HESAPLAŞMA
Yusuf Köse
Özellikle 12 Eylül
1980’den itibaren yürürlükte olan emperyalist proje gereği, bugün Türk devleti,
kemalist faşist devletten dinci-faşist bir develet biçimine sokulmuştur.
Emperyalizmin bu projesine Türk egemen sınıfları da “hayır” dememiştir. egemenlerin anlaşmazlıkları,
ordunun rolüyle ilgili olduğu gibi, esas olarak da, sömürüden daha fazla pay
alma anlaşmazlığıyla ilgiliydi. Çatışma
bu konularda oldu ve “ılımlı islam” (bazı başka ülkelerde ise müslüman
kardeşler adıyla) örtüsü, kapalı değil, açıktan örtüldü. Emperyalist
burjuvazinin de isteği buydu. Özellikle 1979 Şubat’ın da İran’ın, “islam
devleti”ni ilan edişi ve ABD’nin kontrolünden çıkışıyla beraber, ABD
önderliğindeki batı burjuvazisi bu projeyi hızla –elbette doğası gereği- adım
adım uygulamaya soktular. Ortadoğu –müslüman ülkeler- halklarının din afyonu
ile derin bir uykuya sokulması, buna Türkiye’nin de eklemlenmesi gerekiyordu.
Marksist ve sol yazında sıkça tekrarlandığı gibi, 12
Eylül 1980 Cuntası, “laiklik” söylemi altında, dinciliğin örgütlenmesini yaptı
ve de sola karşı tampon olarak örgütlenmesinin önünü daha geniş bir şekilde
açtı. Bunu bizzat TÜSİAD yürüttü. TÜSİAD’ı “laik” görenler ya da göstermeye
çalışanlar elbette yanılıyorlar, bazı kesimler ise bunun bilinçli propagandasını
yaparak, işçi ve emekçileri sermayenin bir kesiminin peşine takmaya
çalışıyorlar. Aynı zamanda, alternatif olarak, yeşil sermayeye karşı “laik”
sermayeyi göstermenin gayretkeşliği ve yönlendirmeleri olarak da kitlelerin
karşısına çıkarılıyor. Yeni bir toplumsal ve sosyolojik dönüşümün –toplum mühendisliği
diye adlandırılan olay- adımları daha o zamanda atılmaya başlanmıştı. Bunun
içinde öncelikle “sol”un bir bütün olarak ezilmesi en azından ağır bir darbe vurulmasının
hesabı yapılmıştı.
Türk burjuvazisi
“dini”, TC.nin kuruluşundan bu yana, kitleleri kontrol altında tutmanın bir
aracı olarak hep canlı tutarken, "müslüman mahallesinde
salyongoz” sattırmayarak, dinin uyuşturucu ruhu ile kitleleri gerçeklerden
uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Buradan hareketle şu rahatlıkla söylenebilir;
burjuvazi gerçek anlamda hiç bir zaman “laik” olmamış ve de olamaz. Avrupa
burjuvazisinin “laik” olduğunu söyleyenlerde yalan söylüyor. En gerici
yöntemleri, en gerici iktidarları besleyen, yönlendiren ve var etmeye çalışan
bu emperyalist burjuvazidir. Varlığı aşırı sömürü ve baskı üzerine
kurulu bir sistemin sahiplerinin “demokrat” olması bir yana, bunlardan en
asgari ölçüde demokratlık beklemek, siyasal körlükten öte, bilinçli bir karşı-devrimci
yönlendirme olarak da öne sürülmektedir.
Başka idelojik
araçların yanında, kitleleri etkilemenin en etkili ideolojik araçlarından biri
olarak din; işçi ve emekçileri, kapitalist sisteme karşı duruşlarının yönünü
başka bir yöne çevirmenin, uyutma/uyuşturma, somut gerçeklerden ve özellikle de
sınıfsal gerçeklikten uzaklaştırmanın bir ideolojik aracı olarak
kullanılmaktadır. Kitleleri en alt kimliklerine kadar bölmek, esas kimlik olan
sınıf kimliğinden uzaklaştırmak, burjuvazinin ve önceki sömürücü sınıfların hep
çaba ve düşleri olmuştur. Çünkü, kitlelerin sınıfsal olarak bilinçlenmesi,
kendi sınıf çıkarlarına sahip çıkması, burjuvazinin sömürü sistemi için en
büyük tehdit olarak var olamaya devam etmektedir.
Egemen sınıfların dinleri “boyun eğmeyi”
öğütler ve bunun kutsallığına kitleleri inandırmaya çalışır. (Oysa, burjuvazi için yegane kutsal olan şey sermayedir, özel mülkiyetçi sistemdir) Nitekim, özellikle
geri bıraktırılmış yarı-sömürge ülkelerde yapılan budur. “Din savaşları”. Şu
anda yarı-sömürgelerde, özellikle de emperyalistlerin çıkar dalaşlarının
keskinleştiği Ortadoğu ve çevresindeki ülkelerde, bu yöntemi uzun bir süredir
uyguluyorlar ve uygulamaya çalışıyorlar. Bu yöntem, salt yarı-sömürgelerle
sınırlı omayıp, nazi Almanya’sında da yaşama geçirildiği gibi, emperyalist
ülkelerde de yürülüğe sokulabiliyor. İhtiyaç duyduklarında toplumu rahatlıkla
din afyonun buğusuyla uyuşturma yoluna gidebilirler. Emperyalist burjuvazi
tarafından Vatikan’ın yaşatılması, ayakta tutulması, kilise çanlarının durmadan
çınlatılması ve büyük bir sermaye ile beslenmesi boşuna değildir.
Yine Afrika’da,
emperyalist tekellerin, farklı aşiretleri, farklı mezhepleri birbirine
kırdırarak, saltanatlarını sürdürme çabaları, kitle kıyımları üzerinde
gerçekleşmektedir.
Burjuvazi için
“laik” ya da “dincilik” sermaye birikimi ve büyümesiyle ilgilidir. Eğer sermaye
birikimi, “din” afyonu ile daha iyi sağlanıyorsa, anında “dinci” olurlar. Yok,
eğer, sermaye birikimi “laisizm” adı altında yapılıyorsa, laiklik öne çıkar.
Hatta Çin’de olduğu gibi, sermaye birikimi “komünizm” adı altında yapılıyorsa,
onlar “komünist”de olurlar.
Burjuvazi için
sorun, özel mülkiyetçi (kapitalist) sistemin sürdürülmesidir. Elbette, bunun
için, başta, kitlelerin sınıf mücadelesinden uzaklaştırılması,
devrimci-demokratik örgütlenmelerden yoksunlaştırılması gerekiyor. Çünkü,
sermaye birikiminin artışı, aşırı artı-değer sömürüsünü şart koşar. Bu da,
kitlelerin, özellikle çalışan işçi kesiminin direnişinin kırılmasıyla doğru
orantılıdır. Sermaye birikiminde, sınıf
mücadelesi yükseldiğinde azalma, sınıf mücadelesi zayıfladığında ise artış
olur. Sermaye birikiminin artışıyla sınıf mücadelesinin ivmesinin artması
birbirine zıttır.
AKP’nin
uygulamaları, özelikle de işçi ve emekçilere yönelik baskıları, her geçen gün
bir yenisi uygulamaya sokulan yoğun hak gaspları vb., esas olarak bütün
burjuvazi tarafından desteklenmektedir. 12 Eylül Askeri Cuntası etrafındaki
birlik, şimdi, AKP etrafında sağlandığını söylemek yanlış bir belirleme
olmayacaktır. Her ne kadar egemen sınıf partilerinden CHP, “ılımlı islam”
örtüsünün bu kadar açıktan yapılmasına karşı dursa da, CHP’ye destek veren
sermaye kesimi AKP’den o kadar şikayetçi değil. Şikayet ettiği taraf, yeşil
sermaye denen kesime sömürüden daha fazla pay ayrılmasıdır. Egemenler
arasındaki bu çelişki her zaman var olacaktır. CHP’nin itirazları, işçi ve
emekçilerin demokratik hak gasplarıyla, Kürt ulusuna yapılan zulümle ilgili
olmayıp, “ılımlı islam” örtüsünün öne çıkarılmasıyla ilgilidir.
AKP, kitleleri din
afyonu, özellikle de sünnilikle uyutmaya çalışırken, karşısına da düşman olarak aleviliği çıkarmıştır.
Kitlelerin önemli bir kesimini kendi etrafında tutmak için böyle bir yönteme
ihtiyaç duyarken, kitlelerin sınıf mücadelesinden uzaklaşmasının ideoloijsini daha
etkin kılmaya çalışıyor. Kürtler -özellikle ulusal hakları için direnen ve
mücadele eden kesim- zaten düşman. Kürt düşmanlığını, ırkçılığı ve
milliyetçiliği geliştirerek, kitlelerin düzene olan tepkisinin yönelimini başka
bir yere kanalize etmenin aracı olarak da kullanıyorlar. Ancak, işçi ve
emekçilerin sınıf mücadelesini bastırmak için bu yeterli olmuyor. Din ve mezhepsel farklılıkların da kullanılması gerekiyor. Alevilik olmasaydı, sünniliğin içindeki
mezhepleri (bu da olmasına karşılık, daha geri planda yapılıyor) bir birine kışkırtmanın açıktan çabaları içine girerlerdi.
Türkiye’deki
Aleviliğin ilerici olması burjuvaziyi ürküten bir yan olması nedeniyle, onu
islamın gerici gayya kuyusuna atmak için de baskı uygulamaktadır. Yüz yıllardır
bastırılamayan alevilik, eksilmeyen devlet baskısı, onlarca katliamı, tehdidi
ve tacizlerin yanı sıra, “alevi
sermayesi” eliyle de uysallaştırmaya çalışılmaktadır.
Burada yeniden
anımsatmak gerekiyor, “ezeli Kürt düşmanlı”ğının körüklenmesinin yanında, “ezeli
alevi düşmanlığı” da hep canlı tutlmuştur. Bu salt AKP iktidarına has bir tutum
olmayıp, önceki (örneğin 2 temmuz 1993 Sivas katliamı) iktidarlar zamanında da
yapıla gelmiştir. Türk egemen sınıfları, bunu hep yapmış ve yapmaya devam
edeceklerdir.
AKP’nin, muhalif
olan her kesime açıktan tehdidi, saldırısı ve bunları uygulamaya sokması, aynı
zamanda bir savaş hükümeti olmasının da bir gereğidir. Öte yandan, yeni
palazlanan burjuvazinin böyle bir uygulamaya gereksinimi de vardır. Bu, hem iç koşullar için hem de emperyalizmin
ileri karakolu (İran’a yönelik de hazırlandığı unutulmamalı) olmasının bir
gereği olarak da öngörülmektedir. AKP iktidarının en güçlü gibi gözüken bu
yanı, aynı zamanda, onun ve arkasındaki egemen güçlerin en zayıf yanlarından
biridir. Kendilerini güvende hisetmedikleri açıktır. Bu nedenle de, kitleleri daha
yoğun saldırılarla sindirmeye yöntemini kolay kolay terk etmyeceklerdir.
Egemen sınıflar,
“tek millet, tek bayrak, tek din, tek vatan” politikalarını gür bir şekilde seslendirmeye,
daha uzun bir süre devam edeceklerdir. Suriye, Kürdistan ve bir bütün olarak
Ortadoğu’daki gelişmelerin yanı sıra, ülke içinde sınıf mücadelesinin gelişmesi,
ezilen yığınların ekonomik ve demokratik hakları için mücadeleye atılması ve
bunu geliştirmesi ve geliştirme eğilimlerinin artış göstermesi, AKP ve
arkasındaki sermayenin yüzlerine çektikleri din perdesini ve emperyalizmin
jandarmalığını yırtıp atacaktır.
Emperyalist
burjuvazinin 2008’den beri devam eden eknomik krizinin giderek derinleşme eğilimi içine girmesi,
Ortadoğu ve çevresinde başlayan emperyalist egemenlik savaşının bölgemizde daha büyük kanlı
bir hesaplaşmanın da yakın –özellikle ABD başkanlık seçiminden sonra- olduğunun
verilerini ortaya koymaktadır. Emperyalist burjuvazi, Türk egemen sınıflarını
daha fazla bu kanlı (esas olarak emperyalist) hesaplaşmanın içine itmeye
çalışmaktadır. AKP hükümeti ise, iktidarını kaybetmemek için bu kanlı
senaryonun içinde yer almaya devam edecektir. Ta ki, yıkılana kadar!
Görüntüleri ve de yansımaları farklı olsa da, esas olarak, bu hesaplaşma; ezenle ezilen, özünde ise işçi sınıfı ile burjuvazi arasında geçmektedir. Her zaman olduğu gibi, bu kanlı hesaplaşmada,
olan, elbette ezilen halklara olmaktadır. Tüm acıları onlar çekmektedir. Bu kanlı senaryonun bir parçası olmamak, işçi
ve emekçilerin buna karşı mücadelesinin boyutu ve kitleselliği belirleyecektir.
Bu nedenle, kitlelerin devrimci-demokratik gücünü açık bir şekilde ortaya
koyması ve bu devasa devrimci gücün mobilize edilerek devrimci bir güce
dönüştürülmesi, bugün daha zaruri bir hal almıştır.
18.08.2012
***