Bu Piramid Yıkılacaktır!
Kapitalizm Ehlileşir Mi?
Yusuf KÖSE
Giriş:
Kapitalist üretim ilişkileri altında öncelikle iki şey göze çarpar: Bir tarafta devasa sermaye birikimi, yani bir avuç kapitalistin elinde biriken zenginlik, bir tarafta ise sermaye birikimine ters orantılı büyüklükte toplumun en geniş kesimlerini (çalışanları ve işsizleri) içine alan devasa bir yoksulluk. Kapitalist toplum bu anlamda iki kampa bölünmüştür. Aralarında derin sınıfsal uçurum olan bu iki kampı bir araya getirmek, birleştirmek ya da en iyimser yanıyla ekonomik, siyasi ve kültürel olarak yakınlaştırmak olası değildir. Bölünmüş iki kampın ortadan kalkması için, bu uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklarla bölünmüşlüğü yaratan ekonomik ilişkilerin ortadan kaldırılması gerekir. Yani, bu iki kampı yaratan kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla, çalışanların ürettiklerine el koyan bir avuç kapitalist ile çalıştıklarının karşılığını alamayan ve zenginlerce el konulanların oluşturduğu yoksullar kampı da ortadan kalkarak sınıflı toplumsal yapıda ortadan kaldırılmış ve yerine sınıfsız bir toplum inşa edilmiş olur.
Bu toplumu oluşturan esas olarak bu iki uzlaşmaz sınıfsal kamp, gökten bir elma gibi düşmedi. Bunu tarihsel kökleri var . İnsanlık tarihinin ilk evrelerinde olmsada, daha sonraki süreçte, insanın üretkenliğinin artmasıyla, fazla üretime el koyanların ortaya çıkmasıyla oluşmuştur.
O günden bu güne değin, özel mülkiyet ve özel mülkiyete sahip olmayanlar olarak bölünmüş toplumsal yapı, özel mülkiyeti elinde bulunduranlar ile mülksüzleştirilmişler arasındaki mücadele, bazan kanlı, bazan devasa sınıf çatışmalı toplumsal altüst oluşlarla günümüze geldi. Toplum sınıflara bölündüğünden bu yana hiç bir zaman durağan ve sattik bir hal almadı. İçten içe büyüyen sınıf çelişmeleri devrimsel çatışmalarla günümüze ulaştı.
Bu iki uzlaşmaz sınıfa bölünmüş kapitalist toplumda, sınflar arası uzlaşma söz konusu olabilir mi? Olur denirse, kapitalistlerin el koydukları zenginlin bir kısmından, daha da ilerisi, işçi sınıfı üzerinde kurdukları diktatörlüğün bir kısmından vazgeçilmesi anlamına gelir.
Burjuvazi, iktidarından vazgeçer mi? Daha önceli olmasına karşın, burjuvazinin tarihini 1789’da başlatırsak, burjuvazinin kendiliğinden iktidarından vaz geçmediğini, yaşanan burjuva ve proleter devrimlerle gördük. Tersine, burjuvazi kaybettikleri iktidarı yeniden ele geçirmek için bütün çabaları gösterdiğini ve işçi sınıfının sosyalist iktidarına karşı, aralarında çıkar çatışmalarını bir kenara bırakarak, esas düşmanları olan işçi devletleri olan sosyalizmi yıkmak için birleştiklerini gördük. Ne yazık ki, saf değişitirip liberalleşen küçük burjuva Kautsky’nin; “... Sermayenin yayılma eğilimleri, emperyalzimin şiddete dayalı yöntemleriyle değil, ancak barışçı demokrasiyle en iyi şekilde kolaylaştırabilir” öngörüsü gerçekleşmedi, tersine iki dünya savaşı yaşandı ve o günden bu yanada emperyalist işgaller, saldırılar, tekeller arsındaki ölümüne rekabet ve paylaşımlar bitmedi. Küçük burjuva düşünce yapısının, sınıf uzalaşmacılığı hayali, sınıfların “iyi niyeti” gösterileriyle ilgili olmadığını sıklıkla gösterdi.
1789 tarihi, nasıl ki, burjuvazi için, feodal aristokrasiyi yenip, feodal sistemi parçalayarak burjuvazi önderliğinde kapitalist toplumsal sistemi kurmanın görkemli tarihini, bir adım daha ileri taşımanın dönüm noktasıysa: 1917 Sovyet Devrimi’de uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halklar için (bu yıl 150. yılını kutladığımız) 1871 Paris Komüni izinden yürüyerek, işçi sınıfı önderliğinde burjuvaziyi yenip kapitalizmi yıkıp sosyalizmi inşa etmenin tarihi adımını daha ileri taşımanın toplumsal tarihin görkemli bir dönüm noktasıdır. Burjuva devrimleri sosyalizmin kurulmasının yolunu açtıysa, sosyalist devrimlerde; insanın insanı ezen, insanlar arasına sınır çeken ve insanı sınıflara bölen toplumsal yapıların nasıl ortadan kaldırılacağının yolunu açmıştır.
Üretim Araçları Kimin Elindeyse İktidar O Sınıfındır
Diğer sınıflar üzerinde egemenlik inşa eden sınıf, sınıfsal imtiyazlarından vaz geçmez. Tersine, ekonomik, siyasi ve kültürel imtiyazlarını her geçen gün daha da artırma yoluna gider. Bu sınıflara bölünmüş toplumsal bir yapıda, diğer sınıflara hükmetmenin, onlar üzerinde iktidar kurmanın olmazsa olmazıdır. Çünkü, kapitalist üretim ilişkileri, iktidardaki sınıfın iktidarda kalması ve her geçen an imtiyazlarını daha da artırmanın toplumsal üretimini gerçekleştirir. Ama öbür yandan ise, baskı altın aldığı, üzerinde iktidar oluşturduğu sınıfın güçlenmesinin alt yapısını kaçınılmaz olarak üretir.
Burjuvazi, iktidarını, daha fazla sömürü ve daha fazla baskı ile üretir. Ama buna karşı ise, üzerinde egemenlik kurduğu işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkilerini yıkıcı, tahrip edici devrimci ilişkilerini (üretici güçlerin gelişmesini) kaçınılmaz olarak üretir. Ancak, biri geri bir üretim iken, ikincisi ileri bir üretimdir. Burada ileri olan, burjuvazinin üzerinde egemenlik kurduğu üretici güçlerin devamlı bir devrimci gelişm içinde oluşudur. Burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışma, yeni ile eskinin, geri ile ilerinin çatışması olarak ortaya çıkar. Geri üretim ilişkilerine dayanarak toplumsal sisteme gemen olan burjuvazi, üretim ilşkilerinin gerici karakterinden dolayı, devamlı olarak ilerini karşısında yer alıp, var olan toplumsal statik durumu korumaya, yani, kendi iktidarını korumaya, ona karşı çıkan kesimleri ise devamlı olarak devlet gücüyle, yani zorla bastırmaya ve susturmaya çalışır.
Soyut söylemleri somut ile birleştirirsek, sermaye birikimi, zoru (devlet şiddeti ya da şimdi Türkiye’de uygulandığı gibi devlet terörü, ki bu; faşist devlet terörüdür) zorunlu olarak öne çıkarır. Çünkü, sermaye birikimi, işçinin emeğinin zorla kapitalist tarafından el konulmasına dayanır. Burjuvazi, kendi emeği olmadığı halde, üretim araçlarını elinde bulundurmasından dolayı, yaşamını sürdürmek için üretim araçlarından yoksunlaştırılmış (mülksüzleştirmenin özü budur) işçiler üzerinde, durmadan artan ölçüde, baskı ve sömürü koşullarını ağırlaştırır. Sermaye birikiminin oranına koşut olarak baskı ve sömürü koşulları da ağırlaşır. İşçi sınıfının yaşam koşulları iyice sefilleştirilir. Bu kapitalist birikimin genel bir eğilimidir.
Burjuvazinin, işçi ve emekçi karşısında en büyük silahı üretim araçlarına sahip olmasıdır. Bu nedenle de, toplumun önemli bir kısmını mülksüzleştirmesi gerekir. İnsanın yaşamını sürdürmesi için üretim araçlarına gereksinimi vardır. Üretim araçları, toprak, toprağı işleyecek aletler, üretim yapacağı makineler vb. Bunlar olmadan insan yaşamını sürdüremez. Ya da küçük esnaf içinde köyde yaşayan köylü içinde yaşaması için birine küçük bir esnaf dükanı, diğerine ise az da olsa toprak gereklidir.
İnsan üretiminin gelişmişlik düzeyinin yüksek oluşunun getirdiği bir sonuç olarak, toprağın dışında, üretim araçları fabrikalarda toplanmıştır. Yüksek düzeyli ve toplumsal üretimler artık fabrikalarda yapılmaktadır. Yani, kapitalizm öncesi çağlarda olduğu gibi, küçük ve bireysel (toprak da dahil) üretim araçları toplumsallaştırılmıştır. Ve bunlar kapitalist bireylerin elindedir. İşte kapitalistin en büyük avantajı budur. Üretim araçlarını (fabrika ya da toprağı kendi mülkiyeti altında toplayan büyük toprak sahibi olarak) kendi elinde toplayarak, yaşamak için üretmek zorunda olan üretim araçlarından yoksun olan işçileri kendi adına çalıştırır. Yaşamak için üretim araçlarından yoksun işçiler mecburen kapitalistin fabrikasında çalışmak zorundadır. Çünkü yaşaması gerekir. Ailesi varsa ailesine bakması için kapitalistin fabrikasında onun istediği koşul ve şartlarda çalışmak zorundadır.
Kapitalist işçiye; “istemiyorsan çalışma, çalışmak gönüllü” diyebilir. Ama, kapitalist de, üretim araçlarından yoksun işçi de çok iyi biliyor ki, işgücünden başka bir yaşam aracı olmayan işçi çalışmak zorundadır. Çalışmazsa yaşayamaz. Çalışmadan kendi bireysel yaşamını sürdüremeyeceği gibi, varsa ailesi, onlarında yaşamlarını sürdürmeleri olası değildir. Çalışmazsa başını sokacağı evi olmaz, günlük asgari gıdasını alamaz. Kısacası, yaşamak için en asgari ve zorunlu gereksinimlerini karşılayamaz.
Kapitalistin en büyük avantajı üretim araçlarına sahip olmaksa, işçinin de en büyük avantajı örgütlü olmasıdır. Ekonomik örgütü olan sendikalar ve iktidar örgütü olarak kendi sınıfının sınıf bilinçli partisi. Kapitalistin en büyük korkusu işçilerin örgütlü olmasıdır. İşçinin sendikal örgütlenmesinden korktuğu gibi, sınıf bilinçli örgütlendesinden fazlasıyla korkar. Ve işçinin örgütlenmemesi için yasal ya da zoraki her türlü engeli çıkarır. İşçinin örgütsüz oluş hali, aç kurt karşısında savunmasız kuzu durumuna benzer. Kapitalist aç kurt gibidir. Ama işçi örgütlü olduğunda, özellikle de sınıf bilinçli bir örgütlenme içinde olduğunda, kurt-kuzu ilişkisi işçinin lehine döner. Örgütlülük, işçinin kapitalist karşısında en büyük silahı ve kapitalist karşısında kolay kolay yenilmez gücüdür. İşçi sınıfı ideolojisine yabancılaşmış ve örgütsel olarakta ondan uzaklaşmış küçük burjuva düşünce sahiplerinin bu gerçekliği görmeleri zordur.
Burjuvazi, kitlesel olarak toplumun çok az bir kesimini oluşturmasına karşın örgütlüdür. Onun örgütü kapitalist devlettir. Ancak, bu devlet, işçi sınıfının sınıf bilinçli örgütlenmesi karşısında yaşam hakkı bulamaz. Bu nedenlede burjuvazi, işçi sınıfının örgütsüz kalması için sadece devletin zor aygıtını değil, aynı zamanda ideolojik olarak da örgütsüzlüğü körüklüyor. İşçi sınıfını önemsizleştiriyor. Bu alanda burjuva liberallerini kullandığı gibi, küçük burjuva devrimcileri de burjuva liberallerin ideolojik bombardımanı altında sersemliyorlar.
Kapitalist, mümkün olduğunca her şeyi mülkiyeti altına almıştır. Toplumun ezici çoğunluğunu mülksüzleştirerek, yani onların yaşamaları için gerekli olan üretim araçlarını kendi özel mülkiyetine alarak, işçileştirmiştir. İşçinin ise kapitalist toplumda yaşaması için tek sahip olduğu işgücüdür. İşgücüne sahip olmak her şeye deva olmuyor. Yani, yaşamak için yeterli olmuyor. İşgücünü satacağı ve onu alacak üretim araçlarını kendi özel mülkiyeti altına geçirip toplumsal bir üretim yapan bir kapitalist gerekli. Bu her zaman bulunmuyor. Daha doğrusu kapitalist, üretim fazla olunca ve üretimi pazarda tüketemeyince ya da kriz dönemlerinde işçinin bir kısmını işten çıkararak kapı dışarı atıyor. İşsizlik kapitalist birikimin olmazsa olmaz ilkelerden biridir.
Kapitalist ülkelerde “sıfır” işszilik diye bir şey olamaz. Kapitaliste işçi lazım olduğu gibi, aynı şekilde işsiz de lazımdır. Üretim araçlarından yoksun herkes çalışıyor olursa, kapitalist, işçinin iş gücünü ucuza almak için pazarlık yapma avantajını (bu bir hükmetme biçimidir) yitirir. “Sıfır” işsizlik olduğunda, işgücüne sahip işçi, ihtiyacı olan patrona iş gücünü ucuza satmaz. Bu da kapitalist birikim için zorunlu olan artı-değer sömürüsünü ya çok aza indirir ya da patrona artı-değer kalmaz. Bu nedenle de, kapitalistlere işçi lazım olduğu kadar işsiz de lazımdır. Ülkede işsiz kalmamışsa dışarıdan işçi alarak işsizleştiriler. AB ülkelerinin göçmen işçi alması bunun en iyi örneğini oluşturur. Bugün, kapitalizm açısından gelişmiş ülkelerin hemen hepsi dışarıdan göçmen işçi avına çıkmıştır. Türkiye’de buna dahildir.[1]
Kapitalist ve kapitalistin devleti, işçiyi öyle bir cendere altına almıştır ki, onu kapitalistin dediği koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlamaktadır. Bu yaşam, ölmeden tekrar ertesi gün kapitalistin fabrikasında çalışmaya yetecek enerjiyi sağlayacak kadar bir geçim ve yaşam biçimidir.
İşsiz olduğu için intihar eden işçiler sık sık haber konusu olur. Bu son günlerde, işszi olduğu için fabrika önlerinde simit satmak zorunda kalan, “pandemi önlemleri” adı altında simit satmasına bile izin verilmeyen, iş gücünden başka hiç bir geçim aracı olmayan bir kadın emekçi, sosyal medyadan: “Ben 48 yaşındayım ve çalışmak zorundayım. Ama beni kimse işe almıyor. Çocuklarım var, hasta çocuğum var, devlet karşıma polisleri dikmiş, ben polisleri karşımda değil arkamda görmek istiyorum” sesleniyordu.
Bir başka örnek. Yine sosyal medyada gündem olan, 65 yaş üstü bir kadın emekçi, İstanbul’da (65 yaş ve üstü olanlara belli saatlerde sokağa çıkma yasağı –bu da, faşist bir devletin emekçiler üzerinde uyguladığı ekstra devlet terörü-) belediye otobüsüne biniyor. Şöfer kadını indirmek istiyor. Kadın çalışmak zorunda olduğunu ve ev temizlemekten geldiğini anlatmaya çalışıyor. İşgüzar şöfer diretiyor, inmesinde. İşgüzar şöförün tavrı, işçi sınıfının bölünmüşlüğüne örnek oluşturuyor.
Kadın emekçinin karşısına elbette, onu işe almayan kapitalist değil, onun koruyucusu polisi ya da asker dikiliyor. Daha olmazsa mahkemeleri var, bu da yetmezse hapishaneleri var. Yani, kapitalistin yanında tüm kurumlarıyla (istisnasız, kültürel kurumları da dahil hepsi birer işçi üzerinde baskı aracıdır) devlet var. Ama yaşamak için iş isteyen işçinin karşısında bütün haşmeti ve vahşetiyle kapitalistin devlet zoru var.
Bunlar kapitalist sistemin öne çıkarılmayan ama yaygın olan gerçekleri. Üretim araçlarından yoksun olanlar çalışmak zorunda. Çünkü insanın yaşamını idame ettireceği, yaşamını yeniden ve yeniden üreteceği üretim araçları bir avuç kapitalistin elinde (daha çok tekellerin elinde) toplanmış durumdadır.
Sosyal medyada bu örnekler çok. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresinin sosyal medyaya neden karşı oldukları, neden “faşist-terörist” dedikleri çok açık. Bu çığlıkların toplumun geniş kesimi tarafından duyulmasını istemiyor, istemiyorlar. Aslında bütün kapitalist devetlerde burjuvazi, sosyal medyaya karşı, ancak, sosyal medya alanında sermaye birikimi açısından büyük bir sektör haline geldiği için, bundan da vazgeçemiyorlar. Ve bu sektör her geçen gün devasa adımlarla büyüyor. Şu anda dünyanın en büyük tekelleri ve en büyük zenginleri sosyal medyayı kontrol altında tutan iletişim tekelleridir.
Burjuvazinin “Ehlileştirilmesi” Meselesinde Liberallerin Rolü
Baskı ile ayakta duran, baskı ve sömürü ile iktidarını sürdüren bir burjuva sınıfı, baskıları ve sömürüyü hafileştirir mi? Ya da kapitalist sistem ehlileşir mi?
Burjuva tarihi bunun tersine işaret ediyor. Yani, burjuvazinin ehlileşmesi söz konusu olamaz. Ancak, işçi sınıfının yoğun mücadeleleri karşısında kısmen geri adım atabilir, işçiler lehine demokratik haklar biraz fazla olabilr. Bu durumda, 2. Emperyalist savaş sonrası 1970’lerin başındaki emperyalist dünya sisteminin ekonomik krize girmesiyle sona erdi. O günden bu yanada işçilerin kazandıkları hakları adım adım geri alındı. Özellikle 1980’den sonra neoliberal (saldırgan ekonomipolitika) politikaların uygulanmasıyla, işçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürü arttı. Liberalleşme Türkçede “serbestleşme” anlamına gelsede, işçi sınıfı ve emekçiler lehine bir serbestleşme, özgürleşme ve de ekonomik ve demokratik hakların artırılması yönünde bir genişlemeyi içermiyor. Tersine, burjuvazinin her alanda saldırganlığının daha da artması, saldırganlıkta, yani, sömürünün ağırlaştırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin adım adım kısıtlanması ve yok denecek düzeye getirilmesi, işçilerin tam bir ücretli köle durumuna getirilmesi, çalışma saatlerinin uzatılması vb. Burjuvazi lehine, sınırsız bir serbestleşme, işçi sınıfı aleyhine ise, tam bir kölelik düzeyinde çalışma ve yaşama koşuları sunma...
İşçi sınıfı üzerindeki sömürünün artması, politik baskıların artmasını da koşulluyor. Sermayenin birikiminin büyümesi ve merkezileşmesi sömürü ve baskılarının artmasını zorunlu olarak dayatıyor. Sermaye ve işçi sınıfı bir terazinin iki kefesi gibidir. Bir kefenin ağırlığının artmasına oranla diğer kefenin hafiflemesini de beraberinde getirir. Kapitalizmde bu iki kefe hiç bir zaman dengede olamaz. Dengede olması demek, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki sömürüsünün azalması, reforumcu yönünün öne geçmesi analmına gelir. Yani, küçük burjuva liberallerin ileri sürdüğü “kapitalizmin ehlileşmesi” olur ki, bu kapitalist üretim ilişkilerin niteliğine terstir. Bu bağlamda burjuvazinin ehlileşmesi, teorik olarak da olası değildir.
Emperyalist burjuvazi, “Yeni Dünya Düzeni”, “Neoliberal ekonomik model”, “küreselleşme” vb. adlarıyla ürettiği politikalar, ne dünyaya barış getirmiştir ne de bütün burjuva ülkelerinde demokrasinin sınırları ezilenler lehine genişlemiştir. Giderek ekonomik ve demokratik haklar sınırlanmaya bazı ülkelerde ise hepten gaspıyla sonuçlanmıştır. Bu bağlamda, neoliberal ekonomik model, burjuvazinin yeni sermaye birikim modeli olarak yaşama geçirilen saldırgan ekonomipolitikadır. 1970’lerin ortalarından beri uygulanan bu modelin sonuçları ise ortadadır. Koronavirüs salgını da bu modelin ürünüdür. Çünkü, doğa özellikle son 50 yıl içinde görülmemiş oranda yıkıma uğratılmış, doğanın ekolojik dengesi canlılar aleyhine bozulma aşamasına girmiştir.
Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren ise, emperyalizmin girdiği yeni evre (yani üretimin uluslararasılaşması ve dünya kapitalist ekonomisine dünyanın en büyük 500 tekelin egemen olması) ile, demokratik hak ve özgürlükler burjuvazinin gündeminden kaldırılmıştır.
Stfena Engel bu süreci şöyle tanımlıyor:
“... Emperyalist dünya sisteminde giderek büyüyen çatlaklar yüzünden, egemenler çareyi, artan bir şekilde devletin şiddet aygıtını genişletmede ve burjuva demokratik hak ve özgürlükleri kısmada arıyor.”
“Eşitsiz gelişme, dünyanın, en büyük uluslararası tekeller ve en büyük emperyalist güçler arasındaki yeniden paylaşılması mücadelesinin yeni bir evresini başlatmıştır. Savaş ve gericilik, miadını doldurmuş bir toplumsal sistemin ana mesajlarıdır.”[2]
Bu saptamalar 1990’lı yılların sonunda yapılıyor ve kitap almanca olarak 2003 yılında yayınlanıyor.
Geçen son 20 yıllık süreç, bu saptamaları fazlasıyla doğruluyor. En “demokrat ülkeler” diye bilinen bir çok Avrupa ülkesinde, gericilik kol geziyor. Burjuva devletler, İskandinav ülkeleri dahil, Fransa, Almanya, Hollanda, İsviçre ve Avusturya’da hak gasplarını yasallaştırdılar. Çoğu AB ülkeleri çalışma saatlerini (1800’lerin başına geri dönüş yaparak) 12 saat üzerine çıkardılar ve polis yasalarını işçi sınıfı aleyhine güçlendirdiler. AB ülkelerinde neredeyse polisin saldırmadığı demokratik hak ve özgürlüklerin temel kıstası sayılan, “gösteri ve yürüyüş hakkı” yok gibidir. Polis, hemen hemen bütün ülkelerde en barışçıl yürüyüşe saldırmıştır. Saldırmadığı yürüyüş ve gösteri saldırdığından azdır. Saldırmadığı yürüyüş ve gösterileri ise provoke etmek için çabalamıştır. Burjuvazi, hakkını arayan kitleleri kriminalize ve terörize etme eğlimini artırmıştır. Bizim liberallerin överek bitiremedikleri AB böyle bir yerdir.
Özellikle 2000 yılının başından itibaren yürülüğe sokulan “anti-terör yasası”nın neler içerdiğini burada aktarmaya gerek yoktur. Çünkü, burjuva devletlerinin “terör” dağırcığında işçi ve emekçi eylemi ön plandadır. Tek tek bireysel gerici terör eylemleri ise onların dolaylı ya da direkt ilişkili olduğu, yönlendirdiği eylemlerden başka bir şey değildir. Kendi ülkesinde yönlendirmiyorsa, başka ülkelerde besleyip yönlendiriyorlar. Irak, Afganistan, Suriye ve diğer bağımlı ülkelerdeki, işgaller, gerici-dinci, faşist terör örgütlerinin silahlandırılıp desteklenmesi vb. gibi gelişmeler bunun en direkt kanıtlarıdır.
Burjuvazinin tarihi kanlıdır. Terör ve vahşet örülüdür. Geçmişte ve günümüzde bir çok ülkede askeri faşist cuntaları desteklemiş, iktidara getirmiş olmaları bir yana, Afrika ve Asya ülkelerinde bir çok faşist diktatöre kol kanat germişlerdir. Şilli’de Allende’yi kanlı bir şekilde deviren yine bunlardır. Güya, “seçimle gelen seçimle gider” ilkesi burjuva demokrasisinin ilkesiymiş ya da günümüz Venezuela’daki reformist iktidarı devrimek için çevirmedikleri dolap, söylemedikleri yalan, oynamadıkları oyun ve darbe girişimi kalmadı.
Afrika’nın Che Guerası olarak bilinen Kongo’nun Lumumba’yı alçakca katleden “demokrasi” beşiği (Belçika ve CIA ortaklığında) emperyalist devletlerdir. Oysa Patrice Lumumba Kongo’da ilk defa seçimle başa gelen başbakandı. Şimdi Kongo’nın madenlerinde uluslararası tekeller için çocuklar köle gibi çalışltırılıyor. Emperyalistler Lumumba’yı katlettiler, çünkü o bağımsızlıktan yanaydı ve emperyalist tekellerin sömürüsüne karşı direniyordu. Burjuvazinin seçim aldatmacısının kendi çıkarları için kullandığı çok açıktır.
Böyle bir burjuvazinin ehlileşmesi söz konusu olabilir mi? Elbette olamaz. Bunu ileri sürenler, burjuva vahşetinin ve egemenliğinin kabullenilmesini sağlık veriyorlar. İşçi sınıfı ve emekçilere, ezilen halklara, ezilen uluslara sessiz kalmalarını, baş kaldırmamalarını, “demokrasi yoluyla” her şeyin iyi olacağını varsayan, ahmaklıktan öte, burjuva sistemiyle bütünleşmiş “aydın” görünümlü çanak yalayıcıları olarak.
Bu tür gericilik sevicilerine “aydın” demek doğru olamsa da, aydın geçinen burjuva liberalleridir. Aydın, çağının ilerici olanlarına denir. Bugün kapitalist sistem çağın gerici yanıdır. Kapitalist sistemi savunanlara aydın denemez. Sosyalizm ise ileri olan bir toplumsal sistemdir. Sosyalizm için mücadele eden, sosyalizmi savunanlar aydındır. Bir kişinin entellektüel olması ile aydın olması aynı şeyler değildir. Günümüzde sınıf bilinçli işçiler toplumun en aydın kesimleridir.
Örneğin ülkemizde, bir zamanlar AKP’den “demokrasi” bekleyip, onun desteklenmesini isteyen (bilinen adlarıyla “yetmez ama evetçiler”) küçük burjuva liberalleri, bumerangın kendilerine dönmesi karşısında önce şaşkınlık geçirdiler. Ama yanıldıklarını da kabul etmediler. Çünkü, onların desteklediği kapitalizmdir. Yani, kısmi demokratik hakların olduğu, liberal aydınlara dokunulmadığı, ama işçi ve emekçilerin ağır sömürüyle karşı karşıya kaldığı, eşitsizliklerin hat safada olduğu, anti-komünist propagandaların önde olduğu bir sistem istiyorlar. Lakin böyle bir kapitalist sistem yok.
