Bir
Sol Liberal Aydının Ezilen Ulus Milliyetçiliği Temelinde
Ulus
Sorununa Yaklaşımının Eleştirisi
Yusuf Köse
Giriş:
Uluslar kapitalizmin
şafağında ortaya çıkmıştır. Ancak, kapitalizmin emperyalizme
evrilmesiyle de ulusal sorunlar çözülebilmiş değildir. Hala
ezilen uluslar ve bunların kendi kaderlerini özgürce tayin etme
mücadeleleri sürmektedir. Özellikle emperyalizmin ortaya
çıkmasıyla birlikte, ezilen ulus sorununun çözümü doğrudan
proleter devrimlere bağlanmıştır.
Burada ulusların nasıl
ortaya çıktığıyla ilgilenmiyeceğiz. Ancak, ezilen ulus sorununa
yaklaşımda hala liberal burjuva ve de
liberal sol yaklaşımlar var. Emperyalist burjuva
egemenliği döneminde bu tür anlayışların yeşermesi ve güç
kazanması doğal. Hatta öyle bir anlayış var ki; sorunu ML
dünya görüşü temelinde değil, ezilen ulus burjuvazisinin dünya
görüşü temelinde, komünistlerin önüne
„doğru, berrak bir
tavır“ diye anti-ML
yaklaşımlarını koyabiliyor. Soruna
burjuvazinin ulusculuğu temelinde yaklaşanların, ML'i de
ağızlarına aldığı pek görülmemiştir.
Bu yazı, Muzaffer
Oruçoğlu'nun, Gazete Patika'da çıkan, „Milli Hareketler
Karşısında Tavır Sorunu“
adlı makalesindeki anlayışların bir
eleştirisi olacaktır.
Ulusal
Sorun ve Oruçoğlu'nun Gerici Ulusalcılık Hayranlığı
Oruçoğlu, devrimci
saflara katılmasından bu yana MLM olamadı
ve böyle bir derdi ve kaygısı da hiç olmadı. Kaypakkaya
ile birlikte PDA'dan ayrıldığında da gönlü orada kaldı dense
yeridir. Zaten bir çok konuşma ve anılarında, Kaypakkaya'nın
„ısrarı“ sonucu ve onu „kıramayışı“ nedeniyle TKP-ML
saflarında yer aldığını da belirtir, kendisi.
Bunun konumuzla ilgisi, Marksizmi-Leninizmi
içten benimsememiş, onu burjuvazinin dünya görüşüne karşı
işçi sınıfının dünya görüşü olarak ele almamasıyla
yakından ilgilidir. Bu nedenle, Oruçoğlu'nun
bugünkü görüşleri, salt bugüne ait değil, PDA saflarından
kalma düşünce yapısını, kendi içinde tutarlı ve de kararlı
bir şekilde sürdürmeye devam etmektedir. Çelişki gibi gözüken
şey, kendini, ideolojik içeriğine temelden karşı çıktığı
saflarda göstermeye gayret ediyor olmasıdır. Bu, onun çelişkisi
değil, onu böyle görmek ve de göstermek isteyenlerin ideolojik
tutarsızlıklarıyla doğrudan ilgilidir.
Oruçoğlu'nda işçi
sınıfına bakış açısı, reformist sol liberal ve sınıf
uzlaşmacıdır. Ancak, sınıf uzlaşmacılığında, Oruçoğlu'nun
terazisinin kefesinde proletaryanın sınıf
çıkarları yer almaz, esas olarak gerici ulusal burjuvazinin
çıkarları yer alır. Onun “haklı”, “haksız” kavramları
içinde, sınıf bakış açısı ve devrimci sınıfın genel
çıkarları, dünya sosyalist devrimin genel çıkarları yoktur.
Böyle olunca da, onun “komünistliği”, ayakları yere basmayan,
toplumsal sınıf çatışmalarından soyutlanmış bir küçük
burjuva hayalci -bu, Avrupa'nın bazı
şehirlerine serpiştirilmiş ve burjuvaziye hiç bir zarar vermeyen,
tersine, burjuvazinin hoşgörüsünü kazanan-
anarşist komünalciliği olarak kendini göstermektedir. Mülkiyete
karşı gibi yapar, ama mülk sahibi, ya da bütün ülkenin mülküne
el koymak amacıyla hareket eden ezilen ulus burjuvazisinin bu amaçlı
mücadelesini, sınıfsız toplum mücadelesi veren sınıftan daha
üstün tutuğu için, kutsar. Bu bağlamda da Oruçoğlu,
proletaryanın devrimci istemlerine karşı, adeta, arkaik dönemlerin
kararlı savunucusu durumuna düşmüştür.
Önce,
Oruçoğlu'nun adı geçen makalesindeki bazı iddialarını alıp
işçi sınıfının dünya görüşü olan MLM penceresinden
değerlendirelim. Komünistler açısından orta bir yol yoktur. Orta
gibi gözüken yollar da genelde burjuva sınıfı tarafına meyil
eden düşünce ve buna bağlı olan tavırlardır. Bu nedenle ML
nettir. Ve sorunlara tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm
temelinde yaklaşırlar.
Oruçoğlu
şöyle diyor:
“Bizim
desteğimizi tayin eden şey, harekete önderlik eden sınıfın
niteliği değil, hareketin demokratik içeriği ve haklılığıdır.
Bu önderlik, kendi direniş sahası içinde komünist partisinin
örgütlenmesine müsaade etsin veya etmesin, emperyalizme darbe
vursun veya vurmasın bu gerçek değişmez.”
Oruçoğlu
için, uluslararası proletaryanın büyük öğretmenleri olan Marx,
Engels, Lenin, Stalin ve Mao bir referans kaynağı olmadığından,
onların düşünceleri ve onlardan aldığımız alıntılarla onun
görüşlerini eleştirmek, onun kale alacağı düşünce
sistematiği olmayacaktır. Buna rağmen, elbette onların
düşünceleri ışığında soruna yaklaşacağız. Bizim referans
kaynağımız, ne emperyalist burjuvazinin “yeşil kuşak
projesi”yle besleyip büyüttüğü gerici, dinci, faşist
örgütlerin ideolojik izleri olabilir ne de ezilen ulus
burjuvazisinin burjuva ideolojisi olabilir.
