KADIN ve ÖZGÜRLÜK
Yusuf KÖSE
“Tarihsel değişimi belirleyen
kadınların özgürleşme oranıdır. İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin
bulunduğu nokta, kadının erkekle, zayıfın güçlü olanla karşılaştırıldığında
ortaya çıkan durumdur. Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür.“ Marx-Engels
İnsanlık, özgürlüğünü
kadınların köleleştirilmesiyle yitirdi ve kazanmak istiyorsa yitirdiğini yeniden,
onu, ancak ve ancak yitirdiği yerde kazanabilir.
Bu belirleme, toplumsal bir
gerçekliğin tarihsel bir sürecinin izidir. İnsanlığın kendini kazanma öyküsü
çok eskilere gitsede, özgürlüğünü yitirme öyküsü, ne yazık ki, tarihin daha
berilerinde, kadınların, özgürlüğünün elllerinden alınmasıyla başlamıştır.
Kadınların, baskı altına alınma tarihi süreci, insanlığın özgürlüğünü yitirme
tarihi olarak da okunmalıdır.
Söz konusu tarih, sınıflı
toplumlarında başlangıcının da tarihidir. Bu aynı zamanda, toplumun ezen-ezilen
diye ikiye ayrılması ve ezen kesim toplumun çok az bir kesimini oluştururken,
ezilen ve sömürülen toplumsal kesim ise, toplumun her zaman günümüz söylemiyle,
abartısız % 99’unu oluşturmuştur.
Baskı ve sömürü sistemlerinin
insan toplumunun yaşamına girmesi, kadınların baskı altına alınmasıyla başladı
ve günümüze kadar, çeşitli toplumsal evrelerle devam etmektedir.
Sınıflı toplumların bütün
egemen sınıfları, baskıcı ve sömürücü politikalarını sürdürmek ve iktidarlarını
devam ettirmek için, öncelikle kadınların kölleleştirilmesi poltikasını öne
çıkarmışlardır. Çünkü, kadın özgürleşmenin simgesidir. Kadınların egemen olduğu
toplumsal sistemde, yani, ilkel komünal toplumda, insanlar arasında sınıfsal
bir ayrım olmadığı gibi, baskı ve sömürü yoktu, üretim de üleşim de
kollektifti. Bu anlamda kadın, sınıfsız bir toplumun ve de insanın
özgürleşmesinin bir simgesi olarak gelmiştir. Kadının baskı altına alınması ve
erkek egemen sistemin hakim hale gelmesi, genel toplumsal baskıcı ve sömürücü
sistemin devamını sağlamak için de önemli bir ideolojik ve politik araç olarak
varlığını sürdürmüştür.
Kapitalist sistemle birlikte
kadınlar kısmen özgürlüklerini elde etmelerine karşın, cinsiyet ayrımı ve
baskısı ortadan kalkmadı. Burjuvazinin ödenmemiş emeğe el koymak için işçiye gereksinimi
vardı. Bu nedenle de kadını ucuz işgücü olarak kullanmayı esas aldı. Kadının “özgürlüğü”nden
söz eden burjuvazi, kadının özgürlüğünde de riyakarlığı elden bırakmamıştır. Ancak,
kadın proleterleştikçe ve de sınıf mücadelesi içinde yer aldıkça
özgürleşmesinin ideolojik ve pratik ufukları da açıldı.
AKP ve T. Erdoğan’ın kadınlar
üzerine yüklenmeleri, ideolojik, siyasal, psikolojik ve pratik baskıları
kadınlar üzerinde yoğunlaştırmaları, kadınların köleleştirilmesi için yoğun
çaba harcamaları, bir üst paragraflarda kısaca anlatılanlarla direkt bağlantısı
vardır. Özellikle faşist diktatörlerin ilk baskı kuracağı ve daha geniş
kitleleri etkilemenin yolu; kadınlar üzerindeki geleneksel tarihsel baskıları
arttırmak ve onları bir cendere içine ya da kara çarşafın içine sokmaktır. AKP
iktidarının ömrü, kadınlar üzerinde baskıların arttırılması ve sürdürülmesiyle
doğru orantılı olarak devam edecektir. Bu nedenle de, ne kadar çok kadın kara
çarşafa belenirse, iktidarda kalma oranları da o denli uzayabilecektir.
Burjuvazi, her zaman kitlelerin
en geri yanlarına hitap etmiştir. Kitlelerin en geri kesimlerinin ilkel
duygularını okşamanın en önemli ideolojik araçlarından biri, kadınlar üzerinde
yürütülen gerici politikalardır. Sömürü ve baskı sisteminin ağırlığı altında
bunalmış kitlelerin, kendi kurtuluşlarını kadının daha fazla baskı altına
alınmasında gösterilmesi siyaseti, ne yazık ki olumlu etki yaratmaktadır.
Özellikle de bu politikalar “din” maskesi altında sürdürülmesi, geri kesimleri
içinde azımsanmayacak bir taraf bulabilmektedir.
Kadın üzerinde baskılar, islam
ülkelerinde, “kadınlar örtünmezse –yani, kara çarşafa gömülmezlerse- günaha
gireriz”, “bütün kötülükler açılan kadınlardan geliyor” vb. ilkel ve bayağı
propagandalar, geri kitleleri oldukça etkilemektedir. Burada, sorun “açılma-kapanma”
ikilemi içinde gösterilmek istense de, esas olarak kadının köleleştirilmesi,
evde erkeğe, fabrikada patrona ve devlete bağlı olmasını ve boyun eğmesini
sağlamak amaçlıdır. Evde kadının
köleleştirilmesi, erkeğin (işçinin) de düzen karşısında köleleştirilmesini ve
boyun eğmesini kolaylaştırıcı bir etki yaratmaktadır.
Bu anlamda, Marx ve Engels’in
belirttiği gibi; “Kadının esaret altında tutulduğu
bir toplumda, hiç kimse erkek kadar ağır bir biçimde cezalandırılmamıştır”
Diktatör artığı faşist
Erdoğan’ın, “Öğrenci evleri fuhuş yuvası” vb. sözlerle gençliğe ve esas olarak
da kadına yüklenmesinin amaçları çok açıktır. Kadın özgürlüklerin simgesi ise,
gençlik ise dinamizmin, baş kaldırının ve boyun eğmemenin sembolüdür. Kadın
baskı altına alınca, iktidarın ömrü uzar, geneçlik din afyonu ile bunaltılınca,
baskı ve sömürü sistemine karşı devrimci baş kaldırılarıların ivmesi de düşer.
Kadınların teslim almak isteyen sistem, gençliği de teslim alarak onları da din
afyonuyla uyutarak, düzenin çıkarları için kelle avcıları haline getirmek
istiyor.
Bugün Türkiye’de, Türk devleti
eliyle kadının kara çarşafın içine adım adım sokulması, baskı ve sömürü
politikasının daha da ağırlaştırılmasından, sınıfsal baskının
katmerleştirilmesinden ayrı ele alınamaz. Bu bir sınıfsal baskıdır. Sadece tek
bir cinse uygulanan baskı değil, tüm ezilenler üzerindeki baskı ve sömürünün
arttırılması ve var olan demokratik hak ve özgürlüklerin gasp edilmesidir. Bu
anlamda, “türban bir hak” değildir. Burjuvazi, türbanı “bir özgürlük aracı”
olarak göstermeye çalışıyor. Oysa, Türban ile “din özgürlüğü” aynı şeyler
değildir. Türban, dinici bir burjuva iktidarının siyasal simgesi haline getirilmiş,
daha özelde ise kadının köleleştirilmesinin açık bir ifadesi yapılmıştır. Bu
nedenle, türbanın “özgürlükle” ilgisi olmadığı gibi, tersi bir işlevi vardır.
Gericiliğin simgesidir.
Komünistler için özgürlük
karşıtı bir simgenin “özgürlük” adı altında savunulacak bir yanı olamaz. Dini
duygularından dolayı türban takan kadının türbanı zorla çıkarılmaz, ancak, onun
türban takmasının savunulacak bir yanı da olamaz. Din, özgürleşmenin bir aracı
olmadığı gibi, türban’da “özgürlüğün” bir simgesi değil, kadını hiçleştirmenin
ve aşağılamanın simgesidir. Esas olan budur ve buna karşı tavır alınmalıdır. Ve
egemen sınıflar, dini, kendi egemenlik aracı için kullanıyorsa, bunun
“masumane” bir yanı olamayacağı gibi, bunun simgelerini “özgürlükler kapsamı”
içine sokmak, egemen sınıfların çıkarlarına hizmet etmek demektir.
Türk devleti, kurulduğu günden beri Sünni kesimlere büyük bir destek vermiş,
devlet dini olarak sünniliği tercih ederek, diğer din ve mezhepten olanlara
baskılar uygulamış, yasaklamalar getirmiş, katliamlar gerçekleştirmiştir. Bugün
ise bu daha açıktan yapılıyor. “Dini özgürlüğümüzü yaşıyamıyoruz” vb. gibi
aldatmacalar, egemen sınıfların AKP aracılığıyla, kadınlar üzerinden ezilen
kesimleri (işçi ve emekçileri) daha büyük bir baskı altına alma ideolojik ve
siyasal yönlendirmeleridir.
Bütün tek tanrılı dinler,
kadınların köleleştirilmesi üzerinde inşa edilmiştir ve buradan hareketle de bütün ezilen sınıfları
baskı altına tutmanın aracı haline getirilmiştir. Bütün egemen sınıflar da,
(burjuvazi de dahil) bunu esas almıştır.
AKP, dini kullanarak kadınlar
üzerindeki baskıları artırırken, işçi ve emekçiler üzerindeki baskıların
arttırlmasının siyasal ve ideolojik aracı ve önemli bir basamağı gördüğü için
bu politikayı izliyor ve egemen burjuvazi de buna destek oluyor. Kadınlar
üzerindeki bu baskı, “din” kisvesine büründürülmüş sınıfsal bir baskıdır. İşçi
sınıfının köleleştirilmesi siyasetinin en ağır bir şekilde sürdürülmesidir. Bu
nedenle de kadınların özgürlük mücadelesi işçi sınıfının sosyal kurtuluş mücadelesinden
ayrı ele alınamaz. *** 9.11.2013