Burjuvazi için “demokrasi” kendisi içindir. Sermayenin dikey ve yatay büyümesi ve merkezileşmesi içindir. Gerisi teferruattır. Burjuva sisteminde, “teferruat” olanlarda sermayeye hizmet etmiyorsa ona bile izin verilmez, zararlı ve komünist düşüncelerdir. Günümüz burjuva moda deyimiyle “terör”dür.
Kapitalizm sevici liberallerin günahı, kapitalizmin an be an baskı ürettiğini, sömürüyü artırdığını ve özgürlükleri yok ettiğini görememeleri ya da görmek istemeyişleridir. Kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle birlikte, kapitalizmin gericiliği artmıştır. Çünkü bu kapitalizmin karakteristik bir yapısıdır. Bunun kişilerle ve de hükümetlerle, başbakanların kişiselliği ile hiç mi hiç bir ilgisi yoktur. Onları yönlendiren kapitalist sistemin işleyiş yasasıdır. Onların kişiliğini belirleyen sistemin aktif savunucusu ve koruyusucu oluşlarıdır. Kapitalizm kendi savunucusunu, kendi siyasal temsilcilerini de üretmektedir.
Ülkemizde AKP’nin kurucularından Tayyip Erdoğan bir zamanlar “cici demokrasi”nin muhafazkar demoktratıydı. Güya askeri vesayete karşı ve AB yanlısıydı. Liberaller onu ellerinde büyüttüler. Bütün saldırılara karşı Erdoğan’ı korudular ve Erdoğan, deyim yerindeyse, büyüyünce (iktidara tam egemen olunca) kendini ideolojik olarak işçi sınıfı ve emekçilere karşı savunan ve “demokrat gösteren” liberalleri yedi. Oysa, kapitalist sistemde vesayetten söz edilecekse, tek bir vesayet vardır. O da sermayenin vesayetidir. Diğerleri, biçimseldir. Sermaye, çıkarlarına göre ya da o günün koşulları içinde sınıf çatışmasının gereklerine göre, bazan askeri cunta, bazan “demokrasi” bazan ise açık faşizmi öne çıkarır. Burjuva rejim biçimlerinin hepsi de sermayenin vesayetini kalıcı kılmak için kullanılır.
Türkiye’de bazı liberaller, “askeri vesayeti kırmak” adına, AKP’yi destekledi. Oysa, ortada vesayti kırma değil, egemen sınıflar arasındaki iktidara sahip olma ya da iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanma dalaşı vardı. Askeri vesayet yıkıldı, ama AKP’yi destekleyen liberallerde onunla bilikte yıkıldı. Çünkü, peşinden, aynı AKP o askeri vesayet sahpleri ile ittifak kurdu.
Egemen sınıflar arasındaki politik dalaşma, burjuvazinini kendi içindeki iktidar dalaşıdır. Yoksa, geniş halk yığınlarının demokratik hak ve özgürlüklerinin genişlemesi uğruna yapılan bir savaş değildir.
Burada, AKP’yi “muhafazkar demokrat” diye kitlelere yutturan, benimseten ve onun en keskin idelojik kalemleri olan burjuva liberallerin, günümüz AKP-MHP ve diğer bileşenlerin faşizminin vesyatinden sorumludurlar. Tekellerin, toplumu bu kadar kolayca faşist baskı altında tutmasında sorumluluk payıları vardır. Çünkü, küçük burjuva liberaller, geniş halk yığınlarının, sermayenin kanlı yüzünü doğrudan görmeleri önünde (ideolojik-politik olarak) engelleyici rol oynadılar. Sınıfsal karakterleri, onlara bu rolü içselleştirmiştir.
Devam Edecek...
[1] Daha önce bu konuyu, “Artı-Değerin Kaynağı” adlı araştırma yazımda ele almıştım. Kaypakkaya.org ve kendi Blogum’da bakılabilir. https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/arti-degerin-kaynagi-2?page=0%2C151
[2] Stefan Engel, “Küreselleşme”, Tanrıların Günbatımı, Uluslararası Üretimin yeniden Örgütlenmesi, sf. 17, Umut Yayımcılık. (abç)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder