Emperyalist
Büyük Savaşa Doğru
Emperyalist
Savaşın Esas Akım Haline Gelmesi -4
Yusuf
KÖSE
“Emperyalist
Büyük Savaşa Doğru” yazı dizisinin bu son bölümü olacak.
Aslında yazılacak daha çok şey var. Ancak genel hatlarıyla
ortaya konulan veriler ve teroik argümanlar, içinde bulunduğumuz
sürecin gidişatını genel hatlarıyla ortaya konulduğuna
inanıyorum.
Burada,
ikinci emperyalist savaş öncesi komünistlerin gelecek savaşı
nasıl değerlendirdiklerine kısaca değinelim. Savaş kapıya
geldiğinde “esas akım savaş” demenin ya da “emperyalist
savaş çıktı” demenin bir yararı yoktur. Önemli olan,
geleceği, somut verilere dayanarak yaklaşık ve genel olarak
saptayabilmektir. Komünistler bunu yapmakla yükümlüdür.
Diyalektik materyalist metod bunu yapmaya elverişlidir.
Emperyalizm
var olduğu sürece emperyalist savaşların kaçınılmazlığı
gerçeğinin yanında, bunun somut hale gelmesinin hangi koşullarda
olabileceği de ortaya konabilir. İnsanlık, son yüz yıl içinde
iki büyük emperyalist dünya savaşı yaşadı ve bu insanlık için
büyük iki yıkım oldu. Ancak, emperyalist savaşlar, proleter
devrimlere de yol açtı. Burjuvazi, emperyalist savaşlarla da
devrimlerden kaçamadı ve bundan sonrada kaçamayacaktır.
Bugün
hemen hemen herkes, hatta burjuva liberaller dahi, emperyalist savaş
tehlikesinden söz ediyor. Barışın tehdit altında olduğu
söyleniyor. Ancak, savaşın esas akım haline geldiği söylenmiyor.
Emperyalistler arası çelişmeler ve gelişmeler, emperyalistlerin
kaçınılmaz olarak dünyayı yeniden bölüşme istemleri, yeni
emperyalist (örneğin Türkiye, Hindistan, İran vd.) ülkelerin
ortaya çıkması, paylaşılmış pazarların yeniden paylaşılmasını
acilen daytmaktadır.
Stalin,
“Uluslararası Durum ve SSCB’nin Savunması (1 Ağustos 1927)
yılında yaptığı uzun konuşmasında, Troçkist-Zinovyevist
muhalefetin görüşlerini eleştirir. Bu konuşma, küçük burjuva
muhalefete karşı tarihsel bir konuşmadır. Burjuva muhalefetin
SSCB’ni yıkıma götürecek görüşlerinin mahkum edilmesidir.
Çünkü, Kulaklara karşı mücadelenin önüne kendine
“marksist-leninist” diyen bir küçük burjuva muhalefet
dikilmiştir.
Zinovyev
“savaşın mümkün olduğunu” ileri surer ve Stalin bu görüşü,
“savaşın mümkün değil, kaçınılmaz olduğunu” savunarak
eleştirir. Ve şöyle der:
“… ama
savaşın daha şimdiden kaçınılmaz hale
geldiğine
ilişkin bir tek söz, gerçekten de bir tek söz etmiyor.”1
Günümüz
gelişmelerle de yakından ilgili olduğu için Stalin’den
alıntılar aktaracağım.
“Kapitalizmin
son zamanlarda tekniğinin yetkinleştirdiği ve rasyonalize ettiği
ve pazar bulamayan geniş bir mal yığını ürettiği bir gerçek
değil midir? Kapitalist hükümetlerin işçi sınıfına saldırarak
ve kendi durumlarını geçici olarak güçlendirerek gitgide daha
çok faşist bir niteliğe büründükleri bir gerçek değil midir?
Bu gerçekler, istikrara kavuşmanın sürekli hale geldiğini mi
gösterir? Kuşkusuz hayır! Tersine, dünya kapitalizminin son
emperyalist savaştan önceki bunalımla kıyas Kabul etmez bir
biçimde daha derin olan bugünkü bunalımın ağırlaşmasına
vesile olan tam dab u gerçeklerdir.”
(Stalin, Trotskizm mi Leninizm mi? sf. 352-353, Sol Yayınları)
Stalin,
emperyalizm üzerine bu saptamalarda bulunurken, daha, kapitalizmin
“1929 Büyük Buhranı” ortaya çıkmamıştı. Ama ekonomik ve
siyasal veriler vardı. Ekonomik ve onun üzerinde şekillenen
siyasal veriler birbirine koşut gider. Troçkist-Zinovyevist yıkıcı
muhalefetin emperyalist savaş tehlikesini görmezden gelen
anlayışları, kapitalizmin içinde bulunduğu ekonomik kriz ile
uyuşmuyor, onu küçümsüyor ve SSCB’nin bu tehlikelere karşı
önlem almasını zorlaştırıyordu.
Günümüze
baktığımızda, muazzam bir teknolojik ilerleme, aşırı üretimin
durdurulamayan hızı, burjuva demokrasisinin görünen yüzü AB
ülkeleri başta olmak üzere iç faşistleşmenin işçi sınıfı
ve emekçiler için tehlikeli bir boyuta ulaşması ve 2008 krizinin
atlatılamaması ve daha büyük bir ekonomik-finansal krizin
beklenmesi, borsalardaki düşüşler ve aşırı silahlanmalar ve
vekalet savaşların tükenip, büyük emperyalist güçlerin karşı
karşıya gelme sürecinin içine girilmesi, emperyalist savaşı,
dünya halklarının kapısının eşiğine getirdiğini
göstermektedir.
Kapitalizmin
krizinin aşırı üretim ve bu aşırı üretimi emecek pazar
bulunamaması gerçeği her zaman olmasına karşın, bazı dönemler
bu süreç kriz şekline dönüşmektedir.
Bazılarının
yüzeysel görüşlerinin aksine, kapitalizm karını artırmak ve
tekeller birbirine karşı üstünlük sağlamak için sermayenin
organik bileşmini sürekli yükseltirler. Ve teknolojik gelişmeyi
ve elbette üretici güçleri artan ölçüde giderek geliştirirler.
Bu kapitalizmin ilerici olmasından değil, birbirine karşı
üstünlük ve pazar paylarını artırmak istemlerinden kaynaklıdır.
Komünist
Enternasyonal (III. Enternasyonal, 1 Eylül 1928) Programı’nda
emperyalizmin krizi, faşizm ve savaş konusuna özel bir yer
verilir. Bu görüşler, Stalin’in 1 Auğustos 1927’deki
konuşmasıyla uyum içindedir.
„Artan
makine kullanımı, tekniğin ilerleyen mükemmelleşmesi ve bu temel
üzerinde sermayenin organik bileşiminin sürekli olarak
yükselişine, işin giderek daha fazla bölünmesi, emeğin
üretkenliğinin ve yoğunluğunun artışı eşlik etmiştir.“
2
Sermayin
organik bileşiminin yükselmesi, kapitalizme istikrara
kazandırmıyor, tersine, istikraraını daha kısa sürecin içine
sokarak krizlerin genel bir hal almasına ve derinleşmesine ve
emperyalist tekeller arasındaki (ve elbette emperyalist ülkeler
arasındaki) çelişmenin barış içinde çözülemeyecek bir
biçimde keskinleşmesine neden oluyor.
„Tam
da kapitalizmin tekniğinin rasyonelleştirilmesi ve pazarın
ememeyeceği geniş bir mal yığını üretmesi gerçeğidir ki,
emperyalist kamp içindeki, pazar ve sermaye ihracı alanları uğruna
mücadeleyi kızıştırmaya vesile olmakta ve yeni bir savaşın,
dünyanın yeniden paylaşılmasının koşullarının yaratılmasına
yol açmaktadır.“3
Burjuvazi
aşırı üretim krizini neden çözemiyor? Çünkü burjuvazi
çalışanların lehine bir üretim yapmıyor, tersine aşırı kar
elde etmek için üretim yapıyor. Stalin’in dediği gibi4,
eğer burjuvazi, işçi ücretlerini birkaç kat artırabilseydi,
köylülüğün maddi yaşam koşullarını iyileştirebilseydi, ve
genel anlamda işçi ve emekçilerin alım gücünü yükselterek iç
pazarı genişletebilseydi, bu sorunu kısmen çözebilirdi ve
krizlerini atlatabilirdi. Ancak, burjuvazinin amacı daha fazla kar
için işçileri ve emekçileri daha fazla sömürmektir. Burjuvazi,
işçilerin ücretlerini ve halkın refahını artırmak için
uğraşmaz. Tersini yapar. Bu da onu kaçınılmaz bir krizin içine
sokar. Aşırı üretim krizi, her zaman burjuvazinin tepesinde
demoklesin kılıcı gibi sallanır. İç pazarla yetinmeyip zorunlu
olarak dışa pazara yönelen burjuvaziyi daha keskin rekabet ve
çelişmeler beklemektedir. Bu da onu yeni pazarlar elde etmek için
savaşlara sürükler.
Emperyalist
burjuvazi, insanlık tarihini ileriye götürmek için değil, onu
geriye alma çabası içine girer. İnsanlığın tüm kazanılmış
değerlerinin yıkımını ister istemez hedefler. Yapılan savaşlar
ve yıkımlara bakıldığında bu sonuca varmak zor olmasa gerek.
Çünkü, burjuvazi insanlığın „bekası“ için değil, daha
fazla kar elde etmenin „bekası“ için mücadele eder. Kar ise,
işçi ve emekçilerin kanıyla birikir.
Üretimin
Uluslararasılaşması
Kapitalizm
ulusal temelde ortaya çıkmış olmasına karşın, uluslararası
bir niteliğe sahiptir. Emperyalizmin ortaya çıkışı, onun bu
niteliğinin bir ürünüdür. Yani, uluslararası bir ekonomi
olmasından kaynalıdır. Uluslararası pazarları ele geçirme
mücadelesi, üretimin uluslararasılaşmasını ve uluslararası
üretimin örgütlenmesini de kaçınılmaz olarak beraberinde
getirir. Bugün bunu net olarak yaşıyoruz.
Kullandığımız
cep telefonları, bilgisayarlar, otomobillerin ve daha başka
karmaşık metaların üretimlerine baktığımızda, parçaların
değişik ülkelerde üretildikten sonra bir yerde birleştirildiği
(monta edildiği) görülebilir. Örneğin bir dizüstü bilgisayarı
açıp baktığınızda, içinde en az on parçanın üretim
adresleri değişik ülkelerdendir. Bu üretimin
uluslararasılaşmasının yalın göstergesidir. Pazara sürülen
metaların adeta sanal ortamdaki gibi bir yerden bir başka yere
ulaştırmanın alt yapılarının (ulaşım) oluşturulması ve bu
ulaşımın çok yönlü olarak dünyanın en ücra köşelerine
kadar vardırılması, döşenmesi, kapitalist üretimin anında
pazarlara ulaştırmanın kaygısından ileri gelmektedir. Son olarak
Çin’in denizde ve karada yeni “ipek yolları”, emperyalist
tekellerin ürettikleri metaların anında her yere ulaşması
amaçlıdır. Bu aynı zamanda emperyalist devlerin ve emperyalist
tekellerin birbirlerine karşı pazarları ele geçirme çabalı
gelişim hızıdır.
Kapitalizmin
bu aşamaya gelmesi, özellikle 1970’lerden sonra uygulamaya
sokulan Neoliberal politikalarla daha da hızlanmıştır. Devasa
tekellerin ortaya çıkması ve bütün dünya pazarlarını ele
geçirme mücadeleleri, üretimi de derinlemesine ve genişlemesine
geliştirmiştir.
Üretimin
uluslararasılaşmasından Marx başta olmak üzere Lenin ve
Stalin’de söz ederler. Marx bunu, “Kapitalizm kendi süretinde
bir dünya yaratır” diyerek yanıtlar, Lenin emperyalizm
kitabında;
“ İhraç
edilmiş sermaye .... bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine
ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı.”5
III.
Enternasyonal’in 1928 Programı’nda ise şöyle bir saptama var:
“Dünya
ekonomisinin üretici güçlerinin büyümesi, böylece, ekonomik
hayatın biraz daha uluslararasılaşmasına,
ama
aynı zamanda en güçlü finans kapital devletleri arasında
bölüşülen dünyanın yeniden paylaşılması için verilen
mücadeleye yol açar.”6
III.
Enternasyonal, daha 1928 yılında bunu söylüyordu. Bugün ise,
üretimin uluslararasılaşması, kapitalist üretimin bir gerçeği
haline gelmiştir. Üretimin uluslararasılaşması emperyalist
tekeller arasındaki ve emperyalist ülkeler arsındaki çelişmeleri
daha da keskinleştirmiş, pazar mücadelesini iyice kızıştırmıştır.
Daha
yakın bir örnek. Örneğin Alman Otomobil tekeli VW (VolksWagen),
otomobillerinin bütün parçalarını Almanya’daki üretim
merkezlerinde üretmiyor. Parçalarının bir çoğu Türkiye vb.
ülkelerde üretilip, üretim merkezlerine (fabrikalara) getirilip
momntaj ediliyor. Hem ucuz işgücünden hem de ucuz hammaddeden
yararlanıyor. Ya da dünyanın önde gelen tekstil tekellerinin
üretimine baktığımızda, üretim ağları salt ana merkezleri
(bağlı olduğu ülke) değil, dünyanın her yanında üretim
yaptırıyorlar. Nicke’nin, Bangaldeş, Pakistan ve daha bir çok
ülkede üretim merkezi vardır. Koç Holding’in şirketleri,
örneğin Arçelik (genel de Beko adı altında) ya da o ülkelerde
satın aldığı şirketlerin adıyla üretim yapar. Güney Afrika,
Rusya, Çin, Bulagaristan, Romanya, Endonezya, Tayland, Pakistan’da
üretim merkezleri (fabrikaları) vardır. Bu, Koç Holding’in
uluslararası bir tekel olduğunu gösterdiği gibi, üretimin de
uluslararasılaştırdığını gösterir.
Emperyalist
tekellerin birbirleriyle rekabetleri ve aynı zamanda birbirleriyle
kaçınılmaz olan ekonomik karmaşık ilişkileri, üretimin
uluslararasılaşmasıyla daha da artmış ve bu aynı zamanda
emperyalist pazarların tıkanmasını ve bu pazarların yeniden
paylaşılmasını zorunlu kılmıştır.
Günümüzde,
ABD, Çin, AB, Japonya, Rusya ve diğer emperyalist ülkeler
arasındaki çelişmeler, ilişkiler, kutuplaşmalar, pazarların
yeniden paylaşılması mücadelesi uğruna olmakatdır. Özellikle
yeni gelişen emperyalist (örneğin Türkiye) ülkelerin varlığı,
emperyalistler arası çelişmeyi keskinleştirici ve pazarların
yeniden paylaşılması için emperyalist savaşın kaçınılmazlığını
öne çekmiştir.
Buraya
III. Enternasyomnal’ın 1928 programı’ndan bir saptamayı daha
aktaralım:
“Emperyalizm,
dünya kapitalizminin üretici güçlerini geliştirdi; toplumun
sosyalist örgütlenmesi için gereken maddi koşulların
yaratılmasını sağladı”7
dedikten sonra şöyle devam eder;
“Emperyalist
savaşlar, dünya ekonomisinin üretici güçlerinin emperyalist
devletlerin sınırlarını aşacak ölçüde gelişmiş bulunduğunu
ve ekonominin,
dünyayı bütünüyle kapsayan uluslararası çapta örgütlenmesini
zorunlu kıldığını
kanıtlamakta.”8
Yaklaşık
yüzyıl önce komünistlerin bu belirlemeleri, daha bir netleşmiş
ve emperyalizmin bu özelliği daha bir genelleşmiştir. Kapitalizm
derinliğine ve genişlemesine gelişerek uluslararasılaşmış
özelliği ve üretimin uluslararası örgütlenmesi öne çıkmıştır.
Emperyalist tekeller bunu dünyaya egemen olmak için yapmaktadır.
1928
programı’ndan bu konuyla ilgili son bir alıntı daha aktaralım:
“Emperyalizm,
kapitalist gelişmenin bu en üst evresi, dünya ekonomisinin üretici
güçlerini dev boyutlara ulaştırıyor, bütün dünyayı kendisine
benzetecek tarzda biçimlendiriyor. ... sermayenin tekelci biçimi
aynı zamanda, giderek artan ölçüde, kapitalizmin parazitleşerek
yozlaşmasının, çürümesinin ve çökmesinin öğelerini
geliştiriyor.”9
Emperyalizmin
üretimi uluslararasılaştırması, onun ilerici oluşundan değil,
dünyaya egemen olma, bütün pazarları ele geçirme ve halkları
köleleleştirme uğruna yapmaktadır. Ve bu gelişme emperyalist
savaşlarıda kaçınılmaz kılmaktadır. Üretimin devasa boyutlara
varması, tekniğin gelişmesi, sermayenin giderek daha az ellerde
merkezileşmesi ve yoğunlaşması, kapitalist dünya ekonomisinin
büyümesi, kapitalist sistemi bunalıma girmekte kurtarmaya
yetmiyor, tersine emperyalistler arası çelişmeleri
keskinleştiriyor ve barış içinde çözülemeyecek bunalımların
ortaya çıkmasına neden oluyor.
Bu
gelişmeler, proleter devrimlerini de 17 Ekim Rus Devrimi’nden bu
yana önünü açmıştır. Bugün, sosyalist devrimlerin olmaması,
bu sürecin kapandığı anlamına gelmez, tersine, emperyalizmin
içinde bulunduğu kriz ve savaş tehlikesi, burjuvaziyle proletarya
arasındaki çelişmeleri, emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki
çelişmeleri keskinleştirerek yeni bir proleter dünya devriminin
gelişmesinin önünü açmaktadır.
Yeni
Emperyalist Ülkeler
Yeni
gelişen emperyalist ülkeler, kapitalizmin bir lütfu değil,
kapitalist üretim ilşkilerinin bir ürünü olarak ortaya
çıkmaktadır. Hiçbir emperyalist ülke olduğu gibi kalamayacağı
gibi, geri ya da yarı-sömürge ülkelerde kapitalist üretim
ilkileri ve emperyalizm sürecinde oldukları yerde ilelebet kalamaz.
Emperyalistler arasındaki çelişmeler, kapitalizmin derinlemesine
ve genişlemesine gelişmesi, üretimin uluslararasılaşması ve
1980’lerden itibaren KİT’lerin hızla özelleştirme
operasyonları, ger kalmış kapitalist ülkelerin bazılarını öne
çıkarak emperyalist bir ülke haline gelmesine neden olmuştur.10
Çin,
Rusya, Hindistan, Brezilya, Güney Kore, Meksika, Türkiye, İran,
Güney Afrika, Endenozya, Arjantin, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik
Arap Emirlikleri (BAE) Bunlar yeni emperyalist ülkelerdir. Bunların
emperyalist dünyanın paylaşılmış pazarlarına girmeleri,
emperyalistler arası çelişmeleri daha da keskinleştirmiş ve yeni
bir emperyalist savaş tehlikesini daha erkenden tetiklemişlerdir.
Emperyalizm,
sermaye ihracı ve şirketlerin tekelleşmesi ve uluslararası
alanlarda pazar mücadelesine katılmasıdır.
Buraya,
bir kaç yeni emperyalist ülkenin sermaye ihracının 2016 yılı
verilerini alalım: (Milyar, ABD doları)
Çin;
479,737, Hindistan; 138, 611, G. Kore; 80,206, Rusya Federasyonu;
70,799, İran; 51,257, Türkiye; 44,952.11
Bu rakamlar, adı geçen ülkelerin dış ülkelerdeki doğrudan
sermaye yatırımlarını vermektedir.
İran
kendi bölgesinde (Ortadoğu) önemli bir bölgesel güçtür ve ABD,
İsrail ve Suudi Arabistan’nin baş düşmanı durumundadır ve bu
güçler İran’ın bölgede ilerlemesinin önüne geçemiyorlar.
İran, ABD’nin YDD karşı olan bir güç ve ABD bu gücü dize
getirememektedir.
Türkiye’nin
emperyalist12
olduğuna ilişkin saptamalara itirazlar vardır. Ne var ki,
Türkiye’nin sadece son yıllardaki saldırganlıkları ele alınsa,
bunun salt Erdoğan’nın lümpen kabadaylığının bir sonucu
değil, Türk tekelci burjuvazisinin saldırganlığı, yayılmacılığı
olarak ortaya çıkmaktığı rahatlıkla görülebilir. Türkiye’de
rejimin islamcı-faşist karaktere büründürülmesi, dış
emperyalistlerin isteğinden çok içerdeki Türk tekelci
burjuvazisinin isteği ile uyum içinde olmuştur. Kosova’daki
“FETÖ”cülere yapılan son operasyonun ekonomik perde arkasına
bakıldığında (Arnavutluk ve Kosova’daki bankaların13
kimlere ait olduğu bilindiğinde), resmin geri tarafı kolayca
anlaşılabilir.
Türk
burjuvazisi özellikle Ortadoğu’da diğer emperyalistlerden pay
istemekte ve ilişkilerini de buna göre düzenlemektedir. NATO üyesi
olmasına rağmen, bölgeye girebilmek için Rusya’yla ilişkileri
geliştirme yoluna girdi. İran ile anlaştı. Bu anlaşmalar
burjuvazinin çıkarlarıyla doğrudan ilişkilidir. Ve Türkiye daha
büyük savaşlara hazırlık yapmkatadır. Silahlanması ve
uluslararası ilişkileri, emperyalist kamplar arasındaki ilişkileri
buna göre dizayn etmeye çalışmaktadır. ABD ve AB’nin
dayatmalarına göre hareket etmemektedir. Tersine, onlardan taviz
koparmak için yoğun bir çaba harcamakta ve onların dayatmalarına
karşı Rusya ve İran ile girdiği ilişkileri koz olarak
kullanmaktadır. Aynı diğer emperyalistlerin birbirine yaptıkları
gibi...
Türkiye,
bölgede işgalci, yayılmacı ve savaş kışkırtıcısı bir güç
olarak varlığını sürdürmektedir. Bölge halkları için oldukça
tehlikelidir ve barışın düşmanı işgalci emperyalist bir
güçtür.
Emperyalist
Savaşın Kaçınılmazlığı
Emperyalist
savaşın kaçınılmazlığının habercisi belli başlı öğler
vardır.
Birincisi;
Bunların başında kapitalist ekonominin içinde bulunduğu kriz
gelir. Emperyalist burjuvazi 2008 krizini kısmen aşmasına karşın
yeni bir aşırı üretim kriziyle karşı karşıyadır. Ekonomi
borçla yürümektedir. ülkelerin toplam borcu dünya gayri milli
hasılasının %320’si kadardır. Yani, ortada sermayeden çok borç
var ve borçlu olmayan hiç bir ülke yok gibidir. Emperyalist
merkezlerdeki borsalarda düşüş yaşanmaktadır.
İkincisi;
Silahlanma gelir. Ülkelerin son beş yıl içinde silahlanması %10
artmış durumda. Silahlanma yarışı içine girmeyen ülkeler
yoktur. Bir taraftan askeri harcamaları artırırken bir yandan da
silahlanma yarışına girilmiştir. Büyük emperyalist ülkelerin
(ABD, Çin, Rusya vd.) askeri harcamaları ve dünyanın farklı
bölgelerinde asker konuşlandırmaları artmıştır. ABD’nin
dünyanın çeşitli yerlerinde 250 bin kişilik askeri vardır.
Bunun dışında Çin ve Rusya’yı askeri olarak da çember içine
alma hamleleri sıklaşmaktadır. Buna karşı ise söz konusu
ülkelerin hamleleri vardır. Çin devlet başkanı, ordusuna savaşa
hazır olmaları çağrısı yapmıştır.
Üçüncüsü;
İç faşistleşme ve ırkçılık artmaktadır. Bütün AB
ülkelerinde bu gelişme son beş yıldır hızlı bir şekilde
yaşanmaktadır. Irkçı-faşist partiler bu merkezlerde ya ikinci ya
da üçüncü sıralardadır. Bazı ülkelerde ise iktidarda yer
almaktadırlar. Buna karşı işçi ve emekçilerin haklarında büyük
kıstlanmalara gidiliyor. Demokratik hak ve özgürlükler giderek
daraltılıyor. Fransa ve Almanya’da bu güncel haldedir. Göçmenler
vesile edilerek ırkçı ve yabancı düşmanlığı geliştiriliyor
ve yabancılara (göçmenlere karşı) daha sert politikalar
uygulanıyor.
Kitlelerin
demokratik hakları yanında ekonomik haklarıda gasp edilmekte ve
işçi sınıfı üzerindeki sömürü oldukça ağırlaştırılmaktadır.
İç faşistleşmenin ve gericileşmenin en önmeli belirtilerin
başında kitlelerin demokratik ve ekonomik hakların gasp edilmesi
ve sömürü koşullarının daha da ağırlaştırılması gelir.
Bugün bu bir gerçekliktir.
Dördüncüsü;
Emperyalist kutuplaşmaların ve emperyalistler arası çelişmelerin
keskinleşmesi. Ortadoğu, Güney Çin Denizi, Doğru Avrupa (Ukrayna
vd.), Kafkasya ve Afrika’da çelişmeler derinleşmiş ve
keskinleşmiştir. Bu bölgeleri yeniden paylaşım savaşları
vekalet savaşlarından doğrudan emperyalistlerin kendilerinin karşı
karşıya geldiği bir döneme girmiştir.
ABD’nin
Çin’e vegi uygulaması, Çin’in buna karşılık vermesi,
Rusya’ya karşı uygulanan ağır dıştalma politikası (Rus
diplomatlarının sınır dışı edilmesi olayı), ABD’nin
“Ulusal Güvenlik Belgesi”nde açıktan Çin’i düşman ilan
etmesi ve meydan okuması ve “küreselleşme” vb. yerine ulusal
çitlerin örülmek istenmesi, yani vergilerle çitler örülmesi,
emperyalist burjuvazinin savaş hazırlıkları olarak okunmalıdır.
Beşincisi;
Emperyalist burjuvazi artık eskisi gibi dünyayı yönetemez duruma
girmiştir. ABD emperyalist burjuvazisinin biçimlendirdiği Yeni
Dünya Düzeni (YDD) yıkılmıştır ve bunun ciddi sancısı
çekilmektedir. Çin kendi emperyalist düzenini dünyaya vermeye
çalışmaktadır. En saldırgan güç ve savaş kışkırtıcısı
olarak öne çıkan ABD emperyalizmi, yönetimi savaşa göre
şekillendirmektedir. Yani, bir nevi emperyalist savaş hükümeti
oluşturulmaktadır.
Altıncısı;
Kitlelerin
eskisi gibi yaşamak istememesi. Bu bir çok ülkede kitlelerin
sokaklara dökülmesinde, işçilerin grevlerle ekonomik hakların
gaspına karşılık vermesinde kendini göstermektedir. Burjuvazi,
kitlelerin tepkilerini baskı ile bastırma yöntemiyle önlemeye
çalışmaktadır. Türkiye, Çin, Hindista, Rusya, Brezilya, meksika
vb. ülkelerde kitle harekketleri polis ve askeri güçler ile
bastırılmaya çalışıllıyor. ABD’de devasa kitle gösterileri
yapılıyor. Irkçılık ve bireysel silahlanma ve Trump yönetimi
protesto ediliyor. AB ülkelerinde ise, başta Fransa ve Polonya’da
olmak üzere bir çok ülkede kitleler hükümetlerin uyguladığı
hak gasplarını protesto ediyor.
Bütün
bu gelişmeler dikkate alındığında, emperyalist savaşın
kaçınılmaz olduğunu ve esas akımın savaş olduğu saptamasında
bulunmak abartı olmayacaktır. Komünistler mücadele taktiklerini
buna göre oluşturmalıdır. Kitleler, emperyalist savaşa karşı
mücadeleye çağırılmalı, emperyalist savaşa ve faşizme karşı
birleşik cephenin oluşturulması esas olmalıdır.
Bitti.
1
Stalin, Trotskizm mi Leninizm mi?, sf. 351, (açS), Sol Yayınları,
İkinci Baskı
2
III.
Enternasyonal, 1919-1943, sf. 131, Belge yayınları, 1979 Ekim)
6
KE Raporu, sf. 133
7
Emperyalizm, demek ki üretici güçleri geliştiriyormuş. Buna
karşın “ilerici” olmuyor. Çünkü bir çok kesim, gelişen
üretici güçlerin gelişmiş olmasını görmek istemiyor. Oysa,
dünyanın bugünkü hali, üretimin uluslararasılaşması, devasa
teknolojik gelişmeler, üretici güçlerin geliştiğini, anacak
bunu emperyalizmin çıkarları doğrultusunda geliştirdiğini
belirtmek gerekir. Özellikle Türkiye’yi hala “pre
kapitalist” öncesi dönemle açıklamaya çalışanların, bu
marksist verileri ve argümanları bir kere daha gözden
geçirmelerinde yarar var. Bunları son panellerdeki tartışmalardan
hareketle yazıyorum.
8
III. Enternasyonal 1928 programı, sf. 136 (açYK)
9
III. Ent. Sf. 137
10
Yeni Emperyalist Ülkeler saptamasını ilk olarak Almanya
Marksist-Lleninist Partisi (MLPD) önderi stefan Engel yapmış ve
bunu türkçeye , “Uluslararası Devrimin Şafağı” (Nisan
Yayımcılık) adıyla çevrilip yayınlanan araştırma kitabında
ve “Yeni Emperyalist Ülkeler” broşüründe (türkçesi
yurtdışında yayınlandı ve internette bulunabilir) etraflıca ortaya koymuştur. Bu
kitapların içindeki teorik belirlemeler Uluslararası Komünist
Hareketi’ne önemli bir katkıdır.
11
Veriler, UNCATAD 2016 raporundan alınmıştır.
12
Bu konuyla ilgili yazım: Burjuvazinin Halleri ve Mücadele
Taktikleri, bkz. http://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/burjuvazinin-halleri-ve-mucadele-taktikleri-1
ve http://yusuf-kose.blogspot.de/2018/01/burjuvazinin-halleri-ve-mucadele.html
13
Çalık Grubu’na ait bankalar Arnavutluk ve Kosova’da büyüklükte
ikinci sıradadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder