Dogmatizmin
Eksensiz Çukurunda Yön Arayan
Bir "Sefil Faust"(lar) Hikayesi
Bir "Sefil Faust"(lar) Hikayesi
Bazıları tarihin
önünde yürür, bazıları ise onu yazar. Bazıları ise ilerleyen
tarihin ne tarafında yer alacaklarında kararsızdırlar.
Yusuf
KÖSE
Giriş:
Devrimci
mücadelenin ve bu mücadele içinde yer alan örgütlerin tarihini
yazmak, sınıf mücadelesini ilerletmek ve gelecek kuşaklara
deneyimler aktarmak açısından, hiç kuşkusuz büyük bir önem
taşımaktadır.
Tarih
yazımında, burjuva sınıfı adına tarih yazıcılarıyla işçi
sınıfı adına tarih yazıcıları arasında niteliksel bir sınıf
varkı vardır ve bu eşyanın tabiyatına da uygundur.
Bir
kapitalist, ticari faaliyetlerini her türlü etik kaygılardan uzak
kar marjini maksimize etmek amaçlı sürdürür. Kapitalist sistemin
savunucuları tarih yazıcıları da buna göre kalemlerini
oynatırlar. Kapitalistin karının düşmemesi için kitlelere
yanlış bilgi sunarlar ve onları değersizleştirme amaçlı
hareket ederler. Çünkü, kapitalist için artı-değer oranını
yükseltmek önemlidir. Artı-değer oranı yükseldikçe
çalışanların (işçilerin) değeri de (insani ve yaşam olarak)
değersizleşir1.
Burjuva sistemin savunucuların “ahlaki” kuralı budur.
Bir
markist bir kapitalist gibi hareket edemez. Bir marksist
faaliyetlerini, değerlendirmelerini, olgulara yaklaşımı ve
analizleri, öznel imgelere göre değil, somut olgulara ve o
olguların yer ve zamanı içinde ele alıp bütünlüklü
değerlendirmesi, bilimsel bir yaklaşım olur. Bu marksistin ahlaki
kuralıdır.
Sözü
uzatmadan Mehmet Ali Eser’in (bundan sonra MA şeklinde yazacağım),
Kardelen Yayıncılık tarafından yayınlanan, “Tarihsel
Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü TKP/ML”
adlı, kitabının içeriğine ilişkin görüşlerimi kısaca
aktarmaya çalışacağım. Çünkü ele aldığı tarihsel kesit,
doğrudan beni de ilgilendirdiği için sessiz kalmayı kendime ve o
süreci yaşayanlara ve mücadele edenlere karşı (easas olarak da
MA’nin kendisine) haksızlık olacağını düşünüyorum.
MA’nin,
bu kitapta yer verdiği teorik görüşlerine ve tüm
değerlendirmelerine yanıt vermeyeceğim. Bu konuda çok kitap
yazıldı ve yazılmaya devam ediyor. Bu konuda kitap yazanlardan
birisi de benim. Ancak benim kitabım, sorunu kişiselleştirme
yerine, bu sorunların teorik kaynağına iner2.
Bu sınıf mücadelesi tarihi açısından iyi bir şey. MA’nin de
kendine TKP/ML’yi kendi bakış açısına göre değerlendirmesinde
bir anormallik yoktur. O kendi sınıfsal meşrebine uygun görüş
ve yaklaşımlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak,
devrimcilerin tarihi tam da anti-komünist burjuva liberallerine
yakışır ve burjuvazinin argümanları ile ele alınırsa, o
“devrimcilerin tarihi” değil, olsa olsa burjuva argümanlı
anti-komünist propaganda olur.
Sözü
edilen kitabın içeriği, yeni kuşaklara deneyimleri öğretici bir
şekilde aktarma yerine, adeta son durağını sağlamlaştırma ve
yeni ev sahiplerine kendini kabul ettirme izlenimini veriyor.
Yazarın, Machiavelli’nin “hükümdarı”nı okuyup okumadığını
bilemem, okumuş olması da gerekmiyor; makyavelizm, küçük
burjuvazinin politik arenada olmazsa olmaz içkinliğidir.
Böyle
bir yazı yazmak ve kişiler ile “uğraşmak” esasta benim
yöntemim olmamasına karşın, bazen zorunlu olarak tamda
hazzetmediğim konulara girmek zorunda kalıyorum. “Niyetler”,
“artniyetler”, “böyleydi”, “şöyleydi” vb. vb. kısır
döngülü konular ister istemez insanı, söylenmemesi gereken
sözleri de sarf etmeye götürüyor.
Benim
kitaplarım ortada. Eleştirileri buradan bekleme hakkım var. Ben
hiç bir yoldaşımı ya da kısa süreli de olsa yol arkadaşlığı
yapmış olduğum birini “niye böylesin” vb. gibi eleştirler
getirmem. Onu oraya götüren bir siyaset vardır. Çözüm ve
devrime katkıda burada yatıyor: Sorunlara siyasi olarak yaklaşmak.
Ancak, kendini bir yerelere kabul ettirmek ve “bulunmaz hint
kumaşı” misali pragmatizmin tüm tonlarına bürünerek, içinden
geldiği yapıyı karalamaya odaklanıp ve “eski yoldaş”larını
ise “bataklık” olarak tanıtmak; niyetlerden bağımsız olarak,
olsa olsa yoldaşlarını “karalayarak” kendi acizliğini,
çapsızlığını, yalakalığını ve siyasi fırdöndülüğünü
gizleme yöntemi olabilir. İşte böylesi anti-komünist aciz küçük
burjuvaların devrim ve devrimcileri kirletmelerine karşı sessiz
kalmamak gerekiyor.
Olumsuzlukların
eleştirilmemesi anlamında değil, olumsuzlukların
ideolojik-siayasi yönünü esas almak doğru olan bir yöntemdir. Bu
Materyalesit diyalektik yöntemdir. Küçük burjuvazi hataları
kişiselleştirir. Kişileri hedef alır ve siyaseti ise kişiler
üzerinde yürütmeyi tercih eder.3
MA’da “tarih” yazıcılığında yöntemi “kişi” olmuş.
Konuyu önemsemeyip, belkide bir çok defa yaptığım gibi; “girme
sosyal medya alanına” diyebilirdim. Ancak, bir
devrimci örgüt içindeki karşı-dervimci faaliyeti aklama çabaları
ile karşı karşıya kalınca ve bu aklama çabalarının da 40 yılı
aşkın bir süredir “tanıdığım” birisinden geldiğini
görünce, sessiz kalmayı “kabullenme” olarak gördüm ve sessiz
kalmamaya karar verdim.
Evet, “sinek küçük ama mide bulandırır.” Bu bağlamda tarihe
yanlış not düşenlerin yanlışlarını ortaya koymakta kaçınılmaz
oluyor.
Özellikle
devrimcileri küçük düşürme, değersizleştirme, burjuvazinin
yapmak istediği kriminalize etme ve şeytanlaştırma eğlimlerin
içine giren ve buna “devrimcilik” iddiası ile yaklaşan
anlayışların neler olduğunu ortaya koymak, bir zorunluluk olarak
ortaya çıkıyor.
Sınıf
mücadelesi salt burjuvaziye karşı değil, ondan etkilenen küçük
burjuvaziye karşı da verilmesi olmazsa olmazlardan birisidir.
Burjuvaziyle proletarya arasındaki tarihsel mücadele bunu
doğrulamıştır. Küçük burjuva “sol”culuğu, burjuvaziye
karşı çok “keskin” ve “kararlı” gibi gözüksede,
ideolojik sapmalar onu burjuvaziye hizmete götürür ve proleter
ideolojiyi “keskinlik” adı altında bulanıklaştırarak burjuva
ideolojisinin bir yamağı haline dönüştürür. Bunun “niyetler”
ile hiç bir ilişkisi yoktur. Niyetler “öznel”dir. Toplumsal
olgular ise nesnel bir gerçekliktir. Biz Marksistler ikincisini esas
almak durumundayız.
İnanıyorum
ki, MA bu kitabını bütün devrimci inancıyla ele almıştır.
Onun devrimci inancı, etiği ve kültürü onu böyle bir yöntemle
soruna yaklaşmaya itmiştir. Onun fırtınalı yaşamı, olaylara
bakış yöntemine de yön vermiş, karayı ak, akı kara görmesini
sağlayabilmiştir. Bu nedenle de totolojik yargılardan
kaçamamıştır. Bu yöntemde onu, “yalan çorbacısı” içinde
“gerçek” aramaya kadar görütmüştür. Bu onun kişisel kusuru
değil. Kusur, onun küçük burjuva düşünce tarzının dışına
çıkamamasındadır. Benim eleştirilerim, sınıf bilinçli
proletaryaya yabancı olan bu yöntemedir. TKP/ML saflarında
örgütlüyken de mücadelemin ağırlıklı yönü, proletaryaya ait
olmayan, ama proletaryanın saflarında yer bulan bu tür anlayışlara
karşı olmuştur. Kitaplarım bunların tanıdığıdır.
Elbette,
her yaşayan insanın anıları olduğu gibi benimde anılarım var.
Özellikle bu süreçle ilgili olanı da çok. Ancak, beni
ilgilendiren sorunun bireysel yönü değil, siyasi/teorik yönü
olduğu için bu yöne ağırlık vermeye çalışıyorum. Bu
yazıda, sözü edilen kesitle ilgili olarak bir kaç anıyı, bu
sürecin daha iyi görülebilmesi için anekdot olarak paylaşmak
zorunda kaldım.
Ancak
belirtmem gerekir ki, bu konun doğrudan tanıklarından Halil
Gündoğan’ın kaleme aldığı “MKP’nin
‘Tarihi Muhasebesi’nde Öznelcilik ve Dogmatizm”4
adlı 450 sayfayı aşan kapsamlı kitabı, MA’yı
bütünüyle yalanlamaktadır.
Bu konuyla ilgilenenlerin bu kitabı mutlaka okuması gerekir. Ne var
ki, MA, bu kitaptan ve onun içeriğinden hiç söz etmemiş, ama H.
Gündoğan’ın devrimci olduğuna “kanaat” getirmiş. Aslında
MA ile Halil’in yazdıklarını yan yana yayınlamakta yeterli
olabilirdi. Ancak, MA’nin yazdıklarının bunu hak ettiği
kanısında değilim.
MA,
elbette ne bir “Herr Vogt” ne de devrimci bir örgüt içine
kullanım aracı olarak sızdırılmış bir kontra NT. Siyasal
dengesizlikleri olsa da, o hala bizlerden biri. Bu nedenle cevap
verilmeyebilirdi. Fakat, 15 yıl ortalıklarda ordan oraya döndükten
sonra, kendi geçmişine bile lanet okurcasına devletin bir
kontrasını aklama yolunu seçtiği için cevap vermek kaçınılmaz
oldu.
Türkiye
Komünist Partisi/ Marksist-Leninist (TKP/ML)
TKP/ML,
Türkiye
Devrimci Hareketi (TDH) içinde önemli bir yeri olan bir örgüttür.
Kurulduğu günden beri sınıf mücadelesine teorik-pratik açısından
önemli kazanımlar getirmiştir. Her şeyden önce TKP/ML’nin
kurucusu İbrahim Kaypakkaya’nın ideolojik-politik duruşu ve
katkıları devrim mücadelesinde her zaman bir aydınlatıcı olarak
duracak ve işçi sınıfı bu komünisti asla unutmayacaktır. Bu
bile, TKP/ML’nin TDH içinde taşıdığı özel özgül ağırlığını
anlatmaya yeter.
TKP/ML’nin
46 yıllık mücadele yaşamı içinde yer alan binlerce militan
devrimci olmuştur. Bir çoğu başından sonuna kadar yer alırken
ve hala devam ederken bir çoğuda, değişik süreçlerde o saflarda
aktif mücadele etmeyi (benim gibi) terk etmiştir. Bu gerçeklerin
yanında, devrimci safları ve duruşları tamamen terk edenlerde
olmuştur. Bu yaşananlar, salt TKP/ML’ye özgü olmayıp bütün
dünyadaki devrimci ve komünist hareketler içinde geçerlidir.
Sınıf mücadelesi sürdüğü sürece bunlar yaşanmaya devam
edecektir.
Bu
tür gelişme ve olgular keskin sınıf mücadelesinin doğal
sonucudur. Bir çokları cezaevi yatmış, bir çokları ise bu
mücadele içinde şehit düşmüştür. Ve bu süreç devam
etmektedir. Bu olgular sınıf mücadelesinin gerçekleridir.
Burjuvazi ile proletarya arasında sınıf savaşımı olduğu gibi,
bu mücadele bir komünist ya da bir devrimci örgüt içinde de
birincisinin niteliği ile aynı olmasada bir şekilde devam eder.
Komünist
Partiler (ya da genel anlamda komünist örgütlenmeler), yaşayan
bir organizmadır. Teorik ve siyasal seviyesi en yüksek sınıf
örgütlenmeleridir. Bir toplumsal sistemi yıkıp yeni bir toplumsal
sistemi kurmaya önderlik etmek amaçlı hareket ettiği için;
toplum içindeki tüm siyasal, teorik, ideolojik, ekonomik, askeri ve
genel anlamda kültürel sorun ve gelişmeleri yakından takip eder
ve bu gelişmelere göre savunduğu sınıfın çıkarlarına uygun
siyasal mücadele taktiklerinin yanı sıra düşünce üretir. O,
burjuva sınıfı karşısında dezavantajlı bir durumdan avantajlı
bir duruma geçmenin mücadelesini sürdürür. Toplum tarihlerinin
gelişim sürecinin yanı sıra ideolojik olarak avantajlı olması,
pratik olarak avantajlılık getirmiyor. Bu uzun bir mücadelenin
ürünü olarak, özellikle de işçi sınıfının önemli bir
kesiminin komünistlerin görüşleriyle bütünleştiği zaman,
komünistler burjuvaziden avantajı ele alacaklardır.
Konumuza
Dönersek:
Konferans/Dabk
birliği (1992) ve Ayrılığı (1994)
Öncelikle
belirtmeliyim. Adı geçen “Ayrılık-Birlik” süreçlerinin
ideolojik, politik, örgütsel ayrıntılarına girmeyeceğim. Bunlar
3. Konferans belegelerinde ve daha sonra çıkan yayın organlarında
yer aldı. Yine burada, 1992-94 “ayrılık-birlik” sorunun
ideolojik, politik ve örgütsel” ayrıntılarına girmeyeceğim.
Bunlarda yazıldı. Özellikle’de TKP/ML’nin 1994 ayrılığının
ilk dönemlerinde çıkan Partizan dergilerinde ve daha sonraki
açıklamalarında yer aldı. Konferans/Dabk ayrılığı ve birliği
konusunda çok şeyler yazıldı.
HH,
Dabk’ın “baş düşmanı”ydı. TKP/ML’nin resmi
konferansına katılmayan Dabk kesimi, HH’nin olmasa konferansın
yapılmayacağını ve Parti’nin kendilerinin peşinden geleceğini
düşünüyorlar olmalıydılar. O süreçte HH’yi “baş düşman”
ettmeleri için hiç bir neden yoktu. HH, partinin verdiği görevi
yerine getiriyordu. Ayrıca, ne HH onları ne de onlar HH’yi
kişisel olarak tanıyorlardı. Ancak, ortada “kşisel yıpratma”
kampanyası yürütülüyordu. Diğer yandan, HH yeni cezaevinden
çıkmıştı ve Parti’de ne oluyor-bitiyor bilmiyordu ve durumu
yeni yeni öğrenmeye ve kavramaya çalışıyordu. Partinin “o
hale” gelmesinde HH’nin olumsuz yönde kişisel bir katkısı
yoktu. Dabk [TKP(ML)] ve peşinden MKP’nin “HH düşmanlığı”nın
tarihsel kesiti buradan başlıyor. Elbette bu “düşmanlığın”
temelinde HH’nin onların dogmatik, salt askeri bakış açısı,
devrimci siyaseti küçük burjuva tarzda çirkinleştirmelerine ve
KP’ne uygun olmayan fokocu örgütlenme anlayışlarına karşı
duruşu ve eleştirisi vardı.
Öbür
yandan, bir sınıf partisi içindeki gelişmeleri “kişilere”
bağlamak daha baştan, sorunu yanlış kavramak ve KP’nin
niteliğini hiçsizleştirmektir. Oysa sorun ideolojik-politiktir. KP
gibi bir örgütlenmede belirleyici olan siyasettir. Doğru siyaset
izlenirse doğru şeyler elde edilir ve yanlış siyaset izlenirse
hatalar yapılır. Kişilerin hareketlerini belirleyende
yönlendirmesi altında bulundukları ideoloji ve politikadır.
Toplumsal ve daha özelde sınıf sorunlarını kişileştirmek
genelde burjuvaziyi özgüdür. Ancak devrimci saflardaki “sol”
küçük burjuvazi de, sınıflar arası mücadeleden kaynaklanan
siyasal sorunları kişiselleştirmeyi sever.
Dabk’ın
3. Konferansa katılmamasını MKP’de I. Kongresinde eleştirir ve
Dabk’ın bu tavrını “salt askeri bakış açısı” olarak
değerlendirir. Kısacası Dabk’ın Konferansa katılmama
gerekçeleri, daha sonra Dabk üzerinden şekillenen örgütlenmelerin
hepsi eleştirmiş, TKP/ML’nin 3. Konferans’ını meşru
görmüşlerdir.
Özelikle
her iki süreçte yer alan HH ile ilgili yerli yersiz bir çok
bilgiler verildi. İndimedya gibi herkesin yazıp küfür ettiği
internet sitelerinden, bazı polis yönetimli internet sitelerine
kadar yazıldı ve hala yazılmaya devam ediyor. Özellikle “işsiz”
kalmış polis yönlendirimli ya da kendini “küfür”le ve
yalanla var etmeye çalışanların görevi haline gelmiş.
Oysa
Dabk’ın bir numaralı “düşmanı” yurtdışı örgütlenmesiydi
ve Yurtdışı örgütü yüzünden (bunlara 2. MK revizyonisti
diyorlardı) konferansa katılmadılar ve katılmama gerekçeleri
ise; “revizyonistlerle aynı masaya oturulmaz”dı.5
Parti bu süreçte (salt askeri bakış açısı ve dogmatizm
yüzünden) büyük kayıplar verdi çok değerli kadrolarını
yitirdi. Salt askeri bakış açısı ve dogmatizm o denli tavan
yapmıştı ki, düşmanın bildiği yer/gün/saat ve anda konferansı
yapmak istemek, neyle açıklanabilir ki! Bu küçük burjuva
anlayışın sonunda TKP/ML, 12 Eylül’den sonra en ağır
kayıplarını aldı. Bu anlayış, adeta, TKP/ML’ye, o süreçteki
en iyi kadrolarını bir tepsi içinde düşmana sunmaya götürdü.
Bu
anlayış ne yazık ki, hiç bir zaman TKP(ML) (Dabk kanadı) içinde
yok olmadı. 1992 “Birliği” sürecinde de aynı anlayışlar
vardı. Yani, salt askeri bakış açısı ve dogmatizm yıkılmamış,
olduğu gibi korunuyordu. İşte, bundan sonraki “birlik-ayrılık”
sorunlarını bu çizgiyi gözden uzak tutmadan değerlendirmek
gerekir. Çünkü 1994 yılında yaşatılan “ayrılık” bu
çizginin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Hatta, MKP’nin 16
Haziran 2005 yılında kadrosal düzeyde verdiği kayıplar, izlenen
aynı siyasetin sonucu olmuştur.
TKP/ML,
kurulduğundan sonra kendi içinde irili-ufaklı bir çok ayrılık
yaşamasına karşılık, 1987 yılında Dabk/Konferans olarak bir
ayrılık yaşadı. Her iki tarafta kendini TKP/ML olarak adlandırdı.
Konferas kanadı olarak bilinene kesim 1987 yılı Ekim ayı içinde
TKP/ML III. Konferansı yapan kesimdi. DABK (Doğu Anadolu Bölge
Komitesi) kanadı III. Konferans’a katılmayan gerilla bölgesindeki
bazı üye ve iki Konferans delegelesiydi. TKP/ML III. Konferans’ı
DABK’ı kendi dışında görmedi ve “istedikleri iki kişiyi
MK’ne” verebilecekleri şeklinde bir karar almıştı. Ve uzun
yılar TKP/ML, DABK kanadına “birlik çağrısı” yaptı. DABK
(Doğu Anadolu Bölge Komitesi) kanadı’da kendini TKP(ML) (buna
parantez içinde TKP/ML deniyordu) olarak adlandırdı.
1992
yılında yapılan “birlik”, Konferans kanadı için iyi niyetli
bir birlikti. Dabk kanadı için bunu söyelemek zor. Neden mi? Daha
baştan bu birliğe samimiyetsiz gelenler karşı çıkanlar oldu.
Ama Dabk içinde birliği isteyenlerin başında bazı devrimci
kadrolar olmasının yanında NT de istemeye(!) başlamıştı. Ya da
bize söylenen buydu.
Çizigin
Belirleyiciliği
Sorunlara
kişiler üzerinden yaklaşınca hatalalar yapılır ve yanlış
yargılara varılır. Bir siyasal örgütün niteliğini belirleyen
ideolojik dünya görüşü ve buna bağlı olarak siyasetidir.
Bu
konuda KP’ler daha da hassastır. Çünkü en yüksek teori ile
kendini yönlendirme amaçlıdır. Belirleyici olan siyaset olduğuna
göre, o örgüt içinde kişileri o siyaseten ayrı ele almak ya da
örgüteki gelişmeleri kişilere bağlamak yanıltıcıdır. Esas
olanı, temel olanı gözden kaçırmaktır.
Konferans-Dabk’ı
birliğe iten kendi dünya görüşleri ve izledikleri siyasetin
genel olarak bir birine yakın olmasıydı. İdeolojik-siyasal
görüşlerinde temelde farklılıklar olsaydı, “birlik” diye
bir sorunları olmaz ve böyle bir eyleme de girişmezlerdi. Bunların
neler olduğu o süreçte biliniyor. Kaypakkaya’nın temel
görüşleri. Yani, “beş temel belge”de yer aldığı savunulan
görüşler. Ancak parti, örgüt, çalışma tarzı, parti içi
mücadele, yöntem vb. anlayışlarda ciddi farklar vardı. Buna
rağmen bu anlayışlar, siyasal gerilikten kaynaklandığı ve
düzeltilebilir olduğu görüşü egemendi.
TKP/ML,
1994 yılında birlik kararı aldığında, bütün tabanı ve
kadroları bu kararı onadı. MK’dan sadece bir yoldaş “ilke
olarak karşı” olmamasına karşın, “şu anda erken” olduğunu
savundu. Yani Konferans kanadı “birlik” iradesini ortaya kondu.
Hatta “birlik” olduğunda Konferans kanadının yukarıdan
aşağıya bütün tabanında bir sevinç dalgası yayılmıştı.
Ancak
Dabk kanadında aynı şeyler söz konusu değil. İşin içinde
“düşman” vardı. Dabk’ın önemli kadro ve üyelerinin bir
çoğu birliği istiyordu. Ama Dabk içinde egemen olan bir
örgütlenme vardı. Düşman ve örgütlenmesi etkisi altında kalan
devrimci kadrolar.
İşte
görülmek istenmeyen budur. MKP kendi “Muhasebesi”nde de bunu
görememiş ya da görmeye yanaşmamıştır. MA’de “Muhasebeyi”
tekrarlamanın ötesine gitmemiştir. Yeniden bir kitap yazma
zahmetine girmesine gerek yoktu. “Muhasebe”nin6
bazı bölümlerini çıkarıp yeniden yayınlayabilirdi. Daha doğru
ve orjinal ısmarlama bir kitap olurdu. Kısacası bazı bölümleri,
“Muhasebe”nin silik bir kopyası olmuş. Ya da “aslı
varken sahtesine itibar edilmemeli”
şeklinde, bir not düşülebilir. Ancak bizim “gezginci
şovalyemiz”, Marksizmi bir dogma olarak ele aldığı için, her
dönüşün bir kıymeti olacağını sanmış olmalı ki, 180 derece
dönüşlü serüvenlere girmekten kendini alı koyamamıştır. Bu
dönüşle, “gökten yere indiğini sanırken”, yerden göğe
çıktığını göremeyecek denli ağzı açık ikinci sınıf ucuz
politikacı rolünü üstlenmiş.
Dabk
içindeki düşman 1994 ayrılığından sonra kendi içlerinde
yaptıkları “Kardelen Hareketi” ile ortaya çıktı.
Yanılmıyorsam 20’nin üzerinde kişi “düşman unsuru-ajan”
diye MKP önceli hareket tarafından ölümle cezalandırıldı.
O
zaman burada durup düşünmek gerekiyor. Bu kadar ajan bir örgüt
içinde nasıl barındı ve bu kadar kişi nasıl kısa sürede fark
edilmedi ya da bu kişiler nasıl bir örgüt içinde örgütlenemeye
gidecek denli bir ideolojik-siyasal-örgütsel bir zemin bulabildi.
Hangi siyaset bunlara zemin hazırladı. Bu durumu, MA’nin
“övdüğü”” ne “Muhasebe” yapıyor ne de MA’nin
kendisi. İdeoloji-siyaset belirleyiciliğinden söz ediliyor ve
bunun doğrulu kabul ediliyorsa, bu kadar çürümüşlüğü ve bir
örgütü bir ajanın yönetecek duruma gelmesi ve örgüte her
yönüyle hakim olmasının ideolojik zeminini açıklamak gerekiyor.
Teorisyen MA de bu konuda “tın” yok7.
Kullanımdan düşmüş kişiliklerin takibinden giderek HH ile yatıp
kalkmış. Bu yaklaşım aslında, düşmanı yoldaşlaştırmak,
yoldaşı ise düşmanlaştırmanın küçük burjuva acizliğidir.
Ve bu aynı zamanda, bir çıkış arayan “sol” görünümlü
dogmatik küçük burjuvazinin düştüğü eksensiz çukurda yön
aramasıdır.
Yoldaşı
Düşmanlaştırmak, Düşmanı Yoldaşlaştırmak
MA
giller gibi düşünenelerin kaçtığı ve yanına yaklaşmak
istemediği bir olgu var: NT ve ajan örgütlenmesi.
Hepsinin
yazılarında “AK (askeri komisyon) kliği’nin başını çeken
NT”, “HH Hizbi” ya da “HH’nin başını çektiği klik.”
Ben
HH’nin bir aşamadan sonra “hizipçilik” yaptığını kabul
ediyorum. Hatta o süreçte HH en azını yaptı. Daha erken
davaranabilirdi. Ancak bunu o günün örgüt içi koşullarını
hesaba katarak değerlendirmek gerekiyor. Siyasi olarak uzak
görüşlülük olamamanın yanı sıra, Dabk kökenli kadroların
uyanacağını sanma yanılgısı da eklenmelidir. Batı’da
Konferans kanadından gelme MK üyelerinin hepisi, örgüt içindeki
düşman unsuru Ramis Şişman tarafından yakalatılmıştı.8
Bu kayıplar HH’nın hareket alanını iyice zayıflatmıştı.
Yani, HH ile birlikte hareket etme olasılığı yüksek olan MK
üyeleri örgüt içindeki (Dabk kanadından gelen) düşman ajanları
tarafından etkisiz hale getirilmiştir. O sırada Konferans kanadı
mensubu yakalanan MK üyelerinin yakalandığı anda
öldürülmemelerinin esas nedeni, örgüt içindeki düşman
ajanlarının açığa çıkmasından kokulduğu içindir.9
HH
ve diğer bir kaç MK (Konferans kanadı) üyesi NT’nin “iyi bir
provkatör” olduğu konusunda emindiler. Hatta HH de dahil yine
aynı yoldaşlar; “eğer düşman ajanı değilse, iyi bir
provokatör” olduğu konusunda görüş biliği içindeydiler.
Çünkü bu konuda fazla siyasi uyanıklığa gerek yoktu. NT,
kendini her açıdan ele veriyordu. Çıplak gözle, NT’nin
devrimci olmadığı görülebilirdi. NT, tavırlarıyla,
hareketleiyle, gerillalara ve köylülere davranışlarıyla,
yoldaşlık ilişkisi ile; “ben düşmanım” diyordu. Ancak, Dabk
kadrolarınca bu tavırlar “devrimci” ilişki biçimine
bürünmüştü.
Tamam,
anladık. Eğri oturuyorsunuz, bu görüş açısı içinde. Ama,
bari doğru konuşun! Kim bu AK kliği ve başını çeken NT kim?
NT
(Enver Doğru). 1996 yılında “Kardelen Hareketi” adı altında
MKP önceli örgüt tarafından “ajan” denilerk öldürüldü.
Yani, NT ajanmış. TKP(ML) (Dabk) MKP ismini aldıktan sonrada MKP
belgelerinde “NT ajan” olarak teyit ediliyor.
Peki,
NT’nin ajan olmadığı ortaya çıkmadan örgüt içindeki konumu
ne? Dabk döneminde de MK üyesi, Birlik döneminde de MK, SB, ve
Askeri Komisyon (AK) üyesi. NT’yi Konferans kanadı tanıyor
muydu? Hayır. Çünkü birlikte bir faaliyeti yoktu. (NT, 1987
yılındaki Dabk-Konferans ayrılığında kırsal alanda Dabk
saflarında kalıyor) NT, ayrı bir örgütün önde gelen
kadrosuydu. Ancak, Konferans kanadı, NT’nin “sekter” birisi
olduğunu duymuştu. Bu dile getirildi ve Cafer Cangöz, Konferans
kanadının bu kuşkusunu; “NT iyi bir yoldaşımız, duyduğunuz
gibi değil” diyerek referans vererek, "çekinceleri”
gidermeye çalışmıştı. Ancak referans verdiği kişi üzerinde
hiç bir etkisi yoktu. Tersine NT’nin Cafer üzerinde büyük bir
etkisi vardı.10
Bu sonradan bizim tarafımızdan daha iyi anlaşılacaktı. Ancak geç
kalınacaktı.
NT’nin
MKP önceli örgüt içindeki etkisi, birinci (yani örgüt sekreteri
değil, zaten NT’de hiç bir zaman bunu istememiştir. O resmi
olarak öne geçmek istemiyordu) kişi değil, ama her zaman o
birinciyidi. Yani, eşitler içinde o en eşit olanıydı. Buna
itiraz var mı? MA’de (ısmarlama kitabında) bu durumu teyit
ediyor.
NT,
Dabk -TKP(ML)- içinde etkindi. Hozotçuluğuyla bir nevi tek adamdı
ve bütün en ileri kadrosundan en geri üyesine kadar etki sahibi
birisiydi. Cafer’in NT üzerinde bir etkisi olmadığı gibi tersi
vardı. (Bunun en yalın örneği; bkz. aşağıdaki 10 nolu dipnot).
Bu tür örnekler çok.
Kısacası
NT düşman unsuru ve polisin doğrudan yönlendirmesi altında olan
biri. Ve bu bir örgütün başını çekiyor. Ve bunla birlikte
hareket edenler nedense “masum” oluyor, HH ile birlikte hareket
edenler ise “örgüt bölücüsü” olu veriyor.
Ayrıntılara
girmeyeceğimi söylemiştim. Ancak, örgüt içinde en etkin ve
yetkin duruma gelmiş ve örgüt üzerinde muazzam bir nüfuza sahip
bir kontranı; birleşince güçlenmiş bir devrimci örgütü,
güçlendirmeyi mi hedefler yoksa bir an önce o örgütü çökertmeyi
mi?
Buna
“Muhasebe” karar vermişti. Onun kararında, bölünmede NT
“tali”, HH “baş çıban.” Çünkü “Muhasebe”de de 300
sayfayı aşkın bir “rapor”da HH başından sonuna kadar yer
almış.11
Öyle ki HH’nin 1978 yılında (I. Konferans sırasında) hizipçi
olduğu da unutulmamıştı.12
NT ise “düşman ajanı” olarak geçiştirilmiş. Ama
o “muhasebeyi” yazanalar, o düşman kişisi ile hiç bir
ilişkileri yokmuş gibi kendilerini göstermeye özel bir çaba
harcamışlardı. Sanki AK kliği ve onun başını çeken NT apayrı
bir örgüt, “muhasebe” yazarları ise başka bir örgütten
gelmişler gibi yansıtmışlar.
Olayı bilmeyenler, “muhasebeyi” okuyunca”, NT örgütü
bölerken onlar yokmuş gibi sanırlar. Oysa, MKP kurucularının
hepsi “bir ajanın başını çektiği AK kliği”nin içinde yer
alıyorlardı. Dürüst olmak gerekiyor. MKP kurucuları aydan
gelmediler. Oradaydılar ve NT ile birlikte hareket ettiler. Kime
karşı “HH’nin başını çektiği klik” dedikleri TKP/ML’ye
karşı.
Bir
taraftan “AK kliğinin başını çeken NT” diyerek itiraf
edeceksin, bir taraftan ise hiç bir ilgin yokmuş gibi davranacaksın
ya da böyle göstermeye çalışacaksın!
Aslında
bunlar yazıldı. Bu yazdıklarıma, özellikle sevgili MA’nin hiç
yabancı olmaması gerek. Yoksa, MA’nın “anı-roman2” anlatıcı
kahramanı, dönüm dönüm “dönüşüm”sel ve “sol
sosyalizm”sel uzun yolculuklara çıkmadan önce bu söylediklerimi
bir yerlerde yazdı mı acaba? Yazmadıysa da “onayladı mı”
acaba?
Bu
duruma sevgili teorisyen MA ne diyor? NT için “ajan” diyemiyor.
Bir türlü bu kelimeyi ağzına almaya dili elvermiyor. Etrafında
dönüp dolaşıyor. NT’nin ufak-tefek “niyet” ve
“heycanları”nı yazmış. Ama bir düşman unsurunun ve içinde
bulunduğu bir örgütü peşinden sürükleyecek bir durumda olan
bir düşman unsurunun gerçek niyetini yazamıyor. Düşmanı
yoldaşaltırma, yoldaşı düşmanlaştırma ılık
kalem
oyunlarına giriyor.
Örnekler:
“NT’nin
sınıf yapısına da, kültürel kişiliğine de uygun bir
heycandı!”
(agk, sf.122)
“NT
çalışmasını açık yaparken, diğer kliğin başı HH el
altından hizipçi bir yöntemle eski KONFERANS kanadı kadrolarına
ulaşarak “uyarmak” örtüsüyle faaliyete girişmişti.”
(sf. 123-124)
NT,
“heycan”lanıyor. NT’nin örgütün en üst düzeyine yerleşmiş
bir düşman ajanı olduğunu bilmeyenler MA’nın “heycanı”nı
okuyunca; “adam ammada küçük burjuva heycanlıymış” demekten
kendilerini alamayacaklar. Düşmanın
adamları küçük “heya-ecan”larla işi idare ediyor, örgüt
içinde “heycancılık” oynuyorlar, ama HH ve onunla birlikte
hareket edenler ise art niyetli “hain” oluveriyorlar. Bunun
neresini yorumlamalı? Sağlıklı
bir düşünce yapısı diye yorumlamak olası mı acaba? Kendini
bilen bir devrimcinin böyle sözler etmesi pek olası olmasa gerek.
Bu yaklaşıma, kontra savunuculuğuna soyunulmuş derler? Ancak, ben
MA için bunu söyliyemiyorum. Onun savrulduğu çizgi onu bu hale
getirmiş demekle yetiniyorum.
Esasında
burada her şey ortada. Ajanı oldukça küçük göstermeye, hatta
örgüt içindeki düşman örgütlenmesini sessizleştirmeye,
önemsizleştirmeye ve düşmanın faaliyetine karşı mücadele
edenleri ise düşmanlaştırma, krimanilize etme ve değersizleştirme
çabası açık olarak öne çıkıyor.
Ma’nin
bu durumu ve yaklaşımını anlatan bizim halkımızın çok iyi
deyimleri var. Ancak, çok ağır kaçacak o özdeyişler yerine,
Lenin yoldaşın bu duruma düşenler için kullandığı bir tabirle
ifade edeyim: Bazıları döndüğü tarafa kendini kabul ettirmek
için biat ederken alınlarını öyle bir yere vururlar ki alınları
kanar... (Demek
ki, küçük burjuva yalakalığı, salt TDH için özgül bir durum
değilmiş, yüzyılı aşkın öncede varmış.)
MA,
burada örgüt içindeki düşmanın görülmesinin önünü açacağı
yerde, onu küllemeye, düşman faaliyetini olumlamaya çalışır
bir duruma düşmüştür. Küçük burjuva ideolojik savurganlığı,
eksensizliği, devrimci olan birini düşman faaliyetini
önemsizleştirmeye çalışır duruma kolayca düşürebiliyor.
Devrimcileri kriminalize etme, düşman faaliyetini ise
olağanlaştırma buna denir. NT bu görevi iyi yapmıştı. Bu
nedenle o saflardaki kadroların önemli bir kesimi birer NT vari
olmuşlardı. Dün “ağzı var dili yok” diye tanıdığın
sessiz sakin birisi kırda bir NT vari olup çıkmıştı. Buna
MA’nin “anı-roman-2”deki kahraman anlatıcısı da çok
yakından tanıklık etmesine rağmen, sorunun bu yanını mümkün
olduğunca –meşrebine uyan bir biçimde- görmezden gelmeyi
yeğlemiştir.13
NT
örgüt (Dabk kanadı) içinde etkin olmayıp sıradan sızdırılmış
bir ajan olsaydı, ve diğer devrimciler örgüte (dabk) hakim
olsaydı, ayrılık zaten olmazdı. Çelişmeler bir şekilde
giderilebilirdi. Ancak, birlikten sonra örgüt büyüdü ve kitleler
üzerinde etkinliği genişlemeye başladı. Gerilla safına
katılanlar çoğaldı. Bu durum düşmanı ürküttü ve bunu bir
şekilde önlenmesinin yoluna gidilmesini istedi. NT’yi ve diğer
hücrelerini bir kaç koldan harekete geçirdi. (Konu dağılmasın
diye bu yönü geçiyorum) Birlik Konferansı’nda önce Konferans
kanadının önde gelen kadroları hakkında yıpratma kampanyası
başlattı ve peşinden “ticaret” olayını kullanmaya çalıştı.
NT
birlik olayına uzun bir süre karşı çıktı. TKP/ML 4.
Konferansı’ndan sonra “evet” demeye başladı. Neden mi? Çünkü
TKP/ML, gerçekten de güçlenmişti. Kamuoyu gündeminden düşmediği
gibi, yeni gelişen kadrolarıyla kendini ileri götürmeye doğru
yol alıyordu. İşte düşman NT’ye birliğe “evet” demesini
bundan sonra istedi.
Konferans
içinde HH ile ilgili “kaçırılıp” -Hollanda vatandaşı
olduğu gerekçesiyle- polisin kaybetmekten “korktuğu” unsur
aracalığıyla “yaklatma” yalanını sürdü ve Konferans içinde
bir bomba etkisi yarattı. Yani, düşman hiçte boş durmuyordu.
Konferans’tan
sonra Dabk’tan seçilen MK üyeleri şehirlerde (batı) görev
almak istemedi. Oysa en çok eleştirileri “şehirlerden
çıkmıyorsunuz” şeklindeydi. Bu Konferanstan sonra görev
dağılımında; “Siz tecrübelisiniz, şehirlerde siz görev
alına” dönüştü. Sonuçta Konferans kanadı MK üyelerinin
şehirlerde görevli olanlar altı ay içinde -bir kişi hariç-
hepsi yakalandı. Yakalanma NT’nin koruduğu ajan Ramis Şişman
vasıtasıyla yaptırıldı. Bu kişi, Karadeniz gerilla
faaliyetlerini bitirdikten sonra, dikkatler onun üzerinden
dağıtılması için polis onu tutukladı ve Ankara hapishanesinde
idareye sığnırken, dönemin TKP(ML)’si, yani daha sonraki
ismiyle MKP’liler tarafından yakalanarak hapishanede “düşman
ajanı olduğu” gerekçesiyle öldürüldü.
Bu
gelişmeler yok gibi davranmak ya da bu yakalanmaları olağan
görmek, siyasi aptallığın ötesinde “düşmanı yoldaşlatırma”
siyasetidir.
İşte
NT, “Lordlar Kamarası” yazısını şehirlerin temizlenmesinden
sonra Cüneyt Kahraman’a yazdırdı. Bunu MA’de teyit ediyor. Çok
şükür!
Evet,
MA, siyaseten “saf” bir arkadaşımızdı. Ama, devrimci “uzun
yolculuğu”, onu, ağzı açık aptal politikacılık rolü
oynamaya götürmüş. Yazık!
.
MA’nin
“ahlaklı” Düşman Ajanı NT’sinin Rolü Neydi?
Formül kalıplara
uymuyorsa,
dogmatik kalıpları kırıp sosyal olgulara uydurmak
yerine,
sosyal olguları önceden belirlenmiş kalıplara sokmak..
Düşman,
özellikle komünist ve devrimciörgütlenmelerin içine ajan
sızdırmak için özel bir çaba harcar. Düşmanın bu davranış
biçimi devrimci ve komünist örgütlenmeler için yadırganacak bir
durum değildir. Düşman, “içeriye sızdırma” işini çok
yönlü olarak yapar. Birincisi içerden kazanmak yoluna özel bir
önem verir. İkincisi korkutarak, tehdit ederek ya da satın alarak
yapar. Üçüncüsü ise kendi adamlarını örgütten birisiymiş
gibi örgüte sızması yoluna gider. Teknik dinlemeler bunların
dışındadır.
Düşman,
bir örgüt içine sızarken sadece o örgüt hakkında bilgi alıp
kontrol altına alma, darbe vurma ve etkisizleştirme yoluna
başvurmaz, bunun yanısıra örgüt içinden kazandıklarını
örgütün devrimci yönünü saptırmasına, karşı-devrimci
çizgiyi devrimci bir çizgi gibi gösterilmesine ağırlık verir.
Böylece devrimci çizgi ile karşı-devrimci çizgi içiçe
sokulmaya ve örgütü devrimci niteliğinden saptırma yolunada
başvurur.
Bunun
TDH içinde olsun, PKK içinde olsun çok örnekleri vardır.
Özellikle PKK’nın mücadele tarihi içinde yığınca örnek
vardır ve PKK bunun önemli bir kesimini açığa çıkarmıştır.
Bunları PKK kendi örgüt içi ve kamuoyu ile de paylaşmıştır.
NT,
büyük ihtimalle örgüt içindeyken kazanılmış birisi ve görevi
de örgüte doğrudan darbe vurma yerine, örgütün devrimci
çizgisini bulanıklaştırarak karşı devrimci çizginin devrimci
çizgi gibi algılanmasını ve kabul edilmesini sağlamaktı. NT,
ilk başlarda örgüte darbe vurdurmuş (3. Konferans delegelerinin
katledilmesi gibi) olabilir. Ama tepelere çıkmaya başlayıp ve
örgüte kendini “lider” olarak kabul ettirdikten sonra, örgütün
devrimci içeriğini boşaltma görevini yerine getirmiştir. Bunu da
önemli ölçüde başarmıştı.
NT
gibi ajan-provaktörlerin karşı-devrimci çizgisinin görülmesinin
önündeki engel, küçük burjuva fokocu tarz, bir başka söylemle
dogmatizm ve salt askeri bakış açısıydı. NT ve diğer ajan
örgütlenmelerini o örgüt içinde yaşatan, derinlemesine örgüt
içinde geliştiren bu ideolojik ve siyasal duruştu. Devrimci
siyasetin dejenere edilmesi, karşı-devrimci siyasetin “devrimci”
tarz gibi algılanmasının önünü açmıştı.
MA’nin,
NT için şöyle bir “ılık tanımı” var:
“Ayrılıktan
2 yıl sonra kendini TKP(ML) olarak tanımlayan kanadın içinde,
‘düşman örgütlenmesinin birinci derecedeki sorumlusu’ olarak
da ilan edilen ‘AK Kliği’nin başı, tüm
kararlarda ve kararlara zemin oluşturan gelişmelere de tayin edici
rolü olduğu bilinen NT
adlı kişinin, bu süreci sofistike kurgulamadığına şüphe ile
yaklaşmak, yaşanan gerçeklere şüphe düşürür bir yaklaşımdır
ki, bu daha vahim bir görüntü verir.”
(129, açYK)
“...tüm
kararlarda ve kararlara zemin oluşturan gelişmelere de tayin edici
rolü olduğu bilinen NT..”
bu gerçeklik kabul edilecek ve ondan sonra da “parti birliği”,
“ parti sekteri yetkisinin kullanmalıydı” vb. gibi, gerçeklerle
örtüşmeyen, o koşullarda örgüt içi duruma ters olan ve örgütün
nesnelliğini yok sayan öznelci bir yaklaşım. Ya da söylemiş
olamak için söylenmiş boş bir söz. Hadi diyelim, “sekreter”
yapmadı, ortada
bir de “sekreter yardımcısı” vardı sahi. O neredeydi? Kimin
yanındaydı? Hangi “birliğin çabası” içindeydi?
O sevgili arkadaşımız AK kliğinin başı olan kişinin bir
“düşman ajanı” olduğunu nasıl görememişti? Ve bunların
ötesinde hangi tavrı ile NT’nin karşısında yer aldı?
Örnekleri var mı acaba?
Burada
kısa bir anekdot düşmekte yarar var. Belki o dönemler
yayınlanmıştır. NT’nin “sekreter yardımcısını”na
gönderdiği bir “not” vardı. NT’nin sekreter yardımcısına
(SY) gönderdiği ültümatom üç-dört cümlelik (NT daha uzun yazı
yazamazdı) ültümatomdu. Kısaca şöyleydi ve kelimesi kelimesine
bu cümle vardı: “Çabuk
çık gel, HH’nin uşağı olmuşsun.”
NT bu notu; TKP/ML’nin merkezi kitle yayın organı olan İKK’da
(İşçi Köylü Kurtuluşu), “küçük burjuva solculuğu” adlı
(HH’nın kaleme aldığı) uzun bir yazının yayınlanmasının
peşinden SY’na gönderdi. Çünkü o yazıda NT vari anlayış ve
davranışlar eleştiriliyordu. Bir nevi örgüt içindeki “sol”
gibi gözüken karşı-devrimci faaliyetlere varan anlayış ve
davranışların ideolojik-siyasi ve sınıfsal kökleri ele alınıp
irdeleniyordu. Bu yazyı SY’de onaylamıştı.14
HH
ile Sekreter Yardımcısı (SY) arasında, sekreter yardımcısını
aşağılayan bu “ültümatom” üzerine yaklaşık üç saat
tartışıldı (1994 Nisan başları olabilir). Zaman zaman sert
tartışmalar yaşandı. HH, SY’na; “gitme, gidersen örgüt
bölünür” dedi. SY, ise, “gideceğim, NT’yi ikna edip
geleceğim” diyordu. HH, “sen onu değil, o senin ikna eder ve
bir daha da benim yanıma göndermez” dedi. SY, NT dururken HH’yi
dinleyecek haliyi yoktu. Elbette gitti. NT bir Dabk kanadından bir
kadroyu çağıracak ve o NT’nin dediğini yapmayacak? Görülmüş
bir şey değildi. Bunu MA’nin “anlatıcı kahramanı” da çok
iyi bilmesi gerekir diye düşünüyorum. Ama “görmemek görmekten
daha iyidir” körebe oynama yöntemini seçmiş.
SY
gitti ve bir daha da gelmedi. NT’nin izni olmadan gelemezdi. NT
karşısında MK ve Parti üyeliğinden “istifa” eden birisinden
irade beklemek saflık olur. HH bunları yazmadı. Ama burada
yazayım. SY, gitmekle kalmadı, bir de NT’nin HH’ye telefonda
lümpence küfürler etmesini sağladı. Ayrılığın ilk günlerinde
gece bir köy evinde konaklarken evin telefonu çaldı ve evsahibi
HH’yi SY’nın (ismini söyledi) çağırdığını söyledi. HH,
“hani gelecektin ne oldu” cümlesini daha bitirmeden NT’nin
sesi duyuldu ve bir daha SY hiç telefona gelmedi. NT, kendine
yakışır küfürlerini sıraladı ve HH telefonu hemen kapattı.
Sevgili SY arkadaşımız böyle birisiydi. NT karşısındaki duruşu
buydu.
15
NT
yokken çoğunun tavrı farklıydı. NT’ye karşıymış gibi duruş
sergileyenler oluyordu. SY, bizimle beraberken NT’nin “sol
sekter-yıkıcı” tavırlarından şikayetçiydi. Ancak NT’nin de
olduğu toplantılarda parmaklar NT’nin istekleri doğrultusunda
kalkıyordu. Bunun tersi örnek yoktu.
“Üç
kitap okumak yeterlidir” diyen bir MK (Dabk kökenli) üyesi vardı.
Birgün gelip HH’ye NT’yi şikayet etti. HH’de aynen şunları
söylemişti ona: “O zaman toplantı yapalım, ama parmaklarını
NT’yi onaylamak için kaldırmayacaksın” demişti. Ama her zaman
parmağını NT’nin gözlerinin içine bakarak kaldırdı. Çok
sonraları da “emperyalizmin ilerici rol oynadığını”
keşfettiğini duydum. “Üç kitap”la ancak buraya
ulaşılabilinirdi.16
Bir
başka MK üyesi ise bir başka alemdi. Bir gün bir Dersim Bölge
Komitesi Üyesi -Dabk kökenli- kadro gelip HH’ye, bir MK (Dabk
kökenli) üyesini (NT’nin has adamlarından) şikayet etti. Yani
eleştirdi. HH’de o MK üyesi ile konuştu. O da HH’yi gidip
NT’ye “şikayet” etti. Bunun üzerine NT gelip HH’ye: “Benim
adamlarıma emir veremezsin” dedi. Söz konusu bu MK üyesi, daha
sonra havadan düşman helikopteri ile bütün köyleri, sakladıkları
silahların yerlerini ve köylü ilişkilerini, kısaca tüm
bildiklerini düşmana göstermiş ve vermişti. SY ve diğer sözü
edilen iki MK üyesi de sonradan MKP’nin MK üyeleri olmuştu. Bunu
yazmaya çok meraklı değilim, ama AK kliği ile MKP’yi özellikle
ayrıştırmaya çalışmanın dürüstçe bir tavır olmadığını
belirtmek için yazmak durumunda kalıyorum. Buraya bir not daha
düşmeliyim: MKP’nin ilk kongresindeki MK üyelerinin bir çoğu
“AK kliği” üyeleri ve Birlik MK’sında yer alanlardı. NT’nin
öldürülmesinden sonra MKP’nin başını çeken kadrolar serbest
kalabildikleri için MKP içindeki rollerini oynayabildiler.
İşte
MKP önceli Dabk kadroların durumu bu haldeydi. NT ve onların
ilişkisi, NT’nin onlar üzerindeki etkisinin açıktan görünen
yüzü buydu. Bunu MA’nın “anı-roman-2” analatıcı
kahramanının bilmemesine olanak var mı? Ve böylesi bir örgütten
NT’nin dışında “bağımsız” bir karar çıkmasını
beklemek, kuzuyu yakalamış aç kurttan insaf beklemek gibi bir şey.
Bütün
bunlar ortadayken “sekreter
partiyi toparlayabilir ayrılığı öneleyebilirdi”
diyebilmek; düşünme ve konuşma yetisine, ancak aynaya bakarak
sahip olabilen ahmak küçük burjuva saf politikacılarına has bir
özellik olmalı.
NT,
düşmanın kendisine verdiği asli görevini yerine getiriyordu ve
getirdi de. Ama başaramadı. TKP(ML) (Dabk kanadı) büyük
kayıpların sonucunda uyandı ya da uyandırıldı. Uyandırıldı,
çünkü Konferans kanadının yakalanan MK üyeleri, yakalanmaların
Ramiz
tarafından yapıldığını, Ramiz'in de Bayram Kocabozdoğan'ın da
kesin olduğunu (H. Hüseyin Er’in başka hatta aynı görevle
görevlendirildiğini), bunların derhal tutuklanıp sorgulanması
gerektiğini, bu işin boyutlu olduğunu vb bir MK üyesi 2 defa ve
sonra 5 MK üyesi ortak imzayla iletmişlerdi. Sorgulamaların
bunlarla başlanması gerektiği, birlikte beraber kuşkulandığından
dolayı ilişki kurulmayan diğer unsurlarla devam etmesi gerektiği
açıktı. Açık olarak bunların “ajan olduklarını”
söylemişlerdi. O yazıyı, Batıdakilere ve kırsaldakilere
ulaştırıldı. Kırsaldaki NT ekolu, sorgulamaların önüne geçmek
için tavına getirdikleri yapıya telaşla darbe yapmanın nedeni
buydu. 17 Nisan tarihli göstermelik bir “toplantıya çağrı”
yazıp 18 Nisan tarihli açıklamasıyla ayrılık ilan edip “teslim
ol” çağrılarında bulunmanın altında bu telaş yatıyordu.
Ayrılıktan sonra da Bayrampaşa cezaevindekiler tarafından,
ayrılıktan
sonra
yakalanan Cafer Cangöz ve A. Hambayat’a doğrudan iletildi ve
tartışıldı. Sonunda onlarda ajan olduklarını kabul ettiler. Ne
pahasına, büyük kayıplar ve örgütün bölünmesi pahasına. NT
unsurun ajan olduğu kendilerine TKP/ML kadrolarından iletilmesine
karşın, onlar cezaevinden çıkıp MKP’nin 1. Kongre’sinde
NT’nin rolünü mümkün olduğunca küçük göstermeye ve
kendilerini AK kliğinin dışındaymış gibi “bağımsız”
göstermeye çalıştılar. Ne yazık ki, bu yanlış yaklaşım ve
yanlış çizgi onların hayatına mal oldu.
MA,
NT’nin davranışlarının “sofistik” olmadığını (dili bir
türlü onun ajan olduğuna, düşmanın doğrudan yönlendirmesi
altında olduğuna varmıyor) söylemesine karşın, onun gözü yine
de HH’de!
NT
ile ilgili yukarıda kendisinden yaptığımız alıntıda
söylediklerinin hemen peşinden; “... bu
değerlendirmemizden OPO ve kişi olarak HH’yi bu
sorumluluklarından akladığımız sonucu çıkarılmamalıdır.”
(129)
O
demek istiyor ki; NT, işleri planlı yapsa da, yine de onun
yaptıkları “tali”, HH’nin ise yaptıkları esas. Yani, HH
partiyi NT’nin emrine bırakmalıydı. Aynen söylemek istediği
bu.
Ahlak
ölçeriliği
MA,
NT’yi “düşman” ya da “ajan” görmediği açık. O, ahlak
“disiplinleri” arasında sörf yaparken, hızını alamayınca
kontra NT’nin “ahlakın”da duraklıyor ve konaklıyor. NT onun
için “ahlaklı” bir kişilik.
Şöyle
diyor:
“’Partiyi
koruma’ iddialarının arkasında da iki ay dahi durmayıp parti
güçlerini bölüp dağıttıklarına aldırmadan, önce kırı,
sonra da örgütü bırakıp gitmekle, ‘düşman’ ilan edilmiş
olan NT’nin
eline ahlaki açıdan su dökemeyecek ölçüde düşkün ve kaçkın
olarak halka, davaya ve örgüte ihanetin özgün biçiminden
sabıktırlar.”
(129)
Kaypak,
siyasi fırdöndülüğü karakter edinmiş kimi küçük burjuva
devrimciliği, “devrimin ağzını öpmektense ...”, yeni
yerinde siyasi palyaçoluğu yeğlerler.
“Kaçkın”,
“ihanet”, “kır kaçkını” vb. gibi “sol” söylemler,
sınıfsal kinini nereye yönelteceğini bilmeyen , ama aynaya
bakarak konuşan küçük burjuvalara özgü bir söylem. Bu tür
anlayışlara göre, önemli olan: “kır”da eli silahlı kalmak.
“Ajan”, “düşman unsuru” olup olmaman önemli değil, “dağda
olda kimin adına savaşıyorsan savaş!... Tipik salt askeri bakış
açılı dogmatik ve fokocu küçük burjuva solculuğu. Kontra NT’yi
örgüte “lider” yapan da bu anlayıştı. NT’de bunu bildiği
için “en sol”, “en keskin” söylemlerin arkasına gizlenerek
MA gibilerinin lideri oluverdi.17
Böylece düşmanın verdiği görevleri rahatllıkla örgüt içinde
yerine getirebildi.
Burada
MA tercihini, çok açık olarak belirtmiş. “ahlaklı” gördüğü
ve ahlaki açıdan “eline
su dökülemeyecek”
olan düşman ajanı kontra NT’den yana koymuş. Bu yaklaşım;
MA’nin ne olduğu, neyi savunduğunu da, herhangi bir yoruma meydan
bırakmadan net olarak ortaya koymuş oluyor.
Aslında
MA ne savunduğunu bilmediğinden değil, onun savunduğu fokocu
küçük burjuva tarzıdır. O çizgi onu düşman ajanını
“ahlaklı” görmeye kadar götürebiliyor. Bu küçük
burjuvazinin yürüttüğü siyasetin burjuvazi tarafından dejenere
edilmiş, dervimci yanının törpülenmiş siyasal biçimidir.
MA’nın
bu “değerlendirmesi”; devrimci bir örgüt içindeki
karşı-devrimci bir unsurun devrimci çizgiyi nasıl da belirginsiz
hale getirdiği, karşı devrimci çizgiyi ise devrimci çizgi gibi
göstermesinin devrimci kadrolardaki şekillenmiş halidir. “İddialı”
bir devrimci teorisyen olarak sahneye çıkan yazarımızın, bir
kontrayı övecek duram düşmesinin temelinde, yukarıda
betimlediğim devrimci düşüncelere yabancılaşmanın, “devrimci”
maske altında karşı-devrimci düşüncelerin “devrimci düşünce”
ve “davranış” olarak algılandığının yattığını
düşündürmektedir.
Oysa,
kontra NT, kendini gizlemeye çalışan birisi değil, bütünüyle
açık oynanyan bir kişilkti. Karşı-devrimciliğini “devrimci
kültür” ile gizleme gereksinimi duymayan bir provakatör ve
oldukça sekter bir kişilikti. Bu kişiliği, belki MA bilmeyebilir
(!), ama, çok eminim onun “anı-roman2” anlatıcısı kontra
(NT’nin ahlak övücüsü) “kahramanı” çok iyi biliyordur.
Örneğin, kızını ve karısını dövdüğünü ve buna bütün
Dabk kadrolarının sesini dahi çıkarmadığını vs. vs.
Kontra
NT’nin ahlakı burjuvaziye hizmet etmekti. Görevi oydu. HH’nin
ahlakı ise işçi sınıfına hizmet etmek olmuştur. Yaşamı
boyunca da o çizgisini sürdürmüştür ve sürdürmektedir.
Kendine güvensiz küçük burjuvazinin dönüp dolaşacağı yer
yine başladığı noktadır. Çizgisi silikleşmiş küçük burjuva
devrimciliğidir bu; “ota da konar ... !”
Sevgili
terosiyenimiz düşmanı savunduğunun ayrımında bile değil. Bu
savunu yeni kontra NT’lerin yeşermesine gebedir. Devrimci teorinin
terk edilip “ne ve nasıl olursa olsun illa da pratik” anlayışı;
devrimci çizgiyi niteliğinden ve amacından uzaklaştırıcı
olmasının yanında, devrimci teorinin devrimci pratiğe yön
verişinin reddidir. Devrimci
teorinin reddi, karşı-devrimci pratiğin “devrimci pratik”
olarak algılanmasına da neden olur ve olmuştur.
“AK kliği” denen düşman yönetimli çetenin pratiği
karşı-devrimci pratikten ayırt edilebilir mi? Bu pratiği H.
Gündoğan18
kendi
kitabında19
ve daha önceki gazetelerde (Özgür Gelecek) yazdığı için
yeniden tekrarlamayı gerekli görmüyorum. MA, buraları bilerek
geçiştiriyor ve “lal”cılık oynamayı tercih ediyor. Bir
gerçek var ortada. Halil’in yazdıkları ile MA’nın bu konuda
yazdıkları birbirinin tam karşıtı. MA’nın yalan çorbasının
içine düştüğü çok açık.
“Kır”,
“silahlı mücadele”, “halk savaşı” diyenler ya da bunu en
keskin şekilde savunup ve teorisini yapanlar, 18 ay “mehmetçiğin”
saflarında durma sabırını gösterirken, nedense “kır illa da
kır” dedikleri yerde, aynı süre kalma sabrını gösteremiyorlar.
Ama, başkalarından beklentileri ise kendilerinin yapmadığını
yapmaları, yani “kır”da olmaları...
Halkımızın
söylemiyle: Ellerinden alan mı oldu? Dersim’in (MA giller için
kır tanımına sadece Dersim uyuyor”) dağları orada duruyor.
Düşman şimdi daha yoğun olarak ormanlarını yakıyor. Buyurun
gidin! MA, NT’yi o kadar övdüğüne göre kendisine de NT’nin
yolunda “yoldaş” olmak düşer. Unutmaması için anımsatalım.
MA,
HH için, ilk defa doğru bir şey söylemiş: “Ahlaki
olarak NT’nin eline su dökemez.”
MA’yi her ne kadar eleştirsem de onun da kontra NT’nin “eline
su dökmesini” istemem. Çünkü “devrimci” görüşleri
savunduğu söylüyor. Hiç bir devrimci karşı-devrimci bir
kişiliğin ahlaki değerlerine sahip olamaz. Arada sınıfsal fark
var.
Birisine
“düşman ajanını akla” dense, olsa olsa ancak bu kadar
aklanabilir. Karşı-devrimci
bir unsuru aklama görevi anlaşılan MA’ye verilmiş.
Ancak, bu konuda da MA’nın da “eline su dökülemez.”
Gerçekten bir uçtan bir başka uca sıçramak ve yalakalık
derecesinde yerlerde sürünmek kimseye nasip olmaz. Faust
gibi Mefisto’sunu arayan adam...
Mefisto’da, MA’ye, kontra NT’yi “ahlaklı” gösterme
iblisliğini yapmış.
“Bir
uçtan bir uca sıçramak” derken abartmıyorum. MA, ÖO döneminde
cezaevinden çıkana kadar ne HH ile ilgili ne de TKP/ML ile ilgili
böyle düşünüyordu.20
Formül kalıplara uymuyorsa, dogmatik kalıpları kırıp sosyal
olgulara uydurmak yerine, sosyal olguları önceden belirlenmiş
kalıplara sokmak... İşte
bunların düşünce yapılarının işleyiş şekli. Ayrıca tanık
göstermeye gerek yok, yazılanlar ortada. Yazılan yazıların
kendileri tanık. Şimdi o yazılar, MA’nın bu durumunu görünce,
büyük olasılıkla; “biz
ortada mı kaldık”
diye düşüneceklerdir.
Sevgili
MA, o denli ahlaklı ve “çok marksist” bir “devrimci” ki, 3.
Konferans kadrolarını eleştirmekten, onların devrimciliğini
sorgulamaktan geri kalmıyor. Bir
avuç TKP/ML kadrosunun 12 Eylül sonrası partiyi büyük bir özveri
ile toparladığını inkar ediyor. Normal, çünkü o, o zaman,
büyük bir huşu içinde “vatan görevini ifa”lardaydı. MA’nın
görmek istemediği veya küçümsediği kadrolar ise kelle koltukta
mücadele veriyorlardı. İki farklı nitelikte hizmet türü! İşte
bu “huşu” içindeki ahlaka “su dökülemez”. Bunu da kabul
ediyorum! Çünkü bu biçim ahlaka “su dökme”, hiç bir zaman
HH ve yoldaşlarının tarzı olmadı.
Kendine
yabancılaşan, farklı farklı tarihlerde farklı karakterlere
bürünenelerin yoldaşlarına karşı da yabancılaşmaması
düşünülemez. İşte tipik bir örnek: MA!
Konferans
Kanadının Birlik Kararı
MA’nın
Konferans kanadının “birlik” konusundaki kararını
“yorumlaması”da, bir “ahlaki” sorun olarak karşımıza
çıkıyor. İnsan hata yapmasını, kızmasını, birilerini
kırmasını bildiği gibi utanmasını da bilmesi gerekir. Özellikle
bir devrimcide “utangaçlık” olmalıdır. Bu yoksa, bir çok
şeyi eksik kalır.
MA,
“Konferans kanadı”nın “birlik” kararıyla ilgili başlık:
“’Konferans
Kanadı’ Önderliğinin Birlik İsteği, Girdabına Girdikleri
Yozlaşma Nedeniyle Örgütü Yönetemez Hale Gelmiş Olma
Grçekliklerine ‘Birlik’ İşiyle Örtü Bulma İhtiyacıdır.”
(113)
MA’nin
başlığı bu ve yorumu da bu. Bir de eklemiş, “başlık sarsıcı
gelebilir” diye. Ben, bu başlıkta sarsıcılık değil, ama bir
“utanmazlık”
görüyorum.
Neden
mi?
Eğer,
Konferans kanadının “birlik kararı” ilk defa 4. Konferans’tan
sonra olsaydı, belki yorumda haklı yanlar var denebilirdi. Ama
Konferans kanadının “birlik” kararı 3. Konferans’tan (1987
Ekim) bu yana var. Yani, birlik (1992 Nisan) gerçekleşene kadar bu
karar sürüyor. Durum bu olunca MA’nin “başlık sarsıcı
gelebilir” demesinin nedeni de budur. Oldukça kötü niyetli
ahmakça bir “yorum”. Devrimci siyasi ahlakın çöpe atılıp o
kadar insanın gözlerinin içine bakarak söylenen “yalan
çorbası.”
Şunları
söylemesi “yönetemiyorlardı”, “yozlaşmışlardı” demesi
çok önemli değil. Ama “birlik” kararını çarpıtması kabul
edilemez.
Elbetet
hatalar ve ideolojik zaaflar vardı. Bunu salt kişilerle
örtüştürmek, sondan başa doğru gitmektir. Hiç bir kişi dört
dörtlük değildir. Ancak
MA’nın 180 derece şuhu dönüşü ile o dönemin kadrolarını
kıyaslamak, ateş ve örsle yoğrularak o sürece gelen kadrolara
büyük bir haksızlık olur. Onların devrimci mücadeleye katkıları
MA’nin tahayyül sınırlarının dışında kalır.
Bunu MA’da “Kazanacağımız Günler İçindi” anı-romanında
bir kısmını anlatmıştır.
Teori
ve pratiğin birliği yoksa, çürüme ve yozlaşmada olur. (Bu
görüşlerimi; Tarihin
Önünde Yürümek ve
Marksizmi Ortodoksça Savunmak kitaplarımda
etraflıca ele aldım) Bu, TKP/ML’nin başından beri içinde
yaşadığı bir çelişmedir. Dogmatik görüşlerini yenemediği
için, toplumsal koşulların gerisinde kalan teori, pratiğin iman
gücüyle yürütülmesine yetmez ve kaçınılmaz olarak yozlaşma
başlar. Teori ve pratiğin diyalektik birliği sağlanmadığı
sürece, komünist olarak doğan partiler birer küçük burjuva
partilere dönüşür.
İşçi
sınıfının yoğun olduğu yerlerde değil; artık devrimin nesnel
gücü olmasını 1960’lardan itibaren hızla yitiren köylülükle
uğraşmak zaten yozlaşmanın temelidir. Ülke nüfusunun hemen
hemen yarısının (40 milyon) Marmara bölgesinde yaşadığı
günümüzde, hala “kır” hikayesi yazmaya çalışmak,
yozlaşmaya devam etmektir. Bunun adına ister “sosyalist halk
savaşı” densin isterse bir başka şey. Teorinin başına
“sosyalist” koymak, o teorinin doğruluğunu kanıtlamaya yetmez.
Teori
sosyal olgulardan çıkarılır.
Sadece son bir kaç yıl bile dikkate alındığında, işçi
sınıfından kopuk hareketlerin kaderi bilinen sonla sonuçlanır.
Bunları
MA’ya anlatmanın bir anlamı var mı bilmiyorum. Proletaryanın
saflarında bu tür anlayışlar yığınca... Bu nedenle de, işçi
sınıfı, salt burjuvazinin doğrudan saldırısı altında
kalmıyor, aynı zamanda proletarya saflarında olduğunu söyleyen
küçük burjuva anlayışlarla da çarpışmak zorunda kalıyor. Ve
bu anlayışlar yenilmeden proletaryanın birliğini sağlamanın
olasılığı söz konusu olamıyor.
Küçük
burjuva dogamatizmin nüfuzu altındaki MA’nın “derin”
teorisyenliği aşagıdaki yorumundan belli oluyor:
“Özü
örgütlü silahlı şiddeti oluşturan Halk Savaşı stratejisi
konusunda da III. Konferans’ın kafa karışıklığı içinde
olduğu şu cümlede somutlanır: ‘Mevcut
durumda silahlı mücadele esastır’
Oysa ML’nin stratejiye ilişkin hiçbir dokümanın da, Halk Savaşı
Stratejisi’nin sürekli araçlarından olan ‘silahlı mücadele’,
duruma ve döneme indirgenmemiştir.”
(açYK)
MA’ya
göre III. MK’nın şehirlerde silahlı eylemlere ağırlık
vermesinin nedeni bu “yanlış” bakış açısıymış. Ne büyük
bir saptama. Ne büyük bir “hata”. Bütün dogmatikler meselenin
ana nedenini anlamadığı için, “silahlı mücadele” ile
oynayıp dururlar. Formül
kalıplara uymuyorsa, dogmatik kalıpları kırıp sosyal olgulara
uydurmak yerine, sosyal olguları önceden belirlenmiş kalıplara
sokmak... İşte
bunların düşünce yapılarının işleyiş şekli. Oysa, aynı
süreçte Dabk kadrolarının hemen hepisi “kır”daydı. Ne oldu?
Niye gelişmedi halk savaşı? 46 yıldır aynı hikaye ve aynı
sözcükler. Bir adım ilerleme olmadı gibi, büyük bir devrimci
enerjinin boşa heba edilmesi.
Bunları
“Tarihin
Önünde Yürümek”
adlı kitabımda geniş olarak ele aldığım için, geçiyorum.
Ancak, küçük burjuva dogmatikleri, sınıf hareketi ile ulusal
hareketi özdeşleştirdikleri için, “PKK geliştiyse biz neden
gelişmeyelim” totolojisine sığnıyorlar. Engels’in sözünü
bir kere daha buraya aktarayım. MA giller için yararı olmasa da
yeni genç devrimci kuşaklar için yararı olabilir:
“İlkeler
araştırmanın çıkış noktası değil, sonucudur; doğa ve
insanların tarihine uygulanmazlar, bunlardan soyutlanırlar; doğa
ve insan dünyası ilkelere uymaz, ilkeler ancak doğa ve insan
tarihine uydukları ölçüde doğrudur. Sorunun tek materyalist
anlayışı budur.”
Toplumsal
gerçeklikleri dar dogmatik kalıplar içine hapsetmeye çalışanların,
siyasal yaşamlarında sık sık taraf değiştirmekten bitap
düşmeleri de normal.
Birlik
Sürdürülebilir miydi?
Bu
soruya yanıt vermeden önce, iki örgütün de durumuna bakmak
gerekiyor.
TKPM/ML
(Konferans) 4. Konferansını yeni yapmış ve güçlenerek çıkmıştı.
Gençlik içinde ve diğer alanlarda çalışması ilerleme
gösteriyor ve yeni kadrolar kazanmıştı. Kendi içinde çelişmeler
olsada (bu olağan bir şey), kendi mücadelesine engel olabilecek
düzeyde değildi.
Dabk
[TKP(ML)], kadrolarının esasını dağda toplamıştı. Kadorlar
burada “atıl” kalmıştı. Batı’da merkezi bir örgütlenmesi
yok, legal dergi sorumlusu aynı zamanda Batı sorumlusuydu. Hücre
tipi örgütlenmeden ve illegal çalışma kurallarından oldukça
yoksun ve uzaklaşmıştı. Böyle bir örgütlenme ve çalışma
tarzı adeta düşmana davetiye çıkarmıştı ve elbette düşmanda
içeriye sızmak için bu çalışma tarzını “çok hoş”
karşılamış ve boşlukları doldurucu bir yöntem izlemişti.
Genel
Sekreter İsmail Bulut olmasına karşın, hiç bir etkinliği
olmadığı gibi, diğer kadrolarında etkinliği yoktu ve herkes
adeta NT’nin ağzından çıkacak lafa bakıyordu. Bu durumu MA’de
teyit ediyor. NT’nin provakatör, hozzotçu ve sekter tavrı, çoğu
militanın karakteri halini almıştı. Almanların dediği gibi
“vorbild”
olmuştu. Şehirden gelenler küçümseniyor, gerillalara tokat
atılıyor, köylülere karşı sert davranılıyor vb. yanında salt
askeri bakış açısı ve dogmatizm egemendi.
Batı’da
kimin bir sorunu olsa kıra NT’nin yanına koşuyordu ve NT
istediği kişiyi çağırıp konuşuyordu. Ancak, bir çok köylüler
için NT, “ikinci
Sakallı”
(yani, Yeşil, M. Yıldırım) idi. Köylülerin gördüğünü
kendi örgüt “yoldaşları” göremiyordu. Köylülerin “2.
Sakallı” olarak adlandırdığı kişiyi MA aklama derdine düşmüş.
TKP/ML
işte böylesi bir örgüt ile “birlik” yaptı. Elbette bu bir
ciddi hataydı ve siyasi körlüktü. Salt, “salt askeri bakış
açısıyla” soruna yaklaşılmıştı. Yani, gerilla savaşını
büyütmek amaçlıydı...
TKP/ML,
çok basit bir şekilde düşündü: “Dabk bizim saflardan ayrılan
bir örgüt ve uzun yıllardır her iki örgütte “Halk savaşı”nı
savunuyor ve bunu geliştirmek istiyor. Bazı farklı düşünceler
olsa da Kaypakkaya’nın görüşlerini savunan bu iki örgütün
birleşmesi önünde her hangi bir engel yok.” İşte TKP/ML’yi
“Dabk”la birliğe götüren bu anlayış oldu.
Dabk
kanadında da birliği savunanların niyetleri buydu. Başka siyasal
hesaplar olur mu? Elbette olur. Koyun pazarında alış veriş
yapılmadığına göre, her iki tarafta kendi siyasal görüşlerinin
egemenliği için çaba harcar. Ancak buna gerek kalmadı. Birlik
açıktan “polis” denetimine girdi. Bir taraf bunu gördü, bir
taraf ise bunu göremedi. Onca yaşanmışlara rağmen MA’nın
göremediği gibi, o dönemin Dabk kadroları da göremedi.
Halkımızın deyimiyle ifade edersek; “paçalarından karşı
devrimcilik akan” birisi, karşımıza “komünist önder” ve
hatta “ikinci
ibrahim”
olarak çıkarıldı. Oysa köylüler basit bir gözlemle, sorunu
görmüşlerdi: “İkinci
İbrahim değil, ikinci Sakallı!”
Birlik
korunabilir miydi? Elbette! Eğer Dabk kandı NT’nin etkisinde
olmasaydı, Dabk’ı tek başına NT21
yönetmeseydi, birlik yürütülebilir ve giderekte iki taraf tek bir
taraf haline gelebilirdi. Sancılı bir süreçte olsa sorunlar
çözülebilirdi. 5 yıl ayrı kalmış, ayrı örgütlenme ve
kültürel şekillenmeye sahip olmuş iki örgütün sancısız bir
şekilde birleşmesini beklemek siyasal körlük olurdu. Bunu
Konferans kanadı biliyordu. Konferans kanadının bilmediği, Dabk
içinde yuvalanmış ve etkin hale gelmiş polis örgütlenmesiydi.
Dabk’ın
ileri kadroları bir ajan provokatörün etkisi ve yönetimi
altındaydı.
Sorunun
esas yanı buydu.
Bu görülmezden geldiği sürece, aynı hataların işlenmemesi için
hiç bir neden yoktur.
Devam
edecek:
HH
Hala “Hizipçiliğe (Devrimciliğe)” Devam Ediyor!
Durum
bu kadar nettir. 1993-94 kış barınaklarında “yaşananları”
MA bilmiyor olamaz. Halil Gündoğan bunu yazdı. Eğer yalan yanlış
yazmışsa “kitabında” yer verebilirdi. Halil’in yazdıklarını
okumamış ya da duymamış olamaz. Barınaklarda Konferans
kanadından gelen ileri üye ve kadrolara ve gerillalara ne gibi
eziyetlerin yapıldığını 24 yıl önce yazıldı ve yayınlandı.
Düşmanın yapmayacağını, MA’nın “ahlaklı” NT’si ve
onu önder kabul eden yoldaşları yaptı.22
Yani, ortada tek bir düşman unsuru NT yoktu. Onu önder kabul eden
ve onun izinden giden MKP kurucuları da işin içindeydiler. MA,
bunları unutmamıştır, ama anlaşılan o, “zaman aşımını”
tek taraflı uyguluyor!
Halil’in
yazdıklarını (kendi yaşadıkları) Özgür Gelecek Gazetesi’nde
yayınlandı. O dönemde MA’da büyük olasılıkla “hınçla”
okuyordu bunları ve “bu devrimcilik değildir” diye bağrdığından
hiç şüphe duyulmaz. (MA’nın iki dönemi var: Saf devrimci
dönemi ve yalan çorbası devrimciliği)
Tablo
ortada. Bir devrimcinin böylesi bir tablo karşısında ne yapması
gerekir diye sorsalar MA’ye, o, örgütü; “parti disiplini”
ve “hizipçilik yapmama adına” polise teslim et der!
Yazdıklarından bu çıkıyor. Son iki kitabını (Kırda Ateş
Politik 2 ve TKP/ML) okuyana kadar böyle bir ciddi eksen kayması
içinde olduğunu bilmiyordum. “Kırda Ateş Politik 1 “, biraz
idare ederdi, her ne kadar dogmatik-fokocu ve öznelcilik ağırlıklı
olmasına karşın. Ancak, bu son yazdığı açıktan düşmanı
“yoldaşlaştırma” eğilimli olmuş. Üzüldüm! Bir devrimcinin
yol alabilmesi için bu tür yöntemlere girmesine gerek olmadığını
düşünenlerdenim.
O
günkü koşullarda, HH yerine bir başkası da olsa “hizipçilik
(devrimcilik)” yapacaktı yapmak zorundaydı. Çünkü karşısında
normal bir parti işleyişi olmadığı gibi, normal bir durumda söz
konusu değildi. Düşman açıktan geliyordu. Bütünüyle partiyi
ele geçirmeye ve partinin ileri gelenleri saf dışı etmiş ve
etmeye de devam ediyordu. Şehirlerdeki MK (Konferans kanadı
kökenli) üyelerinin peş peşe yakalanması, P. İçindeki (Dabk
kanadından gelen) ajanlar tarafından yakatılmıştı. Ve düşman,
Parti içinde etkin bir örgüt kurmuştu ve derinlemesine bunu
genişletiyordu. (Kardelen Hareketi bunu doğruladı)
Hangi
“parti”den ya da parti disiplininden söz edilebilir? Karşı
taraf, karşı-devrimci yöntemlerle bütün tasfiyeciliğini ve
üstelik zor kullanarak yapacak, ama bir taraf ise, “aman ha, parti
disiplininin dışına çıkmayayayım!” mı demesi gerekiyordu?
Düşmanın ve onun peşinden giderek açıkça düşmana hizmet
edenlere sessiz kalmanın disiplinle, hizipçilikle hiç bir ilişkisi
yoktur. En basit şekliyle, burada yapılması gereken devrimci
görev: düşmanın Partiye verdiği ve vereceği zararı en aza
indirgeyebilmektir.
Eğer
yaptıklarıma “hizipçilik” denecekse, ben elbette açıktan
hizipçilik yaptım. Yoldaşlarımı elimden geldiği kadar uyarmaya
çalıştım. Ulaşabilidiğim her yere haber saldım. Bunları
yapmamak ihanet olurdu, MA’nın dediği “NT’nin ahlakı”na
sığınmak ise karşı-devrimcilik olurdu. Bu sizin anladığınız
anlamda hizipçilik değil, devrimci bir görevdir. Bugünde olsa
tecrübe kazanmış biri olarak yine yaparım. Düşmana karşı
severek yaparım. Bana “hizipçi”, “klik başı” demeniz,
beni hiç gücendirmedi, tersine onurlandırdı. MA gibi eksensiz
ahmak politikacılar ise çok sonradan “Mohaç” zaferine çıktı.
Hala,
normal bir parti işleyişi varmıymış gibi, “baş öğretmenvari”
şunlar yazlabiliyor:
“Çatışmanın
başlangıcı olarak örgütün inandırıldığı, NT imzalı
talimatla çakılan kıvılcıma karşılık olarak ‘Hiçbir
yönetici organı tanımayın’ çağrısı yapan ve başını
partinin sekreteri sıfatını taşıyan kişinin çektiği OPO’dur.23
Ancak adı üzerinde, “tüm yönetici organları” bulunan bir
partide, o partinin sekreteri de olsa, tüm bu “yönetici organlar”
yönetici iradesine ve partiyi birlik içinde yönetme amaçlarına
aykırı bir ayrılığı benimsemese dahi, kişinin restine ‘reste
rest’
siyasetini izlemeleri halinde ‘tanımama çağrısını’
değiştirmesleler de, durum bir ‘bölünme’ değil, bir ‘kopma’
olarak sonuçlanırdı. Yani
bu gelişme hangi yönde sonuçlanacağını tayin edecek olan tutum,
yönetici organların organsal iradeleridir.”(sf.
126-27)
Hala
ahmakça yazılabiliyor. “... yönetici organların organsal
iradeleri” şeklinde. Sanki böyle bir irade varmıymış gibi.
Karşı-devrimin etkisi altında bir AK kliği (Dabk kandı) varken
hangi “irade”den söz ediliyor? Bilinçli olarak “saf”lık
oyunu oynanmaya devam ediliyor. MA, o süreçte ortada bir iradenin
kalmadığını bildiği halde, “varmış” gibi yazmasını,
hangi “ahlak” kuralları içine sığdırmak gerekiyor acaba?
Yukarılarda
yazdığım gibi, ne MKP’nin “Muhasebesi” ne de onun izinden
giden MA, NT’nin esasta “düşman unsuru” olduğunu kabule
yanaşmadıkları gibi, onun rolünü ve sığınak dönemlerinde
devrimcilere yapılan düşmanca uygulamaları, bilinçli olarak
görmezden geliyor(lar). Yukarıda söyelenler nasıl kabul
edilebilir. Bu kadar saflık olabilir mi? Konferans kanadının bütün
Batı’daki MK üyeleri yakalanacak, sığınaklarda24
açıktan tehditler ve tutuklamalar yapılacak, gerillaların elinden
silah alınacak, Konferans kanadının önde gelen yönetici
kadrolarının isimleri açıktan deşifre edilecek, ve resmen “bu
iş Mart’ta bitecek”
denecek, buna rağmen “birlik”, “disiplin”, “hizip”
kaygıları taşınmaya devam edecek. Bunlar ya Hz. İsa soyundan
geliyorlar ya da sınıf mücadelesinin ne olduğundan bir haberler.
Ya da “ahlaklı” NT’nin ahlakının karşı-devrimci olduğunu
bilerek gizleme telaşı içindeler.
Hangi
MKP kurucusu NT’nin yaptığına karşı geldi? Hemen hemen bütün
kararları oy birliği ile alınmış. NT’nin sözünden çıkamayan
onun her dediğini yapanlarla “birlik” ve “parti disiplini”
nasıl korunuyor ve parti sekreterinin burada rolü olabilir mi?
Ve
MA, NT’sine toz kondurmaya kıyamamış olmalı ki; “başını
partinin sekreteri sıfatını taşıyan kişini çektiği OPO’dur”
diye biliyor. Sanki, NT’ye karşı çıkan Dabk kadroları varmış
gibi ve bunu hiç bilmiyormuş gibi konuşuyor. Sanırım, bunu,
olayın üzerinden 25 yıl geçtikten sonra huşu(!) içinde
yazabiliyor olmalı. Bunu
söyleyebilmek için manda (mandalardan özür diliyerek) gönünden
maske takmış olmakta MA’yi, karşı-devrimci faaliyeti aklama
durumuna düştüğü durumdan kurtarmaya yetmez.
Çelişkiye
bak:
NT:
AK kliğinin başı
NT:
AK kliğinde etkin
Kim
bu NT: MKP 1. Kongreseine göre “ajan” ve MKP önceki ismi olan
TKP(ML) (Dabk) tarafından “düşman ajanı olduğu” gerekçesiyle
öldürüldüğü ilan edilen kişi.
NT:
ajan
Kim
Bu AK Kliği:
Dabk
kanadından gelen kesim ve daha sonra MKP adını aldı.
1994
ayrılığından sonra Dabk kanadının “Kardelen Hareketi”
tespiti: NT’nin başını çektiği ajan örgütlenmesi Konferansı
ele geçirmek üzereydi.
Ama
“hizipçi ve bölücü olan HH”
Ve
Dabk [TKP(ML)]
1997 yılında yaptığı (Kardelen Harekatı olayının hemen
arkasından) Konferans’ta şu belirlemede bulunuluyor: “Düşman
Konferansımızı içten ele geçirmek üzereydi.”
Bu sizlere bir şey anlatmıyorsa, benim, MA giller gibi düşünenlere
anlatacağım bir şey olamaz. Çünkü, materyalist diyalektik
kavrayış ve anlayış eksenin dışına çıkmışlardır.
Boş
ve gereksiz konuşuyorsunuz. Yazdıklarınız, okuyanlara bir yarar
sağlamadığı gibi, yazanlarada faydası yok. Herkes güler. NT
denen bir ajanın peşinden gidilmiş! Öncelikle bunun ideolojik,
siyasi sorgulanmasını yapmalısınız. Siyasal, ideolojik ve
örgütsel körlük açıklanmalı. NT’nin o süreçte örgüt
içinde ne denli etkin olduğunu şimdi 35 yaşın altındaki gençler
anlayamaz ya da bilemez, ama bizzat yaşamış olanların bunu yok
saymalarına ve bunu “devrimcilik” adına yapmalarına anlam
vermek zor olmasına karşın, yine de bir adlandırması olmalı:
Yoldaşı
düşmanlaştırmak ve düşmanı yoldaşlaştırmak. Bir daha
tekrarlıyorum: Dogmatizmin ve fokocu tarzın eksensiz çukurunda yön
aramaktır. Küçük burjuva aymazlığı ve savrulmasıdır.
Parti
içindeki gelişmeler, bir başka söylemle, düşmanın parti
içindeki tahribartı “reste rest” olarak ele alınmış.
Düşmanın önderliğine ve alt kademelerine yerleşmiş ve
yuvalanmış bir örgüt içindeki durum bu kadar basit ele
alınabiliyor.
“Darbecilik
nitelemesi... Bu niteleme, HH ve OPO’nun mahkum edilmeyi hak eden
tutumlarına rağmen, dün olduğu gibi bugün de doğru bir
nitelemedir.”
(127)
Onca
laftan ve çok “değerli analizler”den sonra bir de bu var.
Partiyi HH “böldü”yse, NT’nin başını çeken AK kliğinin
darbe yapması nereden çıkıyor? M. Ali ne yanda duracağına bir
türlü karar verememiş. Her halde uzun ve yorucu yola çıkmadan
önce yazdıklarını ve o günkü duruşuna “helal” gelmesin
diye bunu da ekeleyim olsun bitsin mi” demek istiyor. Bari bir de;
“yeniden inşanın şehitleri” diye ekleseydin, her şey tastamam
olurdu.
Ajan
NT önderliğindeki AK “darbeci”, “HH25
hizipçi ve bölücü” ise, siz kimsiniz? O dönemde neredeydiniz?
NT nin ve HH bu işleri tek başına mı yaptı? Örneğin, MA’nin
“Kırda Ateş politik 2” adlı inkar ve çarpıtmalarla
doldurulmuş “anı-roman” kitabındaki anlatıcı “kahramanımız”
nerede yer aldı acaba? Hangi kliğin peşindeydi? Oradan buraya
düşmenin ve savrulmanın bir açıklaması olsa gerek?
“Devrimciliği” oldukça geri plana itip onun yerine riyakarlığa
göz kırpan şuhusal “dönüşüm” bu olsa gerek! Son yılların
sosyal medyasına düşen klişeleşmiş söylemle: “ ... hepmiz
orada değil miydik?”
MA
(bunun kafasına sonradan taş düştüğü açık) gillerin tek
derdi HH’nin devrimciliğe devam etmesi olmuştur. Bütün
yıpratıcı söylemlere, kriminalize edici savlara, her türlü
belden aşağı sözlere karşın HH’nin yoluna devam etmesi
sanırım “ahlaklı NT” gillerin zoruna gidiyor olmalı ki,
“değersizleştirme” çabalarına ara vermeden devam ediyorlar.
Üzücü olan taraf; kendine devrimci (bundan kuşkum yok) diyenlerle
düşmanın bu konuda birleşiyor olmasıdır. Çünkü düşmanda bu
fırsattan yararlanarak boş durmuyor. Bu nedenle, sevgili MA bu
yazdıklarında yalnız değil. Ortakları var. Madem öyle, Bana da,
burada, Nazım’ın sözünü bir kere daha tekrar etmek düşüyor:
“İt ürüyor, kervan yürüyor”....!
“Ticaret”
<<“KONFERANS
Kanadı” Önderliğinin Birlik İsteği, Girdabına Girdikleri
Yozlaşma nedeniyle Örgütü Yönetemez Hale Gelmiş Olma
Gerekçelerine “Birlik” İşiyle Örtü Bulma İhtiyacıdır.>>
(108) diyor MA. Vargısı bu.
Yukarıda
(Konferans Kanadının Birlik Kararı, bölümünde) belirttim, ama
bir daha tekraralıyayım: Konferans kanadı 3. Konferans’tan beri
“birliği” savunuyordu. Birliği istemeyen ise Dabk kanadıydı.
Dabk kanadının birliği istemesinden sonra “birlik” masasına
oturuldu. Bu gerçeği MA bilmiyorsa, askerlik anıları yazar gibi
ulu orta yalanları sıralamasına gerek yok.
Tabi
“yozlaşmayı” MA “ticaret” olayına bağlıyor. Bu olayı
başta NT önderliğindeki kesim olmak üzere, MA gibi sonradan alık
ve ılık politikacı olanların dışında da kullanmaya çalışan
olmadı. Unutmadan eklemek gerekiyor: Bir de Polis. Özellikle
internet sitelerinde hep bu olayı verir. “Ticaret parasını
paylaşamadıkları için örgüt bölündü”. Tam MA’ye uygun
bir başlık olabilirdi. Bunu sevgili MA geliştirmeye çalışmış.
Ancak, bu konuda zahmete girmesine gerek yok. Aç interneti oku okuya
bildiğin kadar. Yaralanmak isteyenlere yeterince kriminalistik
“malzeme” var. En son “nesra.org” diye bir siteye
koymuşlardı. Sonradan baktım kaldırmışlar. Ayrıca, bu konuda
bir polis uzmanının bin sayfalık bir kitabı yayınlandı.
İçeriği
çokca çarpıtılmasına karşın, bu olayın siyaseten doğru bir
yanı yok. Bu konun özeleştirisi verildi. Ancak her komünist
örgütlenme, özellikle de illegal ve silahlı mücadele yürüten
örgütlenmeler zaman zaman bu tür hatalara düşmüşlerdir. Bu
ilke olarak yanlıştır ve örgütte bu yanlışı bir kere yapmış
ve bir dahada böyle bir yoldan yararlanma yoluna gitmemiştir. Amaca
giden her yol mübah değildir. Bu ilke doğrudur ve Parti’de o
süreçte esas olarak bu ilke doğrultusunda hareket etmiştir.
Öncelikle,
bu olayın “magazin”leştirilen yanı ile esas mahiyeti farklı
olmasına karşılık, bunun yapılması, örgütün
silahlandırılması amaçlı olmuştur. Yani, salt askeri bakış
açısının bir ürünüdür. Kaygılar bireysel değil, örgütsel
ve sınıf mücadelesinin ilerletilmesi amacıyla bu yararlanma olayı
yaşanmıştır.
Durum
bu olunca, bunu genelleştirmek ya da genel bir hal almış gibi
sunmaya çalışmak, amacın dışına çıkmaktır. Ağzı açık
aptal poltikacıların verdiği söylemler gibi, bunu da ağzımdan
çıkarırsam “iyi olur” diye düşünmüş olunmalı!
“Tutuğunuz
şey sizi şekillendirir.
(sf. 108) Genel olarak doğru. Ancak, MA unutmuş olabilir, ama ben
anımsatayım. MA’nin ilk kitabı “Kazanacağımız
Günler İçindi”.
İşte tutulan o gerçeklerdir. Bir hatadan yola çıkarak böyle bir
yargıya varmak, sonradan eksen kayması durumuna düşmüş olanlar
için geçerli olabilir. Çünkü söylediklerinin nereye uzandığını
ölçebilecek kadar idrak sahibi değillerdir.
Peki,
MA’nin tutuğu ne diye sorulursa, grupçuculuk oynayıp, sonra daha
büyük bir yere kapağı atmak. Yani, “birlik” lafı edenlerin,
birlikten anladıkları grupçuculuklar üzerinde pazarlık yapıp,
daha “iyi bir mevki (!)” elde etmek olmuştur. Oysa, işçi
sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını düşünenler, doğru
gördüğü bir siyasal yapı ile sığır tüccarları gibi pazarlık
yapma yerine, gidip o örgüte katılması gerekir. MA’nın
yaklaşık son 15 yıllık serüveni bunun tersi olmuştur. Evet,
burada şimdi konuşabiliriz: “Tuttuğunuz şey sizi
şekillendirir.” MA son 15 yıldır hangi çizgiye sıkı sıkıya
yapışmıştı acaba? Düne kadar bir elin parmak sayısını
geçmeyen “grup” üzerine oturup sonra birden “birlik”
pazarlığına girişmenin “su dökülmeyecek” bir ahlak olduğunu
söylemek yanlış olmasa gerek. Çünkü bu ahlak devrimci
proletaryanın ahlakı olamaz. Olsa olsa iflas eden küçük
tüccarların kendini kurtarma yöntemleri olabilir. Bu nedenle böyle
ahlaklara “su döküp” yeşertmemek en iyisidir.
Grupçuluğu
savunduğum çıkarılmasın. Dönüm dönüm “dönüşüm”cüler
ile yolu “uzun yürüyüp” ama bir türlü yol alamayanların bir
olup, sonra daha büyük bir çatı altında yer aldıklarını
öğrendiğimde sevinmiştim. Nihayet “doğru olanı yaptılar”
demiştim. Bu bir sonuç. Ama bu sonuca varmadan yol alınan güzergah
hayli hastalıklıydı. Grupçuluk her zaman hastalıklıdır.
Eline
Kılıç Almış!
“Mohaç”
zaferine çıkmış kahraman teorisyenizmiz, eline bir de kılıç
almış ya da vermişler. Burasını bilemiyorum. HH’nin “kırıda
terk ederek” yurt dışına “ahlaksızca kaçtığını”
söylemekten geri durmayan MA, nedense çok sevdiği belli olan
“kır”dan hep uzakta kalmış. Oysa oralar kimsenin “malı”
değil. Buyurun gidin, oradan şehirlere doğru “parça parça”
gelin. Elinizden alan mı var! Ha sahi 15 yıldır kır düşkünü
MA hangi kırlarda “piknik” yapıyordu? “Çok devrimci”siniz.
Sizden başka ne “komünist”, ne “devrimci”, ne de “marksist”
var. Buna sözüm yok(!) O zaman “çok” devrimci ve “biricik”
Marksist olanların savunduklarıyla pratikleri uyum içinde olması
gerekmiyor mu? Yoksa ben mi yanılıyorum?
Uzak
görüşlü ve bilgiç teorisyenimiz, son geldiği durağa kaç
yılda gelebildi acaba. 15 yılı aşkın bir sürede oraya vardı.
Neredeydin şimdiye kadar sorma zahmetine giren olabilir. Ya da
“hangi güzergahlarda at koşturuyordun da birden bire “doğruyu”
ve olman gereken yeri buldun” da diyen olabilir. “HH’nin
başını çektiği klik” saflarında bir süre yer alıp, şu anda
durduğun yere yönelik neler düşündüğünü ve neler yazdığını
bir düşün bakalım,
ahlak timsali! Diyen de olur umarım.
Psikolojik
ve patolojik değil ama, sosyo-sınıfsal olduğu kesin gibi.
İnsanlar bir zaman bir başka cephedeyken, karşısında yer aldığı
cephenin tarafına geçince, geldiği yere daha fazla “hınçla”
saldırıyorlar. Bu salt küçük burjuva devrimcilerine özgü
olmayıp, günümüz burjuva politikacılarında daha sıkça
gördüğümüz ve tanık olduğumuz bir davranış biçimi. Mutlaka
bunun sosyo-ekonomik bir yönü vardır. Bu davranış biçimi genel
olarak bir küçük burjuva düşünce tarzıdır. Bir zamanlar
iktidar partisinin karşısında olupta şimdi iktidar partisi
saflarında olan bakan ve diğer politikacıların yularını elinde
tutan sahiplerine övgülerine bakın.
Bunlar
insanı tiksindiren davranışlar olarak göze çarpıyor. Bu tür
politikacıların güvenilir olduğu söylenebilir mi? Elbette ki
hayır. Eminim ki, yeni sahipleri de onlara güvenmiyor, ama
“kullanıyor”.
MA
ile bunların benzerliği var mı? Bunu kendisi düşünmeli derim.
Karşı-devrimin
Faaliyetlerini Aklama Görevi Üstlenmek...
Yukarılarda
MA’nin, “ahlaken eline su dökülemez” dediği NT gibi,
devrimci bir örgüt içine sokulmuş karşı-devrimci unsuru aklama
çabalarına girişmesi, son konaklandığı yerin iç çatışmalarının
bir yansıması değildir umarım. Çünkü MA, açıktan
karşı-devrimci faaliyet yürütmüş (kendi örgütü tarafından
da teyit edilmiş) birisini savunmaya geçmiş. Ne pahasına devrimci
faaliyet yürütenleri “değersizleştirme”, “kriminalize
etme”, “şeytanlaştırma”26
uğraşları ile. Oysa, aynı faaliyeti devletin kontrolündeki
kontra NT’de yürütmüştü ve buna Dabk kanadının kadrolarının
önemli bir kesimini de ortak etmişti. Bu “şeytanlaştırma” ve
“kriminalize etme” MKP 1. Kongre raporlarında da net olarak su
yüzüne çıkmıştı. MKP
bunu 3. Kongre’de önemli ölçüde son vermesine ve kişileri
hedef alan önceki yaklaşımları konusunda “özeleştiri”
vermelerine karşın, MA kendi cephesinden doyuma ulaşma bir yana,
karşı-devrimin yönlendirdiği koroya çekincesiz katılım
sağlamışa benziyor.
MA’nin
devrimcileri kriminaliz etme çabası İsmail Oral’ın
katledilmesine yorumlamasında da kendini ele veriyor.
“...
bu
açık infaz yöneliminde İsmail Oral’ın seçimi, onun “Tuzla
Olayı”nın soruşturmasında aldığı rol ve örgütteki “kara
deliğe” ulaşma ısrarına karşı, devletin bir karşı
tutumuydu.”
(96)
Devletin
böyle bir tutumu olmaz mı? Elbette olur. Düşman komünist
örgütlerin en üst kadrolarına karşı her zaman yönelmiş ve
yönelmektedir. Ya yakalayarak ya da öldürerek onu etksiz hale
getirme faaliyetini devamlı sürdürür. Ancak MA, burada kitabının
başından beri sürdürmeye çalıştığı “öznelci” niyetini
yine konuşturmuş. İ. Oral, Tuzla olayını o anda araştırmıyordu.
İsmail Oral yoldaşın (19 Mayıs 1991) katledilmesi devletin
(polis) Bahçelievler olayının açık bir intikamıydı. İsmail’in
evi önceden polis tarafından tesbit ediliyor ve ev telefonu
dinlenmeye alınıyor. İsmail, ev telefonundan hem Yurtdışı
örgütsel bağlantılarla hem de Türkiye içinde (örneğin Ankara)
belli yerlerle konuşuyor. Ev telefonlarıyla örgütsel konuşmalar
ve bağlantılar kurmak en önemli illegal kuralları ihlal etmektir.
İsmail gizlilik kuralları dışına çıkıyor. İsmail ile
birlikte aynı örgüt evini paylaşan Barbara Anna Kistler’in
yargılandığı mahkeme dosyasında bütün bu bilgiler mevcuttur.
İsmail’in
katledilmesi üzerine Parti, “düşman bizi göbeğimizden vurdu”
saptamasında bulunmuştu. Bu doğruydu. Ancak bu, MA’nın
“niyetli” açıklamasıyla bir ilgisi yoktur.
“Yani
İsmail Oral’ın bu şekilde katledilmesinde güdülen esas amaç,
o’nun “Tuzla Olayı’ndaki “gizi” çözme ısrarına karşı
bir hareket olarak, onun şahsında benzer kararlılık gösterme
niyetinde olanlara açık mesaj vermekti. III. Konferans önderliği
de bu mesajı doğru okumuş olacak ki, yozlaşma eğilimine girmiş
küçük burjuva önderlik niteliğine uygun düşen teslimiyetçi
tutum “hesap istemek”ten men etti.”
(96)
Stendhal,
Armance romanında; “utangaçlık
kendini bilen, iddiası olan bir sevginin ürünüdür”
der. MA’da bu yok. O “utanmaz”ca niyet okumalara devam etmiş.
İç, kötülüklerle dolu olunca, kalem kağıda değdiği anda ne
yazdığını da bilmez oluyor.
Özgül
koşullar, örgütün içinde bulunduğu nesnellik göz ardı
edilince, binbir türlü yorumlar yapılabilir. Oysa, Parti 4.
Konferans’a hazırlanıyordu ve en önemli kadrolarından biri
katledilmişti. Buna karşı “,intikam” hevesiyle hareket etmek
olsa olsa MA gibi, koşulları doğru değerlendiremeyen, teoride
“sol” olup, pratikte sağcı olan dogmatikler için geçerli
olabilirdi. MA’nın bu tür yaklaşımları yeni değil. Behzat
Frik’in27
katledilmesi olayına da aynı anlayışla yaklaşmıştır. Onun
için önemli olan “cevap” vermek. Ama gerisini düşünmüyor.
Bu küçük burjuva solculuğudur. Parti, 4. Konferans hazırlıkları
yaptığı bir süreçte daha ileri gidemezdi.
Hayatlarında
düşmana bir yumruk bile atmamış olanların “sol”culuk
yapmaları ne kadar kolay. Başkalarına, “neden saldırmıyorsunuz,
saldırın” diye fetva verenlerin, yaşamları boyu “saldırı”
olayından uzak durmaları ise bir başka gerçeklik. Küçük
burjuva “sol”culuğu sınıf mücadelesini, İzmir’in Kordon
Boyu’nda yürümeye benzetiyor anlaşılan. Onlar için “koşullar”
her zaman uygun (!)
Sonuç
Yerine
MA’nin,
hayal aleminde yüzen ve koşulları gözardı eden küçük burjuva
“sol” anlayışlarını nesnel gerçekliğin yerine geçirmeyi
sevdiği belli. Bence bunların yerine roman yazsa daha iyi eder.
(“Askerlik anılarını” –en az 18 ay bir tecrübe var- yazsa
daha makbule geçer ama, bunu, yine de kendi iradesine bırakalım)
Piyasa da yeterince dogmatik ve öznelci küçük burjuva “sol”culuğu
var. Bir önerim de; MA’nın eski (benim tanıdığım dönem
içindeki) yüzü daha sevimliydi. Yeni yüzü kendine hiç
yakışmamış. Çok sırıtıyor. Ya da ben eski yüzünü pek iyi
görememişim. Belki de bugünkü gerçek yüzü. O, “anı-roman 2”
kitabının anlatıcı kahramanını HH’nin
“adamı” olarak bildiğini yazmış.
Öznelci ve art niyetli bir yorum elbet. Ya da o “anlatıcı
kahraman” bir yerlere yamanmayı bir ilke haline getirmiş.
Bilemem! Ismarlama usulü ele alınan bu kitabında da o çıkıyor.
Oysa HH’nin hiç adamı olmadı, ama çok yoldaşları oldu.
HH’nin, mücadeleye başladığı günden bu yana yoldaşları
azalmadı her geçen gün –ulusal çitleri de aşan bir şekilde-
çoğalmaya devam ediyor. Bundan hareketle,
“dostlarım (ve yoldaşlarım) var ağaç yapraklarından çok”28
şiir mısrasını mütevaziliğe sığınmadan tekrarlayabilirim.
Proleter
etik kurallarından uzak, küçük burjuva düşünüş tarzını
yenememiş ve onun esiri olmuş küçük burjuva devrimci kişilik
ile “yoldaşlık” ise oldukça sancılı oluyor. Özellikle
dogmatizmin ve küçük burjuva fokoculuğun Marksizm sanıldığı
bir ortamda gelişen devrimci kişilikler, oldukça dejenere ve
deforme olmaktadır. Yukarıda adlarını verdiğim kişilerin
devrimci niyetlerinde bir sorun yok, sorun kavrayış ve onlara yön
veren siyasal çizgidedir. Ancak,
niyetlerin sınıfsal içeriğini belirleyen, özümsenen siyasal
çizgidir. Siyaset küçük burjuvazinin elinde devrimci olmaktan
çıkıp, tam da burjuva entirikacılığına ve çirkinliğine
dönüşebiliyor.
Ben MA’nin ahvalinin bu çerçevenin içinde olduğunu
düşünenlerdenim. Bu ahval, aynada kendini başka gören kişilik
halleridir. En basit örnek; yaklaşık 15 yıldır farklı
duraklarda dönüşümcülük girişimlerinin ardından birden
“birlikçi” kesilmek ve başakalarını da “anti-birlikçi”
olarak eleştirmenin açıklaması bu olsa gerek. Yine, MA’nın bir
önceki durakta birlikte oldukları, “uzun yürüyüp yol alamayan”
yol arkadaşlarının kendi dışındakileri “klikçi”
değerlendirip, ama ne hikmetse hep “klik” olarak kalmaları ise
başka bir siyasi ucube şekli ve “ayinesi iştir lafa bakılmaz”
ahvalleri bu olsa gerek. Bu olsa olsa, yeni ve genç kuşaklara;
küçük burjuvazinin içine düştüğü trajedik hallerin siyasi
komediye dönüşüm serüvenine örnek olarak gösterilebilinir. Ya
da doğanın karşı durulamaz çelişkiler yığını diyalektiğinin
bir sonucu Pompeii’lerini kaybettikten sonra, başka mecralarda
“yitik
cenneti”ni
arayan küçük burjuva devrimcilerinin siyasal biyografisi olarakta
okutulabilir yazdıkları ...
Ahmet
Hamdi Tanpınar, “Mahur Beste”sinde: “İnsan
bozuldu mu, bunun çaresi yoktur”
der. MA’nin iç dünyası bozulmuşa benziyor. Umarım
yanılıyorumdur. “Yoldaşı düşmanlaştırma, düşmanı
yoldaşlaştırma” iç çelişmesi içine girmiş (gibi).
Tanpınar’ın aksine, bunun çaresi var. Çünkü genetik değil,
toplumsaldır. Öznelciliği, dogmatizmi ve koşulları gözardı
eden yaklaşımları ve nihayetinde küçük burjuva düşünce
tarzını bir kenara atıp (Mefisto’dan uzaklaşma), Materyalist
düşünce tarzı ve diyalektik yöntemle sorunlara yaklaşmak
sorunların çözüm ilacıdır. Böylece, küçük burjuva düşünce
tarzının, insanı, kendi kendine yabancılaştıran ve emeğine
ihanet ettiren trajedisine izin verilmemiş olunur. 20.09.2018
Bitti.
1
3.
Havalimanı işçilerinin son durumu buna örnektir.
2
Bkz. Yusuf Köse, Tarihin Önünde Yürümek, El yayınları 2013
3
Burjuvazinin
kamplaştırma politikası ve kitlelerin esas gerçekleri görme
taktiğinin küçük burjuva üzerindeki etkisi...
4
Bir örgütün tarihi gerçeklerini görmezden gelmek isteyenler,
Halil’in, en zor koşullarda (hapishane) kaleme aldığı bu
kitabını yayınlamaya da yanaşmadılar. Kısıtlı olanaklarla
ancak yayınlanıp okuyucuyla buluşması yine de sağlandı ve bunu
sağlayanlara teşekkürler.
5
Tarihin cilvesi bu olsa gerek; bir süre sonra, birbirine ters gibi
gözüken “sağ ve sol” oportünizm aynı kulvarda buluştu.
“Revizyonistlerle aynı masaya oturulmaz” diyerek partiyi
bölenler, deyim yerindeyse onları çizgi ve önderlik olarak
baştacı ettiler. Ve genelde de her iki tarafın hedefinde HH
vardı.
6
MKP’nin “Muhasebe” dediği I. Kongre Raporu, devrimcileri
devrimden soğutma el kitabı olmuştur.
7
Bir örgütün bu denli yozlaşmasının teorik nedenlerini;
“Tarihin
Önünde Yürümek”
ve “Marksizmi
Ortodoksca Savunmak”
adlı kitaplarımda ortaya koydum.
8
R. Şişman, 1984’te yakalanınca düşmanla işbirliği yapıyor,
o operasyonda yakalanan yoldaşlar bu unsurun durumunu bildiği ve
bu nedenle ne hapishanelerde ne de dışarıda ilşki kurmadığını
yıllar sonra R. Şişman ile yakalanan yoldaşlardan öğrendik. Bu
kişi Dabk ortaya çıkınca düşman tarafından dabk ile ilşki
kurmaya yönlendiriliyor.
9
R. Şişman’ın yakalattığı bir MK üyesi yoldaşa düşman
şunu söylemiştir: “.. ulan o... çocuğu, anan seni kadir
gecesinde doğurmuş, ulan başka zaman seni yakalayacaktık ki ...
göreydin. Seni sağ yakalarmıydık, yaşatırmıydık. Sen dua
et!..” Yakatılan MK üyelerinin öldürülmemesinin esas nedeni,
yakalatan unsur ve diğer ajanların ortaya çkmasını engellemek
içindir. Düşman, Tuzla katliamı deneyiminde ders çıkarmıştı.
Tuzla’da canımız acıyınca, kayıbın sıradan ve tesdüfi
olmayıp bir sızma işi olabileceği için direkt bu yöne
yönelerek E. Kaya ve M. Curnaz ortaya çıkarılmıştı.
10
Birlik döneminde Dabk kesimi içinde Caferi kendine engel gören
NT, onun bir hatasını kullanarak üstüne gidip MK ve PÜ’liğinden
istifasını (Birleşik MK Toplantısı) sağlamıştı. Topalntı
için alana çağrılan Konferans kesiminde MK üyelerinden bir
yoldaş, durumu öğrenince, daha grup içine girmeden Caferi
çağırarak, Nihat’ın çirkin hesap ve emellerinden dolayı
kendisinin istifaya zorladığını, bunu görmesi gerektiğini,
boyun eğmemesi gerektiği konusunda saatlerce uğraş sonrası
Cafer istifasını geri almıştı. Buna rağmen bir kaç gün sonra
başlayan toplantıda Nihat’a boyun eğmeye devam edeceği ve
etkisi altından çıkmayacağı görülecekti. (HH ve diğer bir MK
üyesi yoldaş, teknik nedenlerle bu toplantıya iki gün geç
katılmak zorunda kalmıştı, ama bu yoldaşlar gelmeden NT, deyim
yerindeyse Cafer’in işini bitirmişti.)
11
Hatta, bir köylünün “Sizin önderinizi besledik o şimdi
yurtdışında” dediğini de “Muhasebe”nin önemli notlar
bölümüne not etmeyi unutmamışlar. Köylü doğru söylemiş
olabilir. Ancak, HH için bu notu düşenler, o notu
“Muhasebe”lerine Yurtdışında düştüklerini ise nedense
eklememişler.
12
Bunu yazan ya da yazanlardan biri olan birlik döneminin sekreter
yardımcısı, nedense “çoban” olduğu döneme ilişkin
“anıları”nı o rapora geçmemişti. (Bunları burada yazamayı
gerekli görmüyorum) Nedense HH’ye “çömertçe” davrandığı
gibi kendisine karşı oldukça “ketum” bir tutum takınmıştı.
Muhtemelen “Çoban”la ilgili bu bilgiler NT’nin elindeydi.
13
Sosyal medyada birileri, “HH Doğu Perinçek ile birlik görüşmesi
yaptı” diye yazmıştı. Diğer gazetecileri atlatarak ilk
kendisi bu “çok özel” ve bu “asparagas haber” üzerine
atlayan MA, bana Facebook’tan, “bu konuda araştırma yapıyorum,
böyle bir şey varsa cevap verilsin” diye buyurmuştu.
Ben,
işte, o an MA’nın gerçekten ekseninin kaydığını anladım.
Çünkü, birbirini tanıyan iki kişi ve o güne kadar birbiri
hakkında “kötü” eleştirisi olmamış (en azından ben böyle
biliyordum) birisi, sosyal medya üzerinden mi, böylesi “ciddi”
bir konuda bilgi ister yoksa, başka yolları mı kullanır? Ayrıca,
böyle bir durum olsaydı, bunu yazmak MA’ye kalmaz, rehber aldığı
“Muhasebe” onu çoktan yazardı. İşte, bizim sosyal medyacı
MA’nın “tarih” yazarlığı halleri...
14
Bu yazı (1994 Mart ayı olabilir), küçük burjuva “sol”culuğunu
anlatan ve onun ideolojik zaaflarını ortaya koyan bir içerikteydi
ve oldukça da uzundu. İKK’nın hangi saysında yayınlandığını
unuttum ve o yazıyı bir daha da görmedim. Bulunur okunursa
yararlı olacağı kanısındayım.
15Sevgili
SY’nin önemli bir özelliği vardı. Buraya onu not düşmem
gerekiyor. SY, Konferans kanadı kadroları ile beraberken (tabi ki,
NT’nin olmadığı bir anda) NT’ye karşı “muhalif”ti.
NT’nin olduğu yerde ise Konferans kanadına karşı muhalefet
ederdi. NT, SY’nin bu özelliğini bildiği için onu yanına
aldı. NT, SY’nin daha bir çok “özel”liğini biliyordu ve
yerine göre kullanıma sürüyordu. Bu da NT’nin belirleyici bir
özelliğiydi. Dabk kadrolarının açıkları NT’nin
darcığındaydı ve yerine göre kullanıma sürüyordu. Bütün
provakatörlerin vazgeçilmez özelliklerinden biridir. Bunun
eğitimini almışlardır.
16
MA, „Kara Çete“ olayını da büyük olasılıkla zaman aşımına
uğratmış olmalı. NT’nin öldürülmesinden sonra yiğit bir
devrimci olan Mahmut ve yanındaki 4-5 devrimci katledildi. Ne
adına, “Hizipçilik yaptığı” gerekçesiyle. Bunlar nedense
görünmezden geliniyor. Bunları anımsatmamın nedeni, devrimci
görülenler adeta düşmanlaşmıştı. Düşman çizgisi, doğrudan
düşman ajanı olmayanlar üzerinde ciddi bir tahribat yaratmıştı.
MA, bu devrimcileri katledenlerle aynı yalan çorbasına iştahla
kaşık daldırırken geçmiş vijdanı hiç aklına geldi mi acaba?
17
NT ekolünün, Konferans kanadı kadroları için yaptıkları (ki,
bunlar, kitleleri devrimcilerden uzaklaştırma amaçlıydı)
lümpence karalama propagandlarını buraya almıyorum.
18
MA, H. Gündoğan’a “bir gülücük” göndermiş. Oysa, NT ve
çetesi en büyük eziyeti HG’na vermişti. “Gülücük”
yerini bulur mu bilemem. Tanıdığım HG ise, yazdığı: “MKP’nin
‘Tarihi Muhasebesi’nde Öznelcilik ve Dogmatizm” ortada
dururken ve MA’yi bütünüyle yalanlarken, o sahte ve riyakar
“gülücüğü” kabul etmeyecektir.
19
Halil Gündoğan, “MKP’nin ‘Tarihi Muhasebesi’nde Öznelcilik
ve Dogmatizm” ve “Dersim Dağlarında” kitapları. Bu konun
doğrudan güvenilir kaynaklarından.
21
Buraya bir dipnot daha düşmek gerekiyor: Kendi söylemleriyle
NT’nin öldürülüş şekli biliniyor. MKP bu konuda özeleştiri
yaptığı için “biçimi” buraya yazmaya gerek duymuyorum. Eğer
doğruysa, bu öldürülüş yöntemi; NT karşısında ezilen
kadroların bir intikam alışıydı. Evet, NT karşısında
etksizdiler, ama aralarında içten içe diş biliyenlerde yok
değildi. Fırsatını bulsalar onu bir kaşık suda boğabilirlerdi.
Bu durumu bir çok Dabk kadrosunda gözlemleyebilmiştim. Nitekim
zincirlerinden boşalır boşalmaz NT’nin öldürülüş biçimi
ortaya çıktı. Bunu bir tartışmamızda NT’ye aynen
söylemiştim. “kendi çizginin kurbanı olacaksın”. Örneğin,
A. Hambayat “sert” bilinir. Oysa o da, “birlik konferansı”
sırasında “NT’yi dengelemek için “sadece üç kitap
okumalı”yı MK’e seçelim” önerisi getirmişti. önerdiği
kişilik bir ajan değildi ama ondan da beter bir durumu vardı.
22
Ayrılığın hemen arkasından anne ve babasını görmeye gelen
bir gencin aylarca (yaralanana kadar) rehin alınması vb. olaylar
ise MA’nın “ahlakına su dökülmez” NT vari hareket edenler
tarafından gerçekleştirilmişti.
23
Buraya
da bir dipnot düşmeliyim. Çünkü OPO’ya (OPO: Ordu Parti
Organı. Yani, ordu içindeki partiyi örgütlemekle sorumlu organ.
) haksızlık olur. OPO, AK kliğini tanımama kararını HH’dan
bağımsız olarak almıştı. Çünkü OPO’nun bu kararından HH
sonradan haberi oldu. Ama olumlu bulduğunu ve doğru bir karar
olduğunu da sevinçle eklemekten geri durmadı. Sanırım MA’da
“Muhasebe” yazarları gibi, OPO’yu AK kliği gibi “bağımsız”
hareket edemez bir organ olarak düşünmüş olmalılar.
24
Bu
provokatör-sekter ve ayrıştırıcı ve bölücü tavırlar sadece
NT’ye özgü değildi. SY dışında dağdaki Dabk kanadının tüm
ileri kadrolarında vardı. Davranış konusunda NT ile dieğrleri
arasında bir özdeşlik vardı. NT’yi bu durum kurtarıyordu ve
yaptıklarının karşı-devrimci bir tavır olduğunun
görülmemesini sağlıyordu.
25
Ayrılık kesinleşip Konferans kanadının gerillaları OPO ile
bileştikten sonra, HH, parti üyeliği hariç bütün görevlerinden
istifa etmiştir. Konferans kanadının gerillaları binbir zorlukla
OPO’ya ulaşabilmişlerdi. Çünkü AK’nin “vurma” tehdidi
vardı. Ve o aşamadan sonra HH’nın görevinde kalmasının bir
nedeni de kalmamıştı. Birincisi, en çok HH’nin de istediği
“birlik” serüveni, bir kabus ile sonuçlanmıştı. Böyle bir
cidd hata yapan bir önderliğin yönetimde kalmasının nedeni de
kalmamıştı. Bu nedenle HH görevlerinden istifa etti ve OPO’da
bunu kabul etti ve yeni bir süreç, KÖK (Konferansı Örgütleme
Komitesi) süreci başladı ve bunlar bütün P. üyelerinin uzun
tartışmaları sonucu karar altına alındı. HH, kendi hatalarının
hesabını da o anda Parti’ye verdi. Yurtdışına çıkışı da
bundan sonra gerçekleşti.
26
Buna bir örnek: HH yurtdışına geldiğinde, bir kadın yoldaş
onu ilk gördüğünde, şaşkınlığını gizleyemedi; “HH
yoldaş, bende seni, mafya babaları gibi, iri yarı, şiş
göbekli biri sanmıştım. Çıka çıka karşıma cılız
birisi çıktı” demişti. Çünkü, NT giller öyle bir
propaganda yapmış ki, HH’yi kendi kişilği dışında
göstermeyi başarmışlardı.
27
MA, Kırda Ateş politik 1 adlı kitabında, gerilla birliğin
Behzat Frik’in katledilmesine müdahale etmemesini eleştirir.
Böyle bir durumda, gerilla birliğinin hepten imha olma
olasılığının olmasının onun için önemi yoktur. Dünü,
bugünü ve yarını düşünmeden hareket etme anlayışı içinde
olan küçük burjuva anarşizmi!
28
İranlı şair Sohrap Sepheri’nin bir şiirinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder