Yeni
Emperyalist Ülkelerin Ortaya Çıkışı Üzerine
Yusuf
KÖSE
a- Tekelleşme ve Emperyalizm
Tekel
kapitalist üretim tarzına ait bir olgu ve kavramdır. Kapitalist
üretim biçiminin toplumda egemen olmasıyla, önce serbest
rekabetçi bir dönem yaşandı. Feodal toplumdan kapitalist topluma
geçişte sermayenin temerküzü ve üretimin toplumsallaşması daha
yeniydi. Her sürecin bir doyum süreci son kertesi olduğu gibi,
kapitalist serbest rekabetçi döneminde bir son evresi olmak
zorundaydı. Ürtemin giderek toplumsallaşması ve sermaye
birikiminin belli ellerde yoğunlaşması ve birikmesi, geniş
yığınların artan ölçüde mülksüzleştirilerek fabrikalara
işçi olarak doldurulması ve işsiz olarak sefilleştirilmesi,
kapitalizmin tekelleşme sürecini de beraberinde koşullamıştır
ve bu, kapitalizmin emperyalist aşamaya varmasıdır.
Lenin,
kapitalizmin bir üst aşaması olan tekelleşmenin tarihini şöyle
anlatır:
“...
tekellerin
tarihinin belli başlı evreleri şu şekilde özetlenebilir: 1)
1860-1870 yılları: Serbest rekabetin gelişmesinin doruk noktası.
Tekeller, yalnızca güçlükle farkedilebilir ebriyonlar halindedir.
2) 1873 bunalımdan sonra, kartellerin uzunca gelişme dönemi;
bununla birlikte, karteller henüz istisnadır. Daha istikrar
kazanmamışlardır. Henüz geçici bir fenomendirler. 3) 19.
Yüzyılın son yıllarındaki atılım ve 1900-1903 bunalımı.
Karteller, ekonomik yaşamın temellerinden biri haline gelmektedir.
Kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür.”1
Kapitalizmin
tekelleşerek emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte,
emperyalist devletlerin ve tekellerin, sömürgelere ve
yarı-sömürgelere, meta ihraçlarının yanında esas olarak
sermaye ihraçları ön plana geçmiştir. Tekelleşme; sermayenin
yoğunlaşması, merkezileşmesi ve çok az ellerde birikmesi,
kaçınılmaz olarak diğer ülkelere sermaye ihracını öne
çıkarmış ve o ülkeleri borçlanadırma yoluyla kendilerine
bağlama ve oralardaki sermaye birikimlerini kendilerine dönmesini
sağlama yolunu seçmişlerdir.
Kapitalizmin
tefeciliği emperyalizm ile birlikte daha üst bir sınıra
çıkmıştır. Tekelci burjuvazi, kapitalist gelişmenin daha geri
olduğu ülkelere salt sermaye ihracı yapmıyor, oralarda doğrudan
yatırım yaptıkları gibi meta ihracı da gerçekleştiriyorlar.
Marx’ın “kapitalizm kendi süretinde bir dünya yaratır”
teorik sentezi, kapitalizmin karekterini ortaya koyan amprik bir
belirlemedir.
Tekeller
sermaye ya da meta ihraç ederken, ihraç edilen ülkelerde
kapitalizmin gelişmesine hizmet ederler. Oralarda kapitalizmin
gelişmesine kaçınılmaz olarak katkıda bulunurlar. Daha büyük
bir sömürü elde etmek için bunu yapmak durumundadırlar.
Kapitalist sermaye, kapitalist sermaye ile ilişkiye girer ve onunla
büyür. Feodal rantlar ile büyümesi pek olası değildir. İster
istemez gittiği, girdiği yerde, varsa feodalizmin çözülmesine ve
kapitalizmin gelişmesini hizmet eder. Bunu en azından amprik olarak
yüzyılı aşkın bir süredir gözlemliyoruz ve görüyoruz.
Bir
zamanlar yarı-feodal olan ülkeler, yüzyıl sonra karşımıza
gelişmiş kapitalist bir ülke ya da emperyalist bir ülke olarak
çıkabilmektedir. Bu ülkeler, gelinen süreçte yüzyıl öncesinin
geri ülkeleri değil, hepsi emperyalist zincirin birer halkaları
haline gelmiş kapitalist ya da emperyalist aşamaya ulaşmış
ülkeleridir. Stalin yoldaş, bunu daha 1927 yıllarında söylüyordu.
Kapitalist
ekonominin birer zinciri haline gelen ülkelerin, kapitalist
gelişmenin dışında kalamaz ve ona benzemek durumundadırlar. Bu
durum, bazı ülkelede hızlı bazı ülkelerde ise yavaş bir
gelişmeyle gerçekleşmiştir.
Emperyalist
ülkelerin ve emperyalist tekellerin birbirleriyle ölesiye rekabeti
ve bu nedenle dünya savaşları çıkardığı süreçte, sermayenin
boyunduruğu altına giren ülkelerin kapitalist gelişme dışında
kalması kapitalizmin karakteriyle çelişir. Sermayenin girdiği
ülkelerde kapitalizmi geliştirmesi ve feodalizmi çözmesi,
kapitalizmin karakteristiğinin ilerici olmasından değil, gerici
eğilimine rağmen, kendi çıkarları için bunu yapmak zorunda
kalışıdır. Ayrıca, kapitalizmin gelişmes, emperyalizm ile
birlikte “devrimci” süreci çoktan kapanmıştır. Özellikle
1917 Ekim Sosyalist Devrimiyle proleter devrimlerin başladığı bir
süreçte kapitalizmin ilericiliğinden söz etmenin hiç bir anlamı
olamaz. Çünkü kapitalizmden daha ileri bir toplumsal süreçler
başlamıştır. Kapitalizm, eski “devrimciliğini” kaybederek,
toplumsal gelişmelerin önünde engel olmaktadır. Kapitalizmin
emperyalizm aşamasına varması bunun en somut kanıtıdır.
