EKONOMİ
VE SİYASET
Yusuf
KÖSE
Siyaset
mi ekonomiyi belirler, ekonomi mi siyaseti belirler, hep tartışılır
olmuştur. Burjuva düşünce sahipleri, siyasetin ekonomiyi
belirlediğini ileri sürerken, Marksist-Leninist-Maoist (komünist)
düşünce sahipleri, ekonominin siyaseti belirlediğini savuna
gelmişlerdir. Doğru olanda bu son yaklaşımdır.
Siyaset
bir üst yapı kurumudur. Onu belirleyen, ortaya çıkaran ve ona
geniş bir eylem alanı sunan ekonominin kendisidir, yani toplumsal
ekonomik alt yapıdır. Toplumsal ekonomik alt yapıdan bağımsız
siyaset yürütmenin olasılığı esasta olamaz. Siyaset ekonominin
üzerinde yürür ve belirleyici olanda ekonomidir. Siyaset ekonomiye
etki eder mi, elbette eder, ama, o ekonominin yanında ikincildir.
Burjuva
siyaset arenasında, genelde siyaset kişilere bağlanır. Bu
aslında, burjuva ideolojisinin temel sorunları gizleme ve kitleleri
aldatma siyasetinden kaynaklıdır. Onun için kahramanlar vardır ve
işleri tek tek kahramanlar yürütür.
Örneğin,
her ABD başkanı değiştiğinde, siyasetinde değişeceğini ve
ABD siyasetini yeni seçilen başkanın keyfi isteklerine bağlı
olduklarını ileri sürerler. Oysa hiçte böyle değildir. ABD
siyasetini, ABD ekonomisine egemen tekeller belirler. Siyaset onların
çıkarları doğrultusunda yürür ve yürütütlür. Bu hem dış
siyaset hem de iç siyaset için geçerlidir. Başkanların değişmesi
ve değişen başkanlara göre siyaset yürütülmesi, başkanların
kişisel durumlarından değil, onları seçen ve seçtiren ekonomiye
egemen güçlerden kaynaklıdır. ABD ya da herhangi bir ülkede
başkan ya da burjuva lider siyasetçilerin belirleyicilği oldukça
sınırlıdır. Onlar bağlı oldukları ekonomik güçlere göre
hareket ederler ve onların sınıfsal çıkarlarını savunur ve
korurlar.
Putin
Rusya’nın başına geldiğinde, sanki belirleyici olan bu kişi
gibi algı yaratılmış ve yaratılmaya devam ediyor. Oysa, Putin’i
seçen ve seçtiren Rus emperyalist burjuvazisidir. Onların sınıfsal
çıkarlarını en iyi koruyan ve korumasına inandıkları Putin
olduğu için, tekrar tekrar başa getirilmiştir.
Almanya’da
uzun yıllardır Merkel vardır. Daha önce Kohl vardı ve bunlar,
Alman burjuvazisinin çıkarlarını iyi temsil ettikleri için bu
kadar süre başta kalabilmişlerdir. Bunlara düşen bir görevde
kitleleri peşlerinden sürüklemesini bilmeleridir.
Burjuva
siysetçilere iki görev düşer. Biri burjuvazinin ekonomik ve
siyasi (genel anlamda sınıfsal) çıkarlarını en iyi şekilde
korumak ve bu doğrultuda kitleleri etkilemek, bu çıkarların
kitlelerin çıkarı olduğuna ikna etmektir. Yani, geniş yığınları
burjuva siyaseti etrafında oyalayabilmek, tutabilmek ve düzenin
yürütülmesini başarabilmektir.
Burjuva
siyasetçilerini kitleler belirlemez. Burjuvazinin kendisi belirler.
Burjuvazi bir bütün olmadığı için, içinde farklı çıkar
grupları olduğundan liderlik konusunda, yani siyasal temsilcilik
konusunda aralarında farklılıklar çıkar. Bu siyasete yansır.
Almanya ya da ABD’de genelde iki parti güçlüdür. Biri
“demokrat” görünümlü Sosyal Demokrat Parti diğeri ise “sağ”
görünümlü Hiristiyan Demokrat Parti. ABD de ise Cumhuriyetçi
Parti ve Demokratik Parti vardır. Bunlar arasındaki siyaset farkı,
kendi sınıfsal çıkarlarlarıyla, sömürüden daha fazla pay
alama ile doğrudan ilişkilidir.
Erdoğan
ve Siyaset
Ülkemizde
de AKP, esas olarak da Erdoğan ele alındığında, bu kişi her
şeyi tek başına belirleyen ve ülkeyi kendi kişisel çıkarları
doğrultusunda yöneten bir olarak öne çıkarılmaktadır. Aynı,
Batılı burjuvazinin Putin (ve Trump için de) yaptığı
propaganda, “Erdoğan’da diktatör”. Yani, “ülkeyi kendi
egosunu tatmin için yönetiyor”. Bunlar, gerçeği gizleyen tipik
burjuva siyasal argümanları ve kitleleri yanıltma siyasi
bezirganlığıdır.
Oysa,
Erdoğan ya da daha önceki askeri cuntalar tek başlarına ülke
yöentmedi. Bunların arakasındaki görünmez ya da gösterilmeyen
kesim sermayedir. Türk egemen sınıfları, ekonomiyi, devleti
elinde bulunduran sınıflardır.
Bugün
TC devletini “tek adam” yönetiyor gibi gösteriliyor. Aynı
Hitler’in Almanya’yı “tek başına yönetti” dendiği gibi.
Bu “çılgınlar”, “yarı akıllılar” ülkeyi yönetti ve
yönetiyor. Ekonomiyi elinden bulunduran burjuvazinin hiç mi hiç
günahı yok (!) Ülke ekonomisini elinde bulunduran koca koca
tekellerin hiç günahı yok(!) O garibanları bu diktatörler
dinlemiyor ve onlarda eziliyor (!) Aynen böyle deniyor. Özellikle
TÜSİAD kesiminin ezildiği ileri sürülüyor ya da buna yakın
düşünceler yayılıyor. Hatta, GEZİ’de neredeyse “direnişçi”
gösterilen ve ülke ekonomisinin en azından %10’nu elinde
bulunduran ve dünyanın çok uluslu ilk 250 tekeli içinde yer alan
KOÇ’un, hiç mi hiç Erdoğan’ın uyguladığı bu politikadan
haberi ve eli yok denecek duruma gelindi.
Öyleki
“Bonapart Erdoğan”, burjuvaziye rağmen iç ve dış
politikaları kendi başına hayata geçiriyor. OHAL’den,
KHK’lerden burjuvazi “çok rahatsız”. Erdoğan ve yanına
aldığı Bahçeli, TÜSİAD’a rağmen işi götürüyor demeye
getiriyorlar. Bunu yazıp çiziyorlar da.
Hitler
yenildikten sonra arkasından söyelenlere bakın. “Deli”, “tek
başına ülkeyi ve dünyayı mahvetti” vb. Oysa, onu iktidara
taşıyanın Almanya’nın en büyük çelik tekeleri ve diğer
tekellerin olduğu gizlendi ya da gizlenmeye çalışıldı. Burjuva
politikası aklanmaya ve “demokrat” gösterilmeye çalışıldı.
Bugün en büyük uluslararası tekellerin arasında yer alan Alman
menşeli tekellerin bütünü, Hitler döneminde en fazla “zorla
işçi (yani, yahudileri, esirleri, komünistleri, çingeneleri, vd.)
çalıştıran”ların arasında yer alırlar. Meşhur mühendislik,
eleoktronik, kimya, otomobil, çelik tekelleri vb. leri....
Kenan
Evren ve diğer faşist paşalar yönetime el koyduğunda, bütün
Türk egemen sınıfları (emperyalist Batı burjuvazisi de dahil)
yönetimi kutlamış ve kutsamışlardı. Ne zaman ki, kenan Evren ve
şürekasının kullanım süresi doldu, başta burjuva yalakaları
liberaller önce saldırıya geçti. Peşinden burjuvazinin kendisi.
Hepsi birden “cunta karşıtı” oluverdiler. Oysa, onları o
tepeye çıkaranlar kendileriydi. Ve o süreçte, işçi sınıfını
susturarak en büyük sermaye birikimini yaptılar. Sermaye bu
süreçte yoğunlaşma ve merkezileşmesini en üst seviyeye çıkardı.
Kenan
Evren ve şürekası, yani sermayenin askeri cuntası askeri zorla
kitleleri susturdu, demokratik hakları yok etti. Erdoğan ise, kitle
desteği ve peşinden polisiye güçle bu işi götürüyor. Ama
arkasında, büyük sermaye var. Ve yeni palazlanan sermaye güçleri
olduğu gibi, eski palazlanmış sermaye güçlerinin de büyümeleri
söz konusudur.
Türk
egemen sınıflarının hiç bir kanadının, işçilerin
susturulmasından, demokratik hak ve özgürlüklerin yok
edilmesinden, Kürtlerin katledilmesinden, demokrasi güçlerinin
baskı altına alınmasından hiç bir şikayetleri yoktur, tersine
oldukça memnundurlar. Arada “demokrasi” laflarının çıkması,
görüntünün ötesinde bir şey değildir, sahtedir.
Neden
sahtedir? Çünkü, burjuva siyasetçileri yöneten ve yönlendiren
sermaye kesimleridir. Sermaye, baskı sürecinde daha fazla büyür.
Bütün büyük sermaye kuruluşlarına, yani kapitalist tekellere
bakın, büyümeleri bu tür süreçlerde daha fazla olmuştur.
Bir
burjuva tekeli, sermayedarı, holdingi vb. en çok nasıl sermaye
birikimi sağlıyorsa, o siysal yapıyı, o siyasal yönetimi egemen
kılmaya çalışır. Türk egemen sınıfları da büyümek için,
genelde askeri ve sivil diktatörlükleri egemen kıldılar. Meşhir
“24 Ocak Kararları” ancak ve ancak askeri bir yönetimle (12
Eylül 1980 Askeri Cuntası) topluma, yani işçi ve emekçilere
kabul ettirilebilirdi. Öyle de yaptılar.
Daha
sonraki süreçler ise, Türk burjuvazisinin büyüme ve serpilme
dönemi oldu. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi süreci
çalkantılı geçti. Ecevit’in düşürülmesi, Kemal Dervişlerin
devreye sokulması ve 2002 seçimleriyle AKP’nin iktidara
getirilmesi vb. gibi olaylar, egemen sınıfların denetimi altında
gelişen olaylardır. Bu süreçte, burjuvazinin bu politikasına
karşı işçi ve emekçi cephesinden güçlü bir karşı koyuş
(GEZİ) oldu, ancak, burjuvaziyi geriletmeye yetmedi.
Ayrıca
belirtmekte yarar var, ülkedeki her askeri darbe Türk egemen
sınıfların (büyük burjuvazinin) isteği doğrultusunda olmuş ve
onların ekonomik büyümesine hizmet etmiştir.
Türkiye’de
bütün baskı süreçleri, sıkıyönetimler, OHAL ve KHK gibi
uygulamlar, kitlelerin baskı altına alınarak, sermayenin büyümesi
ve çıkarlarının korunması için uygulanmış ve uygulanmaya
devam etmektedir.
Sermayenin
birikimi ve merkezileşmesi, büyümesi, devlet yapısında da
değişikliğe gitmeyi zorlamış ve burjuvazi devlete yeni bir biçim
vermeye başlamıştır. Bugün de AKP’nin iktidarda olması,
uygulamaları, başkanlık sistemi, toplumun islamlaştırılması,
dinci eğitimin esas hale getirilmesi vb. uygulamalar, TC devletine
gemen olan sınıfların, yani sermaye kesimin istekleridir. Bu
gelişmeler, devletin yeniden reorganizasyonu için burjuvazi için
gerekliydi. Bunu hem ordu içinde direnencek kesimleri ekarte ederek
yaptı, hem de bürokrasi içinde ayak direyecek kesimleri ekarte
ederek yaptı. Öte yandan en büyük muhalefet olan işçi
sınıfının, devrimcilerin komünistlerin iyice ezilmesi,
demokratik hak ve özgürlüklerin bütünüyle ortdan kaldırılması
ve buna karşı koyacak her hareketin ezilmesini esas aldılar.
Bunun
içinde en büyük muhalif örgütlü demokratik güç ise, Kürt
hareketiydi.
Kürt
hareketinin gelişmesi, salt demokratik hakların genişletilmesi
tehlikesini doğurmakla kalmıyor, burjuvazi için bundanda daha
büyük bir tehlikeyi, ayrılma ve bütün Kürdistan’ın
birleşmesi yolunu açması vardır.
Sonuç
olarak Erdoğan-AKP hükümeti, Türk egemen sınıfların (TÜSİAD,
MÜSİAD) politikasını yaşama geçiriyor. Türk devletinin iç ve
dış politikası Türk egemen sınıfların çıkarlarına rağmen
değil, çıkarlarına uygun bir şekilde yürütülüyor. Bunun
tersini iddia etmek, Türk sermayesinin durumundan bir haber
olanlardır. Ya da devletin kişilerin arzularına göre değil
sınıfın arzularına göre yönetildiğini ve devletin sermaye
sınıfının “ulvi” çıkarlarını temsil ettiğinden haberi
olmayanlardır.
ABD,
Türkiye ve AB İlişkileri
Son
yıllarda Türk devletinin AB ve ABD dışında hareket etmeye
çalışması ya da onlarla ilişkilerini zorlaması ve bir çok
isteğini kabul ettirmeye çalışması, bölgesel güç olma isteği
ile yakından ilgilidir. Suriye savaşı sırasında önce Rusya’ya
karşı cephe alan ve bunu Rus uçağını düşürerek en yükseğe
çıkaran Türk devleti, yanında AB ve ABD görmeyince, Rusya ile
ilşkilerini yeni baştan gözden geçirip, Rusya lehine düzeltti.
Türk
egemen sınıfları içinde uzun süredir bir “ŞANGAY BEŞLİSİ”
heveslisi olan kesim var. Bu, yeni pazarlara açılma ve Batı’nın
her tarafı kontrol altında tutan tutumundan kaçınma ve kendine
yeni pazar alanları bulma isteği, umudu ve çabası olarak
okunmalıdır.
Bu
bir niyet değil ya da ekonomik gelişmelerden bağımsız bir
siyaset izleme değil, ekonomini yönlendirdiği ve dayattığı bir
siyaset yoludur.
Rusya,
İran ile geliştirilen ilişkiler ve Ortadoğu ve Afrika pazarları
Türk egemen sınıfları için cazip alanlar ve pazar bulma
çabalarıdır. Koç Holding’in Afrika’daki ekonomik
yatırımlarına bakmak bile yeterlidir. (Türk
şirketlerinin dış yatırımlarına ilgi duyanların İbrahim
Ekinci’nin Dünya Gazetesi’ndeki araştırma-haberine bakabilir)
1
“Yeni
Osmanlılık” eğiliminin sık sık dile getirilmesi, eski Osmanlı
topraklarına sahip çıkılmaya çalışılması, işgalden çok
sermaye için pazar alanları olarak kullanılması için
dillendirlmektedir.
Almanya
ile sürtüşmeler, ABD ile karşılıklı vize restleri, bölgesel
güç olma ve bunun önünde engel olunmasına karşı çıkmak
olarak okunmalıdır. Ama, asla, anti-emperyalizm olarak değil!
Bütün
bunlara rağmen, Türk egemen sınıfları ne AB ile ne de ABD ile
ekonomik ve siyasal ilişkilerini kesmeyecektir. Diş göstermenin
ötesine geçemeyecektir. Çünkü ekonomik ilişkilerin büyük bir
bölümü AB (başta Almanya, Hollanda, Fransa, İngiltere, italya
olmak üzere) ülkeleriyle yapılmaktadır. Ayrıca, AB’de
Türkiye’ye ekonomik yaptırım uygulamaz. Adını verdiğim
ülkelerin Türkiye ile yoğun ekonomik ilişkileri var ve doğrudan
yatırımların yanı sıra bir sürü ticari ilşkileri söz
konusudur.
ABD’nin
vize restinin arkasındaki neden, Türk devletinin ABD’ye
danışmadan işler yapmasıdır. Yani, Sarraf, F. Gülen ya da
ABD'li Rahip meselesi değildir. Bunlar, esas sorunları perdeleme
argümanlarıdır.
Emperyalizm
çağında sermayelerin iç içe geçtiği, “kapitalizmin kendi
süretinde bir dünya yarattığı” bir süreçte ekonomik
ilişkilerin askıya alınması oldukça zor ve kolay kolay
başvurulmayan bir yöntemdir. Örneğin, AB ABD'nin istediği her
ekonomik yatırımı devreye sokmayabiliyor. Ekonomik yaptırımlarda,
sadece yaptırıma uğrayan ülke değil, yaptırım yapan ülke
tekelleri de zarara uğruyor.
Türk
devleti, dışarıya açılan sermayesi ile, sahip olduğu askeri
gücüyle ve dokuzyüz milyar dolara yaklaşan GSMH ile büyük
emperyalist güçlerden “payını” istiyor. Bunu da her fırsatta
Erdoğan’ın ağzından dile getiriyorlar.
Ortada
bir anti-emperyalizm olayı yok ve olamaz. Tekelci burjuvazinin
anti-emperyalizmi olamaz. Karşılıklı atışmlar, ekonomik ve
siyasal çıkarların korunması, büyütülmesi ve
derinleştirilmesiyle ilgilidir.
Kısacası,
Erdoğan “bonapartist” olduğundan değil, Türk sermayesi
Erdoğan’ı hırçınlaştırdığından işler bu haldedir. Çılgın
olan, hırçın olan, agrasif olan, ülkeyi sermaye sınıfı için
sömürü ve talan cenentei haline getiren ve neredeyse iki ayda bir
çıkarılan “torba yasaları”, Kürt illerini yakıp-yıkan,
her fırsatta Suriye’ye girmek isteyen, Kürdistan’ın bütününü
yutmak isteyen, tüm demokratik hak ve özgürlükleri ortadan
kaldıran, ülkeyi OHAL ve KHK’le idare eden, başkanlık sistemini
getiren Erdoğan değil, onun temsil ettiği Türk burjuvazisidir.
Sorun böyle okunmalıdır diye düşünüyorum. 16.10.2017
1
Bkz. İbrahim Ekinci,
https://www.dunya.com/sirketler/yurtdisindaki-turk-sermayeli-fabrika-sayisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder