareketinin bu eylemde direkt yer almasının önünü de kesti.
Kürt ulusal burjuvazisi kendi sınıf çıkarları doğurultusunda soruna yaklaşarak,
uzaktan bakmayı yeğledi.
Tarih, zaman zaman, bir arada
olmayacak siyasal yapıları, kendi iradeleri dışında bir araya gelmesine tanık
olmuştur. Haziran Ayaklanması sırasında böyle bir durum yaşanmıştır. Bu, kitle
hareketlerinin talepleri ve siyasal durumuyla da yakından ilgilidir. Nasyonal
sosyalist İP ile komünist ve devrimciler iradeleri dışında, aynı safta, AKP
hükümetine karşı birlikte hareket etmişlerdir. Ancak, İP, sadece AKP’ye karşı
iken, devrimci ve komünistler ise devlet ve onun siyasal temsilcisi AKP’ye
karşı mücadele etmiştir.
Devletin polis gücüyle Gezi Parkı’ndaki
insanlara vahşice saldırması toplumsal dinamikleri ateşlerken, yıllarca daha
beter baskılara maruz kalan Kürt ulusal hareketi etrafında hareket eden Kürt
işçi ve emekçilerinin yardımına kısmen de olsa bu denli bir duyarlılığın
gösterilmemesi, Türk halkı ile Kürt halkı arasındaki kardeşlik duygularının
oldukça zayıfladığının bir kanıtıdır. Tük milliyetçiliği ve şovenizmi, Kürt
halkını Türk halkından uzaklaştırmıştır. Buna karşın, kitlelerin önemli bir
bölümü de “Kürt-Türk kardeştir”, “yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarını
atarak, işçi ve emekçilerin birliğini savunmuşlardır.
İki halk arasındaki kardeşliğin
güçlendirilmesi, bu hareket ile sağlanabilir ve yeniden güçler
birleştirilebilirdi. Yukarı da sözünü ettiğimiz halk hareketi içinde yer alan
Türk Nazi partisi İP ve diğer kemalist şovenist partilerin tutumu ve
kışkırtması sonucu bu başarılamadı. Oysa, bu halk hareketi iki kardeş halkın
kardeşliğini güçlendirmede ciddi bir araç olurdu. Bu hala kaçırılmış değildir.
Devrimcilerin ve komünistlerin kararlı ve birlikte hareket etmesi, hareket
içindeki şovenist ve ırkçı yaklaşımların önüne geçebilir, bunları kitlelerden
teşhir ve tecrit edebilirler.
Aydın ve sanatçılardan da
önemli destek geldi ve önemli bir kısmı da bu ayaklanmanın aktif olarak içinde
yer aldılar. Çünkü AKP’nin baskı ve yasaklamalarıyla karşı karşıya kaldılar.
İlerici ve demokrat aydınlar ise cezalarla, tehditlerle ve çeşitli baskılarla susturulmaya
çalışıldı. Onlarca gazeteci, hükümeti eleştirildi diye ya işinden atıldı ya da
cezaevlerine tıkıldı.
Kendiliğinden halk ayaklanması
içinde yer alan ve çatışmaların önünde yürüyen gençliğin, salt öğrenci gençliği
olduğunu söylemek de yanıltıcı ve doğru bir belirleme değildir. Her toplumsal
halk hareketinde, hareketin ileri mevzilerinde yürüyen ve çatışan işçi ve
öğrenci gençlik olur. Haziran Ayaklanması’nın ileri mevzilerinde yer alanlarda
bunlar olmuştur. Bu durum, genç insanların, başta sınıfsal konumları olmak
üzere, dinamikliğiyle de yakından ilgilidir. Ayrıca, bunlar işçi ve emekçi
sınıfından ayrı değil, onunla iç içe ve onun bir parçasıdır. Bazı “sol”
liberallerin, işçi sınıfının devrimci dinamiğini yadsımak için ayrı bir gençlik
sınıfı yaratmaları, bilinçli bir çarpıtma ve yanıltma çabasıdır.
Burada bir parantez açmak
gerekiyor. 68’in gençlik kuşağı ile şimdiki gençlik kuşağı tartışılırken ve de
karşılaştırılma yapılırken, her şey kendi koşulları içinde ele alınmalı ve öyle
bir değerlendirme yapılmalıdır. 68 kuşağı devrim kuşağı idi. Devrim kuşağı
olmasının nedenini, o günün dünya koşullarının siyasal ve sosyal nedenlerinden
ayrı değil, direkt ona bağlıdır. 1980’lerden sonra ise, durumlar (ülkemiz
açısından da) biraz daha farklı gelişmeler yaşanmış ve burjuvazi gençliği
apolitize etmek için yoğun bir çaba harcamıştır.
Bu ayaklanmada yer alanların
yaklaşık % 64’ü’nü 19-30 yaşlarındaki gençler oluşturuyor. Bunun % yaklaşık
%40’ını 19-25, % 24’ü ise 26-30 arası yaşlardaki oluşturuyor. Ayrıca, %54,5 ise
“apolitk” olduğuna katılmıyor. Bu da, gençleri ve de eylemlere katılanları
“apolitik” olarak niteliyenleri yalanlayan veriler olsa gerek.[5]
Ayrıca, gençliğin politikliği ya da
apolitikliği işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinden ayrı ele alınamaz. Ülkede
sınıf mücadelesi geliştiğinde, gençlik içinde olduğu gibi diğer emekçiler
içinde de politikleşme seviyesi artacaktır. Bazı kesimler, bilinçli olarak, bu
son gelişmelerin “elveda proletarya” sınıf uzlaşmacı ve inkarcı anlayışı
doğruldığını ileri sürmeleri, gerçekleri ters yüz etmelerindendir. Oysa, halk
ayaklanması bir sınıf mücadelesiydi ve ağırlığını ise işçi ve emekçiler oluşturuyordu.
68 gençliği devrim istiyordu.
Bugünkü gençlik ise kapitalist sistemin hızla
tahrip ettiği doğayı kurtarmaya çalışıyor. Dün çevre sorunu kendini bu kadar
dayatmamıştı. Bugün ise en acil ve hasas sorunlardan biri haline gelmiştir.
Günümüz gençliği de doğal olarak öne çıkan sorunlarla daha fazla ilgileniyor.
Ancak, ayaklanmaya katılan gençlik bunun kapitalizm ile direkt bağlantılı
olduğunu bilmesine karşın, çözümü konusunda net değiller. Bir kısmı, doğanın
tahribinin önlenmesini, kapitalizmin yıkılışı ve yerine sosyalizmin kuruluşunda
görürken, bir kısmı buna net yanıt veremiyor. Gençlik politikleştikçe ve sınıf
mücadelesi içinde yer aldıkça, sorunun çözümünü de daha net görebilecek ve
devrim isteyecektir. Doğanın tahribi kapitalist sistemin bir ürünüdür.
Kapitalist sistem, insanı kendine yabancılaştırdığı gibi, doğayı da kendine
yabancılaştırmaktadır. Bu ise, yer kürenin, üzerlerindekilerle beraber daha
erken yok oluşu anlamına geliyor.
Öğrenci ve işçi gençlik, Gezi
Parkı direnişiyle ortaya çıkmadı. Bunun öncesi var. Okullarda bir çok olaylar
yaşanmaktadır. Ayrıca ODTÜ direnişi ise daha yenidir. Bu nedenle, “bilgisayar
gençliği” diyerek, sorunu sosyal gelişmelerden ayrı ele almak, işçi ve öğrenci
gençliği birbirinden uzaklaştırma ve özellikle de öğrenci gençliği sınıf
mücadelelerinden uzaklaştırma çabaları olarak görmek gerekiyor. Gençliğin
devrimci mücadeleye daha yatkın olmasının bir çok nedeni vardır. Birincisi,
sınıfsal konumuysa, ikincisi, dinamikliğidir. Özellikle üniversite gençliği
sosyal olaylara karşı duyarsız kalamaz. Tarih boyunca bu böyle olmuştur.
Diğer yandan, gençliğin bilgi
düzeyinin gelişmesini, üretim araçlarının gelişmesinden ve üretim sürecinden
ayrı ele almak da yanlıştır. Bugün internet olayı üretim sürecinin içinde ve
bir üretim aracıdır. Sermaye biriktirme ve artı-değer üretme aracı haline
gelmiştir. Bundan dolayı burjuvazi interneti ortadan kaldıramıyor. Bundan
geriye dönüşü de olamaz. Sadece bazı bilgi akışlarını engelleyebilirler, kontrol
edebilir, ama bütünüyle değil.
Ayaklanma içinde yer alan bazı
kesimlerin, bu hareket içinde “Mustafa Kemalin Askerleriyiz” şeklinde sloganla
öne çıkmaları ve etkiledikleri kitleleri bu sloganlarla beslemeleri, hareketin
daha ileri mevzilere kaymasının da önüne geçti. Daha doğrusu kitlelerin
talepleri belirsizleşti. Devletin gerçek niteliğini üstü örtülmeye çalışıldı.
Oysa, AKP yönetimindeki devlet ile ondan önceki devlet arasında nitelik bir
fark yoktur. Sadece, emperyalizmin de desteği ile “ılımlı islam devleti” biçimine
sokulmuştur. Bu, biçimsel bir değişimdir. Kitlelerin önemli bir kesimi, bu
biçimsel değişime de tavır alırken, kemalist devlet ile ılımlı islam devletinin
arsında özde bir ayrım olmadığının farkında olamamıştır. Çünkü, CHP, İP ve bazı
reformist kesimler, esas sorunun, Türk devletinin “ılımlı islam devleti”ne
dönüştürülmesinde yattığının propagandasını yapmışlardır. Elbette, bu değişim
de kitlelerin önemli bir bölümünü bu hareketin içine çekmiştir. Bunun başında
da aleviler ve laik orta kesim gelmektedir.
Alevi kitlesinin önemli bir
bölümü, 1960 yılından bu yana CHP’yi kendine daha yakın görmektedir. Bu da,
CHP’nin laik görünmesi ve diğerlerinin ise direkt sünni müslümanlık üzerinde
daha fazla propaganda yapmasından kaynaklanıyor. Özellikle AKP’nin açıktan
alevi düşmanlığı yapması, Suriye sorunuyla beraber bunu öne çıkarması ve
alevi-sunni ayrımını körükleme politikası, sınıfsal konumlardan bağımsız olarak
alevilerin, “laik” gördükleri kemalizme daha fazla sarılmasının etkenlerinin
başında gelmektedir.
DEVLETİN ÖLDÜRME VE
ŞİDDET UYGULAMA HAKKI(!)
KİTLELERİN
KENDİLERİNİ SAVUNMAMA HAKKI
Devletin baskılarına karşı
ayaklanan kitlelerin polise taş atması dahi “terör” olarak görülüyor,
göster,liyor. Hatta bazı kesimler, polisin vahşice saldırıları karşısında
kitlelerin susmasını istendi. Devletin ise fütursuzca saldrıması, katletmesi,
yaralaması “hak” görüldü ve öyle gösterilmeye çalışılıyor. Hükümet, polisin bu
vahşice baskılarını az görürken, bunu haklı çıkarmaya çalışan ve halktan yana
gibi gözükenler ise, polisin bu şiddeti karşısında, kitleyi pasifize etmeye
çalışması, kabul edilebilir bir şey değildir. Aslında, bu tür anlayışta
olanlar, kitlelerin ayaklanmasını, karşı-devrimci şiddete karşı haklı ve meşru
devrimci mücadeleyi kullanmayı değil, devlet şiddeti karşısında boyun eğmeyi
savunur durumunda kaldıklarının bilincinde olmamaları düşünülemez. Yani,
devletin kitlelere şiddet uygulamasını meşru ve haklı görürlerken, kitlelerin,
devletin bu vahşi şiddeti karşısında kendilerini savunmalarını ise “aşırı” görebilmektedirler.
“Öldürürse devlet öldürür”,
“vurursa devlet vurur”. Halka düşen görev ise, devlet şiddeti karşısında boyun
eğmektir. Ve ceberrut devletin sopasına kendini “kurban” gibi bırakmasıdır. O
sopa, fütürsuzca işkence yapabilir, yaralayabilir, öldürebilir. Buna ses
çıkarmak, kendini savunmak için “taş” bile kullanmak, “kendini savunmak” olarak
değil, “devlete, topluma karşı işlenen yıkıcı şiddet” olarak
adlandırılmaktadır. Halkın örgütlenmesi, faşist TC anayasasında bile yazılı
olan; “önceden izin almadan gösteri ve toplanma hakkı”nı kullanmasını “suç”,
“develete ve onun güvenlik güçlerine müdahale” sayan bir yaklaşım, faşist
devletlere has bir uygulama ve düşünme biçimidir.
Devletin ve temsilcilerinin
(başta Erdoğan olmak üzere) devletin istediği de bu: Polis ve asker şiddeti
karşısında boyun eğin! Onlar size baskı yapabilir, sizi öldürebilir, ama siz
asla ve asla onların yüzüne dahi tüküremezsinin. Bu kanunsuzluk olur. Ne yazık
ki, bir çok reformist ve “sol” görünümlü liberallerin görüşleri de devletin
düşünüş tarzı gibidir. Bu açıkça, kitle hareketi karşısında yer almak ve
devletin baskılarını meşru göstermektir.
Bu tür “telkinleri” kitlelere
verenlerin başında CHP gelmektedir. CHP, kitlelerin devrimcileşmesini değil,
sadece AKP’ye karşı gelmesini istiyor. Çünkü, kendisi de iktidara geldiğinde
aynı şiddeti kullanacaktır. Meşhur “demokrat sol”cu Ecevit’in 19 Aralık 2000’de
hapishanelerde uyguladığı katliam gibi. Ya da CHP’nin tek başına iktidar olduğu
dönemlerde polis ve askeri halka karşı kullandığı gibi...
Türk egemen sınıfları yıllarca,
orduyu halka “dost” gösterdi ve halkı kandırdılar. Oysa, halka, her seferinde
en büyük darbe egemen sınıfların Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) geldi.
Bugün de, Türk devleti, polisin yetmediği yerde orduyu devreye sokacaktır. Şu
anda direkt sokmamasının nedeni, ordunun teşhir olmasını önlemek içindir.
Ancak, bilinmeli ki, Türk egemen sınıfları, kitleleri polis baskısıyla kontrol
edemedikleri yerde, orduyu direkt kitlelerin karşısına çıkararak katliam
yapmaktan dahi çekinmeyeceklerdir. Çünkü bu, bir iktidar sorunudur. Erdoğan’nın
dediği gibi, “ayakların baş olması” istenmez. Bütün korkuları da “ayakların baş
olması”dır. Yani, işçi sınıfının iktidarı almasını asla ve asla
kabullenemezler. Bunu önlemek için yüzbinlerce insanı katletmekten de
çekinmezler: Tarih bunların örnekleriyle doludur. Kitlelerin en asgari
demokratik hak ve özgürlük taleplerini kurşunlarla, plastik mermilerle, biber
gazlarıyla, coplarla kaşılık verenlerin, siyasal iktidarlarını hedef alan bir hareket
karşısına tank, top ve tüfekle çıkacaklardır. Bu biline!
Haziran Ayaklanması süresi
boyunca, Türk devletinin (bu baskının salt AKP’ye özgü olmadığını, TC tarihini
bilenler bunu net görürler) halka karşı vahşeti sakalanamayacak denli
aşikardır. Artık her şey kaydediliyor. Burjuvazi, ne kadar gizlemeye çalışsa da
teknolojinin gelişmişlik düzeyi bunun önünde engel oluyor. Böylesi bir baskıya
karşı, kitleleri “sükunete”, “sağduyuya”
davet etmek, sessiz kalmalarını söylemek, niyet ne olursa olsun (bazılarının
niyeti belli), kitlelerin mücadelesini daha baştan yenilgiye uğratmaktır.
Polis, “orantısız güç” kullandı
deniyor. Bunun anlamı; polisin halka güç (yani, şiddet) uygulama hakkı var.
Ama, “lütfen, biraz yumuşak davransın”dır. Bu, daha baştan, devletin halka
karşı şiddet uygulama hakkı olduğunu savunmaktır. Yani, devlet şiddetini
meşrulaştırmak ve buna karşı çıkan ve karşı koyan halkın kendini savunmasını
ise “terör” ve de haksız görmek, “yasa dışı” görmektir.
Burjuva devletin halka karşı
“orantılı şiddeti” olamaz. Çünkü halkın elinde silah yok. Silahlı polisi ve
ordusu yok. Bu nedenle , “orantısız şiddet” kavramı yanlış ve bu, devletin
şiddetini meşrulaştıran bir anlayıştır. Bu anlayışa karşı çıkılmalıdır.
Savunulması gereken, devletin halka karşı hiç bir şekilde şiddet
uygulayamayacağı ve bunun bir suç sayılmasının gerekliliğidir.
Polisin, kitlelere yoğun şiddet
uygulaması karşısında, “bunlar nasıl insan” diye yakınmalar, öfkeler oluyor.
Öfkenin doğması normal, ancak, polisten “insanlık” beklemek, devletin yapısıyla
çelişir. Benzetme yerinde olursa; polis (asker, bürokrasi, mahkeme ve
hapishaneler) devletin keskin dişlileridir. Devlet makinesi çalıştıkça polis
bir önüne geleni övütmeye çalışır. İnsanların kolu bacağı kırılmış, kafası
kopmuş ve ölmüş, o bunları düşünmez. Onun tek düşündüğü ve tek düşünebileceği
şey, önüne çıkanı bertaraf etmek. Çünkü o, dönen dev bir makinenin keskin
dişlileridir. Ne zaman ki, burjuva devlet denen baskı makinesi durur ya da durdurulur
ya da dişleri birer birer sökülür, o zaman makine eski makine olmaktan çıkar ve
artık işlemez hale gelir, polis ve devletin diğer kolluk güçleri işlevsiz
kalır. Burjuva devleti denen baskı ve şiddet makinesi artık işlevsiz kalır ve
tarih müzesinin “bir zamanlar” bölümüne kaldırılır.
Burjuva devletini koruma ve
kusallaştırma anlayışı yıkılmadığı ve bu devletin halkın değil, burjuvazinin
çıkarlarını koruyan ve onun devleti olduğu gerçeği kitleler tarafından bilince
çıkarılmadıkça, halkın demokratik hak ve özgürlüklerini kazanması ya da geliştirmesi oldukça zorlaşmaktadır.
Her şeyden önce şiddet uygulayan halk değildir. En demokratik haklarını savunan
halka karşı, devletin baskısı ve aşırı şiddet kullanması yaşanmaktadır.
Devletin karşı-devrimci
şiddetine karşı halkın kendisini savunmak için meşru mücadele hakkı
savunulmalıdır. Kitlelerin demokratik hak ve özgürlük mücadelelerindeki
ayaklanmalarda, kitlelerin devlete karşı mücadele yürütmesi, devletin
baskılarına karşı gelmesi, silahlı polise taş atması, cadde ve sokakalara
barikatlar kurması meşru ve gereklidir. Bu savunulmalı ve geliştirilmelidir.
Kitleler, örgütlü ve silahlı devlet gücü karşısında, kendi haklarını zorla gasp
eden bir develete karşı kendini savunmak ve haklarını korumak zorundadır. Bunun
yolu, direnişi büyütmek, örgütlenmek ve kendi örgütlü gücünü ortaya
çıkarmaktır.
Mücadele ilerledikçe, örgütsüz
kitleler doğal olarak kendi örgütlenmelerini de yaratacaklardır. Örgütlü
kitlenin eylem şekilleri ve talepleri de değişir. İşte, korku bu!
AFRİKA’DAN AVRUPA’YA
KİTLE HAREKETLERİNİN TALEPLERİ
Türkiye’deki Haziran
ayaklanmasının taleplerinin neler olduğunu yukarıda kısaca vurguladık:
Demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi... Bu talepler, kitlelerin,
kapitalist sistem içindeki en doğal hakları. Ancak, kapitalizm, artık bunları
da karşılayabilecek bir durumdan çıkmıştır. Aslında bu, kapitalizmin
emperyalizme evrilmesiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Kısmen 2. Emperyalist
savaş sonrası sosyal-devlet rolünü oynamak zorunda kalmışlarsa, da sosyalist
görünümlü Rusya’nın “sosyalist” gömleğini çıkarıp gerçek yüzünü ortaya
koymasıyla beraber, emeperyalist burjuvazi için, sermaye birikimi önündeki en
büyük sıkıntıları (sosyal devlet olgusu) da ortadan kalkmış oldu.
Emperyalist ülkelerin kendi
ülkelerinde “demokrasi”cilik oynamaları, özellikle yeni sömürgelerinde ise
anti-demokratik uygulamaları teşvik etmeleri, desteklemeleri ve hatta demokrat
iktidarları yıkıp yerine faşist iktidarları getirmeleri, sermayenin birikimi,
büyümesi ve temerküzü ile doğrudan ilgilidir. Emperyalist burjuvazi yarı-sömürgeleri
kayıp ettiği taktirde, kendi ülkelerinde de anti-demokratik uygulamaları
geliştirmek zorunda kalacaktır. Şu anda, bu ülkelerdeki işçi ve emekçiler
üzerindeki anti-demokratik baskı ve aşırı sömürüyü fazla artırmıyorlar. Ancak,
bunu yarı-sömürgelerden gelen artı-değer ile karşılıyorlar. Ne zaman ki,
yarı-sömürgelerden gelen sermaye akışı durduğunda, içe yönelik baskıları ve
aşırı sömürüyü artırmakla karşı karşıya kalacaklardır.
Bu ülkelerde, kitle
hareketlerinin, “başka bir dünya mümkündür” diyerek anti-kapitalist söylemlerle
harekete geçmesi, bir üst paragrafta söylenenlerle doğrudan bağlantılıdır.
Fransa, İngiltere, ABD, Yunanistan, İspanya ve Portekiz’deki kitle
hareketlerinin talepleri, anti-kapitalist içeriklidir. Tunus, Mısır[6],
Yemen, Bahreyn ve en son olarak Türkiye’deki Haziran ayaklanmasının talepleri
içinde doğrudan anti-kapitalist bir söylem ve talep yoktur. Bu ikisi arasındak
fark; birincilerin burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde olması, ikincilerin
ise burjuva demokrasisinin olmadığı, daha çok da faşist yönetimlerin eğemen
olduğu ülkelerde olmasından kaynaklanmaktadır. Bu halk hareketlerinin
ortaklaştığı yan; kapitalist sistemden kaynaklı baskı ve aşırı sömürücü sisteme
karşı baş kaldırmalarıdır. Sanayinin daha yoğun geliştiği ülkelerde direkt
anti-kapitalist taleplerin dile getirlmesi doğal olduğu gibi, demokratik hak ve
özgürlüklerin alabildiğine kısıtlandığı yarı-sömürglerde, özgürlük, demokrasi
ve adalet istenmesi de bir o kadar doğaldır.
Emperyalist ülkelerde sermaye,
işçileri, ekonomik haklarını kısarak baskı altına alırken, yarı-sömürge
ülkelerde ise, ekonomik baskıların yanında aşırı sömürü ve yoğun demokratik hak
gasplarıyla kitleleri kıskaç içinde tutmaya çalışmaktadır. Emperyalist
tekekller, kendi ülkelerinde demokratik hak ve özgürlükleri daha fazla kısma
yoluna gitmemeleri, iç cepheyi sağlama almak amaçlı olduğu gibi, buradaki
“kayıpları”nı dış sömürüden karşılıyor olmalarındandır.
Ancak, gelinen aşamada bütün
dünya da, burjuvaziye karşı kitle hareketleri, demokratik hak ve özgürlüklerin
gaspına karşı ve bunların geliştirilmesi uğruna mücadeleleri gelişmektedir.
Önümüzdeki yıllar bu tür halk ayaklanmalarına daha fazla tanık olacağımız da
bir gerçektir. Bu, komünist örgütlenmelerin gelişmesine ve kitlelerin,
özellikle de işçi sınıfının kendi sınıf örgütleri içinde örgütlenmesine hizmet
edecektir.
AKP’NİN BÖL-YÖNET POLİTİKASI
AKP’nin halk arasındaki dinsel
farkı kullanması ve bunu körükleme çabasının temelinde, kendisinin uzun bir
süre iktidarda tutacak bir politika olarak görmesinden kaynaklanıyor. Alevi
düşmanlığı yaparak sünni kesimin oylarını alıp iktidarda kalma çabasıdır.
AKP’nin artık başka türlü de iktidarda kalma olasılığı kalmamıştır. Eğer, bu düşmanlığı
sünni kesimlerde kemikleştirirse, kendi iktidarını da sağlama alacağını
düşünmektedir.
En son, yapmayı planladıkları
3. Boğaz köprüsüne “Yavuz Sultan Selim” ismini vereceklerini açıklamaları,
Reyhanlı’da katledilenler için (ki, büyük ihtimalle bu katliamı da MİT
aracılığıyla kendileri planladı ve yaptırdı) de, “Sünni vatandaşlarımız”
demeleri, alevi-sünni düşmanlığını daha
ileri götürme hesaplarıdır. Türk devletine egemen olan sermaye kesiminin bir
bölümü de bu politikayı sakıncalı görmüyor. Çünkü AKP, “dincilik” adı altında
ve kitleleri böl-yönet politikasıyla komprador tekelci sermayenin istediği gibi
hareket etmekte, işçi ve emekçiler için bir cehennem, sermaye için ise bir
cennet yaratmaktadır. Emperyalist burjuvazinin de bundan bir rahatsızlığı söz
konusu değildir. Tam da emperyalist burjuvazinin politikalarına denk
gelmektedir. AKP’nin din ayrımcılığı yapması ve bunun üzerine politika inşa
etmesi, emperyalizmin çıkarlarıyla örtüşmektedir. AKP ve Erdoğan, böyle bir
politika izleme cesaretini ve desteğini ABD ve AB (özellikle Almanya,
İngiltere, Fransa) emperyalistlerinden almaktadır.
AKP’nin “sünni” politikası, ABD
emperyalizminin Ortadoğu’da İran’ı yalnızlaştırma politikasının da bir
ürünüdür. “Şii Hilali” dedikleri İran, Irak ve Suriye’yi birbirinden koparmak
ve buralarda ABD yanlısı iktidarları başa getirmek için uygulanan böl-yönet
politikasıdır. Elbette, bunların temelinde, ABD ve Batılı emperyalistlerin
Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’i güçlendirmek, İran’daki anti-ABD’ci
iktidarı yıkma sorunu yatmaktadır. ABD’nin bu politikasının bir parçası olarak
Türkiye’de de AKP eliyle böyle bir politika gündeme sokulmuştur. Ne var ki,
emperyalizmin bu politikası, Türkiye’deki halk ayaklanması ile halkın duvarına
çarparak tökezlemiştir ya da daha ileri gidemeyecektir diyebiliriz. Türkiye
olmadan, emperyalizmin “sünni-haç” politikasının yaşama geçmesi oldukça zordur.
ABD ve AB emperyalistleri,
AKP’yi ve Erdoğan’ı hemen harcama yoluna gitmeyeceklerdir. AKP onlar için
biçilmiş bir kaftandır. Özellikle ABD emperyalizminin sadık uşağı olarak
görevini en iyi şekilde yerine getiren Erdoğan ve onun partisi AKP, içeride çok
yıpranmadıkça korunmaya devam edilecektir. Bunların, sık sık “orantısız güç
kullanmayın”, toplantı ve gösteri hakkını kullananlara saldırmayın,
“özgürlükleri genişletin” demeleri ya da bu doğrultuda, “özgürlükler konusunda
hassas” görüntüsünü vermek için, demeç üstüne demeç vermeleri, türbünlere
oynama siyaseti, Türkiye ve uluslararası kamuoyunu yanıltma siyasetidir.
AKP sıkıştıkça, hiç bir zaman
elden bırakmadığı ümmetçi politikanın yanında, Kürt ulusunu hedef alan milliyetçi politikayı da ırkçılığa
vardırıcasına kullanacaktır. Bunlar hiç bir zaman Kürt ulusunun demokratik
haklarını tanımadı. Son “İmralı çözümü” olayı ise, AKP’nin soluklanma ve güç
toplama, Kürt ulusal hareketini bölme, en azından entegre etme taktikleri
olarak gözükmektedir. AKP şefinin Kazlıçeşme mitinginde Kürtlerle ve Öcalan’la
ilgili söyledikleri ise, bu konu da yeniden başa döndüğünün işaretlerini
veriyor.
Erdoğan ve şürekasının
saldırganlığı, böl-yönet politikası, kitleleri tehdit etmesi, Türk egemen sınıfların politikalarıdır. İşçi ve
emekçilerin tüm demokratik hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması ve bunlar için
yasal düzenlemelerin yapılması ve yürürlüğe sokulması, bütün egemen sınıfların
alkışladığı ve desteklediği politikalardır. Kendine “Çapulcu” diyen
Boynerler’de dahil.
Kısacası, Türk devletini masum
gösterip, sadece AKP’yi “suçlu” göstermek, Türk devletini aklama çabalarıdır.
Ve aynı zamanda devletin niteliğini, bu devletin bir avuç burjuvaziyi temsil
ettiğini ve onların devleti olduğu gerçeğini kitlelerden gizleme
yaklaşımlarıdır. Bu nedenle, AKP, Türk egemen sınıfların politikalarını yaşama
geçiren egemen sınıfların temsilcisi bir partidir. Genel anlamda egemen
sınıfların, daha özel de ise egemen sınıflar içindeki bir kanadın siyasal
temsilcisi bir partidir.
Haziran Ayaklanması, egemen
sınıflar içindeki çatışmaları ve çelişkileri daha fazla keskinleştirici bir rol
oynamıştır.[7]
AKP kliğinin temsil ettiği egemen sınıf kanadının daha fazla palazlanması,
bunların çıkarlarının daha fazla korunması, diğer sermaye kesimlerinin
tepkisinin çekmektedir. Bu kesimler, kitlelerin muhalefetini AKP’ye karşı
kullanmak isteyeceklerdir. Bunu, kitleleri haklı gördüklerinden değil,
sömürüden daha fazla pay almak için AKP ve temsil ettiği kliği köşeye
sıkıştırmak için kullanmaya çalışacaklardır.
TÜSİAD kanadının bir kısmı
AKP’nin toplumu bölücü tavırlarından rahatsız olduğu gözlemleniyor. Yer yer bu
konuda açıklama yapıyorlar. Bunların istediği, geleneksel Kemalist politikanın
(M. Kemali öne çıkaran) sürdürülmesi, dinci, ümmetçi politikanın öne
çıkarılmaması yönünde olduğu da biliniyor. Ancak, demokratik hak ve
özgürlüklerin kısıtlanmasında AKP’yi sonuna kadar destekliyorlar. İşçi haklarının
kısıtlanması, anti-demokratik yasalarla sendikaların işlevsiz hale getirilmesi,
neoliberal politikaların en ağır biçimde uygulanmasını desteklemeye devam
ediyorlar.
Komünistlerin, egemen sınıflar
arasındaki çelişmelerden yararlanma ve bu çelişkileri derinleştirme
poltitikaları olabilir, ama, bunlar arasındaki çıkar dalaşmasından dolayı,
birine karşı diğerinin yanında yer alması söz konusu olamaz. Çelişkilerin
derinleşmesi ise, kitle hareketlerinin gelişmesi, ekonomik ve siyasi krizin
doğması ve derinleşmesiyle yakından ilgilidir.
Eskilerin deyimiyle Türk
devleti kurulduğu günden beri kendini kitlelere “ceberut devlet” olarak tanıttı ve bu ceberutluğunu zulüm ve
sömürüyle devam ettiriyor. Burjuva devleti, kudretini, elindeki şiddet
makinesinden alıyor. Ancak, bu kudret, kitlelerin birleşmiş gücü karşısında
param parça olacağı da bir gerçektir. Bunu kitleler gördüğü ve bildiği zaman,
ceberut devletten, kendi kaderlerini kendileri ellerine alarak özgürlüklerini
de kazanmış olacaklardır.
AKP kurulduğundan beri çok
parçalı bir partidir. Esas olarak milli görüşçüler ağırlıkta olmak üzere, sağın
bütün yelpazesini içinde barındırdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak,
AKP için de, esas olarak iki kanat savaşmaktadır. Biri Erdoğan ve Bülent
Arınç’ın başını çektiği Milli Görüşçüler, diğeri ise Fettullah Gülen’ciler. Bu
iki klik AKP’ye doğal olarak devlete egemen olmak ve sömürüden daha fazla pay
almak için yoğun bir çatışma yaşarken, birliklerini bozmamalarının nedeni ise,
iktidarı kaybetmemek içindir. İktidarı elde tutmak için kendi aralarında,
kemalist kesime karşı bir arada olma zorunluluğunun bilincinde oldukları da bir
gerçektir.
“Ergenekon Davası” kemalist
egemen sınıf kesimlerine karşı ve esas olarak da kemalist askeri kesime karşı
açılmış bir dava ve operasyondur. Bunu, ABD ve AB’nin güçlü desteği ile
gerçekleştirerek, devlet iktidarını tamamen ele geçirmişlerdir. Zorla ele
geçirdikleri devlet iktidarını kaybetmeleri durumunda başlarına nelerin
gelebileceğini de bildikleri için, keskinleşen çelişkilere rağmen birarada
durmaya çalışıyorlar. Ancak, Haziran Ayaklanması, bu çelişmeyi daha da
derinleştirdi. Uzun süre sessizce ve içten içe yürütülen çatışmalar, Gezi ile
birlikte iyice gün yüzüne çıktı.
AKP’lilerin deyişiyle, “emekli müezzin” Fettullah Gülen’in son günlerde
Kürtlere ve Alevilere yönelik sahiplenici ve “ılıman” çıkışları, Erdoğan’ın
yıpranması karşısında güçlenme hamleleri olarak okunmalıdır.
AKP içindeki bu iç çatışmalar
(AKP, esas olarak iki klikten oluşmaktadır) ömrünün fazla uzun olmadığını
gösteriyor. Özellikle Erdoğan’ın, başkanlık sistemini getirmek istemesi ve
bununla beraber kendisini başkan seçtirmek için çeşitli manevralar yapması
boşuna değildir. “İmralı çözümü” içinde de “başkanlık” sorunu yatmaktadır.
Öclan, kendisinin dışarı çıkmasına karşılık BDP olarak AKP’nin başkanlık
önerisini destekleyebileceklerini açıklamışlardır.
Ancak, buna Haziran Ayaklanması
engel olmuşa benziyor. Daha doğrusu, Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin yolunu
büyük ölçüde kapattı. Bu nedenle de AKP ve Erdoğan iyice saldırganlaştı ve
yeniden Kürtlere yönelik ırkçı, tekçi söylemleri öne çıkarmaya başlayarak, en
azından milliyetçi-dindar tabanı elde tutmaya çalışıyorlar. AKP’nin başka da
şansı kalmadı. Kitleleri bölerek, dindar ve milliyetçi kesime dayanmak.... Bu
da ona kurtuluş sağlamayacaktır. Çünkü bugüne kadar izlediği politika budur.
KİTLELER DEVRİMCİLEŞİYOR
İşçi sınıfı partisi, bir
ayaklanma örgütlediği ve önderliğinde kitleleri ayaklandırdığı zaman, direkt
burjuva siyasal iktidarı yıkmak ve yerini sosyalist iktidarı kurmak için yapar.
Ve kitleler, (özellikle de öncünün dayandığı işçi sınıfının büyük bir bölümü)
ayaklanmaya hazır değilse, devrimci partinin programını büyük ölçüde kabul
etmemişse, burjuvazi ile prolaterya arasındaki çelişkiler tam olgunlaşmamışsa,
kitlelerin hala, öncü konusunda teredütü varsa, öncü, kitleleri, kaybedeciği
bir eyleme süremez, sürmemelidir. Kitleleri, sonu yenilgiyle biteceği daha
baştan belli olan bir savaşın içine sokmaz. Daha baştan yenilgiyle bitecek bir
ayaklanmaya kalkışmak, öncüyü kendi kitlesinden koparır.
Bazı anlayışlar, ayaklanma ile
genel grevi aynılaştırdığından, işçilerin genel greve gitmesine karşı çıkıyor.
Genel grev bir ayaklanma olmadığı için, burjuvaziyi yıpratmak ve işçi sınıfı ve
onun partisini güçlendirmek için genel greve, koşulları varsa baş vurulur.
Bu bağlamda, Lenin, “ayaklanma
bir sanattır” derken, bunu şöyle açıklar:
“İşte birinci nokta. Ayaklanma, halkın
devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen
devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman
saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız,
çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir. ...
“Ancak, bu koşullar yerine geldikten sonra, ayaklanmayı
bir sanat olarak görmeyi kabul
etmemek de marksizme ihanet etmek, devrime ihanet etmek demektir.”[8]
Özellikle ayaklanma, isyan vb.
gibi, direkt devletin şiddetine yönelen geniş
kitle hareketlerinin, sınıf çelişkilerini ve buna bağlı olarak da, genel
anlamda ezen-ezilen, özel olarak da burjuvazi ile proletarya arasındaki
çelişmeleri keskinleştirici bir rolü olduğu bir gerçektir.
Türkiye’de kitlelerin isyanı,
çok geniş bir kesimi içine çekmiş, ateşi kısmen sönmesine karşı, değişik
biçimlerde devam etmekte, geceleri parklarda forum, sokaklarda ise tecere-tava
sesli protestolarla devam etmektedir. Bu isyana, karşı olan bir kesim olduğu
gibi, çekimser kalan, katılmayan önemli bir kitlenin de olduğu bilinmeldir.
Genelde; ilerici, demokrat, laisizmden yana, Kürt-Türk kardeşliğini isteyen,
cinsiyetinden ve cinselliğinden dolayı dıştalanan, baskı gören ve ayrımcılığa
uğrayan, Kemalist cumhuriyetten yana ve dini baskılar altında yaşamak istemeyen
siyasal düşüncelere sahip kitleler bu eyleme katılmıştır. Ayaklanma içinde yer
alan genç kitlelerin büyük bir bölmünün partisiz olması ya da hiç bir siyasal
örgüte bağlı olmaması sorunun özünü değiştirmiyor.
Kitle ayaklanmalarının öndersiz
olması, onun, ayaklanmasına neden olan politikayı geri püskürtmede en büyük
dezavantajıdır. Yani, taleplerinin tam olarak gerçekleşmesini
sağalayamayabilir. Haziran ayaklanması için de bu söylenebilir. Egemen
sınıflar, baskıcı politikasından biraz geri adım atacaktır. Ama, kitlelerin
istediği, özgürlük, demokrasi ve adaleti de gerçekleştirmeyecektir. Bunların
gerçekleşmesi, demokratik hak ve özgürlükler üzerindeki baskı ve yaptırımların
(yasal-yasal olmayan) kalkması demektir.
Haziran Ayaklanması’nı, Tunus,
Mısır[9]
vb. Kuzey Afrika ülkelerinde olanlarla kıyaslandığında, oradaki ayaklanmalar
uzun sürmüş, ve daha kanlı geçmiştir. Özellikle Mısır’daki halk ayaklanması
oldukça kanlı geçmiş ve üç ayı aşkın bir sürece yayılmış ve Erdoğan’ın “laik”
görünümlü bir benzeri Mübarek istifa ettirilmiş ve tutuklanmıştır. Türkiye’de
bu gerçekleşmedi. Ayaklanan kitlelerin birinci talebi, hükümetin ve Erdoğan’ın
istifasıydı.
Yazının içinde de bir çok defa
tekrarladığım gibi, bu tür ayaklanmaların uzun sürmesi, kitlenin kendi
örgütlenmesini yaratacağı gibi, kendi alternatifinin de yaratır. Haziran
Ayaklanması”nın ne yazık ki, kendi alternatifini yaratamadan hızı kesilmiştir.
Hızın kesilmesinde devletin yoğun şiddet kullanması neden olarak görülebilir,
ancak, Mısır ile kıyaslandığında, oradaki şiddet ve ölümler ile buradaki şiddet
ve ölümler aynı tutulamaz. Elbete, bu iki ayaklanma arasındaki kıyaslama,
sorunun anlaşılması açısındandır. Kitlelerin küçümsenmesi ya da Haziran
Ayaklanması’nın görkemine gölge düşürmek amaçlı değildir. Her ayaklanma kendi
özgülünde ve içinde taşıdığı çelişkiler bağalamında değerlendirilir.
Devlet, her zaman, kitle
hareketlerinin içeriğini boşaltmaya çalışır ve öncelikle de hareketi
zayıflatmaya ve bastırmaya çalışır. Bastırmayı çok şiddetli yapabileceği gibi,
daha az şiddet kullanarak da yapar. Bunu belirleyen kitlelerin talepleri ve
hareketin boyutu ve kararlılığı ve kitleleselliğiyle yakından ilgilidir. Direkt
devlet iktidarına yönelmediği sürece, şiddetin boyutunu mümkün olduğunca geri
düzeyde tutmaya çalışır. Ve de az ölüm olayının yaşanmasına dikkat eder. Ne
zaman ki, hareket kontrolden çıkar ve direkt burjuva devletini hedef aldığında,
hareketi bastırmak ya da kontrol altına almak için burjuvazi yığınsal katliamı
dahi göze alır ve uygular. Sermaye, iktidarını kaybetmemek için sonuna kadar
savaşır.
Denebilir ki, “bu mu az”. Ancak,
yüzlerce ölünün ve katliamların olduğu bastırma hareketlerinde olduğu
bilinmelidir. Kürdistan’da bunu sıkça yaşadık. Yine başka ülkelerde,
burjuvazinin ne gibi katliamlar yaptığını biliyoruz. Ayrıca, bu ayaklanma
sadece Kürdistan illerinde ve bu boyutta olsaydı, vahşetin ve katliamların
boyutu daha farklı olurdu. Bu katliamları Türk devleti, Türk halkına
“anlatabileceğini” düşünür. Ancak, İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerdeki
katliam, daha büyük ayaklanmaları, ayaklanmanın genişlemesini ve de kitleselleşmesini
de tetikleyebilirdi.
Ancak, kitleler daha uzun bir
çatışmayı göze alacak durumda da değillerdi. Ayaklanma, durması gereken yerde
durdu ve küçük burjuva reformist kesimler, şimdi değişik şekillerde soğutma
çalışması yapıyor. “sükunet”, “itidal”, “demokratik çerçevede”, “polise karşı
koyma” vb. adı altında, kitlelerin boyun eğmesinin yolu döşeniyor. Devlet,
baskı, şiddet ve her türlü haksızlığı yapar, kendi yasalarına dahi uymaz, ama
kitlelerin yasalara uyması ve “uslu” olmaları istenir. Burjuva ikiyüzlülüğü...
Haziran Ayaklanmasının,
kendiliğinden ve örgütsüz olması, devrimci ve komünist örgütlenmelerin
zayıflığı ve kitleler üzerindeki etkilerinin düzeyi dikkate alınırsa, kısa
sürede ateşinin düşmesi de normaldir. Örgütsüz kitle ayaklanmasının ömrü uzun
olamaz.
“Duran insan” eylemi, bir
önceki aşamaya göre elbette, pasif ve geri bir eylem biçimidir. Ancak, iyi
değerlendirilirse, devrimci örgütlenmelerin kitleler içinde güç kazanmasını
getirebilir. Aynı zamanda, parklardaki tartışma ve forumlar, kitlelerde
demokrasi bilincinin gelişmesine, kendi haklarına sahip çıkma ve koruma
bilincinin gelişmesini de beraberinde getirebileceği gibi, devrimcileşmesini,
devrimci örgütler ile daha bir yakınlık kurmasını sağlayabilir.
Bu eylemler “pasif”” diye katılmamak
ya da örgütlememek, sol sekter bir yaklaşım olur. Kitlelerin örgütlenmesine
hizmet edebilecek her türlü örgütlenme ve çalışma biçimi en iyi bir şekilde
değerlendirilmek durumundadır. Bu eylem pasif olmasına karşın, hiç bir eylem
olmamasından çok çok ileri bir durumdur. Bu nedenle, bunu yaygınlaştırmak, küçük
burjuva reformist[10]
anlayışın kitleler üzerindeki etkinliğini yıkmak ve daha ileri düzeylere çekmek
gerekiyor. Büyük direnişler küçük direnişlerin ve birikimlerin toplamıdır.
“Duran insan” eylemlerini, kitlelerin ateşini soğutma eylemi olmaktan çıkarmak
için, bu tür eylemleri geliştirmek ve yaygınlaştırmak ve örgütlemekle olabilir.
Ve onun içinde daha farklı kitle eylemleri de çıkabilir. Kitlelerin
politikleşmesini ve örgütlenmesini sağlayacak her mücadele biçimi
kullanılmalıdır.
Forumlara katılan kitlelerin
Lice olayını kınaması, protesto etmesi, Kürt işçi ve emekçilerin acılarını
paylaşması, halkların kardeşliği açısından önemli bir olayadır. Bu da,
ayaklanmanın, sosyal şovenizme ve ırkçılığa önemli bir darbe vurduğunu
gösteriyor.
KİTLELERİN
ÖĞRETTİKLERİ ve ÖĞRENDİKLERİ
Taksim Gezi Parkı’nda başlayan
ve dalga dalga bütün Türkiye’yi kapsayan Haziran Ayaklanması ile birlikte
Türkiye’de devrimci durum doruğuna çıktı. Ondan önce devrimci durumda yok denebilecek
kadar çok az bir gelişme vardı. Ancak, bir kıvılcımla beraber, kitlelerin
ayaklanması, bir devrim durumu ortaya çıkardı. Fakat, ayaklanmanın
kendiliğinden olması, kitlelerin örgütsüzlüğü ve kendine komünist diyen
örgütlenmelerin ayaklanan kitleler içinde etkinliklerinin oldukça cılız olması,
bu devrimci durumu bir devrime çevirmeye yetmedi. Hatta, eğer örgütlü bir kitle
ayaklanması olsaydı, talepler daha ileri ve net olacağı gibi, taleplerin
alınması ve kabul ettirilmesi daha kolay olabilirdi. Burjuvazi iyice köşeye
sıkıştırılırdı. Elbette, her devrimci durum bir devrime yol açmayabilir. Bu
ayaklanma özelinde de, öncesi ve sırasındaki öznel ve nesnel durumlar, bir
devrim durumunu doğuracak koşullardan uzaktı.
Varsayımlardan hareket edersek,
bu ayaklanmaya işçi sınıfı iş bırakarak güçlü bir şekilde yer alsaydı ve bunun
yanında Kürt halkı da aktif olarak (kendi serhildanlarına katıldığı gibi)
katılsaydı, gelinen noktanın halklar lehine daha olumlu sonuçlar doğuracağı
gibi, Kürt halkı ile Türk halkı arasındaki kardeşlik bağlarının güçlenmesini
beraberinde getirebilirdi.
Olaylar, Marksizmin öğretileri
doğrultusunda gelişti. Marksizmin kapitalist sistemi analizi/çözümü ve sınıf
mücadelesi teorisi, bu halk ayaklanmasıyla bir kere daha doğrulandı. Bazılarının
iddialarının tersine, bu gelişmeler, sınıf çatışmasının ta kendisidir. Bu,
burjuvazi ile proletarya arasındaki bir mücadele ve karşılıklı olarak onların
yanında yer alan müttefiklerinin savaşımıdır.
Haziran Ayaklanması, kitlelerin
eskisi gibi yönetilmek ve yaşamak istememesi üzerine çıktı ve burjuvazi de kitleleri yönetemeyerek siyasi
bir krize girdi. AKP’nin hala hükümette kalması, ortada bir siyasi kriz
olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, kitleler eski korku çemberini parçalayarak,
yeni bir sürece girmiştir. Sokaklara ve meydanlara dökülerek devletin silahlı
güçleriyle çatışmayı göze alan kitlelerin, doğru ve bilinçli bir proletarya
önderliğinde neler yapabileceğini de bir kere daha, görmek istemeyenlere
göstermiştir.
Öte yandan, ilkelerin, birebir
kitle hareketlerine uymasını beklemek, dogmatik bir yaklaşım olur. Kitleler
ilkelere değil, ya ilkeler kitlelere uymak ya da onların hareketinden yeni
ilkeler çıkarmak gerekiyor. Buradan çıkacak bir sonuç; kitle hareketlerinin
devrimci bir önderlik altında hareket ettiğinde, ve böylesi süreçlerde, öncünün
iyi bir örgütlenmeye ve önderlik etme yeteneğine sahip olduğunda, toplu
ayaklanmayla iktidarı alabileceğinin bir kere daha ispatı olmuştur.
Küçük burjuva reformistlerin
tersine, marksistler, sınıfın ve elbette sınıfla beraber insanlığın
kurtuluşunun proletarya devriminden geçtiğini bilmektedir. Küçük burjuva
oportünizmi, kapitalizmin küçük reformlarla dönüştürülebileceğini hayal
etselerde, onlar, burjuvazinin sınıfsal karakteristiğinin ayrımından uzak oldukları
gibi, kitleleri de bu tür yalancı hayallerle oyalamaya devam etmenin uğraşı
içindedirler.
Özellikle işçi sınıfı içindeki
çalışma ve işçilerin örgütlenmesi, devrimin gerçekleşmesi ve başarıya ulaşması
için olmazsa olmazlardan biridir. İşçilerin örgütlü bir şekilde böyle bir
savaşın içine girmeleri, daha baştan burjuvaziye büyük bir darbe vurmuş
olacaktır. Burjuvazinin tüm hayat damarlarını kesecek, onları kendi
kaderleriyle ve de silahlı güçleriyle başbaşa bırakacaktır. Savaşın ilerlemesi
ve geniş yığınların bu savaşın içine çekilmesi durumunda ise, burjuvazinin
ordusu içinde de ciddi çatlaklar olacak, askerlerin önemli bir bölümü burjuva
saflarını terk ederek kendi sınıfının yanında yer alarak bütün burjuva ve
gericiliğin kötü miraslarını da süpürüp atarak yeni bir dünya kuracaklardır.
Başta, emperyalist ülkelerde
olmak üzere, bütün ülkelerde, “özel ordu” kurmaları, burjuvazinin halk
çocuklarından oluşturduğu orduya güvenmemesinden ve bir devrim anı sırasında
bunların saf değiştireceğini bilmesinden kaynaklanıyor olmasındandır.
Bu ayaklanma, kitlelere, kendi
güçlerinin ne olduğunu gösterdiği gibi, onlara örgütlenmenin gerekliliğini ve
zorunluluğunu öğretmiş ve öğretecektir. Bu hareket, aynı zamanda, kitlelerin
politikleşmesini sağlamıştır. Özellikle, ayaklanma süreci boyunca AKP ve
şefinin kitleleri tehdit etmesi, kitlelerin geri çekilmesini değil, daha yoğun
ve kararlı bir şekilde eylemlere katılmasını sağlamıştır. Düzene baş kaldırma
da, düzenin kitlelere verdiği korkuyu yenerek başlar. Bu ayaklanma da, kitlelerin
kendi üzerlerine, devlet tarafından serpilen ölü toprağını atmalarına bir
vesile olmuştur.
Kitleler üzerindeki korku
duvarı yıkılmış ve psikolojik üstünlük kitlelere geçmiştir. Parklarda Durma
eylemi bunun bir ifadesidir. Kitleler, demokratik eylemlerinin bilincine
varmışlar, anayasal, toplantı ve gösteri haklarının bilincinde olarak hareket
ediyorlar. Bu nedenle de polisin parklardaki forumlara müdahalelerine karşı
mücadele ediyor ve tavır koayabiliyorlar. Bu da, kitle hareketinin, ilk
zamanlarda ki gibi daha aktif olmasa da bitmediğini ve gelişebileceğinin bir
göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Ayrıca, sınıf bilinçli
proletarya örgütü tarafından böyle bir ayaklanma örgütlenebilseydi ya da
önderlik onların eline geçebilseydi, elbette gelişmeler ve ayaklanmanın içeriği
de daha farklı olacaktı. Böyle bir ayaklanmayı örgütleyen proletarya örgütü,
doğal olarak direkt burjuva devletini yıkma ve sosyalist devleti kurma amaçlı
hareket edecekti. Bu da, ayaklanma yapmadan önce her şeyi, ince eleyip sık
dokumaktan geçiyordu. Bu ayaklanma’da, ne öncesinde ne de ayaklanma anında
böyle bir durum, örgütüyle, ayaklanan kitlelerin talebiyle bir ilişkisi yoktu.
Daha doğrusu hiç bir devrimci ve komünist örgütlerin böyle bir ayaklanmayı ön
görmedikleri de bilinen bir gerçek. Ayrıca, böyle bir ayaklanmayı
örgütleyebilecek bir örgütlülük de söz konusu değildi.
Türkiye ve Kürdistan’daki
önemli bir polis gücünü, başta İstanbul
olmak üzere Ankara ve İzmir’e yığan devlet, buna rağmen kısa süre içinde halk
hareketini bastıramadı. Devlet, ayaklanma karşısında polis gücüyle baş
edemeyince, jandarmayı kitlelerin karşısına çıkarmak zorunda kaldı. Devlet,
mümkün oldukça askerle halkı karşı karşıya getirmek istemiyordu. Ancak, polisin
vahşice saldırıları, kitleleri durdurmaya yetmemesi üzerine jandarma devreye
sokuldu. Böylece, M. Kemalin askerlerinin kimin yanında olduğunu da belli bir
kesim görmüş oldu. Bazı kemalist TV yayınları “jandarma içişlerine bağlı”
diyerek, orduyu korumaya çalışsa da, jandarma ile kitlelerin karşı karşıya
gelmesi, jandarmanın kitlelere su sıkması; “bizim asker en büyük asker”
sloganları atanlarda bir hayal kırıklığı yarttı. Bu gelişme de, ordunun “bizim
asker”, yani halkın askeri olmadığını
kitlelere, en azından, bilmeyen bir kesime göstermiş oldu ya da soru işaretleri
bırakmasına yaradı.
Burada, ayaklanmaya katılan
kitlelerin Türk bayraklarını ve M. Kemal’in resmini taşımaları ve bir kısmı “M.
Kemalin askerleriyiz” demeleri, devrimcilerin, en azından komünistlerin
“kemalizme yaklaşımı değişmeli mi” sorusu gündeme gelebilir ve nitekim Korkut
Boratav’da[11]
”değişmeli” demiş.
Aslında, kemalizme yaklaşım da,
devrimci ve komünist kesimler içinde ikili bir yaklaşım var. Bir kısmı
kemalizmi anti-emperyalist görüyor ve Kaypakkaya çizgisini izleyenlerde anti-emperyalist
değil, “karşı-devrimci” değerlendiriyorlar. Kemalizm hayranlığı, küçük burjuva
devrimciliğinin handi kapısı olarak hala gündemde durmaktadır. Böylesi bir
yaklaşım kendi içinde sosyal şovenizmide hala canlı tutabilmektedir. Sosyal
şovenist yaklaşımlar Kürt hareketi iledirekt karşı karşıya gelişte kendini
açığa vuruyor. Kemalizm konusunda, tutarlı bir sınıf tavrı belirleyemedikleri
için, böylesine eklektik bir yaklaşım dönüp dolaşıp ayaklarına dolaşıyor. Ve bu
reformist kesimler, CHP gibi egemen sınıf kliği bir parti ile “ittifak” yapmakta bir sakınca görmüyorlar.
Kemalizm konusunda burjuva
devletin hassasiyeti, sınıfsal çıkarlarına denk düştüğü için anlaşılabilir.
Ancak, küçük burjuva oportünistlerin, bir taraftan kemalizm sopasıyla
ezilirken, bir taraftan da ona hayranlık beslemelerini anlamak oldukça zor.
Sınıf bilincinden yoksun
kitlelerin, M. Kemal hayranlığı ya da Türk bayrağı hayranlığı çok doğal.
İnsanlar, daha ana okulunda, “ne mutlu Türküm”, “bir Türk dünyaya bedeldir”
Türkçülük, M. Kemal ve bayrak hayranlığı ile büyütülüyor ve eğitliyor. Ve bunun
karşısında ise, sınıf bilinçli hareketin gelişmemesi, kitleler içinde
güçlenememesi nedeniyle işçi ve emekçileri kendi sınıf bayraklarına
sahiplenememişlerdir. Bunun da uzun bir sürece yayılması ve kitlelerin daha bir
çok büyük sınıf savaşına gire çıka
gerçekleri öğrenecekleri gerçeği vardır. En iyi öğretmen kitlelerin kendi sınıf
mücadeleleri deneyimidir.
Türk bayrağı ve M. Kemal, işçi
ve emekçilere karşı burjuvazinin beyaz bayrağıdır. Bu kitlelere anlatılmalıdır.
Ancak, yürüyüşler ve mitinglerde kitleler bu sembolleri taşıyorsa, buna karşı
da sekter bir tavır alınmamalıdır. Bütün bunların karşısında, devrimci ve
komünistlerin kendi bayrakları vardır. Proletaryanın kızıl bayrağının yerine,
“ne yapalım kitleler burjuvazinin bayrağını istiyor ve taşıyor” diyerek,
burjuvazinin beyaz sınıf bayrağını taşımak, kitlelerin geri yanlarıyla
uzlaşmak, daha baştan savaşı kaybetmek olur.
Bazı küçük burjuva
reformistler, kitlelerin Türk bayrağını taşımasını ve kemalist söylemleri öne
çıkarmasını, kitleleri “kazanma” adına, onların gerici yanlarıyla daha fazla
uzlaşmaya gideceklerdir. Bunların, kemalizme yaklaşımlarının en geri kitleler
düzeyinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunların düşünceleri, kemalizme
karşı dün neyse bugünde aynıdır. Ulusalcı damarları, proleter düşünce
damarlarından daha fazla öne çıkacaktır. Bunlar, AKP’ye karşı CHP gibi egemen
sınıf partileriyle kol kola girmekte bir beis görmeyeceklerdir. Küçük
burjuvazi, tarihi boyunca, kitleleri egemen sınıflar arası dalaşmada, birinin
etki alanından alıp diğerinin etki alanı içine girmesini savunmuşlar ve
pratikleriyle de buna ön ayak olmuşlardır.
Nerede olursa olsun devrimci ve
özellikle de komünistlerin sınıf perspektifini kaybetmeleri, kabul edilebilecek
bir durum olamaz. Bu bir sınıfsal ilkedir. Burjuvazi nasıl ki, devrimci ve
komünistlerin sembollerine karşı aktif bir tavır alıyor, onları her fırsatta
kitlelerden teşhir ve tecrit etmeye çalışıyorsa, devrimci ve komünistlerin
görevleri de burjuvaziye aynı ilkeli tavrı almak olmalıdır.
Bütün burjuva gerici çevreler
(iktidarı ve muhalefetiyle ve hatta bir çok küçük burjuva reformist kesimiyle),
“marjinaller”, “illegal örgütler” diyerek, kitleleri korkutmaya çalışmaları,
kitleler ile devrimci örgütleri birbirinden ayırmak istemeleri ve devrimci ve
komünistleri tecrit etme politikaları ne yeni ne de son olacaktır. Onların en
büyük korkuları, kitlelerin devrimci ve komünist önderlikler altında
örgütlenmeleri ve hareket etmeleridir. Çünkü, böylesi bir durumda burjuvazinin
işi hiç de kolay olmayacaktır.
Küçük burjuva reformistlerini
“üzen”[12]
bir nokta da; devrimci ve komünist örgütlerin bayrak ve flamalarının kitleler
içinde dalgalanması. Bu konuda, burjuvazi ile aynı ağızdan devrimcilere
saldıryorlar. Sanki, kitlelere baskı uygulayan devrimciler! Ya da iktidar
sahibi bu örgütler! Oysa, reformistlerimiz
AKP’nin politikalarına, “yetmez ama evet” diyerek, kitleleri, faşist
AKP’nin politkalarının peşine takmaya davet ederlerken, devrimci ve komünistler
bu kirli oyunlara karşı kitleleri uyarıyorlardı. Bu tür tavır ve anlayışlar; ya
burjuvaziyi sınıf olarak tanımıyorlar ya da tanıdıkları halde kitlelere yalan
söylüyorlar. İkinci şıkkın daha ağır bastığını söylemek, haksızlık
olmayacaktır.
Burada, hemen belirtmek
gerekiyor ki, bu ayaklanmada sanatçıların sanat gücü kendini belirgin bir
şekilde ortaya koymuştur. Sanatçı ve
aydınları yanına almış devrimci bir kalkışmanın önemi ve gücü de kendiliğinden
ortaya çıkmıştır.
Ve gelinen süreçte, hiç bir
komünist hareket çevre sorunundan uzak duramaz, doğanın tahribatına karşı
duyarsız kalamayacağı gibi, bu konuda daha aktif mücadeleler etmek ve sosyalist
devletin doğaya yaklaşımıno ortaya koymak, bunu kitlelere anlatmak
durumundadır. Doğanın tahribatına karşı aktif mücadele etmyen sosyalistler, bu
konulara duyarlı kesimleri yanlarına çekemez. Doğanın ekolojik dengesinin
bozulaması ve kapitalizmin doğayı tahrip etmesi, salt devrim yapınca bu
sorunlar çözülecek demekle aşılamaz. Nasıl ki, demokratik gak ve özgürlükler için
mücadele ediliyorsa, artık doğanın tahribatına karşı mücadele de bunun içinde
olmak zorundadır. Bu ayaklanam, bunu daha net öğretmiş ve öemsenmesini
sağlamıştır.
Bu ayaklanma’da gençlerin öne
çıkması (bu aslında yeni bir şey değil, gençlik her zaman toplumsal hareketin
en önünde ve aktif birer unsuru olarak yer almıştır) çok normal ve olağan bir
durum. Bunu, “eski geleneksel anlayışlar yıkılmalı” diyerek, marksist
örğütlenmenin reddi ve geçersizliği anlamında kullanmak doğru bir çözümleme
olmadığı gibi, bu ayaklanmadan çıkarılmayacak bir ders varsa o da budur. Bu
ayaklanma, işçi sınıfı partisi KP önderliğinde sınıfın ve kitlelerin
örgütlenmesi durumunda, burjuva devletin, boyun eğeceğini ve de
yıkılabileceğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, kitlelerin demokratik hak ve
özgürlüklerle yetinmesi ve kapitalist devlete esasta dokunmaması, yani onu
parçalayıp yerine kendi devletini getirmemesi, sorunun esas çözümü
olmayacaktır. Kapitalizm var olduğu sürece, toplum bu çelişmeleri ve bu
çelişmelerden kaynaklı çatışmaları hep yaşayacaktır. Sorun, Kitlelerin
demokratik hak ve özgürlüklerin biraz genişletilmesi ile yetinmesi değil,
sınıfların ve sömürünü ortadan kaldırılmasıdır. Gerçek kurtuluş böyle
sağlanabilir.
Kendilerini sınıf
mücadelesi içine atan kitle hareketlerinin ortaya çıkardığı, keskinleştirdiği
ve ayrıştırdığı çelişkiler, burjuva düzenin tüm pisliklerinin ortaya
dökülmeisni de beraberinde getirir. Kitle hareketleri bütün çelişkileri
keskinleştirir. Safları netleştirir ve kimin dost kimin düşman olduğunu daha
net ortaya çıkarır. Çelişkileri tetkleyici bir rolü vardır. Örneğin, düşman
kampı içindeki çelişkileri keskinleştirdiği gibi, halk arasındaki çelişmeleri
ise birleştirici bir rolü vardır. Halk içinde gözüküp de burjuvazi ile el
altından burjuvazi ile anlaşanları da ortaya çıkarır. Haziran ayaklanmasının
böyle bir yönü de olmuştur. Özellikle burjuvazinin tek ayak üstünde on yalan
söylediğini, iki yüzlü ve çirkef olduğunu daha iyi sergilenmesine neden
olmuştur.
Ayaklanmalar, büyük bir kitle
enerjisinin ortaya çıkması ve bu enerji doğru hedeflere kanalize edilebilirse,
proleter devrimin güncelliği de bir o kadar olgunlaşır. Küçük burjuva
reformizmi kitlelerin aktifleşmesinden ve burjuva devletini direkt hedef
almasından alabildiğine çekinir ve korkarlar. Bu ayaklanma sırasında bunlarda
görüldü.
Burjuvazi, işçi ve emekçilerin
kendilerine karşı mücadelelerinde, her zaman; “dış güçler”, “illegal
yıkıcı-bölücü örgütler”, “komünistler” vb. gerekçelerin arkasına sığınarak
saldırmıştır. En barışçıl kitle hareketi ya da eyleminde bu nedenleri aramış ve
bunu kendisine, kitlelerin eylemlerini sert bir şekilde bastırmaya gerekçe
olarak kullanmıştır. Gezi Parkı olayı bunun en açık örneğidir. Orada ki
insanlar, şehirin yağmalanmasını kurtarmak için çırpınırken, polis, çok vahşi
bir şekilde saldırmıştır.
Bizim demokrat gömlekli bazı
reformistlerimiz, bunları bilmelerine karşın, hala burjuvaziyle aynı kulvardan
devrimci ve komünistlere ateş ediyorlar. Böyle bir “demokratlık” şüpheli ve
tutarlı yanı zayıf olan bir demokratlıktır. Bu tutarsızlık, komünist değil,
reformist olmanın günahlarıdır. Kitle hareketinin kabardığı bir süreçte,
burjuva devleti ile AKP’yi ayrıştırma çabalarının yanında AKP ve Erdoğan’a
“sert çıkış”malar, ise, oportünizmin, kendi günahlarını afettirme çabaları
olarak sırıtıyor.
Kitleler, örgütlendikleri ve
sınıf mücadelesi içinde direkt yer aldıkları sürece, kendi sınıfsal
bayraklarına da sahip çıkacaklardır. Ancak, kitlelerin bilincini
bulanıklaştıran revizyonist ve reformistlerin teşhirinin önemi de, burada, bir
kere daha ortaya çıkıyor. İşçi sınıf içindeki bu anlayışlar yıkılmadıkça,
işçilerin sınıf bilinci doğrultusunda sınıf örgütlerinde örgütlenmesi ve
burjuvaziye karşı sınıf mücadelesine kararlı bir şekilde katılmaları kolay
olmayacaktır. Lenin, ‘oportünizme karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı
mücadele edilmez’ derken, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerden hareket
ediyordu. Bu, kitle hareketlerinin kabardığı süreçlerde daha net görülüyor.
Bu ayaklanmanın ortaya
çıkardığı en önemli derslerden biri de, kitlelerin eskisi gibi yaşamak
istemedikleri ve yeni düzen istedikleridir. Bu, kitlelerin politikleştiğini,
devrimcileştiğini ve devrimci örgütlenmeye yatkın oluğunu ortaya çıkarmıştır.
Özellikle gençliğin, devrimci örgütlenme için hazır olduğunu, bu ayaklanma
sırasında oynadığı rolle ortaya koymuştur. Kadınlar ise, üzerlerindeki gerici
baskının bilincinde olarak hareket etmişler ve güçlü bir şekilde ayaklanamanın
en önlerimnde yerlerini almışlardır.
Yazımızın başında sorduğumuz,
“neden ayaklanıyorlar”a yanıt vemiştik. Nereye gidiyorlar sorusu ise, uzun
vadede kendi iktidarlarını kurmaya, özgürlükleri yakalamaya ve yaratmaya
gidiyorlar dersek pek de sübjektif bir saptama olmayacaktır. İşçi sınıfı ve
emekçiler, burjuvaziyi devrip kendi iktidarlarını kurana kadar, kitle
hareketlenmeleri, bazan göğü sarsarcasına, bazan ise ölü sessizliği içinde, ama
hep ileriye doğru akıp gidecektir. Şu rahatlıkla söylenebilir ki; artık,
çeşitli milliyetlerden Türkiye halkları Gezi Öncesi gibi (GÖ) olmayacaktır.
Çünkü korku duvarını yıkan halk, devlet eski devlet olsa da, artık ona kolay
kolay boyun eğmeyecek ve direnecektir. İşçi ve emekçilerin, burjuvazinin cehennemini yıkıp kendi cennetlerini kurmak
için daha gidecekleri uzun bir yol var. Bu, uzun çatışmalı yol güzergahında, ne
zaman ki kendi sınıfsal bayraklarıyla çatışma meydanlarına çıkıp öne
atılırlarsa, işte o zaman burjuvazi için ölüm çanlarının geldiği anlar
olacaktır.
Kitlelerin meydanda
haykırdıkları gibi:
“Bu daha başlangıç,
mücadeleye devam!”
*** 27.06.2013
[1] Bu yazı, bir
değerlendirme olacağı için, kısa makale yazısı dışına çıkıyor. Uzun yazıların
okunmadığını ya da çok az insanın okuduğunu biliyorum. Ama, böyle bir yazıyı da
gerekli görüyorum. Bu yazı, birer hafta
arayla 3 bölüm halinde yayınlanacaktır.
[2] 2011-2013 arasında bu ülkelerde yapılan occupy (işgal) eylemlerine
kitle katılımı,, 1968’deki olaylara katılımıdan daha fazladır.
[3]
Bkz. Der Spiegel, Nr. 26, 24.06.2013
[4] Bu konuya, “Tarihin Önünde Yürümek”
(sf. 135) kitabımda yer vermiştim. Redhack (kızıl hackerler)in ortaya çıkardığı
ses kaydı’da bunu doğrulamıştır. Bkz. 18.06. 2013 tarihli gazeteler.
[5] Bu araştırmalar, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim elemanları Esra Ercan Bilgiç ve Zehra
Kafkaslı’ya ait, 05 Haziran 2013 Çarşamba günü gazeteleri.
[6] Bu yazı yazıldığında Mısır’daki son
ayaklanmalar daha başlamamıştı.
[7] TÜSİAD’ın “Gezi’ye” yaklaşımı ve
polis şiddetinin “aşırı” olduğunu söylemesi, Darbeci Ertuğrul Özkök ve Gülenci
Hüseyin Gülerce gibileri ise “demokrat”,
“müslüman demokrat” olduklarını açıklamak
zorunda kalıyorlarsa, bunları, Haziran Ayaklanması’nın –yani kitlelerin-
kudretinde aramak gerekiyor.
[9] Mısır’daki son Temmuz 2013
ayaklanması: Mısır burjuvazisi, kitlelerin mücadelesinin önünü kesmek için,
askeri darbeyi devreye sokmuştur. Aynen,
25 Ocak 2011’de olduğı gibi.
[10] Daha ayaklanmanın porta yerinde,
EMEP’in eski genel başkanı Tüzel’in bir Tv programında, “artık burada
bırakılmalı” yaklaşımı ve yine Hayat V’nin kapatılmaktan kurtulmasının hemen
arkasından direniş yerlerindeki canlı yayınları kesmesi ve meydanı tamamiyle
görsel alanda Halk Tv gibi CHP araçlarına bırakması, reformist anlayışların
kitle hareketleri karşısındaki duruşlarından ayrı ele alınamaz.
[11] Sendika.org,
[12] Bkz. Oya Baydar’ın “başbakana ihbar
mektubu” başlıklı makalesi, 19.06. 2013, T24