Yeni
emperyalist ülkelerin ortaya çıkması, kapitalizmin dengesiz
gelişmesiyle doğrudan ilgisi olduğu gibi, sermayenin ve üretimin
temerküzü ve her geçen gün büyümesiyle doğrudan ilgisi vardır.
Kapitalist bir ülke, emperyalistler arası ilişkilerden, rekabetten
ve dengesiz gelişmelerden ve de emperyalist ülkelerin kendi
sermayelerini büyütmek için diğer ülkelere sermaye ve meta
ihraçlarından kaynaklı olarak gelişme sağlayabilir ve
emperyalist bir ülke haline gelebilir.
Lenin’in
genel bir tanımlama olarak tanımladığı, “Emperyalizm
kapitalizmin tekelci aşaması”
ve “emperyalizm
tekelci kapitalizmdir”
belirlemesinden hareket edersek; her kapitalist tekelin emperyalist
bir nitelik taşıdığını söylemekte yanlış olmayacaktır. Tek
tek ülkedeki tekellerin varlığı ve bunların uluslararası
ilişkileri ve faaliyetleri, onları diğer emperyalist tekellerden
nitelik olarak aynı kılar. Aralarındaki fark, tekellerin sermaye
büyüklüğü ve nüfuz alanlarıyla ilgilidir.
Emperyalizmin
ilk şafağında emperyalistleşen ülkeler dışında başka
ülkelerin emperyalist olmayacağını varsaymak ya da yeni
kapitalist işletmelerin tekelleşmeyeceğini varsaymak, kapitalizmin
dengesiz gelişme karakteristiği ile çelişen teorik bir yaklaşım
olur. Eskiler ebedi olarak aynı yerini koruyamayacağı gibi,
yenilerde hep küçük olarak oldukları yerde kalamazlar.
Bir
zamanların en büyük emperyalist ülkesi İngiltere idi. “Üzerinde
güneş batmayan imparatorluk” olarak adlandırılıyordu. Ne var
ki, ikinci paylaşım savaşından sonra onun yerini ABD aldı. ABD
de ebedi olarak yerinde kalamayacaktır. Onun yerini de bir başkası
(Çin emperyalizminin gelişimi buna aday gibi görülüyor)
alacaktır. Elbette, proleter sosyalist devrimler kapitalist sitemin
ömrünün uzamasına izin verirse...
Aynı
şekilde, kapitalistleşme aşamasına sonradan giren ülkelerin
tekelleri de emperyalist birer tekel haline gelebilir ve gelmektedir.
Rusya ve Çin’de sosyalizmin yıkılışı ve kapitalizmin
restorasyonu sonucu bu ülkeler hızla emperyalist aşamaya
gelebilmişler ve eski emperyalist ülkeler ile hızlı ve keskin ve
de ölümcül, pazarlara egemen olma savaşımı içine
girebilmişlerdir. Bunda şaşılacak ya da kapitalizmin üretim
ilişkileri karakteristiğine ters düşen bir şey olmadığı gibi,
kapitalist gelişmenin diyalektiğine uygundur.
Emperyalizm
döneminde kapitalist dengesiz gelişme yasasını,
Troçkist-Zinovyevist muhalefeti eleştiriken Stalin şöyle
açıklıyor:
“Kapitalist
ülkelerin gelişme düzeyleri arasındaki farkın azalması ve bu
ülkelerin gittikçe aynı seviyeye gelmesinin, emperyalizm
koşullarında gelişmenin eşitsizliği yasasının etkinliğini
zayıflattığı söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Gelişme
düzeylerindeki bu fark azalır mı, çoğalır mı? Kuşkusuz
azalır. Aynı
seviyeye gelme ilerler mi, geriler mi? Kesinlikle ilerler.
Bu
aynı seviyeye gelmenin artması, emperyalizm döneminde gelişmenin
eşitsizliğinin güçlenmesiyle çelişmez mi? Hayır, çelişmez.
Tam tersine, aynı seviyeye gelme, emperyalizm koşullarında
gelişmenin eşitsizliği, ancak bu zemin üzerinde artan bir şekilde
etkinlik gösterebilir. Ancak bizim muhaliflerimiz gibi
(troçkist-zinovyevist Y.K.) emperyalizmin ekonomik özünü
kavramayan kişiler, aynı seviyeye gelmeyi, emperyalizm koşullarında
gelişmenin eşitsizliği yasasının karşısına çıkabilirler.
Tam
da geri kalmış ülkeler, gelişmelerini hızlandırdıkları ve
seviyelerini ileri ülkelerinkiyle eşitledikleri için –tam da bu
yüzden, bir kısım ülkelerin diğerlerine yetişme ve onları
geçme mücadelesi şiddetlenmekte,
tam da bu yüzden, bazı ülkelerin diğerlerini geçme ve onları
pazarlardan uzaklaştırma ve böylece savaşçı çatışmalar için,
kapitalizmin dünya cephesinin zayıflaması için, bu cephenin
çeşitli kapitalist ülkelerin proleterleri tarafından yarılması
için önkoşulları yaratma imkanı
doğmaktadır.
Kim bu basit sorunu anlamadıysa, tekelci kapitalizmin ekonomik
özünden hiçbir şey anlamamış demektir.”2
(açY.K.)
Stalin’in
bu görüşleri eskidi mi? Hayır. Her geçen gün ve ortaya yeni
emperyalist ülkelerin çıkmasıyla doğrulanmaktadır. Eski
emperyalist ülkelere rağmen yeni gelişen emperyalist ülkelerin
olamayacağını, diğerlerin buna izin vermeyeceğini söylemek,
Stalin yoldaşın söylemiyle, kapitalizmin ekonomik niteliğini
kavramamaktır.
İnceledğimiz
bu konuyla yakından ilgili olduğu için, Stalin’in bu
konuşmasının devamını, uzun olmasına rağmen “iki şıkkı”
buraya alalım:
“ Emperyalizm
koşullarında gelişmenin eşit oranda olmaması yasasının temel
unsurları nelerdir?
İlk
olarak, dünyanın emperyalist gruplar arasında halihazırda
paylaşılmış olması, dünyada artık, ‘özgür’, işgal
edilmemiş alanların kalmaması ve yeni pazarlar ve hammadde
kaynakları elde edebilmek ve yayılabilmek için başkalarının
elinden bu alanları zor yoluyla almanın zorunlu olmasıdır.
İkinci
olarak, tekniğin
eşi görülmedik gelişmesi ve kapitalist ülkelerin gelişme
düzeyinin giderek artan bir şekilde aynı seviyeye gelmesinin, bazı
ülkelerin diğerleri tarafından sıçramalı olarak geçilmesi ve
güçlü ülkelerin daha az güçlü ama daha hızlı gelişen
ülkeler tarafından sıkıştırılmaları, imkanını yaratmış ve
bu süreci kolaylaştırmış olmasıdır.”3
(açY.K.)
Demek
ki, emperyalizm koşullarında, bazı ülkelerin öne çıkması,
gelişmesi ve yeni pazarlar için paylaşıma katılması, yeni
gelişenlerin eski güçlü emperyalist ülkeleri sıkıştırmaları
söz konusu olabiliyormuş. Bu olasılık dahilindeymiş. Bu salt
teorik bir belirleme değil, partikte gerçekleşenlerin teorik
olarak ortaya konmasıdır. Stalin’in belirttiği bu gelişmeler
günümüzde daha sık yaşanmaktadır. Ülkelerin gelişmesi,
bazılarının gerilemesi, bazılarının öne çıkması kaba bir
gözlemle bile görülebilecek durumdadır. Öte yandan teknolojik
gelişmeler, ekonomik verileri saklanmaz kılmıştır. Hangi ülkenin
ve hatta tek tek şirketlerin ekonomik ve siyasal gücü bilgisayar
ekranlarına tek bir tuşla gelebilmektedir.
Lenin,
Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine makalesinde şöyle der:
“Kapitalizmde
tek tek ekonomilerin ve tek tek devletlerin ekonomik gelişiminde
eşit büyüme imkansızdır. Kapitalimde bozulan dengenin geçici
olarak yeniden kurulması için sanayide krizden, politikada savaştan
başka araç yoktur”4
Son
zamanlarda, emperyalistler arası kutuplaşmanın artması
çelişmelerin keskinleşmesi ve bu gelişmelerin emperyalist savaş
tehlikesini artırması, bilinen ve görülebilen bir gerçek halini
almıştır. Bu aynı zamanda yeni emperyalist ülkelerin gelişmesi ve
paylaşılmış pazarlardan pay istemelerinin bir sonucu ortaya
çıkmıştır ve de emperyalistler arası çelişmelerin
keskinleşmesini körüklemiştir.
Yeni
emperyalist ülkelerin ortaya çıkamayacağını ya da eskiden
yarı-sömürge ve hatta sömürge olan bir ülkenin sonradan
emperyalist aşamaya gelemeyeceğini ileri sürmek ve bunu da eski
emperyalistlerin yeni emperyalist ülkelerin gelişmesine
göz yummayacağını ve buna müsade etmeyeceğini ileri sürmek,
Stalin’in söylemiyle, kapitalist üretim ilişkileri ve onun
ortaya çıkardığı çelişmelerin niteliğini kavramamanın bir
sonucu olabilir.
Böylesi
bir akıl yürütmeden hareket edersek Çin ve Rusya’nın nasıl
“süper” güçleri olduğunu açıklayamayız. Ya da en azından
dünyanın en büyük tekelleri içinde önemli bir yere sahip Güney
Kore’nin nasıl bu hale geldiğinin teorik açıklaması
anlamsızlaşır. Ya da bir zamanlar “yarı-sömürge,
yarı-feodal” bir ülkenin montajcısı Koç Holding’in, dünyanın
ilk beşyüz büyük tekeli arasında nasıl yeralabildiğinin
açıklaması yapılamaz.
Öbür
yandan, emperyalizm tekelleşme ise –ki öyledir- , tekelci
şirketlere sahip devletler hangi kategorinin içine sokulacak ya da
bu tekelleşmeler “sanal” olarak mı değerlendirilecek! Elbetet
somut bir gerçeklik sanal olarak değerlendirilemez ve bu gerçek
kabul edilmek zorundadır. En azından kendine marksist diyenlerin,
diyalektik materyalist yöntemi ve tarihsel materyalizmi kabul
edenlerin bu somut gelişmeleri yok saymaları, marksist söylemleri
ile çelişir. Bu saydıklarımızın dışında, yeni emperyalist
ülkelerin ortaya çıkabileceği gerçeğinin ve tekelleşmenin
emeryalizm olduğu Leninist kuramının reddidir.
2- “Yeni Emperyalist Ülkeleri Oluşumu” Gerçekliği Eleştirileri
MLPD’nin
eski genel başkanı ve Revolutionär Weg (Devrimci Yol) Teorik
dergisinin sorumlusu olan Stefan Engel’in, “Yeni Emperyalist
Ülkeler” broşürü oldukça ilgi çekti. Bu broşür,
Ulşuslararası Komünist Hareket (UKH) içinde tartışıldı ve
tartışılmaya devam ediyor. Stefan Engel’in adı geçen broşürü
en az on dilde yayınlandı. El Yayınları tarafından, önsözünü
benim yazdığım, Türkiye’de Türkçe olarak yayınlandı.
UKH
içinde bu “yeni emperyalist ülkeler” tezi, daha doğrusu somut
gerçekliği, bir çok KP’leri tarafından kabul edilmemekte
direnilmeye devam ediyor. Örneğin, Hindistan, Brezilya, Türkiye ve
diğer ülke Marksistleri, bu gerçekliği yanaşmamakta direniyorlar
dense yeridir.
Hindistan’lı
ML ve Maoist partilerin bir çoğu, Hindistan’ın “emperyalist
olduğu” belirlemesine karşı çıkarak, Hindistan’ın hala
“yarı-sömürge yarı-feodal” ya da “yarı-sömürge”
olduğunu ileri sürüyorlar.5
Burada,
kendi çapında daha derli toplu bir eleştiri olduğu için ve
genelde ise diğer eleştirenlerle aynı içerikte olduğundan,
Bolşevik Partizan’ın eleştirilerine kısaca ele alalım. Bir çok
devrimci kesimde buna benzer anlayışlar taşıdığı için,
eleştirilerin neler olduğuna bakmak yararlı olacaktır.
Bolşevik
Partizan (BP), MLPD (Almanya Marksist-Leninist Partisi)’nin
çıkardığı “Yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu”6
adlı teorik broşürü eleştirmiştir.
BP,
yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkmasını hem olanaklı hem de
olanaksız görüyor. Bir taraftan “olabilir”, ama öbür yandan
“olamaz” diyor. BP’nin yayınladığı “2018’de Dünyadaki
Gelişmeleri Belirleyen Ne?”7
adlı Broşürden alıntılar akataracağım. Bu nedenele sadece
sayfa numarası vereceğim.
“...
bir
zamanlar emperyalizme bağımlı olan bir kapitalist ülkenin
emperyalist bir güce dönüşmesine götürecek ölçüde
gelişebilir. Bu ama zordur. Zordur, çünkü emperyalist güçler
kendilerine rakip olarak ortaya çıkacak yeni emperyalist gücün
oluşmasını istemez ve bunu ellerindeki tüm imkanlarla engellemeye
çalışır”
(BP, sf.15)
Burada,
kapitalizmin gelişmesi, emperyalistler arası ilişkiler ve
kapitalizmin uluslararası bir hal almasını bir emperyalist gücün
iradesine indirgeniyor. Yani, kapitalistler istemediği için yeni
emperyalist ülkeler olmaz demek istiyorlar. Oysa, sorun kapitalizmin
gelişmesini ve emperyalizmin ortaya çıkmasını ya da yeni
kapitalist tekellerin oluşmasını belirleyen tek tek
kapitalistlerin iradesi değil, kapitalist ekonomik işleyiştir. Bu dogmatik bir yaklaşımdır. Ayrıca bu dogmatik ve mekanik anlayış
yukarıda alıntıladığımız Stalin’in anlayışına da ters
düşmektedir. Stalin, yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkmasını
emperyalistler arası çelişme ve kapitalist ekonominin dengesiz
gelişmesine bağlar. BP, bu anlayışı reddettiği gibi, Stalin’in
Troçkist-Zinovyevist anlayışı eleştirdiğinden ise hiç söz
etmiyor. Stalin’i görmezden gelmeyi yeğliyor.
“Kapitalizm,
en hızlı sömürgelerde ve denizaşırı ülkelerde büyümektedir.
Bizzat bu ülkelerde yeni emperyalist güçler (Japonya)
doğmaktadır.”
(Lenin)
Lenin’den
aktardığı bu alıntının arkasından BP, şöyle diyor:
“Fakat
diğer yandan eğer bu ülkelere sermaye ihracı çok kapsamlı ise,
ülkenin ekonomik potansiyeli yüksek ise, bağımsızlaşma isteğine
sahip ise ve bu yönde hareket eden bir milli burjuvazi varsa bu
mümkündür”
(BP, sf. 15)
BP’nın
bu yorumuna; Lenin’in gözünün içine baka baka sorunun özünü
çarpıtmak denir. “Yeni emperyalist ülkeler tezine karşı çıkan
bir çok yaklaşım da aynı BP’nin ki gibi. Yani, BP, dogmatik
yaklaşımda yalnız değil.
Aşağıya
Stefan Engel’den bir alıntı alalım:
“Uluslararası
üretimin yeni-sömürge ve bağımlı ülkelerde yeniden
örgütlenmesinin özü özelleştirmelerde ve kamu iktisadi
teşebbüslerin uluslararası tekellere satılmasında ortaya
çıkmaktadır. Bu toptan satışların boyutu, kendini doğrudan
yabancı yatırımların muazzam rakamlarla artışında gösteriyor.
Uluslararası tekellerin bu ülkelere yaptığı yatırımlar,
1980’de 115 milyar ABD Dolar düzeyindeyken, 2000 yılına kadar
1206 milyar Dolara, yani on katından fazlasına ulaşmıştır.”8
Burada
da görüldüğü gibi, emperyalist-kapitalist ülkelerin sermaye
aktarımları muzzam bir boyuta ulaşmıştır. Bu sermaye akışı
bugün daha büyük (2015
yılında 1.920, 2016 yılında 1.870, 2017 yılında 1.4309, 2018 de ise 1.2
milyar ABD dolar)10
meblalara ulaşmıştır. Emperyalistler, istesede istemesede
sermayelerini dış ülkelere aktarmak zorundadır. Lenin, de
belirttiği gibi, bu bir “niyet” sorunu değil, kapitalist
ekonominin karakteri gereğidir.
Lenin,
emperyalizm kitabında yeni emperyalist ülkelerin ortaya
çıkabileceğini söyler ve geç gelişen Almanya ve Japonya
örneklerini verir. Bunu kapitalizmin dengesiz gelişmesine bağlar.
“Bağımsızlaşma isteğine sahip milli burjuvazi”nin varlığına
bağlamaz.
Bir
ülkenin emperyalist olmasını “milli burjuvazi”ye bağlamak,
kapitalizmin karakteristiğini de anlamamak demektir. Kapitalizmin
özünde rekabet vardır. Mal üretimin paylaşımı kapitalistin
iradesi sonucu değil, kapitalist sistemin işleyişin doğası
gereğidir. Bu da onu, yeni pazarlar bulma ve egemenlik alanlarını
genişletme yoluna sokar. Bunun için savaşta çıkarır.
Emperyalistleşmenin
burjuvazinin milli ya da bağımsızlığı savunmasıyla da hiç bir
ilgisi yoktur. En küçük kapitalist şirket sahibi bile büyümek
ve dünyaya tek başına egemen olma isteği ile yanıp tutuşur.
Sermayesinin oranı kadarda bunu yapar. Bugün, yarı-sömürge ya
da bağımlı ülke burjuvazisi de büyümek, diğer emperyalist
tekeller ile aynı seviyeye ve hatta onları geçme arzusu ile
hareket eder ve de bu eğilimi güçlü bir şekilde taşır. Bu
istek, kapitalizmin karakteri ile ilgilidir. Bütün sermaye
sahipleri, hiç kimseye bağımlı olmadan, ama diğerlerini kendine
bağlama eğilimi ile hareket eder.
“Kapitalistler
dünyayı belirli bir kötü niyetten ötürü değil, ulaşılmış
bulunan temerküz derecesi, onları kar sağlamak için bu yola
girmek zorunda bıraktığından paylaşmaktadırlar. Ve dünyayı
‘sermayeleri ile orantılı olarak’, ‘herbirinin gücüne
göre’ paylaşmaktadırlar, çünkü mal üretimi ve kapitalizm
düzeninde başka paylaşma yöntemi olamaz.”11
Koç
Holding, Ford Otomobil tekeli ile ilişkiye geçtiğinde ve onun
ajentalığını yaptığında, bu onun için –sermayesini büyütma
anlamında- büyük bir başarıydı. Bu aynı zamanda Koç’un
sermaye olarak bağımsızlaşma hareketidir. Ve bu tür sermaye
sahiplerin bağımsızlığı, sermayelerinden bağımsız olamaz.
Sermayeleri oranında bağımsızdırlar. Buradaki “bağımsızlık”,
sermayelerin birbiriyle ilişkisizliği anlaşılmamalı. Tersine
birbiriyle sıkı ilşkileri olmak zorundadır.
Koç
sermayesi büydükçe salt Ford’a bağlı kalmak istemedi ve
sermayesinin gücü oranında ilişkilerini geliştirdi ve başka
tekellerle de ilişkiye geçerek kendisi büyük bir tekel haline
geldi. Ford tekeli gibi kendisi de dış ülkelerde fabrika açtı ve
sermaye yatırımında bulundu. BP’nin anlayışından hareket
edersek, Ford Koç’u büyütmemesi gerekiyordu. Ya da ABD gibi
dünyanın en büyük emperyalist ülkesi, Çin tekellerini
büyütmemek için yılda Çin’den 43612
milyar ABD dolarını aşan ithalatı önlemesi gerekiyordu, ki,
ihracatı çeşitli zorlamalarla azaltmaya, çalışmasına –ticaret
savaşları adı verilen vergilendirmeler vb. gibi.- karşın
başaramamaktadır. Ya da ABD’nın Latin Amerika ile bağlarını
kuran güney sınır komşusu, -BP’nin “uyduruk emperyalist ülke”
dediği- Meksika’dan13
da ihracatı durdurması gerekiyordu. Kapitalistlerin sermayeden
bağımsız hareket etme özgürlüğü olabilseydi belki BP’nin
dediği olurdu. Ancak, sermaye niyet-miyet takmaz, kendi
ekonomi-politikasını egemen kılar. Yoluna çıkanı ezer, savaş
çıkarır. Onun karşısına ancak ondan büyük bir güçle
çıkıldığında durdurulur ya da egemenliğine ebediyen son
verilir.