Oruçoğlu,
ezilen ulus burjuvazisinin esas derdinin “mülk sahibi” olmak
için ülkesinin bağımsızlığını istediğini bilir. Ama, onun
mülk sahibi olma isteğini herşeyin üstünde ve haklı bir istem
olduğuna karar vererek, onun bu eylemin içinde yer alan en gerici
istemlerini dahi; özel mülkiyeti ortadan kaldırmak için mücadele
eden sınıf bilinçli proletaryayı, her koşul altında, bu burjuva
ulusalcılığı desteklemeye çağırır. Onun anlayışında,
komünistlere yaşam hakkı tanıyıp tanımaması, emperyalizme
darbe vurup vurmaması ya da sosyalist mücadeleyi geriletip
geriletmemesi hiç önemli değildir. Bu, Taliban gibi dinci-faşist
örgütlerde olsa ya da en saldırgan emperyalist burjuvazinin kukla
hükümeti (Ukrayna) de olsa “desteklenmesini” zaruri
görmektedir. Proletaryanın, özellikle de sınıf biliçli
proletaryanın kendine ihanet etmesini, kendi davasını değil,
ezilen ulus burjuvazisinin davasını savunmayı önermektedir. Onun
görüşleri buraya çıkmaktadır.
Bu
görüşleri, tescilli gerici bir burjuva entellektüelin savunması
kendisiyle uyumlu olabilir. Ancak, kendini ilerici saflarda gören
bir sol liberal aydının kendini göstermek istediği siyasi
kimlikle de çelişmektedir. Her
şeyden önce de bu tür görüşlerin yanlışlığı ve vahimliği,
toplumsal gelişmenin daha geriye çekilmek istenmesinde yatmaktadır.
Bu bağlamda da, Oruçoğlu şahsındaki bu anlayış, gericiliğin
savunusundan başka bir anlama gelmemektedir. Ancak,
yazar açısından bu bir çelişki değildir. Çünkü o, sosyalizme
inanmamaktadır. Toplumların devrimci gelişmesine ve herşeyden
önce de tarihsel materyalizme inanmadığı için, kendisi açısından
bir çelişki oluşturmuyor.
Marksist-Leninistlerin
Ulusal Sorunu Ele Alış Biçimi
Ulusların
Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH), ML ile oportünistler arasında,
Marx'tan bu yana tartışılmaktadır. Ancak, Marksistler soruna,
esas olarak proletaryanın genel sınıf çıkarları temelinde
yaklaşırlar. Emperyalizm öncesi Marx'da soruna aynı bakış
açısıyla yaklaştı. Marks, Polonyalıların ve Macarların ulusal
hareketlerini desteklerken, Çekleri ve Güney Slavları
desteklememesinin temelinde de yine bu bakış açısı vardı.
Gericiliğe karşı ileri olanı, devrimci olanı desteklemek ve
güçlendirmekti. Çünkü, Güney Slavlar ve Çekler, Avrupa'nın en
gerici devleti olan Çarlık Rusya'sının yanındaydılar ve çarlık
Rusya'sının Avrupa'ya açılan “ileri karakolları”ydılar.
Marx ve
Engels'de o zaman ulusal soruna, burjuva ulusalcılığının
haklılığı temelinde değil, ezilen halkların ve özellikle de
işçi sınıfının genel çıkarları açısından soruna
yaklaşmışlardır. Marx'ın bu tavrı yanlış mıydı?
Oruçoğlu'na göre “yanlıştı.”
“Bana
öyle geliyor ki Lenin ve Stalin’in bu hataları, Marx ve Engels’in
hatalarına dayanıyor. Marx ve Engels, Çarlık Rusya’sını
Avrupa mutlak yetini kalesi, dolayısıyla Avrupa’daki demokratik
gelişmenin, kıpırdanışların, mücadelelerin ve hakların baş
düşmanı olarak görüyorlardı.”(agm)
Oruçoğlu,
soruna, burjuva ulusalcılığının hakları ve burjuva reformist
hukuku çerçevesinde yaklaştığı için Marx ve Engels'i hatalı
ve bunların izinde giden Lenin ve Stalin'i de hatalı görüyor.
Çünkü yazar için burjuva hukuku ve burjuva uluscu reformizmi
proletaryanın çıkarlarının üstündedir ve bu bağlamda ona göre
“burjuva ulusculuğunun sınıf içeriğine, devrimci olup
olmadığına bakılmaksızın o hareket desteklenmelidir.” Bu
yaklaşım, burjuva ulusculuğunu proletaryanın sınıf çıkarlarının
ve genel devrimci çıkarların üstünde gören ve bunu kutsama
gerici anlayışından ileri gelmektedir. Şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz: Yazar, “burjuva
ulusalcılığının hukuku her şeyin üstünde” yaklaşımıyla,
en gerici, en bağnaz ulusalcılığın yanında yer aldığını
göremeyecek denli toplumun genel devrimci gelişiminin karşısında
yerini almıştır.
Oruçoğlu'nun
bu gerici yaklaşımı, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısında, NATO,
ABD ve AB emperyalistlerinin desteklediği ve kuklası olan faşist
Ukrayna hükümetinin yanında yer almasında da göstermiştir. Bir
emperyalist kampa karşı başka bir emperyalist gücü dolaylı da
olsa destekleme derecesine kadar inmiştir. Proleter sınıf bakış
açısından yoksunluk, iki emperyalist kamp arasındaki savaşta ya
da herhangi bir egemenlik çatışmasında, birinden birinin yanında
yer almak... Burjuva anavatan savunusu budur. Ve bu emperyalist
anavatan savunuculuğudur.
ML'ler
(Oruçoğlu, “Marksist-Leninist” kavramını kullanmaz),
marksizmi bir doğma değil, bir eylem kılavuzu olarak ele alırlar.
Bu nedenle de her doğru her yerde doğru olmayacağı gibi, dün
doğru olan koşulların değişmesi nedeniyle bir başka doğru
ortaya çıkar. Marx ve Engels zamanında kapitalizm serbest
rekabetçi bir dönemdeydi. O zaman ulusal hareketler, proletaryanın
genel davasına bağlanmıyordu ve hala burjuva ulusalcılığın
devrimci barutu bütünüyle bitmemişti. Bu bağlamda “gerici
uluslar” ile “ilerici uluslar” arasında bir ayrım
yapılıyordu.
MLM'lerin
tereddütsüz referans aldığı Stalin'in bu konuyla ilgili
görüşlerine başvurmadan olmaz. Çünkü Lenin ve Stalin'in bu
konudaki görüşleri, SSCB'de ulusal sorunu en doğru bir şekilde
çözmüş ve pratikte bu ispatlanmıştır. Emperyalist burjuvazi,
kararlı bir şekilde sosyalizmin bu deneyimine karşı çıkmıştır.
Emperyalist burjuvaziden etkilenen küçük burjuva sol liberalleri
de, Lenin ve Stalin'i aynı ağızdan eleştirmekten geri
durmamışlardır. Uluslararası proletarya ve uluslararsı komünist
hareket bu deneyimi her zaman örnek almak durumundadır.
“Eskiden
Ulusal sorun, reformist bir bakış açısıyla, ayrı, bağımsız
bir sorun olarak; sermayenin iktidarı, emperyalizmin devrilmesi,
proleter devrim genel sorunuyla bağlantısız ele alınırdı. ...
Leninizm tanıtlamış ve emperyalist savaş ile Rusya'daki devrim
doğrulamıştır ki, ulusal sorun ancak proleter devrim ile
bağlantı içinde ve proleter devrimin zemini üzerinde çözülebilir;
Batıdaki devrimin zaferinin yolu, sömürgelerin ve bağımlı
ülkelerin emperyalizme karşı kurtuluş hareketiyle devrimci
ittifaktan geçer. Ulusal sorun proleter devrimin genel sorunun bir
parçası, proletarya diktatörlüğü sorunun bir parçasıdır.”
Sorun ML'ler
için çok nettir. Son yüzyıl da göstermiştir ki, ulusal sorunlar
proleter devrimle çözülebilmiştir. Hala var olan ezilen ulus
sorunu ise, devam etmektedir. Kapitalizm varoldukça da devam
edecektir. Ezilen ulus hareketleri, proletarya ile ittifak kurduğunda
onlarla daha sıkı dayanışma içine girdiğinde ilerleme
sağlamaktadırlar ve genel olarak, emperyalizme karşı bir duruş
sergileyen ulusal hareketler, emperyalizmi ve burjuva gericiliğini
geriletmektedirler. Devrimci proleter hareketten uzak duran ulusal
hareketler, emperyalizme karşı mücadele yürütemezler.
Proletaryanın desteğini almayan ezilen ulus hareketleri ise başarı
sağlayamazlar. Bunun örneklerini yaşıyoruz.
Lenin'de,
Stalin'de ezilen ülkelerin ulusal hareketlerin bağrında devrimci
olanakların olup olmadığı sorusuna, “var diye” olumlu yanıt
verirler. Günümüz de de ezilen ulus hareketlerinin bağrındaki
devrimci olanaklar tükenmiş değildir. PKK ve PYD somutunda bunu
görebiliyoruz. Proletarya, bu devrimci olanaklardan yararlanmalıdır.
Sınıf bilinçli proletarya, sözkonusu bu hareketleri, ezen ulus
burjuvazisinin ve emperyalizmin yedek gücü olmaktan çkarıp,
uluslararası proletaryanın yedek gücü, proleter devrimin
müttefiki haline getirmelidir. Sınıf bilinçli proletaryanın bu
tür ezilen ulus hareketlerine yaklaşımı bu temelde olmalıdır.
Emperyalizme ve gerici burjuvaziye doğrudan ya da dolaylı hizmet
eden, özellikle de emperyalist burjuvaziyi güçlendiren ezilen ulus
hareketleri desteklenemez.
Komünistler,
proletaryanın genel dünya görüşü temelinde ezilen ulus
sorununa yaklaşır. Proleter sınıf çıkarları bir kenara
itilerek sorunlara yaklaşmak, proletaryanın genel devrimci
davasına, sosyalizm mücadelesine zarar verir. Bu bağlamda,
proletarya, her ulusal harekete iki yanağını uzatan papaz gibi
hareket etmez ve edemez. Böyle davrandığında, proleter devrimler
için değil, ezilen ulus burjuvazisinin gerici sınıf çıkarları
için mücadele etmiş olur. Marksist-Leninist-Maoistler, soruna, her
ezilen ulus hareketini değerlendiriken, proletaryanın sınıf
çıkarları ve de Oruçoğlu'nun eleştirdiği, tam da bu sorunun
nirengi noktası; “emperyalizme
darbe vurup vurmaması, proleter devrimlerin genel çıkarlarına
zarar verip vermemesi” açısından
yaklaşırlar. Tersi, burjuva humanizminden öte, bütünüyle
burjuva ulusalcılığının en gerici yanında yer almak olur ki,
bunun MLM literatüründeki adı: Sınıf uzlaşmacılığıdır!
Çünkü bu sınıf uzlaşmacılığı, dünyanın iki kampa
ayrıldığını, emperyalizm ile proleter devrimler kampına
ayrıldığı gerçeğini kabule yanaşmıyor.
UKKTH
Desteklemek Ne Anlama Geliyor
Lenin'den
bir alıntı ile başlayalım:
Lenin, ezen
ulusun komünistlerinin tavrının ne olması gerektiğine ilişkin
şunları söyler:
“Ezen
ülkelerdeki işçilerin enternasyonal eğitiminin ağırlık
noktasıda, kayıtsız koşulsuz, ezilen ülkelerin ayrılma
özgürlüğünü propaganda etmek ve savunmak zorundadır. Bu
olmaksızın enternasyonalizm olmaz.
Bu propagandayı yapmayan
bir ezen ulusun sosyal-demokratını (komünistini -YK-), emperyalist
ve alçak saymak hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin
gerçekleşmesinden önce ayrılma olayı
binde bir olayda bile mümkün ve 'gerçekleştirilebilir' olsa da,
bu mutlak bir taleptir.”
Lenin
vurguladığı, “binde bir de olsa”,
olayı, sosyalizm dışında (Finlandiya'nın ayrılması örneği)
olmamıştır. Emperyalizm çağında ezilen ulusların ayrılma
istemleri kanlı bir şekilde bastırılmış, Filistin, Kürdistan,
Tamil ve daha bir çok yerde bastırılmaya da devam ediyor. Buna
rağmen ayrılma özgürlüğü savunulur ve aynı zamanda bu, ezilen
ulus sorunun proleter devrimler sorunuyla doğrudan bağlantılı
olduğunun tarihsel bir kanıtı olarak durmaktadır.
Aynı
paragrafın devamında Lenin, ezilen ulus komünistlerinin
görevlerini ise şöyle belirtir:
“Öte
yandan, küçük bir ulusun sosyal-demokratı, ajitasyonunda ağırlık
noktasını genel formülümüzün ikinci kelimesine vermelidir:
ulusların 'özgür birliği'.
O bir enternasyonalist olarak yükümlülüklerini zedelemeksizin,
hem
kendi ulusunun siyasi bağımsızlığından, hem
de komşu devlet X,Y,Z, vs.ye
katılmasından yana olabilir. Ama o, her durumda, ulusal
dargörüşlülüğe, içe kapanıklığa ve yalıtlığa karşı, ve
bütünün ve genelin hesaba katılması, parçanın çıkarlarının,
bütünün çıkarlarına tabi kılınması için mücadele
etmelidir.”
Bütün ve
parça konusunda Oruçoğlu, proletaryanın genel sınıf
çıkarlarının; burjuvazinin, hatta emperyalizmin işbirlikçisi
ve kuklası olan en gerici burjuvazinin çıkarlarına feda
edilmesinden yanadır. Bu anlayışa göre, parça, proletaryanın
sınıf çıkarları, bütün ise burjuvazinin sınıf çıkarlarıdır.
Sınıf bilinçli proletarya açısından, bu derece düşünce
zavallığının bir başka açıklaması yoktur.
Lenin devam
eder:
“Sorunu
derinlemesine incelememiş kişiler, ezen ulusların
sosyal-demokratları 'ayrılma
özgürlüğü'
üzerinde ısrar ederken, ezilen ulusların sosyal-demokratlarının
'birleşme
özgürlüğü'
üzerinde direnmelerinin 'çelişkili'
olduğunu düşünüyorlar. Ama üzerinde biraz düşününce,
enternasyonalizme ve ulusların kaynaşmasına giden bir
başka yol, verili durumdan bu
hedefe giden bir başka yol olmadığı ve olamayacağı
görülecektir.”(açL)
Lenin
sorunu hiç tartışmaya yer vermeyecek şekilde açık olarak ortaya
koymuştur. Sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız birleşik bir
sosyalist dünya kurmak için, ezen ve ezilen ulusa mensup
komünistlerin yapacağı propaganda böyle olmak zorundadır. Tersi,
işçileri ulusal ve etnik alt kimliklerine bölerek burjuvaziye
hizmet etmek, burjuvazinin tam istediğini yapmak olur. Böyle bir
anlayışla, işçi sınıfını kendi sınıf örgütü içinde
birleştirerek sosyalist devrimi, nihayetinde, komünist toplumu
gerçekleştirmeleri sözkonusu olamaz. Gerisi, burjuva “demokrasisi”
adı altında ücretli kölelik sisteminin devamını sağlamak ve
pekiştirmek isteme sahtekarlığıdır.
Ezen
ulusun komünistleri, ezilen ulusun ayrılma ve ayrı devlet kurma
hakkı özgürlüğünü savunur. Ayrılma ve ayrı devlet kurma
hakkı, ezilen ulusun demokratik
muhtevasıdır.
Komünistler bu muhtevayı destekler. Tartışılan nokta burası
değildir. Bu hakkın “ne yönde kullanılacağının” her koşul
altında desteklenmesinin bir zorunluluk olarak ortaya konmak
istenmesidir. Ezilen ulus burjuvazisinin ayrılığı, emperyalizmi
güçlendiriyor ve sosyalist mücadeleyi zayıflatıyorsa, bu ayrılık
“kayıtsız şartsız” desteklenmez. Ayrılığın aleyhine,
birliğin lehine propaganda yapılır, ama buna rağmen ezilen ulus
burjuvazisi ayrılıyorsa, onun ayrılığı zorla bastırılmaz.
Bunu
biraz daha somutlarsak; Ezilen ulusların demokratik muhteva
dediğimiz olayın, her koşulda ayrılmasının desteklenmesi
anlamına gelmiyor. Ayrılma hakkının olduğu, özgürce
ayrılabileceği hakkının olması ve bunun desteklenmesiyle,
pratikte, her koşul altında, ayrılmak isteyen ezilen ulus
burjuvazisinin “ayrılmasını kayıtsız şartsız desteklemek”
aynı şeyler değildir. 1917 Sovyet Devrimi gerçekleştiğinde,
Finlandiya'nın ayrılma hakkına zorla engel olunmadı ve ayrılma
hakları olduğu açıklandı, ama, ayrılma istekleri desteklenmedi.
Buna rağmen ayrılmalarının önüne de zor engeli çıkarılmadı.
Eğer zor engeli çıkarılsaydı, bu “ayrılma hakkı özgürlüğünü
ne yönde kullanacağı, ezilen ulusun (Finliler) elinden alınmış
olurdu. Bu, Rusya işçileri ile Finli işçilerin enternasyonal
birliğine zarar verirdi. Ve dünya halklarının gözünde,
komünistlerin söz ve eylemlerinin bir olmadığı güvensizliğini
doğururdu. Komünistlerin ezilen ulus sorunundaki bu hasas
tavırları, esas olarak, ezilen uluslardan halkların (işçi ve
emekçilerin) komünistlere olan güvenini pekiştirmeyi amaçlar.
Oruçoğlu
için, “ezilen ulus hareketinin sınıf niteliği, emperyalizme
darbe vurup vurmaması “hiç önemli
değil”dir, “her
koşulda desteklenmeli”dir. İşte bu
yaklaşım, burjuva ulusalcılığını ve onun ücretli kölelik
sistemini kutsamaktır. Oruçoğlu'nun savunduğu görüş, Fin
burjuvazisinin ayrılık isteğinin haklı olduğunu ve desteklemeyi
gerektirir. Oruçoğlu, yazılarında ve
edebi eserlerinde çatışmayı, çelişmeyi çok kullanır. Ama, tam
da zurnanın zırt dediği yerde, yani, proletaryanın sınıf
çıkarlarının olduğu yerde, tersini, burjuva ezilen
ulusculuğundan yana burjuva sınıfının çıkarlarını esas alan
düşünce diyalektiğini işletir. Çünkü o, proletarya
diktatörlüğüne karşıdır ve elbette bu onu, suskunluk içinde
sosyalizm karşıtlığına kadar götürmektedir.
Finlandiya'nın
ayrılması SSCB'ne zarar vermiştir. Bir ülke, bir halk ve işçi
sınıfının bir kısmı burjuva dünyasının içinde kalmıştır.
Genelde sosyalizm zarar görürken, emperyalist sistem bundan yarar
görmüştür. Çünkü ayrılık gerici bir ayrılıktır. Bu
bağlamda, her ezilen ulusun ayrılığı “ilerici” olur diye bir
doğru yoktur. İlerici olmayanları komünistlerin desteklemesi de
söz konusu olamaz. Gericiliği, gericiliğe hizmet eden,
emperyalizme hizmet eden, şeriatçılığı güçlendiren, halkları
köleleştirici ve burjuva özgürlüklerini ve en asgari burjuva
hakkını bile elinden alan “ezilen ulus hareketi”ni desteklemek,
Komünistlerin dünya görüşüyle terstir. Uğruna mücadele ettiği
normlara karşı çıkan bir hareketi güçlendirmek, işte kendi
kendine ihanet, kendinle çelişme böyle olur.
Ezilen bir
ulusun ayrılma ve ayrı devlet kurma özgürlüğünün koşulsuz
desteklenmesiyle, ayrılmasının proletaryanın genel sınıf
çıkarlarına zarar veriyorsa, ayrılma isteğinin desteklenmemesi,
birbiriyle çelişkili gibi gözükse de, soruna, ezilen dünya
halklarının ve proleter devrimin çıkarları açısından
yaklaşıldığında, bu çelişme, ezilen ulusun burjuvazisinin
lehine değil, doğru olarak, proletaryanın genel sınıf çıkarları
lehine tavır almaktan kaynaklanır. Çünkü, dünya işçilerinin
ve ezilen halkların çıkarları; ulusal çitler ve burjuva
zorbalığıyla örülü kapitalist sistem içinde kalmaktan değil,
burjuvaziye karşı birleşerek, sınıfsız topluma giden sosyalist
bir dünya kurmakla gerçekleşebilir.
Proletarya,
belli bir ulusun ya da ulusların zorla bir devlet sınırları
içinde tutulmasına karşı savaşımı ne kadar zorunlu ve doğru
ise, ezilen ulus burjuvazisinin gerici emellerine ve kendi sınıf
çıkarlarını o ezilen ulusun işçi ve emekçilerin çıkarı
olarak göstermek istemesine karşı çıkması, teşhir etmesi de
bir o kadar zorunlu ve doğrudur.
Oruçoğlu,
Stalin'den aşağıdaki alıntıyı aktarıyor ve ekliyor:
“Öyle
durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi,
proletarya hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı
düşebilir. Böyle bir durumda, desteğin hiç söz konusu olmadığı
açıktır,”
Oruçoğlu'nun
Marksist-Leninist ustalara getirdiği eleştiriler, elbette, burjuva
ulusal haklarını esas alan liberal burjuva eleştirileridir.
Birincisi, bu eleştiri de zaman ve mekan kaybolmuş ve metafizik
bir yöntemle soruna yaklaşılmıştır. Çünkü o, Marx-Engels ile
Lenin ve Stalin dönemi arasında bir çağ değiştiğinin kabulüne
yanaşmıyor. Yazarı, anti-emperyalist olmayan hareketleri
desteklemeye götüren anlayış; emperyalizm ve proleter devrimler
çağını kabule yanaşmadığı, bu evre ile önceki evre
arasındaki toplumsal nitel farkı yok saymasıdır. Ve bu aynı
zamanda tarihsel materyalizmin reddidir.
Oruçoğlu,
görüşlerini net ortaya koyuyor. Kıvırma gereksinimi duymadan, en
gerici ulusalcılığın desteklenmesinden yanadır. Bu nedenle de
yazarın Taliban ve Talibanvari örgütlerle ve Zelenski vb.leri ile
bir sorunu yoktur. Yeter ki dirensin. Oysa, İŞİD de direniyordu,
biraz daha direnseydi ABD ve AB'nin “ulusal kurtuluş kahramanları”
olacaktılar. Ve “Esed diktatörüne” karşı desteği “hak”
edeceklerdi... Tabi, bu tür düşünce sahibi liberal sol
aydınlarımız, büyük bir olasılıkla, bu “hak desteğini”
esirgemezlerdi... Nitekim İdlip'de Batı emperyalizmin ve özellikle
de emperyalist Türk devletinin açıktan desteklediği “Esed
diktatörlüğüne karşı demokrasi savaşı veren ulusal hareket”
(Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ) varlığını sürdürüyor. Oysa, HTŞ
paramiliter faşist bir örgüttür.
Yazar,
Marx'ın, “ezen bir ulus özgür
olamaz” sözünü kullanarak,
ezilen ulus gericiliğini (önderliğin
niteliği ne olursa olsun)
desteklenmesini sağlık veriyor. Marx'ın o sözündeki esas
gerçeği, özgürlüğün ancak proletarya önderliğinden
devrimlerle, yani sosyalizmle gerçekleşebileceğini es geçiyor.
Yukarıda
da belirtildi. Proletaryanın her koşul altında ezilen burjuva ulus
hareketini desteklemek gibi bir zorunluluğu yoktur. Ezilen ulus
hareketlerinin emperyalizme darbe vurması önemlidir. Çağın en
gerici sistemine karşı darbe vurmayan ya da onu güçlendiren bir
ezilen ulus hareketi desteklenemez. Bu tavır, “demokratik
muhteva” ile karıştırılmamalıdır. Bu yukarıda açıklandı.
Eğer Bolşevikler Oruçoğlu'nun ulusalcı reformist görüşlerinden
hareket etseydi SSCB gerçekleşemezdi. Daha devrim öncesi ya da
devrim anında -emperyalistlerin her türlü destek verdiği- ortaya
çıkan ulusal hareketlere izin verilirdi ya da onlara ulusal
devletlerini kurmalarına gözyumulurdu. Proletarya, burjuva
ulusalcılığı için değil, ücretli kölelik sistemini,
kapitalizmi ortadan kaldırmak için mücadele ediyor. Yazar ise,
proletaryanın genel davasının çıkarları ve de sosyalizm yerine,
ezilen ulus burjuvazisinin haklarını aradığı ve savunduğu için,
alenen burjuva gericiliğini savunuyor.
Yazarın
örnek verdiği, Bolşeviklerin, Kemalistleri ve Afgan Emirliği'ni
desteklemesi; o günün koşullarında, 14 emperyalist ülke
tarafından kuşatma altına alınmış, yeni sosyalist devletin daha
kurulmadan bütün büyük haydut emperyalist cephe tarafından
boğulmak istenmesi, bunun için her yolun denendiği bir ortamda,
Türkiye ve Afganistan'da gerçekleşen ulusal hareketlerin kısmen
de olsa emperyalizmi zayıflatığı gerçeğinin yanında, en
asgarisinden, yeni sosyalist devlete bu cephelerden saldırıların
önlenmesi söz konusu olmuştur. Afgan Emiri ve Kemalistler, sovyet
devriminin ilk yıllarında “dost” olmuşlar, doğrudan Rus
devrimine saldırmamışlardır. Bu ulusal hareketlerin sovyet
devrimine karşı bu dostane tavırları, onları,o süreçte
sosyalizmin dolaylı müttefikleri haline getirmiştir.
Yazar ne kadar çaba harcarsa harcasın, Talibanvari hareket
seviciliğini ve destekciliğini Bolşeviklerin ezilen uluslara
ilişkin tavrına bağlayamaz. Arada, dünya kadar görüş
farklılığı var.
Her
şey kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir doğru önermesi,
o günün koşullarında, Bolşeviklerin, ulusal kurtuluş savaşı
veren ve emperyalizme şu veya bu oranda darbe vuran hareketlerle
olan ilişki ve tavırlarını belirleyen temel kıstas; gerici
ulusalcılığın mutlak olarak desteklenmesi penceresinden değil,
emperyalizmi zayıflatması ve sosyalizmle olan dostane ilişkileri
olmuştur.
Ayrılma
Her Koşulda Desteklenir Mi
Lenin'den
bir alıntı:
“'Demokrasinin
tek tek talepleri', diyor Lenin, 'bunlardan biri olarak kendi
kaderini tayin hakkı, mutlak bir şey değildir, tam tersine,
genel-demokratik (şimdi genel sosyalist) dünya hareketinin küçük
bir parçasıdır. Tek tek somut durumlarda parçanın bütünle
çelişmesi mümkündür, o zaman parça atılmalıdır.”
Demek
ki,
UKKTH da mutlak bir şey değilmiş. Sosyalizmin genel çıkarları
yanında rahatlıkla feda edilebilecek bir burjuva demokrasi hakları
içinde kalan bir ulusal haktır. Burjuvazinin ulusal çıkarlarını
sosyalizme yeğ tutan Oruçoğlu, elbette Lenin’in bu görüşüne
katılmayacak ve “anti-demokratik” görecektir. Leninistler
ulusların ortadan kaldırılması amacıyla mücadele ediyor. Çünkü
uluslar ortadan kalkmadan komünist toplum gerçekleşemez. Yazarın,
böyle uzun vadeli bir derdi ve amacı olmadığı için,
ulusalcılığı kutsamayı birinci görevi olarak kabul ediyor.
1917
Bolşevik devrimi döneminde de Menşevikler, Sosyalist Devrimciler
ve Rus Burjuvazisinin doğrudan temsilcileri Kadetler ve Karayüzler,
“demokrasi” diye bağırıyorlardı, kurucu Meclis'in
dağıtılmasına karşı çıkarlarken. Hatta, başta Kautsky olmak
üzere Alman sosyal-demokratları da, “böyle
devrim mi olur, demokrasiyi yok ediyor”
diye yüksek perdeden itiraz ediyor, Bolşevikleri “anti-demokratik”
davranmakla suçluyorlardı. Bütün burjuvazi ve revizyonistler,
proletaryanın devrimi sırasında “demokrasi”yi anımsıyorlardı.
Ve unuttukları ya da unutturmaya çalıştıkları burjuva
demokrasisinin, işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde bir burjuva
diktatörlüğü olduğu gerçeğiydi.
Yazarın,
savunduğu görüşler ve bu konuda Marksist ustalara getirdiği
eleştirilerden çıkan sonuç; “bütün parçaya feda edilsin”
diyor. Daha açıkcası, sosyalizm burjuva ulusalcılığına feda
edilsin demek istiyor. Çünkü, ezilen ulus burjuvazisi “kendi
kültürünü, dilini vs.” yaşamalıymış. Onlar ne zaman
lütfederse, sosyalistler o zaman onların iktidarına son verir gibi
ve sınıflar arası mücadeleden bi haber biri gibi hareket ediyor.
Elbette o da biliyor, sınıflar arası çatışmanın ne demek
olduğunu, ama, gönlü proletaryanın genel sınıf çıkarları ve
sosyalizmden yana olmadığı için burjuva ulusalcılığın
hukukunda kendine yer ediniyor.
Oruçoğlu,
şeriatçılığın yanında yer almakta bir sakınca görmüyor:
“Bir ulusun
dilini, kültürünü, tarihini ve bir bütün olarak uzamsal ve
mekansal varlığını baskı altından kurtarma hareketi, onun erime
ve yok olma politikalarına karşı direnme, var olup olmama hareketi
yani böylesine haklı bir hareket doğası gereği ileri bir
harekettir. Hangi sınıfın,
zümrenin veya inancın önderliğinde olursa olsun, onun bu
doğasıdır tayin edici olan. Şeriatçı ise gelir kendi şeriat
devletini kurar, sınıfı ve cinsi baskı altına alır. Bununla
beraber, erimeyi ve yok olmayı yaşayan dil, kültür, tarih ve bir
bütün olarak toplumun kendine özgü yaşamı ise baskı altından
kısmen kurtulur, canlanır, şu veya bu şekilde gelişme sürecine
girer.”
Oruçoğlu'nun
burada kendiliğindenciliğine girmeyeceğim. Çünkü onda proletar
sınıf hareketinin ve proletarya önderliğinde, sosyalizmin
geliştirilmesi temelinde, toplumsal gelişmelere devrimci müdahale
yoktur. Ondaki anlayış, “burjuva demokrasisi” içinde iktidar
mücadelesine katılmak vardır. Burjuvazinin asla seçimlerle
iktidarını vermeyeceğini bile bile bu tür görüşler ileri
sürülebiliyor. Bu tavır: Devrimci değil, proletarya ile burjuvazi
arasındaki keskin sınıf çatışmasından kaçan ve ürken, tipik
bir küçük burjuva entellektüel vurdum duymaz
kendiliğindenciliğidir. Burjuvazi müdahalecidir. Çıkarlarına
saldırıldığında, bütün güçlerini ve olanaklarını ve bütün
kolluk güçlerini devreye sokar. Ancak, yazarın burada savunduğu
görüşlere bakılırsa, “reformist” demek bile, kendisine
haksız bir niteleme olur. Tipik bir anarşizmdir. Anarşizm yanlış
olarak “hareketlilik” gibi algılanır, oysa, kendiliğindenci
bir ideolojidir. “Vurdu-kırdıları” kör kendiliğindenciliğin
sınırları içindedir.
Yazar,
yukarıdaki paragraftaki düşünceleriyle; açıktan en gerici,
faşist ve şeriatçıların desteklenmesinden yanadır. Bu
alıntıdaki görüşlerin ifade ettiği yer burasıdır. Ve böyle
bir ulusal hareketin önderliğinden, ilericilik beklemek, ulusun
özgürce gelişmesini beklemek olsa olsa Oruçoğlu gibi sol liberal
aydınlara özgü olmalıdır. Örneğin Taliban. Taliban, Afgan
ulusunun gelişmesini mi sağlıyor yoksa ulusal gelişmesi önünde
engel mi? Yazarın düşüncelerine bakarsak, Taliban Afgan ulusunun
ulusal kültürünü yaşatacak ve geliştirecektir. “Yazar,
bir de bu düşüncelerini, Kabil'in orta yerinde şeriatçı Taliban
faşistlerin saldırısı altındaki, ölüm de dahil her türlü
belayı göze alıp, burjuva demokrasisi içindeki en asgari
düzeydeki özgürlüklerini isteyen Afganlı kadınlara da anlatsa”,
diyesi
geliyor insanın...
Taliban'ı
“anti-emperyalist” ulusal bir hareket görmek, düpe düz
insanların gözünün içine baka baka “şeriat iyidir” korosuna
katılmak olduğu gibi, Talibanı besleyen emperyalist ve bilimum
gerici ülkeleri şeriat karşıtı “ulusalcı” kabul etmektir.
Bu tür gerici siyasi zırvalar, olsa olsa, kitleleri aldatmak için,
başta ABD olmak üzere, diğer emperyalistlerin yanı sıra, petrol
kuyuları üzerine oturmuş Körfez kralcıkları, İran mollaları
ve Erdoğan gibi dinbaz sahtekarların argümanlarına ortak
olmaktır. Ve bu anlayış, emperyalizmin, komünizme karşı
oluşturduğu “yeşil kuşak” gerici siyasi projesine doğrudan
övgüler dizmektir.
Rus
sosyal emperyalizminin Afganistan'ı işgali ve peşinden ABD ve
diğer Batılı emperyalistlerin büyük emperyalist rakipleri olan
Rus sosyal emperyalistlerini orada zayıf düşürmek için, en
gerici “ulusal” hareketleri nasıl ortaya çıkardıkları
bilinir. Hiçbir ilerici Afgan ulus hareketi desteklenmez, tersine en
koyu şeriatçılığı savunan hareketlere doğrudan her türlü
destek verilir. ABD ve Batı merkezlerinde din dersi (islamın
“muhteşemliği” üzerine) kitaplar bastırılır ve Afgan
topraklarına ulaştırılır. Kısmen burjuva anlamda ilerici olan
Afgan hareketlerinin hepsi yenilir ve en gerici, şeriatçı-faşist
Talibanın ayakta kalması sağlanır ve sonunda ülke bu
şeriatçı-faşist örgütlenmeye teslim edilir. Taliban gerçeğinin
özü budur.
Bir
de Kaypakkaya'yı dinleyelim:
“Türkiye'nin
Sınıf Bilinçli Proletaryası, Kürt ulusal sorununda, Kürt
Ulusunun Ayrılmasını Ne Zaman Destekler, Ne zaman Desteklemez”
başlıklı bölümde, Kaypakkaya şöyle diyor:
“Hangi ulustan
olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt
ulusunun ayrı bir devlet kurması sorununa, devrimin gelişmesi,
güçlenmesi açısından bakar. Eğer Kürt ulusunun ayrı bir
devlet kurması, Türkiye Kürdistanı'nda proletarya önderliğinde
demokratik halk devriminin gelişmesi ve başarıya ulaşması
olanağını artıracaksa, hangi ulustan olursa olsun, sınıf
bilinçli Türkiye proletaryası bizzat ayrılmayı
destekleyecektir.”
Devamında,
Kaypakkaya, desteklemenin koşulunuda şöyle sıralıyor;
“Eğer ayrılma,
Türkiye Kürdistanı'nda proletarya önderliğinde demokratik halk
devriminin ve başarıya ulaşmasını geciktirecekse,
zorlaştıracaksa, hangi ulustan olursa olsun, sınıf bilinçli
Türkiye proletaryası ayrılmayı desteklemeyecektir.”
Kaypakkaya
ML düşünceye sahip olduğu için ulusal sorunda, sorunu
doğru olarak koyuyor. Ezilen ulus konusunda, esas olarak
proletaryanın sınıf çıkarlarına göre soruna yaklaşıyor. Ama,
Kaypakkaya'nın bu görüşü, “Şehy Sait İsyanı”nda takındığı
tavırla çelişmiyor. “Demokratik muhteva” reddedilmiyor. Aynı,
Lenin ve Stalin’in sorunlara yaklaştığı gibi yaklaşıyor.
UKKTH ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını bir hak olarak
destekliyor, ama ayrılma pratik bir sorun haline geldiğinde,
destekleme-desteklememe sorunu, sınıf bilinçli proletarya
tavrını, proletaryanın genel çıkarlarına göre belirliyor.
Yani, yazarın yaptığı gibi, mutlak bir şekilde ezilen ulus
burjuvazisinin çıkarlarına göre değil!
Kaypakkaya'nın
Türkiye Devrimci Hareketi'nin en önünde yer almasına neden olan
düşüncelerinin ilklerinden biri de, Kürt ulusal sorunu
konusundaki ML düşünceleridir. O'nu, bütün sosyal şovenist ve
ezilen ulus reformistlerinden ayıran bu düşünce, hala canlılığını
korumaya devam etmektedir.
Emperyalizm ve Proleter
Devrimler Çağında Ulusal Sorunun Ele Alınış Biçimi
Önce
burada, ML'lerin ulusal sorunu, emperyalizm ve proleter devrimler
çağında nasıl ele aldıklarını, Stalin'den bir aktarımla
netleştirelim:
“1-
Ullusal sorun ile sömürge sorunu, Sermaye iktidarından kurtuluş
sorunundan ayrılamaz sorunlardır.
2-
Emperyalizm (kapitalizmin en yüksek biçimi), tüm haklarından
yararlanmayan ulusların ve sömürgelerin siyasal ve iktisadi
uyruklaştırılması olmaksızın varolamaz.
3- Tüm
haklarından yararlanamayan uluslar ile sömürgeler, sermaye
iktidarı yıkılmadıkça kurtulamazlar.
4-
Tüm haklarından yararlanamayan uluslar ile sömürgeler,
emperyalizm boyunduruğundan kurtulmadıkça, proletaryanın zaferi
sağlam olamaz.”
Burada da net olarak belirtilmiştir.
Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, ezilen ulus sorunu
proleter devrimler sorunudur. Ondan bağımsız ve ona bağlanmayan
ezilen ulus sorunu ele alınamaz.
Oruçoğlu'nun sorunu ortaya koyuş
biçimi, Marksist Leninist dünya görüşü temelinde değil,
tamamiyle ezilen ulus burjuvazisinin bakış açısıdır ve elbette
ki, ezilen burjuvazi de sorunu kendi sınıfsal çıkarları
açısından ele aldığı için, “kurtuluşu” sadece bağımsız
bir devlet olmakta görüyor.
Bir kere daha anımsatalım:
Leninizm ve Rus sosyalist devrimi
tanıtlamıştır ki;
“...Ulusal
sorun, proletarya devriminin genel sorunun bir parçasıdır,
proletarya diktatörlüğünü sorunun bir parçasıdır.”
Bugün, İrlanda, Kürdistan, Tamiller,
Batı Sahra, Filistin ve daha bir çok ulusal sorun çözülebilmiş
değildir. Ve emperyalizmin, bağımsız devletleri (Örneğin,
Panama, Haiti, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen vd.) işgalleri ve
açıktan silahlı saldırıları da devam ediyor. Kürdistan'daki
mücadelenin yakından tanığıyız ve biliyoruz. PKK, bu sorunu
çözmek için yaklaşık 40 yıldır savaş yürütüyor. Filistin
Meselesi daha eski ve 1946'lardan beri, Filistin ulusunun Siyonist
İsrail devletine karşı mücadelesi devam etmektedir. Şunu net
olarak ortaya koymalıyız: Türkiye'deki Kürt sorunu, Türk işçi
sınıfı ve emekçilerin açıktan desteği ve mücadelesi olmadan
çözülemez. Bu bağlamda, Kürt sorununun çözümü, Türkiye'deki
sosyalist devrime doğrudan bağlıdır.
Barzani hareketinin ise, geldiği nokta
açıktır, emperyalist müdahale sonucu belli bir özerklik almasına
karşın, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulabilmiş değildir ve
Türk emperyalist devletinin desteği ile PKK'ya saldırmaktadır.
Yani, bölge gericiliğinin ve emperyalizmin piyonu durumundadır. Ve
ayrıca, Irak Kürdistanı emperyalist sermayeye peşkeş çekilmekte,
özellikle de emperyalist Türkiye'nin bir nevi fiili denetimi altına
girmiştir. Türkiye'nin Barzani bölgesinde onlarca askeri üssü
vardır. Barzanilerin denetimindeki petroller Türk devletinin
kontrolü altında, uluslararası pazara sürülmektedir. Ve Barzani
bölgesi, Türk tekellerinin açık ve doğrudan meta pazar alanıdır.
Suriye Kürtleri (PYD),
emperyalist Türk devletinin bütünüyle işgalinden korunmak için
ABD'nin çıkarlarını bölgede özerk (federasyon) varlığını
sürdürme durumunda kalmıştır. İki emperyalist kamp arasındaki
çelişmeden yararlansa da, emperyalistler arasındaki bu çelişmeden
bağımsız olarak varlığını sürdürememektedir.
İran Kürdistan'ındaki durumda farklı
değildir. Buradaki Kürt ulusunun kurtuluşu da İran
proletaryasının mücadelesinden ayrı ele alınamaz.
Tamiller, Filistin, Kürdistan ve
İrlanda sorunu, doğrudan proleter devrimlerin sorunu olmuştur. Her
ezilen ulus, ezen ulus proletaryası ile ortaklaşa ve birlikte,
emperyalizmle ve işgalci güçlere, daha doğrusu ezen ulus
egemenlerine ve emperyalizme karşı mücadele ederek kurtuluşlarını
gerçekleştirebilirler. Bu mücadele, sosyalizm mücadelesinden ayrı
ele alınamaz. Komünistler, ezilen ulus sorununda esas olarak bu ML
perspektifi gözönünde bulundurmalıdırlar.
Tamiller gerçeği ise, çok acı bir
gerçektir. Orda da dünyanın gözü önünde açıktan Tamil
soykırımı yapılmıştır. Hindistan emperyalizminin açık
desteği ve koruması altında, Sri Lanka faşist devleti tarafından
70-100 bin arası Tamilli katledilmiştir. Bugün, bütün Batılı
emperyalist devletleri tarafından desteklenen emperyalist siyonist
İsrail devletinin Filistin ulusuna yönelik soykırımı da içerik
olarak aynıdır. Ne var ki, Sri Lanka devletinin yaptığı Tamil
soykırımı gündeme dahi alınmamış ve hızlıca unutulmaya
bırakılmıştır.
Sonuç Olarak
Bütün bu gerçekler, biz
Marksist-Leninist-Maoistlere; ezilen ulus sorununun proleter
devrimler sorunu olduğu gerçeğini net olarak göstermektedir. ML
dünya görüşü temelinde sınıf bilinçli proletarya partileri
tarafından işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesi ve
sosyalizmi gerçekleştirmesinin aciliyetini ve başka da bir
kurtuluş yolu olmadığını gösteriyor.
Gerici örgütlerden “ulusalcılık”,
“devrimci direniş”, “anti-emperyalizm” ve genel bir devrimci
gelişme beklemek, düpe düz gerici burjuva sahtekarlığıdır.
Emperyalizmin, islam ülkeleri için oluşturduğu “yeşil kuşak
projesi”nin ürünü dinci-faşist örgütlenmeleri “devrimci”
olarak lanse etmek, bunların “ezilen halkların kurtuluşu için
savaşıyor” argümanlarını ileri sürmek, olsa olsa saf
devrimcilikten öte, emperyalist ideolojik manipülasyonun aracı
durumuna düşmektir. Bir zamanlar İran mollalarinı, ABD emperyalizmine karşı
çıktığı için “anti-emperyalist” sananlar, bedellerini ağır
bir şekilde ödediler ve hala ödemeye devam ediyorlar.
Komünistlerin, gericiliği, gerici
ulusal burjuvaziyi, belli emperyalist güçlere bağlı dinci-faşist
örgütlenmeleri “her koşulda” destekleme gibi bir görevleri
asla olamaz. Ya da iki emperyalist kamp arasındaki savaşta birinden
birinin yanında yer alan bir gücü destekleme durumuna düşemez ve
emperyalist anavatan savunusu yapamaz. Proletaryanın kendi bağımsız
sınıf tavrı vardır ve bu davayı güçlendirecek devrimci
olanakları doğru bir şekilde değerlendirip ona göre politikalar
belirlemelidir.
Sınıf bilinçli proletaryanın esas
perspektifi; sosyalist dünya devrimini geliştirmek için,
uluslararası proletaryanın devrimci birliğini sağlamak,
mücadelesini geliştirmek ve anti-emperyalist ulusal hareketleri
destekleyerek, proletaryanın sosyalizm davasında devrimci ve
ilerici müttefiki haline getirmek olmalıdır. Dünyanın en gerici,
faşist, şeriatçı-faşist ve komünizm düşmanı hareketlerine
arka çıkmak, onlardan “anti-emperyalist” bir tavır beklemek,
uluslararası burjuvazinin saldırıları karşısında paniğe
kapılıp, proletaryanın sosyalizm davasına güvenmemekle ile
doğrudan bağlantılıdır.17.01.2024