Bir
emperyalist ülke kendine rakip çıkarmak istemiyorsa, başta ABD
bunu yapmazdı. II. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası, başta
Almanya ve Japonya olmak üzere bir çok ülkeyi, yeniden dirilmeleri
için yoğun bir sermaye akıttı. Ve bugün o ülkeler ABD’nin
karşısına - birer büyük rakip güçler olarak- dikilmiş
durumdadır. ABD bu sermaye aktarımını, insani yardım amaçlı
değil, kendi sermayesini güçlendirmek, egemenlik alanlarını
genişletmek, derinleştirmek ve sermaye birikimini büyütmek için
yaptı ve yapmaktadır. O süreçte yapılan “Marshall yardımı”ının
amacı da ABD sermayesinin egemenliğini artırmak amaçlıydı.
Kısacası,
“rakip yaratmaz” anlayışına hangi yönden bakılırsa
bakılsın, emperyalist gelişme yasalarını inkar eden bir
yaklaşımdır. Emperyalistler, emperyalist pazarı geliştirmek ve
genişletmek için sermaye sürümüne devam etmek zorundadır.
BP’nın,
bu anlayışını yıllardır, “emperyalizm feodalizmi tasfiye
etmez ve kapitalizmi geliştirmez” diyenlerin anlayışıyla
çakışıyor. Ama, emperyalist ülkeler daha geri ülkelere sermaye
ihracı ederek orada kapitalizmin gelişmesine hizmet ettikleri gibi,
varsa feodalizmin çözülmesine ve de tasfiyesine de hizmet
ediyorlar.
“İhraç
edilmiş sermaye –der Lenin-, ihraç edildiği ülkelerde,
kapitalizmin
gelişmesini etkiler, hızlandırır.
Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir
parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun, bütün
dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek
pahasına olduğunu unutmamalı.”14
Bir
çok küçük burjuva oportünizmi, Lenin’in bu alıntısını,
içeriği dışında kullanmayı bir marifet saymaktadırlar. Oysa,
Lenin’in buradaki anlatımı nettir. İhraç edilmiş sermayenin
bütün ülkelerdeki kapitalizmi derinlemesine
ve genişlemesine geliştirmek
pahasına yapıldığının altını özellikle çizer.
“Milli
burjuvazi varsa” anlayışı, emperyalizmin karakteristiğini de
“bağımsız”lığa bağlayan oportünist bir yaklaşımdır.
Lenin’in söylemiyle; küçük burjuvazinin emperyalizme bakış
açısı ve milli burjuvazi ile özdeşleştirme “emperyalist
ideolojisi”dir. BP, “yeni emperyalist ülkeler” tezine karşı
çıkma adına, dogmatizmde kararlı bir şekilde direnmekten
vazgeçmemiş. Somut
olgulardan hareket etmek yerine, onu dogmatik “ilkeler”in içine
sokarak teori oluşturmaya çalışınca, oportünizmin teorik
bataklığına düşmek küçük burjuva teroisyenleri için bir
“kader” olup çıkıyor.
Günye
Kore, 1950’lerin başından beri ABD emperyalistlerinin himayesi
altındadır. Bu ülke bugün birçok uluslararası emperyalist
tekele sahiptir. “Bağımsız” ya da “ G. Kore milli
burjuvazisi mi” G. Kore’yi ülkeyi bu hale getirdi? Elbette
değil. Elbete G. Kore tekelleri dünyaya egemen olmak istiyor. Ve G.
Kore’nin Samsung (Samsung Group bağlı) tekeli ABD’nin Apple
tekeli ile uluslararası alanda kapışıyor. ABD kendi egemenliği
altında olan G. Kore’de kendine karşı bir tekel yaratmaması
gerekiyordu, BP’nin mantığına göre. Ama Samsung Electronics
tekeli bugün var. Kapitalist sistem kişilerin iradesine göre
yürüseydi BP haklı olurdu. Ama, kapitalistin iradesi sermayenin
elinde. Bu nedenle, bu eleştiri emperyalizm gerçekliğiyle
uyuşmuyor. Ayrıca, Apple ait bir çok elektronik parçalar Samsung
tarafından üretiliyor.15
Ama,
BP, öbür yandan Maoistleri de taş atmaktan geri durmamış.
Yukarıdaki “mümkündür” ile biten alıntının hemen
devamında;
“Bu
yüzden kimi maoist grubun, emperyalizme bağımlı bir ülkenin hiç
bir zaman emperyalist bir güce dönüşemeyeceği iddiası
yanlıştır.”
(BP, sf. 15)
Böyle
söyleyen kim olursa olsun elbette somut gerçeklerle uyuşmamaktadır.
Lakin, BP’nin de “maoist grup”lar dediği gruplardan farklı
düşündüğü ne? Eleştirdiği gruplarla aynı düşünceyi
paylaşmasına karşılık, “farklı” düşünyormuş izlenimi
vermeyi denemesi neden ki?
“Çin’i,
Meksika, Endonezya, Güney Kore, Güney Afrika, Birleşik Arap
Emirlikleri vs. gibi devletlerle uyduruk ‘yeni emperyalist
devletler‘ kategorisi içinde birlikte anmak, Çin’in gerçek
gelişmesinden bi haber olmak anlamına gelir.”
(BP, sf. 5)
Her
ülkenin emperyalist aşamaya gelmesi elbete farklılıklar içerir.
İngiltere ve Almanya’nın farklı süreçler izlediği ya da
Japonya ile ABD’nin aynı olmadığı gibi. Diğer emperyalist
ülkelerinde o aşamaya gelmesinde benzer yanlar olduğu gibi
farklılıklarda içerir. Ve hiç kimse de Çin ile bir Birleşik
Arap Emirlikleri’ni sermaye ve egemenlik anlamında aynı kefeye
koymaz. Nasıl ki ABD ile bir İsviçre’nin (en asgarisinden,
askeri ve sermaye büyüklüğü bakımından) aynı kefeye
konamayacağı gibi... Ama bunların karakteri ortak. Tekelci
burjuvazinin yönetimi altındaki Emperyalist ülkelerdir. BP, burada
demogojiye kaçmış. Eleştirdiği broşürde böyle bir yaklaşım
olmadığı gibi dünyanın en büyük ve en saldırgan emperyalist
ülkesi olarak ABD16
görülür. İkinci Çin gelir vs..
BP’nin “uyduruk emperyalist” listesi içine soktuğu G.
Kore’nin ithalat ve ihracatını buraya alalım. Birinci rakam G.
Kore’nin (2017 yılı için) ihracatını, ikinci rakam ise aynı
yıl için ithalatını ABD doları cinsinden gösteriyor: Çin (149
– 98,1 milyar), ABD (69,4 – 48,7 milyar), Japonya (26,9 – 54,2
milyar)17...
Emperyalist
ülkelere emperyalist demek, küçük emperyalist ülkeleri öne
çıkarıp büyüklerin üstünü küllemeyi içermez. İsviçre’nin
tekeli NESTLE’nin Afrika’da yaptıklarını teşhir etmek, dünya
devi WALMART’ın üstünü küllemeyi getirmediği gibi. Açık bir
demogoji yapıldığı açık. Küçük burjuva demogojik
yaklaşımlarla doğru analiz yapılabilseydi, kapitalizm çoktan
yıkılırdı.
“MLPD
toptancı bir biçimde BRICS ve MIST ülkeleri yanında İran,
Arjantin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ı
‘yeniemperyalist ülkeler’ olarak adlandırıyor. Biz, bu
ülkeleri tek tek derinlemesine analiz etmedik, bu aslında söz
konusu ülkelerin marksist leninist güçlerinin işi.”
(BP, sf. 15)
İddia
sahiplerinin eğer bir analizleri yoksa, analiz ve sentez yapmak için
kendilerini ehil görmüyorlarsa ve değerlendirmeleri her ülkenin
marksist-leninistlerine bırakıyorlarsa, bu eleştiriler niye? Kendi
söyledikleriniyle tutarlı olmak için BP teroisyenlerine bu durumda
susmak düşerdi. Bilmiyorsanız susacaksınız ve bilenleri ise
eleştirme hakkınız yoktur. Tutarlılık budur.
Oysa,
herkes analizler yapabilir, çözümlemelerde bulunabilir. Aynı
Lenin’in Almanya ve Japonya için bulunduğu gibi. Lenin, Japon ve
Alman Marksistlerin kendi ülkeleri için belirlemelerine bakmadan ve
hatta Kautsky’de eleştirerek analiz ve yorumlar yapma yetkisini
kendinde bulmuş. Bu yanlış değil, olması gereken bir şey. Alçak
gönüllü gözükmeye çaba harcamış olan BP, yüksek perdeden S.
Engel'in teorisine “uyduruk” demeyi kendinde hak bulmuş.
BP,
aynı broşüründe ülkelerin farklı “niteliklerinin
unutulduğunu” da yazıyor. (BP, sf.4). Farklı nitelik dediği ne
acaba? Ekonomik ve askeri güçleri mi? Bu nitelik değil,
görecelidir. Nitelik fark, birisinin emperyalist olmaması diğerinin
de emperyalist olması olabilir. Emperyalist ülkeler arasında nitel
değil, ama göreceli farklar vardır. İsviçre ile ABD arasında
nitel değil ekonomik-askeri ve pazarlara egemen olma arasında ya da
paylaşımdan pay alma arasında fark vardır. Elbette ikiside
emperyalist ülkelerdir. Nasıl ki, kapitalist ülkeler arasında
nitel değil göreceli farklar olduğu gibi, emperyalist ülkeler
arasında da nitel değil, göreceli farklar vardır.
BP,
eleştirdiği broşürde geçen “süper tekeller” kavramını da
eleştiriyor. Ama Lenin’i eleştirdiğinin görmezden gelerek.
Çünkü aynı kavramı Lenin’de kullanıyor.
“Birincisi:
‘Süper Tekel kavramı marksist kavram değildir.” (BP, sf. 23)
BP,
bu kavramın Marksist olmadığını söylemesine karşılık
Leninist bir kavramdır diye karşılık verelim. Lenin, ünlü
Emperyalizm kitabının, “Dünyanın
Kapitalist Gruplar Arasında Paylaşılması”
bölümünde, özellikle elektrik sanayinde “süper tekellerin”
nasıl oluştuğunu istatistiki verilerle açıklar.
Kendini
ML olarak adlandıran BP, yukarıda alıntı olarak aldığımız
Lenin ve Stalin’in açıklamalarını görmezden gelmeyi en doğru
yol bulmuş. Ki, bu da küçük burjuvazinin işine gelen yerde ML
işine gelmeyen yerde ise onu pas geçme taktiği olarak öne
çıkıyor. Oysa, aynı alıntıları okuyorlar, ama görmezden
geliyorlar. Çünkü kendilerini doğrulamıyor, yanlışlıyor.
BP’nin “yeni emperyalist ülkeler” konusundaki anlayışı,
Stalin’in eleştirdiği zinovyevist-troçkist anlayışla aynı. Bu
bağlamda Stalin eleştirileri BP içinde geçerli.
“Süper”,
“büyük” , “dev” vb. gibi sıfatların, tekellerin ya da
ülkelerin ekonomik gücüyle ilgili olarak kullanılması yanlış
değil, onların diğer ülke ve tekeller karşısındaki durumunu
vurgulamak için kullanılabilir. Ayrıca, Lenin’in bir çok
yerde, “süper tekeller” ve “dev tröstler”19
dediğide bilinir. “Süper”, “dev” vb. gibi sıfatlamalara
gidilmesi, diğer emperyalist tekelleri ne küçümseme ne de
yoksayma ya da “dev” diye adlandırılanları nitelik olarak daha
küçüklerden farklı görme anlayışından kaynaklanmaz.
Buraya
Marx’ın bir sözünü aklmakta yarar var:
“Preseus,
avladığı devler kendisini görmesin diye sihirli bir başlık
giyerdi. Biz ise devlerin varlığını görmemek için, sihirli bir
başlığı gözlerimize ve kulaklarımıza kadar indiriyoruz.”
(Karl Marx, Kapital C.I, Almanca Birinci basima önsöz)
Burada
da görüldüğü gibi bazı “marksistlerimiz” gözlerini ve
kulaklarını sıkı sıkıya kapatarak, kapitalist gelişmenin
diyalektiğini açıklama yerine pozitivcilik oyunu oynamayı
yeğliyorlar.
Küçük
burjuva dogmatik düşünce tarzının en büyük özelliği;
gelişmelere gözünü kapaması ve başta ne biliyorsa onun asla
değişmeyeceğine, değişmez bir ilke olduğuna kendini inandırmış
olmasıdır. Yani, ilkeleri koşullardan çıkarma yerine, verili
koşulları ilkelere uydurma... Böylesi bir yöntem somut koşullarla
uyuşmadığı için, dogmatizm gelişmelere karşı kör ve
sağırdır. Bu nedenle de diyalektik materyalizm ile çatışırlar
ve onun karşısında yer alırlar.
***
1
Lenin, Emperyalizm, sf. 43
2
Stalin, Eserler, C.9, sf. 91, İnter Yayınları
3
Stalin, Eserler 9, sf. 92,
4
Lenin, Seçme Eserler, sf. 151, C. 5, İnter
Yayınları
5
28-29 Ekim 2017’de Almanya’nın Bottrop kentinde yapılan, ICOR
tarafından düzenlenen “Ekim Devrimi’nin 100. Yılı
Uluslararası Konferansı’nda, yaptığım konuşmada “yeni
emepryalist ülkeler” tezini savunmuş ve Hindistanlı yoldaşların
anlayışını eleştirmiştim. Bu Konferansa 1050 delege
katılmıştı.
6
Stefan Engel’in adı geçen Broşürü, Türkiye’de El
Yayınları tarafından Türkçe kitap olarak basılmıştır.
7
Bolşevik Partizan sayı. 180, Temmuz 2018, “2018’de Dünyadaki
Gelişmeleri Belirleyen Ne?” Ayrıca, bu broşür El Yayınları
tarafından Türkiye’de kitap olarak basılıp yayınlandı. Ben
Türkçe Broşür’ü esas aldım.
8Stefan
Engel, “Küreselleşme” Tanrıların Günbatımı, sf. 391-392,
Umut Yayımcılık, 2011 İstanbul.
9
2015 yılında doruğunda olan “Doğrudan Sermaye Yatırımları”nın,
2016 yılından itibaren”ndaki düşüşe geçmesi, emperyalist
yeni ekonomik krizinde habercisidir.
10
Yased (Uluslararası Yatırımcılar Derneği-UNCTAD 2018)
11
Lenin, Empeyalizm, sf. 98, Sosyalist Yayınlar
12
Çin ABD’den 122 milyar (2016 için) ABD doları kadar ithalat
yapıyor. Çin-ABD ticari ilişkilerinde ABD yaklaşık 300 milyar
ABD doları açık veriyor.
13
Dünyanın 9. Büyük ekonomisine sahip Meksika, ABD’ye 307 milyar
(2017 için) ABD doları ihracat yapıyor, ABD’den ithalatı ise;
181 milyar (2017) ABD doları kadar. ABD-Meksika ikili ticaretinde
116 milyar ABD doları açık veren “uyduruk” Meksika, değil,
“büyük” ABD. Kaynak: The Observatory of Economic Complexity:
OEC
14
Lenin, Emperyalizm, sf. 72, Sol Yayınları, 12. Baskı 2009 (açYK)
15
Bkz. Wikipedia/Vikipedi
16
“ABD hala tek emperyalist süper güç konumundadır.” Stefan
Engel, Yeni Emperyalist Ülkelerin Ortaya Çıkışı Üzerine”,
sf.30
18
Lenin, Emperyalizm, sf. 90
19
Lenin, Marksizm ve Revizyonizm, sf. 15, Günce Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder